Ayak Uydurmakla Ayak Diremek Arasında...

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Dillerde dolaşan tavsiyeler:

“Zamanı yakala...”

“Değişime ayak uydur...”

“Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!..”

“Çağın değerlerine sahip ol...”


Son asırlarda, fert ve toplum hayatında sürekli katlanarak hızlanan bir değişim rüzgârının yaşandığını inkâr etmek mümkün değil. Fakat değişimi, putlaştırmadan ve göz ardı etmeden;

«Değişen değerler / değişmeyen esaslar»,

«Her yerde değişen / belli bir bölgede değişen»,

«Hızlı değişen / yavaş değişen»,


«Tabiî, normal, insanlığa faydalı bir istikamette değişen / anormal, zararlı bir yolda değişen»...


şeklinde maddeler hâlinde tasnif ederek ele almakta fayda hattâ zaruret var.



Değişim, özellikle insan çerçevesinde tekâmül / evrim mevzuunu da akla getiriyor. İnsanın bir vazife için husûsen yaratılmış olduğunu kabul etmeyen; tek gözlü bir zâhirî bakışla, onu mutlu tesadüfler zincirinde tekâmül etmiş şanslı bir varlık olarak gören bâtıl felsefî anlayışın; değişimi hep güzellikler, insan varlığının lehine artılar getiren, müsbet bir gelişme sayması tabiîdir. Bu aşırı kendine güven; bilimin daha acemî ve daha küstah olduğu devirlerde daha da baskındı. Misal olarak, bir çocuk için ailenin, annenin, anne sütünün gerekli olmadığı, insanın lâboratuvar ortamında, anne değil doktor-hemşire nezâretinde, anne sütü değil, sun’î mama ile yetiştirilmesinin daha uygun olacağı iddia edilmiş ve bu düşünce fiiliyata dökülmüş, elim neticeler alınarak vazgeçilmişti. Pozitivizm akımına göre, insan ve cemiyet bilimleri, pozitif bilimler gibi esaslara oturtulacak, insanlık ahlâk, din gibi ilkel (!) kayıtlardan kurtularak aklın istikametinde mutlu yarınlara ilerleyecekti!

Yaratılıştaki hikmet ve fıtrat esasları üzerinden tefekkür eden bir kimse, değişimi; varlığının özüne, fıtratına uygun olup olmamak noktasında değerlendirecektir. Bu yaklaşım, değişim konusunda bir miktar çekingenlik getirecektir. Fakat yukarıda bahsettiğimiz ayırımlarla hareket edildiğinde, bu hassâsiyetin «pâ-bend-i terakkî» / ilerlemenin ayakbağı olmasının önüne geçilir. Nitekim Hazret-i Ali’ye nisbet edilen şu söz, müsbet çizgideki değişimlerin göz önünde bulundurulmasının önemini göstermekte:

“Evlâtlarınızı; yaşadığınız çağa değil, onların yaşayacakları çağa göre yetiştirin.”
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Değişime ayak uydurmak

Burada bahsedilen, insan fıtratına aykırı bozulmalar, yozlaşmalar, anlayış eğrilmeleri değil; daha ziyade insanlığın kat ettiği medeniyet mesafesine, asıllara değil, usûllere, tekniklere temas eden konularda geleceğe uyum göstermektir. Müsbet değişimleri yakalamaktır.

Bu, Kur’ân ve Sünnet’in rûhunda da vardır. Meselâ, düşmana karşı hazırlık yapmayı emreden âyette özellikle, umumî bir lafız olan «kuvvet» seçilmiş; Peygamber Efendimiz de bu kelimeyi tefsirinde, yine umumî bir lafız olarak;

«Dikkat edin, kuvvet, atıştır!»
buyurmuştur.

Tahlil edilecek olursa, Efendimiz; harp usûlleri açısından, göğüs göğüse çarpışmaların, meydan muharebelerinin giderek azalacağını, oktan topa, tüfekten bombaya, füzeden silâhlı insansız uçaklara doğru, «uzaktan etkisiz hâle getirme» noktasında değişim olacağına işaret ediyor.

Mısır’ın fethinden sonra Yavuz Sultan Selim ile Memlûk kumandanlarından Kayıtbay arasında yaşanan şu konuşma da değişimi müsbet mânâda yakalama konusunda güzel bir örnektir:

“–Bize ne yaptıysa ordunuzdaki toplar yaptı! Berberîlerden biri, Venedik’ten top getirerek bize satmak istemişti de, «ok ve kılıç» kullanan Peygamberimiz’e muhalefet etmeyelim diye satın almamıştık. O satıcı bize;

«Yaşayan görecektir ki, memleketiniz top yüzünden elinizden çıkacaktır.» demişti. Meğer doğru söylemiş!”

“–Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, Allâh’ın;

«Düşmanlara karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın.» (el-Enfâl, 60) emrine neden uymadınız? Dün kuvvet ok ve kılıç idi, bugün top ve tüfek...” Bu mânâda;

Tüfek icat oldu mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır.

gibi koçaklamalar, tarihin akışına tesir edemez. Değişim başlamıştır ve ayak uyduran ayakta kalır. Keşke, Süveyş Kanalı’nı açarak Akdeniz’i Hind Okyanusu’na bağlamak, Volga’yı Karadeniz’e bağlamak gibi devirlerine göre çok ileri projelere sahip ecdadımız, değişim ve yeniliklerde başı çekmeyi sürdürselerdi de, gelişmelerin insaf ve adalet boyutunu, nâ-ehil, zalim ellere bırakmasalardı. Keşke coğrafî keşifleri onlar gerçekleştirseydi de; Boşnaklara, Arnavutlara olduğu gibi Kızılderililer ve diğer yeni kıta yerlilerine de İslâm’ı götürselerdi. Fakat biz, 20. yüzyılın başında bile fotoğrafın cevâzını tartışıyorduk.

Evet, değişim daha ziyade teknik boyutta...

Meselâ, hayalperest toplumcuların beklediği gibi «savaş»ı ortadan kaldıran bir değişim meydana gelmiyor. Fakat savaşın şekli, usûlleri değişiyor. Asıl değişmiyor, usûl değişiyor. Usûllerdeki değişikliklere de fıtrî-tabiî ölçüler içerisinde uyum göstermek lâzım...

Zamanın akışında «asıl» üzerinde bir değişiklik meydana geliyorsa da bu yozlaşma ve bozulma şeklinde oluyor. Yahut da mevziî oluyor. Meselâ dikkat etmeyen toplumlarda aile zayıflarken, dikkat edenlerde bozulmuyor. Mevziî bir bozulmayı, ayak uydurulması gereken kaçınılmaz bir değişim olarak sunmak doğru olmaz.

İşte burada mühim bir nokta var:

Değişimin propagandası...

Kendileri, aşırı değişimci anlayışla çökerttikleri aile kurumuna tekrar sahip çıkmak için çırpınırken, kendi izlerinden gelen milletlere; «ailevî değerleri»n, edebin, iffetin, anne-babaya hürmetin... artık anlamsız, geçmişte kalmış olduğunu, filmleriyle, medya güçleriyle yutturmaya devam ediyorlar.

«Sürekli değişim» üzerinden projelerini yürüten toplum mühendisleri, çeşitli menfaatleri sebebiyle; değişimi daima iyiye, güzele doğru gidiş olarak gösteriyorlar. Bu da zihinlerdeki kabullerle, toplumdaki gerçekler arasında bocalamaya yol açıyor.

Son günlerde hemen her gün bir başka cinayet haberi gazetelere düşüyor. Sanırsınız ki ülke çapında kim daha vahşî, daha gaddar öldürecek diye bir gizli yarışma var. Misal vermek bile tasvire gireceğinden yüz akının yüzünü kızartmaya gerek yok. İşin ardı arkası araştırılınca ortaya en fazla birkaç sebep çıkıyor:

Kadın meselesi...

Menfaat kapışması...

Hırs, bencillik, gaddarlık...

İnsan yapısının -zamandan zamana değişmez- problemleri...

Sonra medyada isyan ve feryatlar yükseliyor:

“Bu zamanda kadın cinayeti olur mu?”

“Bu devirde namus cinayeti işlenir mi?”


Elbette adam öldürmenin tabiî bir şey olduğunu müdafaa edecek değiliz. Fakat bu isyanlarda; «bu zamanda» vurgusu da ne oluyor?

Zaman; insanın hormon dengesini, gazap kuvvesini, hırs derecesini mi düşürdü?

Devran, nefislerimizi mi değiştirdi?

Geçen asırlar, hepimizi otomatik olarak nefis tezkiyesinden mi geçirdi?


Elbette ki hayır...

Hattâ tersi oldu:

Nefsin bütün istekleri serbest oluyorsa;
Şeytan bile hayrette kalıp mest oluyorsa;
Hayret değil iklîmimiz alt-üst oluyorsa;
Bastırdı demek ehl-i hevâ denge bozuldu!
(Tâlî)

O hâlde zihinlerimizde «Bu zamanda bu olur mu?» sualini doğuran nedir?

Kalbimizde, içinde bulunduğumuz zamana; yanlışları, cinayetleri konduramama hissimizin sebebi ne?

Bu, modernizm ile dünyamıza girmiş bir anlayış...

Modern hayat; steril, arınmış, iyi, âdil bir dünyada yaşadığımız hissini bize vermekte çok başarılı... Hâlbuki bu, ferdiyetçi liberal dünya görüşünün altyapısını kurabilmek için pompalanan bir yalandan ibaret... Acziyet, korunma ve tedbir hissi meydana getirir. Ferde, sürekli;

«Dilediğini yapmakta, dilediğin gibi yaşamakta hürsün, geçmişte kalmış ahlâkî, dînî, örf-âdet temelli hiçbir kurala uymak zorunda değilsin!» telkininde bulunuyorlar ki, liberal ekonomi çarkları çalışsın... İsraf alsın yürüsün... İnsanlar sınırsız eğlence endüstrisi ile meşgul edilirken, maddî ve mânevî olarak istismar edilsin... Devletlerde uygulanan «böl-parçala-yut» mantığının cemiyet hayatındaki şekli... Dolayısıyla bu telkinlerin en büyük zararını, aile çekiyor.

Değişenler, değişmeyenler...


Meselâ kadın-erkek meselesi, Hâbil ve Kābil devrinde de aynı idi, Yûsuf -aleyhisselâm- devri gelişmiş devleti Mısır’da da aynı idi, geleceğin uzay çağında da aynı olacak. Bu sebeple bu hususta alınacak tedbirler de asırlar geçse de fazla bir değişikliğe uğramayacak... Günümüzde cahiller tarafından çağa aykırı görülen tesettürlü, iffetli, nikâhlı bir hayat sürüp, ihtilât ve teberrüçten; yani kadın-erkek lâubâlî karışılıktan ve açık-saçıklıktan uzak durmak; özü itibarıyla, cemiyeti kadın-erkek arasında meydana gelebilecek, zinâ, fuhuş, tecavüz, nesep karışıklığı; bu sebeplerle meydana gelen boşanma, kavga, cinayet, sahipsiz çocuklar... gibi olumsuzluklardan korumak temelinde alınmış tedbirlerdir.

Modern dünya, hep serbestliğin altını çizer. Buna aldananlar da hep kötü niyetlilere toslarlar... Kötü niyetlileri, hukukun bertaraf etmesi beklenir. Fakat pek merhametli olan (!) modern hayat; ırza, cana tasallut edenlerin kılına da dokunmaz.

Hâlbuki Kur’ân, ailevî mevzularda; «kalbinde hastalık bulunanlar»ı hatırlamamızı ister. Ahlâklıları tedbir almaya davet ederken, ahlâksızları da gerekli cemiyet yaptırımlarıyla ikaz eder. (el-Ahzâb, 32, 57-62)

Değişmez kıymetlere sahip çıkmak için, menfî değişim rüzgârlarına karşı durmak gerekir.
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Değişime ayak diremek

Tarihte en büyük ve hızlı değişim dönemlerinden biri, İslâm’ın doğuşu ve takip eden asırlarda oldu. Önce Efendimiz’in yetiştirdiği sahâbe-i kiram neslinin dev bir tebliğ ve fütuhat açılımıyla Çin’den Atlas Okyanusu’na kadar geniş bir hilâl hâlinde tesis ettiği, İslâm devleti ve cemiyeti... Muazzam bir müsbet değişim...

Hemen ardından, Peygamber Efendimiz’in ensar hakkında söylediği tabirle; tuzun, yemeğin içinde eridiği gibi, sahâbenin yeni cemiyette erimesiyle, zengin, müreffeh yeni müslümanların yaşadığı hızlı menfî değişim... İsyana varan hoşnutsuzluklar... Cinayete varan fitne ateşi... İnsanın değişmez meseleleri, hırs, bencillik, tamah... müslüman askerlere Peygamber torunlarını, ehl-i beyti bile kılıçtan geçirtecektir...

Bugün Şîa dediğimiz akımlar, bu hâdiselere; «Bu zamanda bu olur mu?» tepkisi içinde doğmuştur... Hâlbuki, Haseneyn’in dedesi Fahr-i Kâinât Efendimiz, Vedâ Hutbesi’nde bu tehdit konusunda ashâbını uyarmıştır.

Peki, bu menfî değişime karşı, müttakî müslümanlar ne yaptılar? Ayak mı uydurdular? Ayak mı dirediler? Bugün tasavvuf tarihi kitapları, Peygamber ve sahâbe hayatında bizzat yaşanan tasavvufun, sistemli bir şekilde temelinin atılışını; o dünyevîleşme cereyanına ayak direyen, fitneye bulaşmamak için uzlete çekilen, siyasetin kirlenmesi sebebiyle ilim ve irfana yönelen başta ehl-i beyt olmak üzere, tâbiîn ve sonraki nesillerin gayretleri içerisinde gösteriyorlar.

Değişim kaçınılmaz olabilir. Fakat siz; fiilî, kavlî ve kalbî muhalefetinizi ortaya koyduğunuzda, ilâhî yardım size yetişecek ve değişim, müsbet bir tecelliyle size gülümseyecektir. Moğol işgalleri sonrası yaşanan parçalanmışlık ortamında doğru bir ayak diremeyle Osmanlı’nın doğması gibi...

Gaye, değişimi kontrol altına almak...

Kendi hâline bırakıldığında bozulan süt, yaşayacağı değişim yönetildiğinde peynir ve yoğurt gibi artılara dönüşür. Toplumun mayası da pek farklı olmasa gerek...

Bugün de globalleşme, ferdiyetçilik, sekülerizm, liberalizm gibi ayak dirememizi gerektiren değişim rüzgârları esiyor. Belki rüzgârı durduramayız. Fakat doğru tavırlarla, rüzgârı bizi sâhil-i selâmete çevirecek şekilde yelkenlerimize doldurabiliriz.

Değişimin belki en güzel tarafı, istikametinin yanlıştan doğruya değiştirilebilmesi olsa gerektir.


Mustafa KÜÇÜKAŞCI​
 
Üst