ARAPÇAYI HİÇ BİLMEYEN MEAL YAZARLARINA

Darul_Beka

Profesör
Katılım
17 Kas 2013
Mesajlar
2,214
Tepkime puanı
174
Puanları
63
ARAPÇAYI HİÇ BİLMEYEN MEAL YAZARLARINA
Meal yazarlarının hem metin dili olan Arapçayı hem de çeviri dili olan Türkçeyi tüm kuralları ve kültürü ile beraber mükemmel derecede bilmesi elzemdir. Bu çerçevede dille alakalı şu hususları yeniden hatırlatmak isteriz; insanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için, kelimelerle ve işaretlerle yapmış oldukları bir anlaşma olan[1] dilin beş temel işlevi vardır:
Belli bir anlama yapılan göndermenin simgeleştirilmesi,
Dinleyiciye yönelik tutumun açığa vurulması,
Göndermeye yönelik tutumun açığa vurulması,
Amaçlanan etkinin uyandırılması gerekir.
Anlama yapılan göndermenin de desteklenmesi lâzımdır.[2]
Eğer bir dil, bu işlevlerini yerine getirmeyecek olursa, söyleyenle söylenen arasındaki iletişimin sağlıklı bir şekilde gerçekleştiğinden bahsetmek mümkün değildir. Hatta dilin işlevi bağlamında şu realitenin de gözden kaçırılmaması gerekir: “Dinleyici, görünür simgeleri hatasız biçimde alabilmeli, yani; sadece söylenen sözü doğru olarak işitmek, kullanılan dili bilmekle kalmayıp, kullanılan jest ve ses uyumu gibi kelime dışı simgeleri doğru olarak gözlemlemelidir.”[3] Sözlü kültür ürünleri yazıya geçirilince; sonraki muhataplar kullanılan jest ve mimikleri göremedikleri için, anlamalarında az da olsa kusur vardır. Bu kusuru aşmak, ancak söylenen söze gerçek anlamda şahit olmakla mümkün olabilir. Burada şu hakikati vurgulamak gerekiyor; hiçbir meal yazarı nüzul dönemi ve anına şahit olmadıkları için göremediklerini meale yansıtamazlar. İşte bu nedenle Kur’an tercümesi yapmak imkânsızdır.
Diğer yandan konuşulan dillerin mekânı vardır. Buna dilin coğrafyası denir. Dilin iyi anlaşılmasında etkili olan coğrafyasından kasıt, bir dilin anlatım yollarını, o dili konuşan toplumun geçmişini, yaşam biçimini, geleneklerini ve çeşitli özelliklerini belirten önemli ipuçlarını bilmektir.[4] Tüm bu sayılanlar, semantik yapabilmenin de anahtarlarıdır.[5] Bu çerçevede Arap dilini ele alırsak, Kur’an’ın nâzil olduğu dönemindeki dili; o dönemin ve bölgenin, kendisine özgü şartların, Arap örf ve adetlerinin, kısaca bir hayat tarzının ürünü olduğu görülecektir. Kelimelerin anlamı, o çevrenin ve o şartların içerisinde doğmuş, o dönem Arap kültürünün etkisiyle şekillenmiştir.[6] “Belirli bir kültürün ve coğrafyanın oluşturmuş olduğu dil olgusunun ürünlerini; çeşitli amaçlar için ortaya konan metinleri sadece birer araç olarak görmek, çok yönlü bağlamından koparmak suretiyle ele almak, ahlâk dışı bir davranıştır.”[7] Bu sayılan hususların hangi meal hazırlayıcısı tarafından göz önünde bulundurulduğunu ve ahlaki davranıldığını iddia edebiliriz. Ciddi bir meal hazırlayabilmek için dil yatağına gidip Arapların örfleri ve deyimleri üzerinde yıllarını veren hangi meal yazarlarıdır? Bu söylenenlere olumlu cevaplar vermek zordur. Bunlar olmayınca da ortaya mükemmel ürünler çıkarmak mümkün olmuyor.
Buraya kadar yazdıklarımızın özeti; dili iyi anlamak için bir takım öncüller vardır. Bu öncüller ne kadar iyi bilinirse dil o kadar iyi bilinir. Bu öncüllerin en önemlilerinden birisi de, dilin bağlamıdır: “Kur’an metninin anlaşılabilmesi için önce onun dil dokusu, dokuyu oluşturan sözcük ve tümcelerin yapı ve delalet yönlerini, sözcüklerin kök manalarıyla sonradan müktesep delalet zenginliklerini; ayrıca anlamın oluşmasında etkisi ve katkısı olan dil dışı unsurları, kısaca kültürel, toplumsal, tarihsel ve olgusal bağlamları bilmek gerekmektedir.”[8] Usûlî anlamda tanımını öne çıkardığımız sahâbîler, tüm bunları bilen insanlardı. Fetihlerle beraber sınırları genişleyen İslâm coğrafyasında, Müslümanların dini sözcüklerine izafî manalar yüklendi. Sözcük ve terimler, bağlamından koparıldı.[9] Sahâbîlerden sonra dili anlama sorunu ortaya çıktı ve büyüdü. Zira sahabenin her biri Kur’an’ı ve onun ayrı ayrı kelime terkiplerinin tamamını bilirdi.[10] Öyle ki, Hz. Ömer, Kur’an’ı en iyi şekilde anlamanın olmazsa olmaz iki anahtarı olarak kabul ettiği dil ve sünnet konusunda valisi Ebu Musa el-Eş’arî’ye (ö: 44/664) gönderdiği mektupta şu talimatı veriyordu: “Sünneti ve Arap dilini iyi öğreniniz.”[11] Hatta Hz. Ömer’in seçmiş olduğu sözcüğün “Tefakkuh ediniz” şeklinde olduğunu iyi düşünürsek; öğrenmekten kasıt, dile tam vukûfiyeti içeren mükemmel bir anlama faaliyetidir.
Dilde yetersiz, hadis ve sünnet konularında reddiyeci tutum sergileyen kişiler vahyi anlama faaliyetinin iki anahtarını da kaybetmişlerdir. Ellerinde bu öncüllerin olmadığı meal/tefsir hazırlayıcıları önce ciddiyetlerini takınıp ayetleri oyuncak edinmemeli; dilde ve dinde derinleşmeli. Kur’an’ın Kur’an’la, Kur’an’ın sünnetle ve Kur’an’ın sahabe tarafından yapılan tefsirlerini iyi bilmeliler ve klasik kaynakları da yeterince tanımalıdırlar. Aksi hâlde hevalarından konuşmuş olurlar ki bir değeri olmaz…Burada şunu da hatırlatmak isteriz. Şimdilerde hiç Arapça bilmedikleri hâlde eş deş kelimeler üzerinden meal hazırlamak da moda oldu. Ne diyelim! Allah hidayet versin…
Mehmet SÜRMELİ
[1] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, I, 374
[2] Göktürk, Akşit, Çeviri: Dillerin Dili, İstanbul 1994, s. 23.
[3] Schumaer, E. F., Aklı Karışıklar İçin Klavuz (trc.: Mustafa Özel), İz Yay., 3. Baskı, İstanbul 1999, s. 106.
[4] Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, T.D.K. Yay., Ankara 1982, s. 38.
[5] Izutsu, Kur’an’da Allah ve İnsan, s. 17
[6] Cündioğlu, Dücane, Kur’an Çevrilerinin Dünyası, Kitabevi Yay., İstanbul 1999, s. 37.
[7] Eco, Umberto, Yorum ve Aşırı Yorum (trc.: Kemal Atakay), Can Yay., İstanbul 1996, s. 119.
[8] Kılıç, Sadık, Mak: “Dil ve İnsanın Tarihselliği Bağlamında Dini Metin”, Dil ve Hermenotik Sempozyumu, Erzurum 2001, s. 98.
[9] Keleş, Ahmet, Hadislerin Kur’an’a Arzı, İnsan Yay., İstanbul 1998, s. 122.
[10] İbn Haldun, Mukaddime, II, 464.
[11] İbn Ebî Şeybe, Abdullah b. Muhammed, el-Musannef fi’l-Ehâdîsi ve’l-Âsar, tahk.; Said Muhammed Liham, Dâru’l-Fikr, Beyrut 1989, VI, 139
 

kebîkec

İhvan Forum Üye
Katılım
21 Eyl 2007
Mesajlar
8,080
Tepkime puanı
1,922
Puanları
113
Arapça bilmeyen meal yazarı nasıl oluyor. Az bilen deseymiş bari :)
 

Darul_Beka

Profesör
Katılım
17 Kas 2013
Mesajlar
2,214
Tepkime puanı
174
Puanları
63
MEALLERLE İLGİLİ (1)
Kur’an-ı Kerim, Allah Teâlâ tarafından, tüm insanlara önce içeriğine iman edilip sonra da kendisiyle hayatlarına anlam verilmesi için gönderilmiş ilahi kelamdır. Kur’an, Allah Teâlâ’nın kullarına konuşması olması münasebetiyle aynı zamanda “hitabullah”tır. Sahabe vahyin hitabullah olmasını Resulullah’ın sağlığında içselleştirmiş ve Kur’an’ı, Yüce Allah’ın kendileriyle konuşması olarak anlamışlardır. Hatta Resulullah’ın vefatıyla beraber “hitap” kesildi diye çok üzülmüşlerdir. Bu yüksek anlyış ve algı münasebetiyle vahyin nüzul döneminde ilahi bir uyarıya muhatap olup haklarında okunan bir vahiy inmesinden korktuklarından dolayı daha kontrollü yaşamışlardır. Hayatlarının genişlik alanında vahyi hâkim kıldıkları gibi ihlas ve samimiyet onların şiarı olmuştur. Onları böyle üstün bir anlayışa sevk eden en önemli etken; Hz. Peygamber’in eğitim ve öğretiminden geçerek; vahyin nüzul dönemine şehadet ederek, dil başta olmak üzere vahyi gereği gibi anlamada hiçbir sıkıntılarının olmamasıdır. Vahyi anlamadaki ayrıcalık onları vahiyle yaşamaya sevk etmiştir. Gelen her vahiy onların hayatlarında ameli hâle gelmiş ve herbir sahabi yaşayan bir Kur’an olmuştur. Rivayetlere göre, günlük olarak gelen ayetleri yaşamadan diğer bir ayet grubuna geçmemişlerdir. Kısacası sahabe, Kur’an-ı Kerim’i metalaştırmamıştır. Onları modern dönem Müslüman araştırmacılarından ayıran en önemli husus budur.
Anlama faaliyetinin en üst seviyede olması ve hayata Kur’an ile anlam verilebilmesi için Kur’an’ın bizzat kendisi Müslümanlara bazı tekliflerde bulunmuştur. Hz. Peygamber’in hayatında tekliflerin temsilini bulmak mümkündür. Bu teklifler çerçevesinde vahye yaklaşılır ise anlama sorunu ortadan kalkar. Kur’an-ı Kerim, anlama faaliyetinde “tilavet” kavramına ayrı bir önem vermiştir. Arapça da; bir şeyin peşine düşmek ve iz sürmek anlamlarına gelen “telâ” fiilinden türetilen tilavet; ayetlerin üzerinde dura dura, hayata katarak ve anlayarak okumanın karşılığıdır. Özellikle Peygamber Efendimizin görevlerini anlatan ayetlerde; “Ayetleri tilavet eden bir paeygamberden” bahsedilmiştir. Bu anlamında; fem-i Muhsin sahibi üstadın, ağır ağır, ayetleri izah ederek ve hayata vahiyle anlam vererek okumasına işaretler vardır. Vahyin ideal okunuşunda tavsiye edilen tertil, tilavetin bir türüdür. Elbette bu okuma biçiminde harflerin çıkış yerleri ve tecvidin kuralları da vardır.
Hem Kur’an’da hem de sünnette beyan edildiği vechile vahyi anlamak için uygun zamanın seçilmesi; gönlün ilahi hitaba iştiyak duyduğu vaktin kollanıp yakalanması önemlidir. Gönlün istekli olduğu zamanda okunan Kur’an’a, Müslümanlar huşu ile bağlanırlar. İlahi emir ve nehiyler karşısında anında itaat ederek israiloğullarının yaptığı gibi mızıkçılık yapmazlar. Çünkü huşulu okumak zihni; tefekküre, tedebbüre, tezekküre ve aklı faal hâlde tutmaya açar. Elbette anlamak çok önemli ama sadece mükellefin zihninde kalacak olursa bu okuma türü “ölü okuma”nın bir başka tezahürüdür. Ölü okumalardan uzak durmak için anlamanın en üst basamağı olan tezekkür; anlaşılanların paylaşılması ve sorunların vahiy eksenli çözümünün devreye girmesi esastır. Unutulmamalı ki Kur’an, kendisiyle hayata anlam verilmek ve insanlığın sorunlarını çözüme kavuşturmak için gelmiştir. Allah Teâlâ tarafından nazil olan vahiyle insanlığın sorunlarına çözüm ürettikleri için rabbani ulemaya; “tenzil ehli” denilmiştir.
MEHMET SÜRMELİ
 

Darul_Beka

Profesör
Katılım
17 Kas 2013
Mesajlar
2,214
Tepkime puanı
174
Puanları
63
MEALLERLE İLGİLİ (2)
Kur’an’ın nüzulünden kastın okumaktan ziyade hayata bizzat onunla anlam vermek olduğunu söyleyen en büyük Kur’an âlimi Abdullah b. Mesud ve diğer sahabe, vahiyden önce vahyin mutlak doğruluğuna iman etmişlerdir. Burada kastedilen; modern dönemlerde bazı akademik zevatın ve oryantalistlerin baktığı gibi Kur’an, araştırma konularının içerisinde didik didik arandığı, sübjektif düşüncelerin desteklendiği bir meta değildir. Vahye akademik bir meta olarak bakanlar veya ön kabullerini desteklemek için istişhad malzemesi şeklinde algılayanlar, Allah’ın kelamından asla yararlanamazlar. Aslında Kur’an kendisine nasıl yaklaşılıp istifade edileceğini kendi bütünlüğü içerisinde açıklamıştır.
Bu çalışmayı yapmaktan amacımız, Kur’an-ı Kerim’i hakkıyla anlamak ve hayatlarına vahiyle anlam vermek isteyenlere; söz sanatları başta olmak üzere tüm yönleriyle Arap diline sonra da Kur’an’ın nüzul döneminin kültürüne, vahiy-vakıa ilişkisine, Resulullah’ın tefsirine, sahabenin kavillerine ve bu bağlamda sünnete, esbab-ı nüzul bilgisine, bütünlük çerçevesinde ayet ve surelere bakış ilmine, insanlık ve Arap yarımadasının tarihini bilmeye, fıkıh ve diğer temel İslâmî ilimlerde derinleşmeye ihtiyaç olduğunu hatırlatmaktır. Unutmayalım ki sahabe bütün bu konularda derinleştiği, Hz. Peygamber’in eğitiminden geçtiği, dile ve kültüre vakıf oldukları için Kur’an’ı anlama sorunları olmamıştır. Bazı eksikliklerini ise Resulullah’a, daha sonra da birbirlerine sorarak telafi etmişlerdir. Tüm bu saymış olduğumuz alanlarda derinleşenler diğer şartlarla da mücehhez olacak olurlarsa Kur’an-ı Kerim’in içeriği ve ahkâmı hakkında söz söyleyebilmek ehliyetini elde etmiş olurlar. Ehliyet olmadan usulsüzce Kur’an’ın içeriği konusunda söz söylemek, insanı hidayetten bile uzaklaştırabilir. Her ilmin olduğu ibi Kur’an ilimlerinin de bir usulü/metodolojisi vardır. Bu alanla donanmak insana hem haddini öğretir, hem de vahiyden doğru yararlanmanın yolunu gösterir.
Yukardaki saymış olduğumuz ilimlerde derinleşmeden, Kur’an hakkında ve muhtevasıyla ilgili metotsuz/usulsüz sözler söylemek tehlikeli bir durumdur. Kur’an hakkında ilimsiz konuşmayı Resulullah tasvip etmemiştir. Kur’ana karşı metodik olmayan bir yaklaşım, hem ehliyetsiz kişilerin, hem de onlara kulak verenlerin sapıtmalarına zemin hazırlar. Tüm bunları en iyi bilen Hz. Peygamber efendimiz, metotsuz bir biçimde; usul ilimleriyle donanmadan Kur’an hakkında konuşmanın riskkine hadislerinde işaret etmiştir. Amacımız Resulullah’ın bu uyarılarından yola çıkarak Kur’an tefsiri ve mealinde ehliyetsiz kimselerin söz söyleme haklarının olmadığını onlara hatırlatmaktır. “Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder” özdeyişi çerçevesinde, dinde ve dilde yarım olanların veya hiçbir ehliyeti olmayanların Allah’ın ayetlerinden el çekmelerine bir katkıda bulunmaktır. Bu anlayışla, meal yapacaklara bazı hatırlatmalarda bulunduk. Meallerin tamamını da konu edinmedik. Çünkü yüzlerce meali tenkit etmek çalışmanın hacmini artırır. Kur’an’ı doğru anlamaya yardımcı olur ümidiyle yazdığımız, Sahabenin Kur’an Anlayışı ve Hz. Peygamber’in Tefsir Yöntemi adlı çalışmalarımız meal hazırlayanlara da önemli ipuçları vermektedir. Bu araştırmamızda ise dilin önemi üzerinden hareket ettik ve klasik kaynaklardan kopuk bir meal çalışmasının köksüzlüğüne atıflar yaptık. Hataları ilmi bir dille ifade ettik. Bu durum bir araştırmacı olarak en doğal hakkımızdır. Verdiğimiz meal örnekleri piyasaya çıkmış meallerdendir. Onları itibarsız hâle getirmek gibi bir gaye gütmedik. Kimseyi karalamak gibi bir derdimiz ve şahsi bir husumetimiz yoktur. Hatta bu konularda yazdığımız bazı yazılardan dolayı şahsımıza hakaret edenleri, noterden uyarı gönderenleri tanımıyoruz bile. Aslında teşekkür beklerken uyarı almayı biraz garipsedik. Yanlışta direnenlerle her ilmi platformda tartışabiliriz. Yeterki hakikat ortaya çıksın. Hakaret edenler ise uhrevi sorumluluğu almıştır. Hesabı Allah’adır. Mademki konu, Allah Teâlâ’nın kelamıdır, ehliyetli olmayanların yazmak ve ahkâm kesmek haklarının olmadığını bir defa daha yineledik. Amacımız herkesi Kur’an metnini anlayacak donanımı kazanmaya yönlendirmektir. Dilde ve dinde derinleşmeyi teşviktir. Meal yerine istikamet ehli kalsik ulemanın tefsirlerini okumaya ve muhtevasını zikir ehlinden yardım da alarak yaşamaya yönlendirmektir. Mealle metin arasındaki ayrılıkları ortaya koyarak, “Türkçe mealle namaz kılınır” diyenlerin verdiğimiz örneklerle cehaletlerini ortaya koymaktır. Kur’an mealinin Kur’an olmadığını kavratabilmektir. Çalışmamızın yaralı olacağını umuyor ve karşılığını sadece Rabbimizden beklliyoruz. Hidayet sadece Allah Teâlâ’dandır. O’nun hidayet vermediğine kimse bir şey yapamaz…
Mehmet SÜRMELİ
 
Üst