Atasoy Müftüoğlu (68 yaşında bir genç!)

K

Kaçak

Guest
ATASOY MÜFTÜOĞLU
atasoyMuftuoglu.jpg


Atasoy Müftüoğlu, 1942 yılında Trabzon’un Çaykara ilçesinde doğdu.

Mehmet Akif, Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve daha bir çok müslüman yazar ve şairin kuşatıcı bir medeniyet söylemine yöneldiği bir dönemde yetişti. Çocukluğundan itibaren Sebilürreşad, Büyük Doğu, Diriliş ve Millet gibi düşünce çevreleriyle tanıştı.

1960 yılında Trabzon’da başladığı yazarlık hayatına, Eskişehir’de bir han odasındaki daktilosundan güçlü, sorumlu üslubuyla müslümanları beslemeyi sürdürerek devam etti.

Zamanla Büyük Doğu lehine bir tercihte bulunan Müftüoğlu, uzun yıllar bu tercihi heyecanlı ve bilinçli bir biçimde korudu.

Müftüoğlu, sağlıklı bir anlayışa ve kavrayışa ancak, ümmeti kuşatan bir perspektif ile ulaşabileceğini düşünerek, ulusalcı düşünce çevrelerine mesafeli durmaya başladı. Edebiyat Dergisi’ne uzun aralıklarla, Mavera Dergisi’nde ise kısa aralıklarla deneme yayınladı. Daha sonra yazarlık ve yazarlar konusunda farklı bir tavır ortaya koyan Müftüoğlu, düşünsel hareketliliğin yaşandığı dergilerin etrafından uzaklaştı. Bu seçiminden sonra Müftüoğlu İslam’ın ve müslümanların üstünlüğü için bir etkinliği fiilen ortaya koyan her düşünceye, her eğilime, her kişiliğe zihnini ve yüreğini sonuna kadar açtı.

Yüreğine çokça müslüman adresi ve geniş bir coğrafya sığdıran Atasoy Müftüoğlu, giderek daralan kuşatmanın algılarımızı parçalamasına, bilincimizi yok etmesine ve bütün coğrafyamızı işgal etmesine karşı direnmeyi kendisine şiar edinen bir mücadele insanı oldu.

Başta Büyük Doğu, Yeni İstiklal, Yeni İstanbul, Yeni Devir, Yeni Şafak olmak üzere kimi günlük gazetelerde aralıklı olarak köşe yazarlığı yaptı ve bazılarında hâlâ yazılarına devam etmektedir.

Yazıları ve sohbetleriyle İslâm ümmetinin ve insanlığın esenliğini samimi duygularla savunan Atasoy Müftüoğlu, kendisinin bir çok ulusal derginin dışında Anadolu’dan gelen davetlere de icabet etti.

Diriliş, Deneme, Edebiyat, Mavera, Selam, Edebi Pankart, Vuslat, Umran ve Bilge Adam dergileri başta olmak üzere pek çok edebiyat, sanat, düşünce, kültür ve siyaset dergisinde denemeler yazdı ve bir çok dergide yazılarını sürdürmektedir.

Müftüoğlu hayatının her döneminde, insanın ufkunu genişleten ilkeli bir şahsiyeti, derviş merşreb bir kişilikle siyasal bir duruş ortaya koydu. Bir aktivist olarak, kendisine ulaşan her haberin, her eylemin peşinde koşan, yanında olmak isteyen biri olarak; ülkesindeki bir muhitin her zaman ufkunu açmış, gönlünü genişletmiştir. Onun heyecanıyla heyecanlanan, onun öfkesiyle öfkelenen bu muhit, İngiltere’den, Çeçenistan’a; İran’dan, Afganistan’a; Somali’den, Bosna’ya kadar geniş bir İslam coğrafyasına duyarlılık gösterdi.

Atasoy Müftüoğlu, kendine ait durusu ve söylemi ile Afrika, Kudüs, Kandahar, Moro, Hayfa, Isfahan, Halep, Harlem, Peşver, Keşmir, Taşkent, Grozni, Doğu Türkistan’ı ve daha nice İslam coğrafyasını kelimeleri ile kucakladı.

Müftüoğlu bununla da kalmayarak, uluslararası konferanslarda ve seminerlerde tebliğler yayınladı.

Bu dönemde yaşanan iki olay onu derinden etkiledi; Biri Şeyh Abdülkadir Es-Sufi ile tanışması, diğeriyse İran İslam Devrimi. Es-Sufi ve cemaatini tanıyınca öylesine sarsıldı ki, izlenimlerini layıkıyla anlatamamaktan çekindi. Ayrıca İran İslam Devrimi’ni büyük bir heyecanla karşılamakla kalmadı o heyecanı edebiyat inceliği ve mü’mince dikkatiyle çevresindekilere de taşıdı.

Atasoy Müftüoğlu’nun yoğunluğunu en çok gösterdiği 80’li ve 90’lı yılarda Türkiye’de yükselen İslamcılık eğiliminin temelinde hayatın tüm alanlarına yöneltilmiş sağlam bir “tevhit” algısı ortaya koydu. Kitaplarında tevhit, mücadele, ahlak, hikmet ve merhamet eksenli denemeler yazan Müftüoğlu, hemen her müslümanın duygu ve düşünce dünyasında bu kavramların yerleşmesinde büyük pay sahibi oldu.

Atasoy Müftüoğlu, kendi kuşağı içinde Rasim Özdenören’le birlikte tercihini net olarak ortaya koyan bir insandır. Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç hemen her alanda ürün verirlerken Rasim Özdenören “öykü”yü, Atasoy Müftüoğlu da “deneme”yi tercih etmiş ve tercihlerinde derinleştiler. Öyle ki, Atasoy Müftüoğlu deneme dili ile din dilini birleştiren; üsluptan, mesajdan taviz vermeden yazı serüvenini aralıksız sürdürdü.

Uzun yıllar ara verdiği dergi yazılarına Vuslat, Umran ve Bilge Adam dergileriyle yeniden başlayan Müftüoğlu, bir mü’min yürekten kocaman bir coğrafyayla bütünleşmeye devam etmektedir.

Atasoy Müftüoğlu’nun, Kur’an’ın, hadislerin, Gazâlî’nin, İmâm-ı Rabbânî’nin, Hasan el-Benna’nın, Malik Bin Nebî’nin, Mevdûdî’nin, Seyyid Kutub’un terimleriyle örülü dili, modern ve batılı bir yapı taşımaktadır. Bu nedenle konuşmalarında ve yazılarında edebiyat ilgililerini muhatap almakta, mesajlarını imkan bulduğu sürece edebiyat dergileri üstünden iletmeyi seçmektedir.

Kuşağının moralini ve umudunu diri tutan Atasoy Müftüoğlu’nun en önemli özelliği okurunu eleştirinin sonuçlarıyla baş başa bırakması değil oradan bir adım daha öteye giderek, çözüm yolu göstererek yardımcı olmasıdır.

2005 yılının Kasım ayında yayınlanan Kitap Postası’nda ise özel olarak hayatı ve fikirleri irdelendi.

2008’de Hece Yayınları’nda çıkan, Hayatın Kareleri, Dilden Dünyaya, Armağan Yazılar, Kalplere Kablo Döşemek, Mektuplar, Kaynakça ve Albüm bölümlerinden oluşan “Irmağın İçli Sesi: Atasoy Müftüoğlu Kitabı” yazarın hayatını çeşitli yönleri ile okuyucuya sunmaktadır.

Müftüoğlu’nun müstesna kişiliğini; ağabeyliği, kadirşinaslığı, vefakarlığı, çilekeşliği, dostluğu, arkadaşlığı, mürebbiliği, eğitmenliği, aydınlatıcılığı, üretkenliği, paylaşmacılığı ile kendisini göstermektedir.

Çağının ak saçlı bilge adamı Atasoy Müftüoğlu’nun bu güne kadar yayınlanan kitapları şunlar:

Firak (1978),

Vakti Kuşanmak (1982),

Furkan Günleri (1985),

Tevhidi Gerçekliğin Işığında (1986),

Rahmanın Ayetleri Karşısında (1988),

Vahyin Kılavuzluğu Altında (1988),

Bunca Tuğyan Bunca Issızlık (1989),

Söyleşiler (1989),

Göklerin ve Yerin Dili (1990),

Yeni Bir Tarih Şafağı (1992),

Bilinç Işıklarını Yakmak (1994),

İlahi Şiarı Özgürleştirmek (1997),

Ümmet Bilinci (1998),

Evrensel Vicdanın Sesi Olmak (1998),

Küresel Kuşatma ve Küresel İhtiraslar (2002),

Barbarlığa Dönüş (2004),

Düşsel Ufuklardan Gerçek Ufuklara (2005) ,

Onurumuzla Yaşamak Elimizdedir (2007)…
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Ümmet sevdalısı bir düşünür: Atasoy Müftüoğlu
Ümmet sevdalısı, ufuk feylesofu, düşünsel ve eylemsel psikolojinin üstadı olan Atasoy Müftüoğlu; yazılarıyla genç nesillere şahsiyetlerini üzerine bina edecekleri fikri ve ahlaki zemini işaret etmektedir.


Uzun süredir Atasoy Müftüoğlu ile bir söyleşi yapmak istiyorduk. Sonunda bu söyleşi gerçekleşti. Bu söyleşi daha çok Atasoy Müftüoğlunu tanıma ve hepimizin hayat serüvenine ışık tutacak kendi tarihsel serüveni üzerine konuşmayı içermektedir. Kendine has bir sesi, içli bir yakarışı ve ahlaki bir duruşu her pahasına sürdüren bir inatçılığı vardır. Ümmet sevdalısı, ufuk feylesofu, düşünsel ve eylemsel psikolojinin üstadı olan Atasoy Müftüoğlu; yazılarıyla genç nesillere şahsiyetlerini üzerine bina edecekleri fikri ve ahlaki zemini işaret etmektedir.

Atasoy Müftüoğlu’na olan vefa borcumuzu eda etmek ve kendisini yakından tanıma arzumuz bu söyleşiyi gerçekleştirdi. Allah kendisine uzun ömürler versin! Yaşadığı sıkıntıları ve çektiği hastalıkları hesaba katarsanız hem insanlarla ilişkileri ve hem de yazın hayatını sürdürmesi gerçekten önemli bir olgudur. Kendisine en muhterem duygularımızla saygılarımızı iletir ve okuyucularımızı bu düşünce adamıylı başbaşa bırakıyoruz...

Atasoy Müftüoğlu kimdir? İnsanın kendisini anlatması zor olsa da biz sizden kendinizi anlatmanızı rica ediyoruz!

Gazeteler, dergiler, kitaplar ve sohbetler içerisinde geçen bir çocukluk dönemi yaşadım. Çocukça ilgilerim, uğraşlarım olmadı. İmam-Hatip olan babamla ya cami’de, ya da Kur’an Kursunda hep birlikte olurduk. Merhum dedem Yusuf Said Efendi ve Yusuf Said Efendi öncesi bir kaç kuşak hep alim/fazıl/zahid zatlar. Bunların pek çoğundan bize intikal eden hemen her konuda yazma/telif ya da şerh eserlere sahibiz. Evimizde sürekli bir İslami sohbet ortamı bulunduğu için, ben farkında olmaksızın daha çocukluk döneminde, yaşıtlarımdan farklı olarak pek çok bilgiye sahip olmuştum. İlk çocukluk dönemimde, evimizdeki sohbetlerden birinde gece geç saatlere kadar Üç Tehafüt üzerine yapılan tartışmaları hatırlıyorum, îlk çocukluk günlerimizin zihnimizden hiç çıkarmadığımız dehşetli anıları da var. Babam ve Annem çocuklara Kur’an öğrettikleri için, benim 3-4 yaşlarında olduğum sırada, zincire vurularak jndarma tarafindan götürülmüş, ağır sorgulamalara ve tehditlere maruz kalmışlardı. Benim hayatım da, büyük ölçüde hep bir baskı altında geçti, uzun yıllar, “şüpheli” damgasi altında izlendim, baskılandım, yalnızlaştırıldım. Resmi baskıların dışında geleneksel İslami çevreler tarafindan tecrit edildiğimi, damgalandığımı/etiketlendiğimi de eklemeliyim. Halen hakkımda, havalarda uçuşan, pek çok, beni asla yansıtmayan etiketim var. Tam elli yıldanberi yazıyorum. Hayatım boyunca hep bir bilinç arayışı/yönelişi içerisinde oldum. Hep yeni arayışlar içerisinde oldum. Ailem, bana hayatımın merkezine sorumluluk duygusunu yerleştirmemi ve sınırlarımın farkında olmayı öğretti. Bunları öğrendiğim için onlara şükran borçluyum. Profesyonel değilim, her hangi bir alanda uzman değilim. Her konuda yazan bir kimse değilim. Sorumluluk alanıma giren konularda yazıyorum. Müslüman olmaklığımız sebebiyle, insan olmaklığımız sebebiyle, bizi doğrudan ilgilendiren temel/kalıcı konular etrafında yazıyorum. Kendimi aziz islam ailesinin sorumlu bir parçası olarak tanımlıyorum. Bütün bir yeryüzünde, her renkten, her mezhepten, her farklı yorum biçiminden her düzeyde dostlarım var, arkadaşlarım var. Bütün bu dostlarla, arkadaşlarla ortak/evrensel bir bilincin imkanları üzerinde konuşmaya devam ediyoruz.

Günümüz dünyasını anlamak/çözümlemek/sorgulamak, günümüz dünyasında etkili olabilecek, yankısı olabilecek bir dil/söylem oluşturmak üzere daha çok bugüne ilişkin bir okuma programımız var. Her ay, sözünü ettiğim çözümlemelere katkısı olabileceğini düşündüğümüz kitaplar belirliyor, bunları okuyor ve tartışıyoruz. Kitaplarla ilgili yoğunluklarımı kaybederim korkusuyla bilgisayar/internet kullanmıyorum, cep telefonu kullanmıyorum. Bundan çok memnunum. Kitabın hayatiyetini sürdürme konusunda hepimizin sorumlu davranmamız gerektiğini düşünüyorum. Okumayı, yazmayı hayati bir sorumluluk olarak sürdürmeliyiz. Benim çabalarım, İslamın evrensel uyanışına/yürüyüşüne iddiasız bir katkı olarak kabul edilmelidir. Her yazar/düşünür/şair daha çok kendi çağının, kendi zamanının sorunlarını, beklentilerini yazar. Bizim de kendi zamanımıza özgü sorumluluklarımızı bütün boyutlarıyla üstlenmemiz gerekir. Çok korkunç bir dünyada yaşıyoruz. O halde bu korkunç dünyada, yeni yaklaşımlar, yeni bilinçler, yeni duyarlıklar, yeni eylemler, yeni duruşlar gerektiğini hatırlamalıyız. Geçmişi hiç bir yeni yoruma tabi tutmaksızın, sorgulamaksızın tekrar edip duramayız. Günümüz için eksiksiz bir tevhid ve ümmet bilinci oluşturmak her bakımdan hayati önemi olan bir konudur, içerisinde bulunduğumuz çağa seslenebilecek yeni bir düşünce, tefekkür ve eylem mimarisi oluşturmakla yükümlüyüz. Hepimizi kuşatan ve olumsuz etkileyen duygusal ufuklar üzerinde yeniden düşünmemiz gerekir. Ben, içerisinde yaşadığımız dönemin dili/vicdanı/tavrı olmaya çalışıyorum, içerisinde yaşadığımız dönemin sorunlarıyla/beklentileriyle ilgileniyorum. Hep yeni arayışlar içerisinde bulunmaya ve birlikte bulunduğumuz genç arkadaşlara bunu ögütlemeye çalışıyorum. Gençlerin bizleri/üstadları/ağabeyleri aşmaları gerektiğini kendilerine telkin ediyorum. Hiç kimse, hiç kimseyi taklit etmemelidir. Bir başkasını taklit eden, intihar etmiş demektir. Bizler, bizden öncekilerden yararlanabiliriz, ehliyet/liyakat/ilim sahiplerinden her zaman yararlanabiliriz. Ancak dünyayı bu isimlerden ibaret sayamayız. Yeni yapılanmalar, yeni oluşumlar, yeni inşalar için, yeni insanlar gerekiyor. Yeni insanlar, kendilerini kesinlikle bir kişinin birikimiyle/yaklaşımıyla asla sınırlandırmamalıdır.

Her insanın Müslümanlaşma serüveni vardır. Sizin şuurlu bir seviyede İslam düşüncesi ile ilk buluşmanızı ve Müslümanlaşma serüveninizi anlatır mısınız?

1950’li yılların ortalarında Ankara’da, ortaokul ögrencisi iken, yakın akrabalarımdan bir ağabeyle birlikte Risale-i Nur derslerini izliyorduk. O dönemde Nurculuk illegal bir faaliyetti, bu nedenle de riskli/sorunluydu. Dersler sık sık basılıyor, gözaltılar/takibatlar oluyordu. Ben, Risale-i Nurları okuyup bitirdikten sonra yeni bir sürece geçileceğini düşünüyordum. Derslerini takip ettiğimiz ağabeyler, hiç bir zaman yeni bir süreç olmayacağını, bu kitaplardan başka kitaplar olmayacağını, Said Nursi’den başka okunmaya değer bir üstad bulunmadığını kesin bir dille anlatınca cemaatten ayrıldım. Sözünü ettiğim dönemde Necip Fazıl Kısakürek’in Ankara’da bir duruşması vardı. Babam’la birlikte duruşmayı takip ettik. Daha sonraları da Üstad’ın duruşmalarını takip etmeye devam ettim. Babam, beni Osman Yüksel Serdengeçti ile, Salih Özcan’la tanıştırdı. Bir defasında birlikte tarihçi Osman Turan’ı ziyaret ettik. Bir iki kez, Kemal Pilavoğlu ve arkadaşlarının (Ticani Tarikat!) duruşmalarını izledim. Ailece hepimiz Büyük Doğu okuyucusuyduk. Haftalık Büyük Doğu’ları heyecanla beklerdik. 17-18 yaşlarımda iken Büyük Doğu’larda ilk yazılarım yayınlandı. 1960 yılında kendi harçlıklarımı biriktirerek bilinçli olarak ve heyecanla Safahat ‘ı aldım. Bu defa evimizde Safahat okumaları başladı. Hepimiz Safahat’tan kimi bölümleri ezbere okuyabiliyorduk. Safahat’ın içeriğinden hareketle, Safahat’ı ortaya çıkaran tarihsel/sosyal/kültürel/siyasal dönemi/dünyayı anlamaya/çözümlemeye çalışıyorduk. Merhum M. Akif’in saygı duyduğu, üstad kabul ettiği isimler hakkında, bu isimlerin eserleri/mücadeleleri hakkında bilgiler edinmeye çalışıyorduk. 1960’lı yılların başlarında Necip Fazıl Bey’in başyazılarını yazdığı Yeni istanbul gazetesinin gençlik sayfasında, Şevket Eygi Bey’in Yeni İstiklal Gazetesinde de yazılar yazdım. Takip eden dönemde Şevket Eygi Bey Babıalide Sabah gazetesini almıştı, orada da kimi zaman yazılar yazdım. 1960’lı yılların sonuna kadar Islami ilgilerim Mehmet Akif’in düşünsel ufku/mücadelesi, Necip Fazıl Bey’in keza düşünsel ufku ve mücadelesi içerisinde kalarak geçti. Bu dönemi izleyen dönemde edebiyat/sanat çalışmalarına ilgi duymaya başladım. Her türden edebi eserleri okumaya yöneldim. Edebiyat/sanat çevreleriyle ilgi kurdum. 1971 de Eskişehir’de bir edebiyat dergisi olan Deneme’yi yayınladık. Aynı dönemde Sezai Karakoç’la, Nuri Pakdil’le, Rasim Özdenören/Erdem Beyazıt’la tanıştık.

İran’da İslam Devriminin gerçekleşmesiyle birlikte, bütün İslam toplumlarında yeni beklentiler oluşmuştu. Kuşkusuz bu beklentiler çok duygusal beklentilerdi ve ciddi temellerden yoksundu. Bu beklentiler her ülkede devrim beklentileriydi. Hem İslam Devrimini hazırlayan koşullar/bilinci/birikimi anlamak, hem de devrimin İran dışındaki yansımaları gözlemlemek için İran’a ve pek çok ülkeye 1980’li yılların başında seyahatler yaptım. O dönemde çağrılı olduğum pek çok uluslararası konferansa katıldım. Bu konferanslar büyük ölçüde İslam Devriminin yankılarını/etkilerini/ vaadlerini tartışan konferanslardı. Bu konferanslarla Roger Garaudy, İsmail Raci El Faruki gibi, Kelim Sıddıki gibi, Hamid Algar gibi, Muhammed El Asi gibi pek çok düşünür, felsefeci, aktivist ile tanıştım. Pek çok isimle İslam toplumlarının serüvenini konuştuk, tartıştık. Pek çok konferansta ilgi gören bildiriler sundum. Bu ilişkiler yoluyla yerel sınırlılıkları, yerel kapalılıkları büyük ölçüde aştığımı düşünüyorum. Bu dönem benim için yeni bir başlangıç oldu. Yerelliği de içeren bir evrensellik üzerinde çalışmamız gerektiğine karar verdim. Evrenselci bakışlara, ilgilere, düşüncelere kayıtsız kalan yerelliklerin, boğucu bir yerellik olduğunu gördüm, yaşadım. Sözünü ettiğim dönemden bu yana, düşünsel-kültürel-entelektüel anlamda, evrensel çapta bir mücadeleye hazır hale gelebilmek için neler yapmamız gerektiği üzerinde çalışıyorum. Yerel sınırlara, geleneklere, birikime kapanarak kültür emperyalizmine yanıt veremeyeceğimizi düşünüyorum. Dünya çapında, insanlık çapında düşünmek, görmek, ilgilenmek, kendi toplumumuza, insanımıza, gerçeklerimize yabancı kalmak anlamına gelmez. Dünya/insanlık çapında düşünerek, kendi toplumumuza, insanımıza, karşı karsıya bulundukları her tür kısıtlamaları, baskıları aşmaları konusunda yardımcı olabiliriz. Taşralı bağnazlıkların her türlü yenilenmeye, yeni düşüncelere, tarzlara, farklılıklara kapalı olduğunu hatırlamamız gerekir. Dünya ölçeğinde bakmak, düşünmek, ilgilenmek insanı her türlü hizipçi ve etnik körlükten, taşralı bağnazlıklardan korur. Yenilenme yeteneği olmayanlar, sorgulama yeteneği olmayanlar; farklı dünyalara, renklere, oluşumlara, çözümlemelere, etkinliklere, anlamlara, yorumlara kapalı kalırlar.

İlk arkadaşların kişinin hayatındaki yeri önemlidir. Sizinde önemsediğiniz ve ilk İslam düşüncesini paylaştığınız arkadaşlarınız kimlerdir? Buluşmanızın bir anısı var mı? Bu arkadaşlık ne kadar sürdü? Bir ayrılık varsa bu gün baktığınız zaman nedenlerini doğru buluyor musunuz?

İsimlerini vermek istemiyorum. 1950’li yılların ortalarında Risale-i Nur derslerinde buluştuğumuz arkadaşlar, 55 yıldır aynı metinleri okumaya devam ediyor, tekrarlamaya devam ediyor. Hiç bir eleştirel tavra/tarza ihtiyaç duymaksızın bu metinleri mutlaklaştırıyor. Tam 55 yıldır bu akım etrafinda oluşan efsanevi iklimi soluyor, bu akıma katkısı olan eski/yeni isimlerin menkıbelerini dinliyor ya da anlatıyor. Kimi tarikatlara katılan arkadaşlarımız da, kendi şeyhlerinin tarzı ve gündemiyle büyülenmiş olarak, dünyada olup bitenlere karşı kayıtsız, tepkisiz, duyarsız, tek boyutlu/tek çizgili bir dini hayat yaşıyor. Benim için 1970’li yıllar çok hareketli/çok heyecanlı yıllar oldu. Bir dönem Diriliş Dergisi için. Bir dönem Nuri Pakdil Bey’in yayınladığı Edebiyat dergisi için, bir dönem Rasim Özdenören ve arkadaşlarının yayınladığı Mavera Dergisi için ciddi çalışmalar yaptım. Bu dergiler ve kadrolar yeni bir dilin, yeni bir duyarlılığın, yeni bir yaklaşımın, yeni bir içeriğin ifadesiydiler. Yeni bir ufuktular. Bu dergilerin etkili olabilmesi için bütün Türkiye’yi dolaştım. Hem Türkiye’de, o dönemde bizim kuşağımızın nelerle ilgilendiklerini gördüm, hem de bu dergiler çevresinde oluşan yeni duyarlık biçimlerine genç arkadaşları davet ettim. Sözünü ettiğim isimler/dergilerin ortaya çıktıkları dönemde çok olumlu yankıları oldu. Ancak, bu yankılar yerel sınırları aşamadı. Evrensel ilgiler, ufuklar, beklentiler çağında yaşadığımız halde, yerel ilgilerle, ufuklarla sınırlı kaldık. Ortak insanlık için anlamlı olabilecek yaklaşımlar gerçekleştiremedik. Modern kültür hayatını etkileyemedik, modern kültür çevrelerinin ilgisini çekmeyi başaramadık. Dünya kültür hayatı üzerinde yankısı olabilecek çalışmalar gerçekleştiremedik. Üstad’larımız, Ağabeylerimiz kişisel eğilimlerini/çözümlemelerini/yaklaşımlarını hiç bir zaman gözden geçirme ihtiyacı duymadılar. Ben bütün bir İslam dünyasında çağdaşımız olan bütün isimleri, bu isimlerin bütün çalışmalarını tanımamız/tanıtmamız gerektiğini düşünüyordum, insanlığın bilincine neler kazandırabileceğimizi yoğun bir biçimde tartışmamız gerektiğini düşünüyordum. Kişisel eğilimlerimi/tercihlerimi hiç kimseye dayatmadım. Gençleri yüreklendirdim, çabalarını/ürünlerini takip ettim. Yeni isimlerin, yorumların, tarzların ortaya çıkması için çok çaba harcadım. Hiç bir ismin, hiç bir eserin mutlaklaştırılmaması, ebedileştirilmemesi gerektiğini savundum. Her eser sahibinin kendi çağının/zamanının beklentilerini/sorunlarını yazdığım dolayısıyla her eserin bütün zamanlara hitap etmeyebilecegini ifade ettim.

İlk kopukluğun düşünsel bir boyutu mu var, yoksa duygusal kırılmalar mı ağırlık kazandı?

İlk kopuklukların kuşkusuz düşünsel boyutları vardı. Hepimiz, ne kadar iyi eğitim almış olursak olalım, yerleşik fikirleri sık sık gözden geçirmek zorundayız. Anlama ve yorumlama ufuklarımızı genişletmek zorundayız, İslami algının, eylemin, etkinliğin, ufkun yerelleşmesini kabul etmek mümkün değil. Muhafazakar toplumlar; hiç bir farklı, yeni, aykırı sese, tavra, tarza müsamaha göstermezler. Her tür muhafazakarlık, çoğunlukla uzlaşmamızı ister, çoğunluğun hakikatin ölçütü olmayabileceğini düşünmez. Böylesi durumlarda aykırılık bir sorumluluk haline gelebilir. Aykırılık, kesinlikle başına buyrukluk, keyfilik ve sorumsuzluk olarak anlaşılmamalıdır. Sorgulama yetenekleri uyuşturulan günümüz insanı bir yanda modern kavramlarla baskılanırken, bir diğer yanda geleneksel bağımlılık biçimleriyle baskılanıyor. Hangi koşullarla kuşatılmış olursak olalım, çoğunluk, kalabalık ne der endişesiyle, korkusuyla statükocu/konformist tercihler yapmamalıyız. Kalabalıklar tarafindan onaylanmama korkusu marazi bir korkudur. Hiç kimse çevresiyle ters düşmemek için aynı düşünceleri seçmek zorunda kalmamalıdır. Bilinçli olarak bağımsız düşünme yolunu seçenler, yalnız kalmayı göze alabilmelidir. Çoğunlukla uyum içerisinde olmak, zihinsel bağımlılık içerisinde bulunmayı kabul etmek anlamı taşır. Düşünme zahmetine katlanamayanlar, düşünmeye cesaret edemeyenler, paketlenmiş hazır düşüncelerle hayatlarını sürdürürler. Resmi düşünce yapıları, ideolojik düşünce yapıları, hizipsel düşünce yapıları, insanların kendi düşüncelerini oluşturmalarına fırsat vermez. Söylemek/yazmak zorundayım; Kendilerinden koptuğum arkadaşlar, şimdilerde şeyhlerinin/üstadlarının/efendilerinin ufku/düşüncesi/eylemi ile sınırlı dünyalarda yaşıyorlar. Yazar/düşünür/ şair vb. gibi arkadaşlarım zaman zaman şeyhlerinin çoraplarını kokluyor, şeyhlerinin su içtiği bardaklara dudaklarını temas ettirerek kutsanıyor, şeyhlerinin/üstadlarının bir ömür boyu hiç (affedersiniz) abdest bozmadıklarına inanıyor, kimileri şeyhlerinin nargilesinin marpucunu ibadet kastıyla öpüyor, kimileri mübarek bir iftar saatinde tasavvufi eserler dinlerken şeyhlerinin talimatı dogrultusunda hareket ederek Onuncu Yıl Marşı söylüyor, kimileri dünyayı kurtaracaklarına inandıkları hocaefendilerinin iç çamaşırını açık arttırmayla satın alıyor, İslam’la, insanlıkla, ahlakla, tasavvufla asla ilgisi bulunmayan bu tür örnekleri çoğaltabilirim, yüzlerce somut örnek verebilirim.

Yetmişlerle seksenlerin fikri atmosferini nasıl değerlendiriyorsunuz? Aradaki farklar nelerdir? Kişilik oluşturuculuğu bağlamında 70ler, 80ler, 90lar ve bugün sahip olunan bilgi, kültür ve eğitim faaliyetlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

İslami bütünlük bozulunca, tek boyutlu bir algılama biçimine indirgenince, ihmal edilen bütün boyutlar, büyük boşlukların, çarpıklıkların doğmasına neden oluyor. Tek boyutlu bir din algısı hiç bir anlam ifade etmiyor. Tek boyutlu bir dini uygulama ne kadar ilgi görürse görsün, ne kadar kitlesel ilgiye mazhar olursa olsun sorunlu bir uygulamaya dönüşüyor. Tevhidi bütünlükten bağımsız, yalnızca iman’a ilişkin hikmetler, yalnızca entelektüel ilgi, yalnızca deruni/içsel/tasavvufi ilgi, yalnızca kültürel ilgi, yalnızca siyasal ilgi, yalnızca estetik ilgi, yalnızca mezhepsel/hizipsel ilgi, yalnızca fıkhi ilgi tek başına çok şey ifade etmiyor. Olaylara, tarihsel dönemlere, koşullara her zaman ve her durumda tevhidi bir bütünlük yaklaşımı içerisinde bakmak gerekiyor. 1970’li yıllarda Türkiye çeviriler yoluyla, Türkiye dışında biçimlenen İslami oluşumları/hareketleri/ mücadeleleri/ yapıları/alimleri/aktivistleri tanıdı. Yapılan bu çeviriler bir bütünlük içerisinde değerlendiremediği için, daha doğrusu bu çevirileri doğru değerlendirebilecek kadro çalışmaları yapılmadığı için, herkes kendi tarzına uygun tercihler yaparak, konuyu bir Ümmet yaklaşımı içerisinde yorumladı. 1979 da İran’da devrim oldu. İslam’ın yeniden dirilen iktidarı bütün dünyayı şok etti. Modern kültür ve modern algı biçimi, din ile devrimin bir araya gelmesinin mümkün olmadığını düşünüyordu. Bizler de Müslümanlar olarak, bu konuda aynen modernler gibi düşünüyorduk, önce devrim bizleri de çok şaşırttı, İran’da İslam Cumhuriyetinin kuruluşu, geleneksel Şii doktrinin temel yasalarına rağmen gerçekleşmiştir, bu gelişme, imam’da masumiyet, nass ve Ehl-i Beyt soyundan gelme gibi koşulları gözardı etmiştir, İmam Humeyni, her biri kendi alanlarında büyük otorite olan büyük Şii Fakihlerin görüşlerini dikkate almaksızın İslam Devrimini gerçekleştirdi. İntizar nazariyesi, Allah Tarafindan tayin edilmiş imam inancı bu imamın Önderliği olmaksızın, her tür siyasal etkinliği yasaklıyor ve uzleti öngörüyordu. Şu hususu belirtmek için bunları kaydettim. İslam Devrimi siyasal bir devrim olduğu kadar, içsel bir devrimdi. İslam Devriminin dünyadaki entelektüel yankılarıyla ilgilenmedik. O günlerde, her tür ideolojik ve ırkçı bağnazlıkları aşmış pek çok Batılı düşünür İslam Devrimi üzerine çok önemli şeyler yazdı. Biz bunları izlemedik. O günlerde Ruslar Afganistanı işgal etmişti. Soğuk Savaş devam ediyordu. Amerika, bizim İran’la değil, Afganistanla ilgilenmemizi istiyordu. Çünkü İran Şii, Afganistan Sünni idi. Amerika bizim Afganistanda Sünni direniş hareketlerini desteklememizi istiyordu. Kendisi de bu hareketleri destekliyordu. Rus işgali altındaki Afganistana hepimiz gidip geliyorduk. Çok canlı bir ilişki biçimi vardı. Çok yönlü çalışmalar yapıyorduk. Yazılar, kitaplar yazıyor, özel sayılar vb. yayınlıyor, büyük kentlerde büyük etkinlikler düzenliyor, Afganistan için yardım kampanyaları yapıyorduk. Şimdi Afganistan Amerika’nın, Nato’nun işgali altında. Ancak, bizler Afganistan’da bir işgal yokmuş gibi davranıyoruz. Taliban’ın direnişi, direniş mücadelesi bizi hiç ilgilendirmiyor. Çünkü Amerika Taliban’ı desteklememizi istemiyor. Taliban’ın “terörist” olduğunu söylüyor. Algılarımızı biz yönetmediğimiz için, algılarımızı başkaları yönettiği için hangi konuda ne tür tavırlar alacağımızı kestiremiyoruz. Soğuk Savaş tarihi boyunca Müslümanlar, İslami hareketler, cemaatler ve entelektüel hayat büyük ölçüde Amerika tarafindan manipüle edildi, yönlendirildi. Soğuk Savaş, komünizmi durdurmak üzere, Amerika’nın öncülüğünde, komünist olmayan dünyanın bir sistem altında bütünleştirilmesi ve araçsallaştırılması demekti. Soğuk Savaş “iyi’nin,”kötü’ye “ karşı mücadelesi başlığı altında yürütülmüştü. Soğuk Savaş’ta kötü komünizmdi. Soğuk Savaş sonrası dönemde kötü İslam oldu. Türkiye’de 1990’lı yıllara kadar pek çok cemaat Soğuk Savaş mantığı içerisinde hareket etti. Nurculuk, komünizmi “deccal” ilan etti. Deccal öldü ancak “deccal” bahisleri halen okunmaya devam ediyor. Eski ve yeni Nurculukların Amerikan emperyalizmine yönelik bir eleştirileri yok. Türkiye’de bütün cemaat hareketlerinin bir biçimde, hemde çok kötü bir biçimde araçsallaştırıldıklarına, nesneleştirildiklerine ilişkin çok onur kırıcı olaylar yaşanmıştır. Konu Nurculuktan açılmışken, kaydetmeden geçemeyeceğim. Dünya siyaset tarihinin en müptezel politikacısı, hiç bir mukaddesi olmayan politikacısı, 28 Şubat postmodern darbesinin mimarı olan politikacı, Nurculuk ve Neonurculuk tarafindan çok abartılı bir şekilde desteklenmiş ve taltif edilmiştir. Neonurcu lider, sözünü ettiğimiz bu şahsı bir vesile ile ödüllendirmiş, yapılan ödül töreninde büyük bir siyaset bilgesi olarak takdim edilen politikacı karşısında kendisinin aciz bir köle olduğunu belirtmiştir. Türkiye’de İslami oluşumlar, yönelişler entelektüel liderlikten, kadrolardan yoksundur. Geçmişte birlikte aynı heyecanları ve özlemleri taşıdığımız arkadaşlarımızın bir çoğu şimdi ya politikacıdır, ya iş adamıdır, ya üst düzey bürokrattır. Politikacılar, iş adamları ve bürokratlar yeni ilgi alanlarına özgü, yeni ilişki biçimleri oluşturan “kabile”lere dönüştüler.

Seksenlerde İslam düşüncesi bağlamında bir kopuş yaşandığını düşünüyor musunuz? Bu düşünsel kopuş ilişkileri nasıl etkiledi? Kendi özelinizden kalkarak o günleri ve siyasal hayattan kopuşun izlerini nasıl anlatırsınız?

Hayatın her alanında, bütün dünyada, büyük sarsıntıların, bunalımların, altüst oluşların, çatışmaların, işgal ve istilaların, katliam ve soykırımların, muhaceretlerin yaşandığı bir dönemde -ki bu dönem halen devam ediyor etrafımızda hiç bir şey olmuyormuş gibi, etrafımızdaki düşünsel-kültürel-fiziksel kuşatmayı fark etmeksizin, Müslümanları yalnızlaştıran, ötekileştiren, tecrit eden, emperyalizmin ve emperyalist yaklaşım biçimlerinin nesnesi haline getiren süreçlerin/gelişmelerin yapılanmaların bilincine varmadan pek çok arkadaşımız ya tasavvufi hareketlere ya da politik partilere katıldılar. Bu arkadaşlarımız ilgilerini katıldıkları hareketlerle sınırlandırdılar. Oralarda kendilerini tekrar ediyorlar. Yenilenme ihtiyacı duymayan bir düşünce, tefekkür ve irfan hayatı/algısı ürküntü vericidir. Her tür tarihsel olaydan, gelişmeden, gerilimden bağımsız bir dünyada, mistik ilgi ve tesellilerle insanları oyalayamayız. Karşı karşıya bulunduğumuz bunca kuşatma, bunca badire, bunca kötülük, bunca kirlilik ve yozlaşma sonrasında, bilinçli bir yenilenme, tevhidi anlamda bir yenilenme, bütünleşme kendiliğinden gerçekleşmeliydi, ancak gerçekleşmemiştir. Dilimiz, tarzımız, tavrımız, duruşumuz eskimiştir. Konjonktürel tercihler, yapılanmalar meşrulaşmaktadır. Her durumda “hoşgörü”yü esas alan bir din algısı sebebiyle, çevremiz her geçen gün daha çok renksizleşmekte, davasızlaşmakta, ilkesizleşmektedir. Bugünün tarihinin boğucu baskısını duymamak kaygı verici bir duruma düştüğümüzü gösterir. Bu boğucu baskıları duymayanlar 1980’li yıllardan beri çok romantik süreçler yaşıyor ve yazıyor. Büyük bir çözülme süreci, büyük bir başlangıca yol açmalıdır. Büyük başlangıçlar büyük kadrolarla şekillenir. Düşünce dünyalarını bir takım karizmatik isimlerin dünyalarından ibaret sayanlar büyük kadrolar oluşturamazlar. İçerisinde yaşadığımız çağda taşımamız gereken sorumlulukları hep birlikte konuşmalıyız, insanlık için çok açık seçik bir bildirimiz olmalı. Bencil düşünen benlerle, ideolojik/politik/ırkçı fırtınalar karşısında direnemeyiz, tutunamayız. Bencil tutkularımızdan, ilgilerimizden, tavrımızdan vazgeçmediğimiz takdirde hiç bir ahlaki mücadeleyi, entelektüel/düşünsel mücadeleyi kazanamayız, hiç bir bilgeliğe ulaşamayız. Küçük iktidar tutkuları hepimizi daha çok küçültür. Her tür değerden bağımsız kinik bencillikleri aşmalıyız. İçerisinde yaşadığımız çağı anlamak, bu çağın dinamiklerini dikkate alarak bir dil/söylem oluşturmak bu çağın yapılarına teslim olmak anlamına gelmez.

Seksenlerle birlikte başlayan bağımsız yapıların oluşumu ve cemaat olgusu hakkında neler söylemek istersiniz? Bu gün bakıldığında hangi sorunları işaret etmek istersiniz? Bu yapıların gücü ve zaafları üzerine neler söylemek istersiniz?

Bizdeki cemaat oluşumları, ilkesel temelleri olan oluşumlar olmaktan çok lider merkezli oluşumlardır. İstisnasız bütün cemaat liderleri tepeden inerek kendi kendilerini cemaat liderliğine getirmişlerdir, yani liderliklerini dayatmışlardır. Bu dayatmaları meşrulaştırmak üzere herkes kendi kendisini yücelten bir dil oluşturmuştur. Bütün cemaat liderleri kendilerini izleyen kitleleri bir şekilde sessizleştirmiş, köleleştirmiştir. Hiç bir cemaat, tahakküm ideolojilerine karşı hiç bir eleştiri, sorgulama ya da direniş bilinci oluşturamamıştır. Daha doğrusu cemaatlerin bu yolda bir çabası olmamıştır. Hiç bir cemaat, mensuplarının özne’leşmesine fırsat ve imkan tanımamıştır. Eğer durum böyle olmasaydı, cemaatler öznelerden oluşsaydı, tek kişinin yorumuyla sınırlı bulunmayan, çok ufuklu, çok güçlü, çok üretken cemaatlere sahip olabilecektik. Bir Müslüman için, bir insan için, bütün bir hayatını tek kişinin ufku/yorumu/davranış ve tercihleriyle sınırlandırması kadar büyük bir felaket olamaz. Bu tek kişiler alim ya da arif olsalarda durum değişmez. Çünkü, ne kadar iyi yetişmiş olurlarsa olsunlar dünya/hayat/varoluş tek kişinin algılarına sığmayacak kadar geniş ve zengindir. Günümüzde kişisel yorumlara dayalı İslami algı biçimleri, İslamın kendisinden çok ayrı bir mahiyet taşıyor. Anlayış, kavrayış ve eylem ufkumuzu genişletmek için bütün cemaatler arasında, her durumda içtenlikli bir düşünce alışverişi şarttır. Bütün cemaatlerin, tek kapsayıcı tanım olan, tek bir siyasal topluluk bilinci olan Ümmet bilinci etrafında yapılanmaları gerekir. Bugün, bilinen pek çok cemaat, söylemi gizemleştirilmiş söylemlere dönüştürülmüştür. Cemaatler hiç bir siyasal güce/etkiye/bilince sahip değildir. İslami her proje, cemaat projesi de, öncelikle ahlaki temelleri esas alır. Günümüzde bütün cemaatler korkunç bir benmerkezci kibir içerisindedir. Bu benmerkezcilik olumsuz, ürküntü verici ve kirli bir benmerkezciliktir. Özellikle Türkiye’de sayısal açıdan güçlü olduklarını bildiğimiz, ekonomik açıdan güçlü olduğunu bildiğimiz cemaatler, hikemi spekülasyonlardan, irfani spekülasyonlardan oluşan bir din anlayışı içerisinde varlıklarını sürdürüyor. Bu cemaatler arasında hormonlu bir kibir içerisinde olan, dünyada hiç bir İslami mücadeleye/direniş mücadelesine/ bağımsızlık mücadelesine saygı duymayan, hatta bu mücadelelerden kendi yöntemlerine zarar vereceği mülahazasıyla rahatsız olan, kendi gündemleriyle aşırı bir biçimde büyülenen, kendi eylem yada çalışmalarıyla aşırı derecede sarhoş olan cemaatler vardır.

Sözünü ettiğim bu cemaatler İslami dili, tevhidi dil’i, Ümmet dilini, büyülü/efsanevi/ hamasi/törensel/romantik/masalsı/egzotik bir dile dönüştürmüşlerdir. Bu tür cemaatlerde, her cemaat mensubunun kimi gayretlerini efsanevi bir biçimde abartarak kitleler üzerinde duygusal baskılar uyandırabilecek, menkıbe üretim merkezleri faaliyet halindedir. Benmerkezci cemaatçilik
ler, hizipçilikler, mezhepçilikler, biz Müslümanları evrensel ölçekte özgürce düşünmekten ve üretmekten alıkoyuyor. Ümmet bilincinin/yaklaşımının/ilişkisinin tüm hizipçi/mezhepçi/etnik aidiyetlerin üzerinde tutulması gerekirken bu esasa kesinlikle riayet edilmiyor. Cemaatler, büyük davaları olmayan cemaat liderlerinin biricik düşünceleriyle kısıtlanıyor. Müslümanlar olarak ideolojik tahakküme karşı toplumsal bir hareket gerçekleştiremedik. İslami cemaatler, Müslüman kitlelere hitap eden partiler, ideolojik tahakküme boyun eğerek faaliyetlerini sürdürme yolunu seçtiler. Bu cemaatlerin/partilerin “din” anlayışı kurulu düzenlerin çıkarlarına hizmet edecek şekilde biçimlendirildi. Aziz İslam’ın şu ya da bu cemaatle, hiziple, mezheple, ya da bunların liderleriyle özdeşleştirilmesi çok büyük bir sapmanın adıdır. Günümüzde bu sapmalar bir çığ gibi büyümektedir. Pek çok şarlatan, halkın/toplumun bilinçsizliği yüzünden din alıp satarak, saltanatını sürdürebilmektedir. Korkunç bir acımasızlık çağında, İslam toplumlarının/halklarının insanlıklarını yok etmeye çalışan bir çağda, insanları insanlıktan çıkaran Guantanamolar, Gazzeler çağında bu cemaatlerden bilinçli bir infial yükselmiyor. İdeolojik dünyanın tiranları, halkların/toplumların gerçeğe uyanmasından çok rahatsız olurlar, bu çevreler gerektiğinde karşı oldukları din’i de halkları uyutmak üzere kullanırlar, kullanıyorlar. Kendilerini hizip/cemaat/mezhep kesinlikleri içerisine hapseden çevrelerle hiç bir dayanışma gerçekleştirilemez. Sözünü ettiğimiz cemaatlerin/cemaat liderlerinin tarihte isimleri nereye kaydedilecek bunu çok merak ediyorum: Bu liderler direnerek mi, boyun eğerek, teslim olarak mı, yaşadılar? Cemaat liderlerini zamane ikonları haline getiren gelişmelerden hiç birimiz gereği kadar rahatsız olmuyoruz. Bu ikonları sorgulamıyoruz. Kişisel uygulamalara, kişisel tercihlere dönüştürülmüş bir din anlayışı bizleri rahatsız etmiyor. Konformizmle, statükoyla kısıtlanan bir din anlayışı bizleri ne yazık ki rahatsız etmiyor. Bu, yukarıdan beri sözünü ettiğimiz cemaatler İslam’ı ve Ümmet’i temsil ve savunma konusunda hiç bir somut sorumluluk almıyor. Bunlar yalnızca kendi tarzlarını, kendi yöntemlerini savunuyor, kendi liderlerinin imajını parlatma mücadelesi veriyor.

Atasoy Müftüoğlu bu tarihsel süreçte kendisini nerede konumlandırıyor ve bu güne kadar gelişen İslamcı düşüncenin ve Müslüman’ca bakışın neresinde duruyor?

İçerisinde yaşadığımız günlerde haydut/gangster/siyonist/ırkçı İsrail devletinin Gazze’de gerçekleştirdiği soykırım ve katliamların bütün dünya Müslümanlığına gösterdiği çarpıcı gerçek şudur: Bizler her ne kadar “hoşgörü” ve “diyalog”dan söz edersek edelim: sömürgeci/ kolonyal/ oryantalist dil, mantık, söylem ve tahakküm bütün boyutlarıyla, bütün unsurlarıyla ve eksiksiz sürüyor. Hegemonyacı gücün dili, mantığı, tavrı hiç değişmiyor. İçerisinde yaşadığımız gerçekler Batı uygarlığının ürettiği soyut kavramların bütünüyle boş kavramlar olduğunu gösteriyor, Modern Batı dünyası; hiç bir şekilde kendisine yönelen ahlaki/ vicdani/siyasal eleştirilere asla yanıt veremeyecektir. Gazzede yaşanmakta bulunan soykırım/katliam ve işgal her şeyi ama her şeyi yeni baştan düşünmemizi, konuşmamızı, tartışmamızı, yeni baştan yapılandırmamızı zorunlu kılıyor. Hiç bir ahlaki duyarlığa sahip olmayan bir dünyada hiç kuşku yok ki; yerimiz direniş mücadelelerinin, hareketlerinin, düşüncelerinin, etkinliklerinin ve direniş liderlerinin yanıdır. Statükocu/konformist bütün yaklaşımlar, çözümlemeler büyük bir bozgun/felç/çöküş durumu yaşıyor. Burada, yalnızca siyasal çerçevelere, mücadeleye indirgenmiş tek boyutlu bir İslamcılıktan söz etmediğimi kaydetmeye hacet yok. Her şeyden önce, İslam dünyası toplumlarında yaşanmakta bulunan tarihsel süreçleri bir bütünlük içerisinde tanımlamamız gerekir. Tevhid algısının aşındığı, Ümmet algısının aşındığı acı bir gerçektir. Kalıplaşmış, kalıplaştırılmış geleneksel bilgilerle hiç bir yeni yapılanma gerçekleştirilemez. Geleneksel metinlerin ezberlenerek tekrarlanması yoluyla eğitim yapılamaz. Toplumlarımızın siyasal Siyonizm tarafindan rehin alındığını itiraf etmek zorundayız. Siyasal Siyonizm karşısında toplumlarımız/ülkelerimiz siyasal ölülerden ibarettir. Günümüzde, yalnızca ve yalnızca direniş mücadeleleri/hareketleri kendi tarihlerini yazıyor, biz kendi tarihimizi yazamıyoruz, kendi öykümüzü anlatamıyoruz, sesimizi insanlığa duyuramıyoruz. İnsanlık tarihinin en büyük yanlışlıkları olan sessizlikler yaşıyoruz. Ümmet gerçek oluncaya kadar. Ümmet iradesi gerçek oluncaya kadar bu zillet sürecek. Ümmet’in gerçek olabilmesi için herkesin her tür bencilliği, cemaat bencillikleri, hizip bencillikleri, kabile/aşiret bencillikleri, mezhep bencillikleri, lider bencillikleri ve partizanlıklarını aşması, bu bencillikleri reddetmesi, ayaklarının altında çiğnemesi gerekiyor. Bütün bu nedenlerle, her şartta tercihimiz/sorumluluğumuz tevhidi bütünlük içerisinde, Ümmet yaklaşımı ve bilinci eçerisinde direniş mücadeleleriyle, direniş kültürüyle bütünleşmek olmalıdır.

Müslümanların birbirleri ile ilişkileri ve örnek kişiliklerle iletişimlerini nasıl yorumluyorsunuz? Bu konuda düşülen zaaflar nelerdir? Örnek kişilikler diye nitelendirdiğimiz İslami şahsiyetlerin kendilerinden neşet eden bir sorunsal alan var mıdır? Yoksa meydana gelen bu olguyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Elli yıldanberi İslami camianın içerisindeyim. Bu kesimin önde gelen bütün temsilcilerini bir şekilde tanıyorum. Bu zevat arasında, kendilerini izleyenlere, kendilerini ziyarete gelenlere; kendilerinden başkalarını da takip etmelerini, kendilerinden başkalarını da okumalarını, kendi etkinlikleri dışında da paylaşılmaya değer etkinlikler gerçekleştiren topluluklar/cemaatler olduğunu, dünyanın kendileriyle kaim olmadığını, nerede anlamlı bir çaba varsa bu çabalara dikkat edilmesi gerektiğini söyleyen bir kimseye maalesef ve maalesef rastlamadım. Yine bu zevat arasında okuyan, araştıran, dünyada neler olup bittiğini merak eden, bu konularda derinlemesine çalışmalar yapan, kendi çizgileri dışında her hangi bir düşünürü/yazarı/entelektüeli okuma ihtiyacı duyan bir kimseye de tesadüf etmedim. Bu tür onulmaz bencillikler yüzünden Ümmet oluşturma yeteneğimizi yitirdik. Etnik rekabetleri, mezhep ve hizip rekabetlerini aşarak ortak bir dayanışma zemini/ufku/imkanı oluşturamadık. Ütopik yaklaşımları sorgulayarak, gerçeklikle yüzleşemedik. Ahlaksız ve kirli uzlaşmalara, çıkara dayalı uzlaşmalara tenezzül ettik. Bütün büyük cemaatler bütün güç ve iktidar merkezleriyle gönüllü olarak uzlaştılar. Gündelik hayatın, statükonun, devletin bunaltıcı gerçekleriyle uzlaştılar. Cemaat liderleri sorgulanması/tartışılması mümkün olmayan ayrıcalıklı statüler oluşturdular. Bu ayrıcalıklı statüler içerisinde bulunan cemaat liderleri eleştirel akla, eleştirel ahlaka kapalı cemaatler oluşturdular. Kimi cemaatler köhne bir anakronizm içerisindeler. Bugün ne yapılması gerektiği konusunda hiç bir düşünceleri yok. Her gelişmeden olumsuz yönde etkilenen cemaatlerin, olayları/gündemi etkilemek gibi bir kaygıları bulunmuyor. Ortak insanlık için anlamlı olabilecek, ortak bilince hitap edebilecek entelektüel bir birikimimiz de yok. Yaşlı ve yorgun bir kültürün temsilcileriyiz. Hepimizin bir tarih felsefesi yaklaşımına ihtiyacı var. Temel anlam ve ilkelere dayalı bakış açılarının yerini, kişisel değerlendirmeler alıyor. Kültürel baharlar/yazlar geçti, kültürel bir kış içerisinde yaşıyoruz ve bunun farkında değiliz. Bilinç kayıplarını, algı aşınmalarını, ahlaki bulanıklıkları, ruhsal derinliksizlikleri de farketmiyoruz, Müslümanların birbirlerine örnek olabilmeleri için her şeyden önce egodan ve ben’likten bağımsızlaşmaları gerekir. Ego ve benlik tutkuları yüzünden birbirimize yabancılaşıyor ve bu konuda ciddi patolojiler yaşıyoruz. Sözünü ettiğim benlik tutkuları yüzünden çok trajik başarısızlıklar yaşıyoruz. Ortak bir hassasiyet, ortak bir bilinç, ortak bir dayanışma ve irade oluşturmadığımız takdirde umutlu olamayız.

Ulema/aydın ve Müslüman camia arasındaki ilişkinin boyutu üzerine neler söylersiniz? Müslüman aydının sorumluluğunu nasıl tanımlıyorsunuz? Bu sorumluluğu taşıyacak kişiler olsa da bir camianın varlığı söz konusu edilebilir mi? Sizce bu sorunu aşma konusunda nelere dikkat edilebilir?

İletişim devriminin yaşandığı bir dönemde Müslümanlar arasındaki iletişimsizliği anlamak mümkün değildir. Günümüzde yeryüzünün bütün bölgelerini birbirine bağlayan bir süreç yaşanıyor. Hangi konumda bulunuyor olurlarsa olsunlar Müslümanlar karşılıklı iletişim ve birbirlerini anlama sorumluluğu altındadırlar. Yorum farklılıklarını sorun haline getirmeksizin birbirimizle konuşmalıyız. Birbirimizi anlamadığımız takdirde, hiç bir alanda bir dayanışma sağlayamayız. Kendi aramızda bir dayanışma sağlayamadığımız takdirde, bir gelecek umudu taşıyamayız. Temelsiz, romantik umutlarımızın hüsranla sonuçlandığını görmeliyiz. Bir ütopyalar çağında yaşamadığımızı hatırlamalıyız. Aydınlar, alimler, aktivistler, kendi toplumlarından başlamak suretiyle, niteliksel anlamda toplumlarımızın bilinçlerini yükseltme sürecini başlatmalı ve bu süreci yönetmelidirler. Alimler/aydınlar/aktivistler içerisinde yaşadığımız tarihsel dönemin zorunlu kıldığı sorumlulukları üstlenmeli, küresel sorunlar/konular etrafinda görüşler, öneriler, eleştiriler ve tepkiler oluşturmalıdır. Aydınlar/alimler/aktivistlerin kültürel, düşünsel, toplumsal ağırlıkları olmalıdır. Bu kesim, nitelikleri, bağımsız duruşları, bağımsız üretkenlikleri ile temayüz etmelidir. Aydınlar, alimler, aktivistler, İslami camia hep birlikte İslami iradenin etkisiz hale gelmesinin nedenleri üzerinde birlikte düşünmeli, İslami iradenin yeniden tarihe dönmesi konusunda birlikte, entelektüel /kültürel/siyasal stratejiler geliştirmelidir. Aydınlar/alimler/aktivistler kendilerini kesinlikle bir hiziple sınırlandırmamalı, İslam Ümmetinin ve insanlığın ortak vicdanı olmalı, genel vicdana hitap etme yeteneğine sahip olmalı, koşullara, olaylara hakikat adına müdahale gücüne/iradesine/liyakatine sahip olmalıdır. Aydınlar/alimler/aktivistler yeni fikirler, yeni yaklaşımlar, yeni çözümlemeler, yeni ilişki biçimleri, yeni kültürel çerçeveler, yeni bakışlar, yeni ürünler, yeni değerler, yeni sorgulamalar, yeni yüzleşmeler, yeni tartışmalar üretmeye cesaret etmeli; bu konuda istisnai bir cesarete sahip olmalı, bağımsız düşünme ve karar verme yeteneğiyle donanmış bulunmalıdır. 19 ncu yüzyıl ortalarından itibaren, İslam toplumlarında, İslam ülkelerinin işgaller/istilalar/ilhaklar yoluyla sömürgeleştirilmesi süreçlerini konuşan, tartışan, sorgulayan ve bu süreçleri aşarak İslam toplumlarının bağımsızlaştırılması ve özgürleştirilmesi mücadelesini yürüten düşünsel /kül türel/entelektüel direniş mücadelesi bugün ne yazık ki büyük ölçüde kesintiye uğratılmış bulunuyor. Her tarihsel dönemin, kendine özgü bir dili/söylemi/tarzı/tavrı olduğunu biliyoruz. Siyasal Siyonistler ve Evangelist Neoconlar tarafindan 11 Eylül sonrası dönem için kurgulanan İslam karşıtı dil ve söylemden maalesef İslami düşünce hayatı olumsuz yönde etkilenmiş, bu etkilenmenin bir sonucu olarak İslamcı iddialarından/davalarından vazgeçmiş, evliya menkıbeleri okumaya/yazmaya/ üretmeye başlamıştır. Bu durum utanç verici bir durumdur. Siyonistler ve Evangelistler bütün dünyada, kendi dini inançlarına dayalı olarak siyaset yaparken, bu faaliyetlerini Türkiye’de de sürdürebilirken Müslümanların siyaset içermeyen bir din anlayışına ikna edilmeleri kolay anlaşılabilecek bir durum değildir. Gazze’de yaşanan soykırım günlerinde, katiller/gangsterler çetesi İsrail’le, Hamas ve Hizbullah gibi aziz İslam Ümmetinin yüz akı direniş örgütlerini aynı tartıya koyan Neonurcu aydınların tavrını burada üzüntüyle kaydetmek gerekir. Her hangi bir resmi kuruma/anlayışa/geleneğe bağımlı olanlar alim/aydın olamazlar. Aydınlar/alimler çok yüksek ahlaki ve ruhi değerlerin, entelektüel değerlerin temsilcisidirler. İslami mücadele İslam’ı bütün boyutlarıyla hayata hakim kılma mücadelesidir. Aydınlar/alimler/aktivistler İslam’ın siyasal boyutu da içerecek şekilde somutlaşması için birlikte mücadele etmek durumundadırlar. Bu konuda üzerinde konuşulması/ tartışılması gerektiğini düşündüğüm bir örnek vermek istiyorum. Muhammed Hüseyin Fadlallah (Lübnan) yeni bir alim/aydın/entelektüel/aktivist örneği oluşturuyor. Fadlallah hem geleneksel İslami birikimi ile temayüz ediyor, hem günümüz küresel sorunları karşısında içtihadlar yapıyor, hem yazdığı eserler/yazılarla entelektüel alanda görüşlerini açıklıyor, hem de siyasal bir stratejist olarak direniş hareketlerine yön veriyor. Ben günümüzde bu örnekten yola çıkarak, bütün bu özellikleri taşıyan kadrolar yetiştirmenin mümkün olacağını düşünüyorum. Bizim geçmiş zamanların bilgi ve bilgeliklerinden çok, 21’nci yüzyılın bilgi ve bilgeliklerine, 21’nci yüzyılın alimlerine/aktivistlerine/ aydınlarına ve bilgelerine ihtiyacımız var. Düşüncelerimizin, fikirlerimizin, bilincimizin ve bilgeliğimizin iktidarı için, hiç bir gerçekliği yansıtmayan duygusal/hamasi/romantik çerçeveleri ve eski yorumları aşmalı, düşünsel/kültürel teslimiyetçilikleri terketmeli; dünyevi bütün iktidarlar karşısında bağımsız/ özgür bir dile sahip olmalı, her ne pahasına olursa olsun, her tür benbenciliği sonuna kadar reddetmeliyiz.

Atasoy Müftüoğlu; bu gün baktığı zaman; bu güne kadar oluşan tarihsel İslamcı düşüncenin ve Müslümanların siyasi, toplumsal ve kurumsal ilişkilerini nasıl değerlendiriyor? Gördüğü zaafları ve güçlü taraflarını nasıl yorumluyor? Bir umut ışığı var mı? Bir umudu beslemenin zemini mümkün mü? Tarihe bir vasiyet olarak neyi bırakmak istersiniz?

Günümüzde küreselleşme kültürel ve yerel kimlikleri dönüşüme uğratıyor. Modern hayat tarzı, ilişki ve tüketim biçimi, küreselleşme yoluyla kültürel ve yerel sınırları aşıyor. Bu gelişme kültürel ve yerel kimlikleri önemsiz hale getirebiliyor, İslami kimliğin, bütünlüğün, yorumun, ilişki biçimlerinin de bu süreçlerden olumsuz yönde etkilendiğini söylemek gerekir. Küresel etkileşimler yeni kültürel tarzlar oluşturuyor, kültürler melezleşiyor. Kültürlerin birbirleriyle karşılaş malarından doğankimi yabancılaşma sorunları yaşıyoruz. Küresel karşılaşmalara savunmacı ve korumacı tepkiler veriyoruz. Bu durum, yaşatmak zorunda olduğumuz süreklilikleri kesintiye uğratıyor. Kimliklerin/özgünlüklerin süreklilikleri de erozyona uğruyor. Bizler, Müslümanlar olarak, Batı küreselleşmesine boyun eğmek, teslim olmak ya da uzlaşmak yerine; kendi küreselleşmemizi gerçekleştirmeliyiz. Bu konuda İslam’ın imkanları sınırsızdır. İslam kültür ve uygarlığının, İslam’ın ilk yüzyılıyla birlikte küreselleştiğini/evrenselleştiğini hatırlamalıyız. Küresel değişime ayak uydurmak yerine, ihtiyaç duyduğumuz değişimi kendi içimizde gerçekleştirmemiz gerekir. İslami kimliğimizi/kişiliğimizi/karakterimizi/niteliğimizi bütün boyutlarıyla koruyarak, temsil ederek, küresel gelişmelerin nabzını tutmalı, bu gelişmelere kapalı kalmamalı, bu gelişmeleri eleştirel olarak izlemeliyiz. Günümüzde iletişim küresel boyutta gerçekleşiyor. Artık hiç bir uzak ve uzaklık yok. Gerçek böyleyken Müslümanlar arasındaki uzaklıkları anlayabilmek mümkün değil. Karşı karşıya bulunduğumuz gerçeklerle yüzleşmekten, bunları itiraf etmekten imtina etmemeliyiz. 1950’li yıllardan başlayarak ve özellikle de 1960’lı yıllar sonrası Türkiyede İslami cemaatler/vakıflar/dernekler ya devlet tarafindan, ya şu veya bu siyasal parti/siyasal iktidar tarafından sömürgeleştirilmiştir, bu süreç halen devam etmektedir. Bu sömürgeleştirme süreci kuşkusuz hep sömürgeleştirenler yararına işlemektedir. Allah Tebarek Tealanın hatırı için, aziz İslam’ın hatırı için yoğun hesaplaşmalar yapmak zorundayız. Bugün Amerika tarafından sömürgeleştirilen cemaatler var. Amerika tarafından desteklenen İslami vakıflar var. İslami direniş ve bağımsızlık mücadeleleri hakkında Amerika ve İsrail’le aynı düşünceleri paylaşan İslami unsurlar var. Devletçi milliyetçi, mezhepçi, hizipçi oluşumlarla hiç bir biçimde bir Ümmet dayanışmasını konuşamayacağımızı bilmeliyiz. Karşımızda İslamofobiyle bütünleşen bir dünya var. Bu nedenledir ki, her tür İslami muhalefet, eleştiri, sorgulama ve Özellikle de direniş “terör” olarak yaftalanabiliyor. Evrensellik iddiasında bulunan Batı uygarlığı Siyonist ırkçılık karşısında büyük bir sessizlik sergileyerek çok derin bir ahlaki/insani kriz içerisinde olduğunu gösteriyor. Bizler, Müslümanlar olarak 1492’den sonra dünyada neler oldu konusuna cevap bulmalıyız. İslam tarihten nasıl çekildi sorusuna cevap bulmalıyız. Özellikle de 1870’lerden başlayarak 1950’lere, hatta bugünlere kadar devam etmekte bulunan Avrupa’nın kolonyal tahakkümünün nedenlerini, kültür ve uygarlık dünyamızın nasıl savunmasız hale geldiğini konuşmaya, tartışmaya cesaret etmeliyiz. Kolonyal tahakküm dönemi, bütün bir tarihin, kültür ve uygarlık hayatının Batılı bakış açısı içerisinde biçimlenmesi sonucunu doğurdu. Biz Müslümanlar geleneksel edilgen alışkanlıklarımıza kapandık. Toplumlarımız değişim yeteneğine sahip olmayan, hareketliliğe kapalı statüko toplumlarına dönüştü. Tasavvuf ve tarikat hareketleri, meditasyon merkezleri haline geldi. Yanlış umutlar ve yanlış beklentiler içerisine girmemeliyiz. İslami küreselleşme/evrenselleşme Haccda duygusal olarak yaşanıyor, bir bilince ve dayanışmaya dönüşmüyor. Haccın İslami bir bilinci, Ümmet bilincini ve iradesini somutlaştırmak üzere bir defa gerçek anlamda idrak edilmesi halinde, yaşadığımız bütün bu katliamlara maruz kalmayacaktık. Hacc yalnızca bir folklöre dönüştürüldüğü için orada hiç bir şekilde siyasal bir tavır ortaya konulamıyor. Folklöre dönüştürülmüş bir Haccın ne anlama geldiği konusu müçtehidler/ fakihler tarafından tartışma konusu yapılabilmelidir. Daha önce de yazmıştım: Büyük umutlar için büyük çabalar, büyük aşklar, büyük sorumluluklar, büyük dayanışmalar, büyük öfkeler, büyük cesaret ve şecaat gerekir. Hepimiz çok dürüst davranarak hangi büyük çabalar, hangi büyük aşklar, hangi büyük davalar, hangi büyük sorumluluklar içerisinde bulunduğumuzu kendimize sormalıyız. Yaşlı insanlar bir ömür boyu yaşadıkları pek çok hüsran, pek çok düş kırıklığı, pek çok yalnızlık sebebiyle teslimiyetçi/pasif iyimserliklere karşı mesafeli dururlar. Ben de çok ihtiyatlı bir iyimserlik içerisinde olduğumu söylemeliyim. Genç kuşakların çok genç umutları vardır. Bu genç umutların gelecekte bir düş kırıklığına dönüşmemesi için, genç kuşakların gerçek dünyayı bütün boyutlarıyla tanıması, anlaması, çözümlemesi ve gerçek dünyanın dikkatini çekebilecek bir dil/söylem oluşturması gerekir. Vasiyet anlamında söyleyeceklerim şunlardır; Müslümanlar olarak hepimizin, her tür işgale, kültürel, zihinsel, entelektüel işgale, her tür tahakküme, kültürel, siyasal tahakküme karşi direnişi gerçek kılması; her tür tahakkümden bağımsızlaşma mücadelesi vermesi ve sonra İslami temeller üzerinde yeniden yapılanma/yeniden inşa sürecini başlatmasıdır. Bütün bunlar için de, hepimizin bilinç kapılarını zorlayarak, sonuna kadar bu kapıları açmamız gerekir.

Ümmet sevdalısı bir düşünür: Atasoy Müftüoğlu
 

YagmuR

Üye
Katılım
18 Ağu 2006
Mesajlar
2,504
Tepkime puanı
586
Puanları
0
Yaş
35
Konum
¤´ UnuTuLu§taN `¤
Web sitesi
www.gencislam.com
Allah razı olsun
Bilgiler içinde teşekkür ediyorum.
Bir kaç kez sohbetin de bulunmak ziyaretine gitmek nasib oldu çok kıymetli bir hocamızdır.
Her gidişimizde mutlaka bir kitap hediye eder :)
Rabbim hayırlı bereketli uzun ömürler versin inşallah...
 
K

Kaçak

Guest
68 yaşında bir genç!

Yolu Eskişehir'e düşüp de Atasoy Müftüoğlu'yu görmeyenler yansınlar hallerine. Herkese nasip olur mu bilmem ama bana nasip oldu o vakur, nur yüzlü, mütebessim insanı görmek. Eskişehir'e, Cafcaf çizerlerinin söyleşisine katılmak için bir grup arkadaşla gitmiştik Ankara'dan. Söyleşiden sonra biraz da şehir dışından gelmiş olmanın verdiği avantajla Asım Gültekin'in peşine takılıp önce yemek yedik ardından da adını duymuş olsam da hakkında pek bir şey bilmediğim Atasoy Müftüoğlu'yu ziyarete gittik.
Yolda Asım hocaya sordum "Hocam kimdir bu amca?" diye. "Said Nursi hazretlerinin elini sıkmış, üstad Necip Fazıl'la aynı evde kalmış bir büyüğümüz” dedi. (Daha sonra öğrendiğim kadarıyla da Asım hocanın en sevdiği, en çok hürmet ettiği iki yazardan/düşünürden biriymiş.)
20980.jpg
Saçı sakalı bembeyaz bir amca görünce karşımda pek şaşırmadım doğrusu ama tahmin ettiğim gibi dünyadan elini eteğini çekmiş biri değildi, aksine benden de oradaki herkesten de dinç, genç, heyecanlı ve idealist olduğunu bir kaç dakikalık konuşmasından anlamak mümkündü. Büyülenmiş bir şekilde dinledim anlattıklarını. Okullara gidiyor, öğretmenlerle görüşüyor, "Alacakaranlık" serisini okuyacak kadar bile olsa edebiyatla, kitapla alakalı çocukları buluyor ve haftada bir, isteyenlerle kitaplar üzerine sohbet ediyor. Ayrıca üniversiteli gençlerle de felsefe sohbetleri yapıyor. Ne müthiş bir insan! Dinlerken konuşması hiç bitmesin istiyorsunuz. Bir ara kalkıp elma ikram etti, misafire çok önem veriyor Atasoy Müftüoğlu.
“Sarığın yanından sarkan kumaş kısaldığı için bu haldeyiz!”
“Neden bu geri kalmışlığımız, bu silik ve dağınık halimiz? Ne yapmalı da toparlanmalıyız?” sorularına uzun zaman cevap aradığını anlattı Atasoy Müftüoğlu. Biri gelip kolundan tutmuş, "Bu kadar kafa yorduğun şeye bak, ben seni bizim şeyhe götüreyim o cevaplar sorunu" demiş. Şeyh, kendinden emin ve üstelik alaycı bir tavırla başındaki sarığın yandan sarkan kumaşını eliyle göstererek "Ne zaman ki Osmanlı padişahları bunun boyunu kısalttı kısalttı hatta fes taktı tüm sıkıntılar o zaman başladı." demiş. Yani o kumaşı uzatırsak her şey düzelecekmiş! Gülmemek için kendimi zor tuttum, acınacak bir durum..
Bunları anlattıktan sonra bir de Türkiye'yi yakından tanıyan İsrailli birine aynı soruyu sorduğundan bahsetti Atasoy Müftüoğlu. (İsraillinin bir özelliği vardı ama hatırlayamıyorum ya felsefeyle uğraşıyordu ya da diplomat gibi bir şeydi.) Cevaben şunları söylemiş: "Önceden Kurtuba'nız vardı. Kütüphanelerle, binlerce kitapla dolu bir şehir. O kütüphanelerde sohbet meclisleri kurulur, ilim irfan sahibi kimseler/düşünürler dersler verirdi. Edebiyat, sanat ve her türlü bilim hakkında özellikle gençler çok iyi yetiştirilirdi. Şimdi böyle bir merkeziniz olmadığı için geri kaldınız. Toplum, Kurtuba'da olduğu gibi beslenemiyor. Sıkıntı buradan kaynaklanıyor."
İşte aynı soruya iki cevap. Hangisinin doğru olduğuysa gayet açık!
20981.jpg
Entelektüel bir nesil lazım
Atasoy Müftüoğlu, bunları anlattıktan sonra bu meselenin yani kendimizi yenileme meselesinin çok hayati olduğundan bahsetti ve şunları söyledi: "Sizden önceki jenerasyonun en büyük hatası kendilerinden başkasına kapalı olmalarıydı. Necip Fazıl da böyleydi çağdaşları da. Şimdilerde bakıyorum kitabevlerine gidip yeni şair ve yazarlar neler yapmış diye kitapları inceleyen çok az sayıda.
Size düşen bilincinizi açmak, genişletmek, dünyadan haberdar olmak ve kendinizi entelektüel anlamda çok iyi yetiştirdikten sonra İslamı bu zamana göre yeniden yorumlamak, yeniden hayata geçirmektir. Geçmişin yöntemleri bugünün ihtiyacını karşılamaya yetmiyor. Bugünü yaşayan siz olduğunuza göre bugünü yeniden yaşanılır kılmak da sizin elinizde."
Elimde yemeye kıyamadığım kırmızı elma, kolumda Atasoy Müftüoğlu'nun herbirimize hediye ettiği kitaplar ve bir de gene hediye olan 1003 sayfalık bir sözlük: Modern Toplumsal Düşünce Sözlüğü. Tekrar ziyaret etmeyi kafamıza ve kalbimize koyarak vedalaştık bu vakur, genç adamla...
Dipnot: Atasoy Müftüoğlu’yu ziyaretimizin ardından uzun zaman geçtiği halde şimdi yazıyorum çünkü Adilhan Kitapçılar Çarşısı’nda gezerken yazarın 2009 basımlı “Yeni Bir Zamanı Başlatmak” kitabını ikinci el kitaplar arasında buldum ve kitabı okuyunca geç de olsa bu yazıyı yazmam gerektiğini fark ettim.

Fatma Ünal, Eskişehir’e gidemeyen kitaplarını okusun dedi
 
Üst