Ankara...
Şehir dışında geçen sürelerden sonra hiç yoksa 20 yıl havasını tüketmek zorunda olduğum ve bu süre zarfında Anıtkabir'ine girmeyip, Atakule'sinde sigara tüttürmediğim şehir. Kızılay'ı çay, Kocatepe'si nargile, Ulus'u ayran içilen ve fakat hepsinde ortak bir kekremsi tat bulunan, Kocatepe camiinden Sultan Ahmet, Hacıbayram'ından Eyüp Sultan ve Kızılay'ından bir türlü Taksim çıkmayan ama bir şekilde sokaklarında volta atılan, yoksul Müslümanlarla elit münafıkların Ulus'un sağı solu diye şehri bölüştüğü ve yüzüne bakmaya doyamayacağın yerlerin hep bu puşt takımına düştüğü acaip şehir...
İstanbul dışında sevdiğimi anladığım şehir, orda ise (belki trafiğinden küfürler savuracak kadar çekmediğim için) pek hatırıma gelmeyen şehir. Yine de güzel, şöyle zevcemizi kolumuza takıp sahil şeridi yapamayacak olsak da ikinci sınıf suni göllerde, ikinci sınıf şiirler okunabilecek ve kekremsi çayından keyif duyulabilecek bir şehir... Bir de memur kenti olmasa, bir de bizim tayfa azıcık şiir yazsa ve yükselde gezerken kafir züppelerin gitar sesleri yerine kulağımıza inceden bir neşid çarpsa ne güzel olur değil mi...
Şiirde geçtiği gibi...
Ve Ankara
Bir ezan işitecektim yalnızlık ikliminde
Yeşil renkli gecelerine adadığım düşlerin
Kurbanı olmak düşecekti adıma
Unuttuğum heybeme koyacaktım tüm hüzünleri
İki kişilik bir dünya kuracaktık
Hatırlasana...
İçinde kuşlar öten
Tepesinden bulutlar geçen
İnsanları tebessüm eden bir dünya
Oysa pasaklı binalar serdiler önüme
Hayaller için koşturmak gerek dediler
Mutlu olmak için beklemek
Sevmek için (An)karaya düşler emanet etmek