Atatürk “takiyye” mi yapıyordu?

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Atatürk “takiyye” mi yapıyordu?
MUSTAFA ARMAĞAN


Tarih bir bilim midir?’ diye soruyor genç bir okurum. Bildiğimiz anlamda bir bilim olmadığı belli. Belki bir araştırma disiplini denilebilir. Kuralları, felsefesi olan ama konusunu göğüslemek için metodunun değişkenlik arz etmesi gereken bir entelektüel faaliyet alanı daha doğrusu.

Bana kalırsa bir fikir platformudur tarih. Düşüncenin ferah fahur at koşturabildiği engin, rengin ve zengin bir bahçe. Tabii dikenleri, çalılıkları, ısırganları bol. Bu bahçe insana seraplar gördürür bol bol. Bazen bir nesle anlamlı, hatta hayatî görünen bir tarihî olgu, bir sonraki nesilde sağır bir duvara toslar.

Mesela geçenlerde bir sahaftan, resimleriyle ünlü “Illustration” dergisinin Mart-Nisan 1913 sayılarını satın aldım. Balkan savaşlarından söz ediliyordu dergilerde. Ak sakallı “Edirne müdafii” Şükrü Paşa’nın ıstırabın zehirli jiletleriyle doğranmış muhterem çehresini seyrettim uzun uzun. Ne garip! Sanki asırlar geçmişti o yüzle aramdan. Nicedir unutmuşum şuramda olduğunu.

Zamanın ucu bize doğru yaklaştıkça genişler. Onun için yakın da olsa, geçmişi bir tünelin çıkışından içeriye bakar gibi değerlendiririz ve içerisi hemen daima karanlık görünür. Son günlerde Atilla Yayla’nın konuşmasıyla yeniden alevlenen Atatürk tartışması da bu karanlık güzergâhlardan birisini siper almış durumda.

Bir kere Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal’i Atatürk olmaya iten etkenler yeterince incelenmiş değildir. Bu yüzden de Kemalistler olsun, anti-Kemalistler olsun bu karanlıktan istifadeyle açık kapıyı omuzlamaya bayılırlar; yani ucuz kahramanlığa. Oysa tarih, emek ister. Gayret ister. Anlamak niyetinde olanlara açar görkemli kapısını.

Eğer Mustafa Kemal ve neslinin içinden geçtiği o derin dönüşüm sürecini bilmiyorsanız Kemalistler gibi onun Cumhuriyet ve laiklik idealini ta en başından beri kafasında taşıdığını ve fırsat zuhur ettikçe merhale merhale gerçekleştirdiğini söylersiniz. Yahut anti-Kemalist cephedeyseniz bu defa aynı düşünce doğrultusunda giderek onun fırsatçılık yaptığını söyler, işi düştükçe İslam’ı kullandığını ama güçlenince Müslümanları tasfiye ettiğini düşünürsünüz. Burada ilginç olan nokta, her iki kampın da, tarih dışı bir muhakeme yürütmeleri ve adını böyle koymasalar bile, onun bir “takiyyeci” olduğu noktasında buluşmuş olmalarıdır.

Tepki alacağımı biliyorum ama ben aynı kanaatte değilim. Cumhuriyet’i kuran kadronun, 1911-1922 arasında neredeyse kesintisiz 11 yıl süren sarsıcı bir tecrübe yaşadıklarını, bu kan, ateş, ihanetler, kahramanlıklar, yiğitlikler, umutsuzluk ve karamsarlıklar ile hayat ışığı ve iyimserlik arasındaki gidiş gelişler girdabında piştiklerini ve 30 yılda ancak kazanılabilecek bir olgunluğa erkenden ulaştıklarını düşünüyorum.

Bu yalnız cihet-i askeriye açısından değil, aydınlar açısından da böyle. Cumhuriyet’e Osmanlı’dan akan o ilk nesil, hakikaten erken olgunlaşmış ve en güzel eserlerini tam da bu yıllarda vermiş veya pişirmişlerdir.
Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu” romanının 1921’de yayınlandığına, Yahya Kemal’in ve Halide Edib’in bugün bildiğimiz kimliklerine bu savaş atmosferinde eriştiklerine dikkat edelim. Yakup Kadri’nin “başörtüsü”nü kimliğimizin kopmaz bir parçası sayan meşhur yazısını yine bu atmosferde kaleme aldığına, Ahmet Haşim’in her okuyuşumuzda bir Müslüman’ın hayatının nasıl olması gerektiğine dair yeni bir dikkat kılıcı bileylediğimiz “Müslüman saati” başlıklı yazısını Mayıs 1921’de yazdığına dikkat edelim. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın 1919-1922 arasında gerek TBMM’deki konuşmalarında, gerekse basına yaptığı açıklamalarda göze çarpan “İslamcı” vurgular bir tesadüf eseri değil, içine girilen dindarlaşma atmosferinin, yani zamanın ruhunun bir taşmasıydı.

Öyleyse 1923-1924 civarında başlayan değişimi nasıl açıklamalıyız?

Tabii ki çeşitli açılardan bakılabilir buna; içeriden ve dışarıdan ayrı manzaralar yakalanabilir. Mesela Lozan’da kapitülasyonların kaldırılacağı tezi tartışılırken Türkiye’deki yabancıların durumunun ne olacağı ciddi bir sorun olarak karşılarına çıkmış, yabancılar azınlık statüsüne geçmek istemediklerine göre uygulamada olan Şeriatın onları hangi hukukî konuma yerleştireceği sorulmuştu İsmet Paşa’dan. İşte o zaman Rıza Nur ve Münir Ertegün, Ankara’dan aldıkları talimat doğrultusunda Şer’î hukuk yerine Medenî Hukukun geçirileceği sözünü vererek kapitülasyonların kaldırılmasına razı edebildiler büyük devletleri.

Bazı sözler tabii ki verildi. Bunları ayrıca konuşuruz. Ancak ben yine o soruya dönmek istiyorum: Cumhuriyet’i kuran kadronun savaş yıllarındaki dindarlaşması nasıl açıklanmalıdır? Bence bu düğümü çözmedikçe ne Kurtuluş Savaşı’nı, ne de sonrasındaki değişimi sağlıklı bir şekilde anlamamız mümkün olabilir.

Mehmed Akif’in Safahat’ın 6. kitabı olan “Âsım”da çizdiği bir neslin karakter değişimi tablosu, bize ışık tutabilir. Âsım askere gitmeden önce -bir hoca çocuğu olmasına rağmen- haylaz, lakayd, dinî konularda hassasiyeti olmayan bir zamane gencidir. Zaten bu yüzden de babası oğlunu hor görmektedir. Gün gelir, Âsım askere çağrılır pek çok yaşıtı gibi. Çanakkale’de arslanlar gibi, hatta arslanlardan bile daha korkusuz bir savaş çıkarır; “hüsrân”ın demir çemberi İslam’ı boğacakken onu göğsüyle kırıp parçalar ve bu toprakların sahipsiz olmadığını, en koyu karanlığın bastığı zamanlarda bile “en kesif orduları” püskürtmeyi başaracaklarını ispatlar. Askerden dönen Âsım hassaslaşmıştır. Ramazan günü vapurda sigara içenleri dövmeye, kadınlara laf atanları pataklamaya başlamıştır. Burada Akif bize savaş öncesinde haylaz bir genç olan Âsım’ın ve neslinin, Çanakkale’de yaşadığı müthiş dönüşümü resmeder.
Ben Cumhuriyet’i kuran kadronun Kurtuluş Savaşı yıllarındaki dindarlaşması olayına bu dönüşümün ışığında bakılmasını teklif ediyorum. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında “takiyye” yapmıştı diyenlere bu yüzden katılmıyorum. Çünkü bu bir takiyye idiyse, bir ‘kadro takiyyesi’ olmalıdır. Ama her biri başka kesimden gelen ve farklı görüşlere sahip aydınlar Milli Mücadele yıllarında hep birlikte dindarlaşmışsa, bunun şahsî bir takiyye değil, ortak bir dönüşüm olduğunu söylemek zorundayız. Böylelikle de Kurtuluş Savaşı’nı tek bir kişi üzerinden değil, dönemin ruhuyla açıklamanın kapılarını çalmış oluruz.

Meclis’i açarken Sakal-ı Şerif’in arkasından yürüyen kadronun Lozan’dan sonra yaşadığı dönüşüm ise bir başka yazının konusu olabilecek kadar renklidir.
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Atatürk, Suudi Arabistan’ı ilk kutlayan devlet başkanıydı
MUSTAFA ARMAĞAN

Suudi Arabistan’ın hırsızların elini kesen, “katı Şeriat kuralları”nı uygulayan despot bir devlet olarak nitelenmesine ve dışarıda Usame bin Ladin ile yurtiçindeki “şeriat özlemcileri”ni besleyen para kaynağının başındaki güç olarak yaftalanmasına alıştık. Ecyad Kalesi’ni yıktırmamak bahanesiyle Suudi rejimini tartışma konusu yaptığımızı da unutmadık henüz. Gelin görün ki, aynı çevrelerin arkasına sığındıkları Atatürk’ün Suudi rejimine bakışı, hiç de zannedildiği gibi olumsuz değildir. Atatürk, Suudi devletini desteklemiş, hatta Türkiye’nin en sıkı müttefiklerinden biri olarak görmüştü.

İşte Atatürk’ün “Şeriatçı” Suudi yönetimine karşı tavrı.

Bugünkü Suudi Arabistan devleti Hicaz, Necd ve yöresini birleştiren Abdülaziz ibn Suud’un melik, yani kral ilan edilmesiyle 8 Ocak 1926 tarihinde bağımsızlığına kavuştuğunda İslam âleminde olduğu kadar Türkiye’de de iyimserlik meltemleri estirmişti. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti yönetici kadrosunun, çöken Osmanlı Devleti’nin küllerinden doğan ikinci bağımsız devlet kimliğiyle Suudi Arabistan’la yakınlaşma, hatta dayanışma içerisine girdiklerini görüyoruz. 1932’de Suudi Arabistan’ı resmen tanıyan ilk devletin Türkiye Cumhuriyeti, ilk kutlama mesajını çeken kişinin de Gazi Mustafa Kemal olması, bu şaşırtıcı gerçeğin göstergeleridir.

Daha ilginç bir nokta ise şudur: Yıllar sonra Suudi Arabistan tahtına oturacak ve 1975 yılında bir suikasta kurban gidecek olan vezir Emir Faysal, 1932’de Türkiye’ye yaptığı ziyarette kelimenin tam anlamıyla “krallar gibi” karşılanmış, yani kraliyet protokolü uygulanmıştı. Başta Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı olmak üzere devlet adamları ve erkânından, ayrıca halktan çok yakın ve sıcak bir ilgi görmüş, hatta gazete haberlerine bakılırsa sokağa çıktığında coşkun bir şekilde alkışlanmıştır. Türk basını ise bu ziyaret sırasında Suudi rejiminin “Şeriatçı” olup olmadığıyla değil, bağımsızlığına kavuşmuş bir kardeş İslam ülkesi diye ilgilenmiştir. Hele bu ziyaret vesilesiyle Yunus Nadi’nin “Cumhuriyet” gazetesinde yazdığı bir yazı var ki, bugün o yazının aynı gazetede yayınlanması maalesef hayaldir!

14 Haziran 1932 tarihli bu yazıda Misak-ı Milli sınırları kavramına açıklık getiren Yunus Nadi, onun yalnız Türkiye’nin bağımsızlığını değil, aynı zamanda Osmanlı’dan ayrılan ülkelerin de bağımsızlığını içeren bir proje olduğunu söyler. Yani aslında Osmanlı’dan miras kalmış olan İslam alemini koruma ve kollama işlevi, Misak-ı Milli’nin de görev alanındadır! Faysal’ın ziyaretinden heyecana gelmiş olan Yunus Nadi, Arapların birleşmesini dahi savunmuştur.

Bugünün penceresinden baktığımızda bu geziyle ilgili şaşırtıcı bir gerçeğe daha tosluyoruz. Emir Faysal’ın zaman zaman tercüman kullanmayıp İstanbul şivesiyle Türkçe konuştuğunu öğrenince o zamanın gazetecileri gibi bizim de hayret damarlarımız kabarıyor. Sebep basittir oysa: Fethi Tevetoğlu’nun verdiği bilgilere göre, Emir Faysal’ın dedesi Muhammed es-Sanayan, vaktiyle Osmanlı ordusunda savaşırken şehit düşmüştür! Üstelik gezi sırasında Faysal’ın yaverlik ve tercümanlığını yapan Binbaşı Halid Bey de Çanakkale gazilerindendir!

Faysal, Ankara’da resmî bir törenle karşılanır, ardından Çankaya’da Gazi Mustafa Kemal tarafından kabul edilir; şerefine bir ziyafet verilir. Ertesi gün Anadolu Ajansı “Gazi Hazretleri”nin gezi münasebetiyle “irad ettikleri” şu nutku yayınlayacaktır:
“[Bu ziyaret] münasebetlerini samimiyet ve karşılıklı itimad esasları üzerine kurmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti ile Hicaz-Necd ve Yöresi Devleti arasındaki bağları daha ziyâde kuvvetlendirecektir... Memleketlerinizin terakki yolunda inkişafı için sarfolunmakta bulunan gayret, Türkiye’de alâka ve takdirle takip olunmaktadır... Türk milleti, devletiniz ve milletiniz için devrin icablarına göğüs gerecek ciddî mesâide büyük muvaffakiyetler kazanılmasını bütün samimiyetiyle arzu etmektedir. Haşmetlû Melik Hazretleri ile yüksek Hânedânının saadeti ve Devletinizin ikbal ve tealisi hakkındaki kalbî temennilerimi bu vesile ile de ifade etmek isterim.”

Bunlar diplomatik nezaket kelamlarından ibaret değildir kuşkusuz. Öyle olsaydı Atatürk’ün Suudi Arabistan’ın bağımsızlığını ilk tebrik eden devlet başkanı olmak için acele etmesine ne lüzum vardı? O zamanlar Suudi Arabistan’ın bugünkü gibi “katı” bir şeriat rejimi olmadığını söyleyip, daha az Vehhabi ve daha az “İslamcı” olduğunu bahane etmeye kalkacaklar fazla heveslenmesinler. Zira Emir Faysal’ın İstanbul’daki basın toplantısında yaptığı konuşma ve gazetecilerin sorularına verdiği cevaplar basına yansımış ve hiçbir gazete de “Şeriatçılar adam kesiyor” yaygarası koparmamıştır. Genç misafir, basın mensuplarına lafı eğip bükmeden, ülkesinde Şeriat hükümlerinin geçerli olduğunu, hırsızlık yapanların ellerinin kesildiğini, katillere kısas uygulandığını, içki içenlerin mülklerinin ellerinden alınıp sınır dışı edildiğini, tiyatro ve sinemanın yasak olduğunu söylemiştir. Yine çıt yok!

O günden beri ne değişti acaba?

Demek ki, 1930’lardan 1990’lara gelene kadar kafalarımız epeyce yıkandı, çitilendi, ütülendi. Baksanıza, Cumhuriyet gazetesi dahi artık Atatürk gibi bakamıyor Suudi Arabistan’a.
O zaman son bir soru: Suudi Arabistan mı değişti, yoksa biz mi değiştik? Ya da şu: Bugün Suudi Arabistan’a husumet duyanlar, Atatürk’ün izinin peşini bırakmış olabilirler mi? İçinizden sanki, “Zaten hiç izlememişlerdi ki” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Öyleyse? Öyleysesi şu: Kolları sıvayıp yakın tarihin içine girecek ve ihtilallerin beyinlerimizi nasıl yıkadığını deşifre edeceğiz.
Faust öyle demişti değil mi: “Dostum, geçmiş bizim için yedi mühürlü bir kitaptır.”

Murat Bardakçı yine yanlış yazdı

25 Mart 2001 tarihli Hürriyet’te Tanzimat Fermanı’nı 1826’da, yani 13 yıl önce ilan ederek erken doğum yaptıran (!) refikimiz Murat Bardakçı, geçen pazar (13 Ağustos 2006) Kral Abdullah’ın ülkemizi ziyaretiyle ilgili bir yazı kaleme aldı. Başlık şöyleydi: “Gayet sıcak ağırladığımız Suudi Kralı Abdullah’ın büyük dedesinin kellesini kesmiştik.” Kuşkusuz olay doğru. Ancak vahim olan nokta, aktarılan bilgilerde tam 2 yıllık bir hata yapılması. (Üstelik Bardakçı, meslekten bir iktisatçıdır, yani hesap kitabı benden iyi olması gerekir.) Yazar, olayın 1820 yılında geçtiğini söylüyor ve Tarih-i Cevdet’te verilen 15 Safer 1234 tarihini garip bir şekilde Rumi tarih olarak alıyor. Halbuki bilindiği gibi Safer, Hicri aylardandır. Rumi takvimde böyle bir ay olmadığını bilecek kadar müktesebatı olduğunu sanıyorum yazarımızın. En azından İslam Ansiklopedisi’ne baksaydı, orada doğru çevrilmiş tarihi görür ve bu vahim hatayı işlemezdi. Bu durumda Abdullah ibn Suud’un idam tarihi, 14 Aralık 1818’dir. Üstelik Bardakçı’nın yazdığı gibi, bu tarihte bayram filan yoktu. Safer ayında ne bayramı bu üstat?
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Bir gizli irtica hayaleti olarak ‘Ata’nın Bursa Nutku’
MUSTAFA ARMAĞAN


1966 yılı gazetelerinde bir hayalet gezinir: "Bornova Savcısı Asliye Ceza Mahkemesi'nde Nutuk'u okuyanların halkı, kanunlara karşı gelmeye teşvik ettiği iddiası ile dava açtı. Bu sırada Yargıtay Başkanı'nın 'Adalet Yılı' açış konuşmasında, 'Nurculuk' dolayısıyla Atatürk'ün Bursa Nutku'nu tekrar etmesi üzerine şiddetlenen tartışma halen devam etmektedir. Bu nutkun anarşiyi teşvik ettiği..."

Atatürk'ün bir nutkunu okuyanlar aleyhine dava açılıyor, halkı kanunlara karşı gelmeye teşvik ettiği ileri sürülüyor. Yargıtay Başkanı ise irticanın o zamanki adresi olan Nurculuğa çatabilmek için nutku silah olarak kullandığı yetmezmiş gibi "herkesi göreve çağırıyor." Ne iş? Hayırdır inşaallah!

Bir yurt gezisine çıkmış olan Atatürk'e İzmir'deyken acil bir telgraf ulaştırılır. Kâğıt, Bursa'da ezanın Arapça okunmasını isteyen bir grubun valiliği 'bastığı'nı haber vermektedir. Gezisini iptal eden Atatürk, Bursa'ya ulaşıp yetkililerden bilgi alınca anlar ki, heyecana gerek yoktur. Nitekim Anadolu Ajansı'na kamuoyunu yatıştırıcı bir demeç verir. Ulu Cami'deki cemaat, cuma namazından çıkışta topluca Evkaf Müdürlüğü'ne gidip, 'Niye İstanbul'da ezan Arapça okunuyor da Bursa'da okunmuyor?' diye sormuş, cevap alamayınca aynı niyetle vilayete yürümüştür. Halkın talebini mülki amirine bildirmesi ve izahat istemesinde ne tuhaflık olabilir? Ne var ki, heyecana kapılan vilayet görevlileri olayı garnizon komutanına, polise vs. bildirirler. Cemaatin 'elebaşıları' yakalanır.

Buraya kadar her şey normal. Ancak 6 Şubat 1933 gecesi Atatürk'ün, şimdi müze yapılan Çelik Palas yakınındaki ahşap köşkte akşam yemeğini müteakip bir konuşma yaptığı iddia edilir. İşte meşhur Bursa Nutku bu konuşmada geçmiştir bir rivayete göre.


Şüpheler de bu noktada toplanıyor zaten. Hadisenin cereyan ettiği günlerde basında tek kelimeyle olsun söz edilmeyen -ki o zamanlar Atatürk'ün her sözü anında zaptedilirdi- bu nutku, yaklaşık 15 kişi olduğunu bildiğimiz toplantıya katılan zevat da yalanlar (mesela Kılıç Ali ile Yusuf Hikmet Bayur). Katılanların yalanladıkları, nöbetçi defterinde kaydı bulunmayan, gazetelerde esamisi okunmayan,

Anadolu Ajansı'ndaki beyanatta zikri geçmeyen bu nutkunAtatürk'e ait olması mümkün değildir.

Hatta bazılarına göre, Stalin'in Komünist Gençliğe Hitabı'ndan alınıp Atatürk'e yamanmıştır.


Sonradan Bursa Nutku adıyla meşhur olacak bu metin ilk kez 1947'de Rıza Rüşen Yücer'in Atatürk'e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra adlı kitabında görülürse de, Celal Bayar tarafından 1949'da İzmir'de yapılan II. DP Büyük Kongresi'nde okutulmasına kadar yine kimsenin ilgisini çekmez. Bayar'ın menfaatlerine bir eldiven gibi uymaktadır Nutuk'ta 'Madem gerici CHP'yi adalet durdurmuyor, o halde gençlik yönetime el koymalıdır' mesajı bağırmaktadır. Ne var ki, nutku alkışlayan DP'liler, hasımlarının eline ne denli tehlikeli bir silah uzattıklarının farkında değillerdir.

9 yıl sonra bu defa CHP yanlısı Ulus gazetesine basılmış olarak görürüz onu. Bu defa amaç, DP'yi tehdittir. 'Gençlik, iktidara rağmen kanun-nizam dinlemeden rejimi korumak adına idareye el koyacaktır' mesajı çınlar. Tartışma alevlenince Cumhuriyet Savcısı Ulus gazetesi hakkında soruşturma açar. DP'nin bu nutku daha önce okuttuğunun ortaya çıkması üzerine ise Menderes'in baskısıyla savcılık takipsizlik kararı verir ve hadise kapanmış görünür. Ancak bir kere kılıfından çıkan silah belden bele dolaşmaya kararlıdır.
1966'ya geldiğimizde nutkun doğrultulduğu irtica hedefinde yeni bir isim belirmiştir. Yargıtay Başkanı'nın Adalet Yılı açış konuşmasında Bursa Nutku'nu okuması üzerine hararetlenen tartışmalar karşısında Demirel, onun Atatürk'e aidiyetinin 'şüpheli' olduğunu söylemek zorunda kalır. "Karışıklıklara yol gösteren, devlet anlayışının, kanun hâkimiyetinin, asayiş ve inzibat fikrinin yıkılmasını tavsiye" eden bu metnin Atatürk'e aidiyeti ispatlanmalıdır. Bir bilirkişi heyeti kurularak konunun Senato'da araştırılması gündeme gelir. Türk Tarih Kurumu'ndan rapor istenir, Milli Eğitim Bakanı açıklama yapar. Ve aslı astarı olmayan bu nutuk etrafında koparılan irtica fırtınası günün birinde kendiliğinden diner. Ta ki müsait bir hava boşluğu bulup yeniden uğuldayana kadar. Nitekim onu, yaşadığımız günlerde de hararetli bir tartışmayı başlatmış bulacağız.

Özetle Bursa Nutku, ne zaman irtica tartışmaları patlak verse çekmeceden çıkarılıp gündeme sürülen hikmetinden sual olunmaz bir belge olmuş, darbe, devrim, rejim muhafızlığı gibi açık (ve tehlikeli) göndermeleri, onun gerçekten Atatürk'e ait olup olmadığından daha önemli görülmüştür. Tabii 64 yıllık ömrüyle bir tür "irtica fezlekesi" olarak tarihe geçmeyi hak ettiğini de eklemek şarttır.
İşte sözde Bursa Nutku!

Türk genci, inkılâpların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılâpları benimsemiştir. Bunları zayıf düşürecek en küçük veya en büyük bir kıpırtı ve bir hareket duydu mu, 'Bu memleketin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır' demeyecektir. Hemen müdahale edecektir.

Polis gelecektir; asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, 'Polis henüz inkılâp ve cumhuriyetinin polisi değildir' diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır. Mahkeme onu mahkûm edecektir. Yine düşünecek, 'Demek adliyeyi de ıslah etmek, rejime göre düzenlemek lazım'.
Onu hapse atacaklar. Kanun yolundan itirazlarını yapmakla beraber bana, İsmet Paşa'ya, Meclis'e telgraflar yağdırıp haksız ve suçsuz olduğu için tahliyesine çalışılmasını, kayırılmasını istemeyecek. Diyecek ki: 'Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebepleri ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir.'
İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği.

Kaynak: Raşit Ülker, Tanıklar ve Belgelerle Ata'nın Bursa Nutku, İstanbul 1967, Okat Yayınevi, s. 6-7
 

arşivist

Profesör
Katılım
17 Ocak 2007
Mesajlar
1,361
Tepkime puanı
3
Puanları
0
Web sitesi
www.smf123.net
Vahdettin ve Mustafa Kemal sürekliliği (1919-1922)
MUSTAFA ARMAĞAN

1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından Damad Ferid Paşa, yayınladığı bir bildiride, Sultan Vahdettin’i kastederek, “Padişah’ın kalbi, halkının kalbiyle beraber titremektedir.” diyordu. Vahdettin’in popülaritesi, halk arasındaki itibarı yükselişteydi. Çünkü memleketin başına musallat olan İttihatçı ekibe düşmandı. Osmanlı Devleti’nin, hak etmediği halde ağır bir yenilgi ile çıktığı Birinci Dünya Savaşı’na soktukları için İttihatçıları halkla beraber suçlu buluyordu. (Mustafa Kemal Paşa da, Vahdettin de İttihatçılara karşıydı; bu, birleştikleri noktalardan birisiydi.)
Nitekim Mustafa Kemal 1919’dan itibaren bütün bildirilerinde Sultan ve Halife’nin şahsını hedef almamış, tam tersine, onu korumak ve düşmanın zincirlerinden kurtarmak için çabaladıklarını ilan etmişti. Hatta 24 Nisan 1920 tarihinde, yani TBMM’nin açılışının ertesi günü Meclis’te yaptığı konuşmada, “Halifenin kutsal şahsiyeti”nden söz edince, meşhur Bakü Kongresi’nde Sovyet yöneticisi Zinoviev tarafından şiddetli bir eleştiriye maruz kalmıştı.

Vahdettin’in tahttan indirilmesi teklifi ilk defa 25 Eylül 1920 tarihinde gündeme gelmişti; lakin bu teklife karşı çıkanlardan ilki, yine Mustafa Kemal olmuştu. Gerekçesi de, üzerinde yalnız Halife sıfatı kalan birisi uğruna milletin savaşmayacağıdır. Ocak 1921’e geldiğimizde, Ankara’da demokrasi ilkesine dayalı geçici anayasa tasvip edilince Mustafa Kemal Paşa, Padişah’a bir öneride bulundu ve bir hatt-ı hümayun çıkararak TBMM’yi tanımasını istedi; aksi halde tahtın meşruiyeti tehlikeye düşecekti (“Nutuk”, cilt II, 1934, s. 90). Vahdettin bu öneriyi kabul etmese de, ismi 1922 Kasım’ına, yani İstanbul’u kendi ayaklarıyla terk edinceye kadar cuma hutbelerinde okunmaya devam etmişti.

Oliver Baldwin adlı soylu bir İngiliz siyasetçisi, 1932 Nisan’ında Erzurum’u ziyareti sırasında bize ilginç görünen, ama o vakitler için vukuat-ı âdiyeden sayılmak gereken bir olaya şahitlik etmişti. Erzurum’da Vahdettin’in doğum yıldönümü kutlanmaktadır. Şunları yazar Baldwin:

Padişahın doğum günü şerefine büyük bir merasim düzenlenmişti; askerî birlikler flamalarıyla geçit resmi yapıyor, idarecilerinin (yani Vahdettin’in) iyilikleri ve Mustafa Kemal Paşa’nın dehası üzerine nutuklar çekiliyordu. Böyle bir merasim alakamı çekti, zira ben 1921 ‘Kemaliye’sinin son derece cumhuriyetçi olacağını tasavvur etmiştim.”

Şuna da dikkat edilmelidir ki, Mustafa Kemal, Temmuz 1919’da, Erzurum’a ulaştıktan bir gün sonra Vahdettin’in cülus (tahta çıkış) yıldönümü kutlamaları yapılıyordur ve bizzat resmî memurlar ile sivil görevlilerin tebriklerini kabul etmiştir; tabii Padişah adına!
 

Özduygu

Doçent
Katılım
13 Ara 2006
Mesajlar
652
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yapıyordu veya yapmıyordu, şimidye bakmak lazım. Ama şimdiye bakamıyoruz niçin, çünkü atatürke tapanlar onun devrini aynen yaşatmak istiyor, gelişmeye kalkınmaya engel oluyorlar. Bir dayatmacalık söz konusu. Bu kanunlarla desteklenip, derin devletin darbeleriyle tehdit unsuruna dönüşünce, Türkiye olduğu yerde sayıyor.
 
Üst