Âmâk-ı hayal yorumlu kitap özeti.

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
DOĞA YASALARI
biz birbirimizi biliriz
İnsanın yegane bilgisi, bir şey bilmediğini itiraf ve tasdik etmektir.
1. ÇİFTE HAFIZLAR
Tımarhane avlusunun (bahçesinin) çevresi demir parmaklıklarla çevriliydi. İnsanlar hayvanat bahçesinde hayvanları seyreder gibi parmaklıklar arkasından biz delileri seyrederek eğlenirlerdi. Çoğu hastanın yakını ve bakıcısı olmadığı için masraflarını çıkarmak için seyircilerin önünde çeşitli tuhaflıklar yaparlardı. İnsanlar da gülerler ve daha çok numaraya teşvik etmek için parmaklıklar üzerinden içeriye bozuk para, tütün, yiyecek, içecek gibi şeyler atarlardı..
Gerçek bir hafız ve arkasında sürekli dolaşan bir Kıptî arabacı vardı. Hafız duvar önünde diz çökerek Davudî sesiyle makamlı Kur’an okurdu. Arabacı da hemen arkasından hafızın okuduğu yerleri daha güzel bir tegannî (melodik ses) ile okurdu. Kelimeleri yanlış seslerle okumasına rağmen dinleyenlerin çoğu fark edemezdi. Çünkü halkın yüzde doksan dokuzu arapçayı ve yüzde doksanı da Kur’an okumayı bilmiyordu. Arabacı içeri atılan şeylerin çoğunu topluyordu. Hafız, Arabacının hafız olmadığını, her kelimeyi yanlış okuduğunu söylerdi fakat kimse aradaki farkı anlayamazdı. Bu iki arkadaşa “Çifte Hafızlar” deniyordu.

Müslümanların ekseriyeti, kâinat kitabını “okuyan” Hz. Resulullah a.s.’ın hatırası ardında dolaşan ve âyetlerin anlamını bilmeden tekrar eden “Çifte Hafızlar” gibiydi. Bilmediğin bir lisanın kelimelerini doğru da telaffuz etsen yanlış da söylesen anlamlarına ermedikten sonra “okumuş” sayılmazsın.
Arabacıya niçin böyle yaptığını sordum. Gayet akıllı cevap verdi:
“Ben kıptîyim. İnsanlar hakaret kastıyla bize çingene derler. Atlı araba ile helal rızık çıkarmak istedim fakat kimse iş ve para vermedi. Dilencilik ve hırsızlık yapmamak için Hâfızın peşine takıldım ve buralara kadar düştük.”
“Nasıl akıl ettin de taklidi hafızlığa başladın?”
“Allah bizi çalgıya, çengiye, şarkıya, türküye mütemâyil yaratmıştır. Fıtraten yetenekliyizdir. Aramızda kalsın Aynalı Baba’ya saz çalmayı ben öğrettim. O da karşılık olarak bana kendi hakikatimi okumayı, tevhid ve kader sırlarını öğretti. Böylece çingenelik mühürünün ruhuma kazıdığı kezzaplı aşağılık duygusundan kurtuldum. Allah’ın Çingene Arabacı olarak da zâhir olabileceğini hazmettim. Fakat bunu ne Kıptiler ne de kendilerini üstün ırk zanneden milletlerin fertleri anlar.”
İçimde yanmaya başlayan aşk ateşinin tesiriyle;
“Yâ Rabbî! Seni her kılık ve kıyafet altında, her isim ve resim tecellisinde her an gördüğüm halde SENİ tanıyamadan geçirdiğim ömrümün tümüne toptan tövbe ediyorum” diye bağırdım.
Gulyabani bağırışımı deliliğime vererek pala bıyıklarının altından gülümsedi.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
2. MAKAM DÜŞKÜNÜ BİR DELİ
(Cırtlak Efe)
Askerliğini Jandarma eri olarak yapmış bir Efe vardı. O da tımarhanede vakit geçiren akıllılardandı. Yedi yıl dağlarda haydut ve eşkıya kovalamış. Dağ köylerinde bir dervişten asıl eşkıya ve haydudun ilim ve irfan nuruyla aydınlanmamış emmare nefs olduğu bilgisini almış. O dervişin sohbetleriyle olgunlaşmış ve pişmiş. Benim gibi ağzını tutamadığı için tımarhaneye kapatılmış.
Bedenin ülke, aklın padişah, bilincin vezir ve emmâre nefsin de cehalet dağlarında gezen, yakalanıp terbiye ve tımar edilmesi gereken bir âsi olduğunu anlatması askerlikte delirmesine bağlanmış.
Cırtlak Efe de kimsesizlerden olduğu için seyircilere eşkıya hikâyeleri anlatarak rızkını çıkarıyordu.
Bir gün yanıma gelerek “Ârife târif abesle iştigaldir” (Zâhiri görüntünün Bâtınî anlamını bilene, kelimelerin işâret ettiği mânâları anlatmak vakit kaybıdır) diyerek selam verdi. Bir fincan kahve ısmarladım ve bir hikâye dinledim.
(Önce italik yazıyı baştan sona okumanızı sonra dönerek açıklama ile birlikte tekrar okumanızı öneririz)​
“Bu memlekette bin kadar eşkıya çetesi var.
Beden ve bilinç boyutunda hakikati örten perdeler var.​
Şefleri Kara Efe, yardımcıları Ak Efe, Mor Efe, Yeşil Efe ve Kızıl Efe.
En kalın kara perde tevhid ilminden bihaber olmaktır. İlim öğrendikçe peredeler incelir, renkler açılır.​
Hepsi adamlarıyla dağa çıktı.
Nefs, tevhid ilminden dağa kaçan eşkıya gibi kaçar​
Ben bütün Türk ülkesinin Ordu Baş Kumandanı olduğumdan Başvekilden bu haydutları tutup
ıslah etmek için emir aldım.​
Bedenimin ve ruhumun vicdanı nefs karanlıklarımı aydınlatmayı istiyor.​
Omuzlarımdan bin tane kol çıkardım.
Aklımı bir tabağa koyarak bin parçaya böldüm.
Her bir parçayı her kol çavuşunun heybesine koydum.
Her perdeyi kaldıracak bir mârifet ilmi vardır. Levhi mahfuz olan aklımızda külli bilgi mevcuttur. Her perde için külli bilgiden bir kıvılcım çıkarmak gerekir.​
Çavuşlar akılları ermedikleri vakit benim aklımı heybelerinden çıkarırlar, ne yapacaklarını danışırlar.
Her an başka bir tefekkür haline düşerim. Her an bir perde kaldırırım.​
İşte bu sayede ne Kara Efe kaldı ne Mor Efe, hepsini yakaladım.
İlmin ve irfanın aydınlığı ile cehaletin karanlıklarını dağıtıp nefs şubelerimi asıllarına döndürdüm.​
Bu muvaffakiyetimi Ulu Padişaha rapor etmişler.
Ruhum mutmain oldu.​
Bana kırk cariye, kırk deve yükü altın ve beş yüz deve yükü nişan (madalya) ihsân etti.
Eşkıya hükmündeki nefs şubelerim cariye misali emrime girdi. Bu aydınlanma dünyadaki en büyük kârdır. Âlemlerdeki her isim ve sıfat tek Zâta ait nişanlardır, tecellilerdir.​
Önceki nişanlarımla sonraki nişanlarımın toplamı kırk bin deve yükü oldu.
Her an yeni bir tecelli halindeyim. Önceki ve sonraki tecellilerim birbirine benzemediği gibi her an sayısız ve sonsuz olarak artmaktadır.​
Hepsini kırk bin âlem katarına yükledim.​
Âlemler benim tecelli gâhımdır.​
Her nişanı bir vagon duvarına asıp üzerine
‘ İş bu nişanlar Ordular Başkumandanı Cırtlak Efe’ye aittir’
diye yazdırıp her gittiğim yere taşıyacağım.
Her katarın (varlık silsilesinin) her ferdinde benim cemalim ve celalim görünür.​
Nişanlar âşikâr eylenmezse ne işe yarar?”
Hakk’ın güzellikleri Kâmil İnsan bilinciyle algılanmazsa ne anlamı kalır?​
Cırtlak Efe’nin seyircileri güldüren zır deli saçmalarının ardında anlayan için nice sırlar mevcuttu.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
3. DELİLİĞİ AKILLILIĞA TERCİH EDEN BİRİSİ
(Dr. Kuru Sıkı)
Üzüm bağlarına sahip bir zengin servetinin tamamını kaybetmiş. Aklı bu yüzden bozulmuş. Elinde kalan birkaç dönüm üzüm bahçesinden daha iyi verim elde etmek için kendince bir ilaç formülü geliştirmiş.
Ziraat mühendislerinin terkiplerini beğenmeyip, asma kütüklerinin bit ve kurt hastalığına kökten çözüm geliştirmiş.
Cıva, asit, barut, şap, kibrit eczası ve birkaç daha zehirli sıvıyı karıştırıp macun yapmış. Elindeki son asma kütüklerine bol miktarda dökmüş. Sonuç, her derde devacı sahte Doktor Kuru Sıkı’nın ilaçlarının sonucu gibi olmuş. Asma kütüklerindeki bit ve kurtlar yok olduğu gibi toprağıyla birlikte üzüm bağı da beş yıl kullanılamaz hale gelmiş.
Eski zenginin nâmı Dr.Kuru Sıkı olarak kalmış.
Dr. Kuru Sıkı çok az konuşan birisi olduğu için akıllı mı deli mi anlayamadım. Nadiren özlü sözler konuşurdu.
Mesela “Teferruata gerek yok, kökten çözüm; varlığı yok etmektir.” Der ve susardı.
Cümlenin anlamı, mutlak yokluk olan ‘fakr hâli’ ile mutabık (uygun) görünüyor. Fakat Dr. Kuru Sıkı’nın fakr hali ile ilgisi delilik derecesindeki meczubiyetiyle birleşince, ilacı gibi zehirleyici dozda bir velî tipi ortaya çıkıyordu. İnsanlara akıllarının alamayacağı üslupla hitap ediyor ve bilgisinden istifade olunamıyordu.
Bu tip velîler haramın ve helalin sınırlarını belirleyen şeriat hükümlerini aklı cüz ile birleştiremezdi.
Aklı cüze göre başkasının malını çalmak, toplumun örfî ve devletin resmî onayı (nikah) olmadan evlilik hayatı (birliktelik-zinâ) yaşamak, insan öldürmek gibi büyük yasaklar vardır.
Varlığın hakikatini sadece soyut olarak tefekküre yarayan aklı kül mantığını, aklı cüzün haramlarına uygulayan meczup (akıl ile alakası olmayan) kişiler; hırsızlık, zinâ ve cinayet gibi haramları ‘hakkın fiili’ zannedip helal kabul edebilirler. Bu mantıkla hareket eden meczup kişiye ‘velî’ de denilemez. Ancak velayetle ilgili bazı nefsi mülheme bilgilerini sızdıran aklî dengesi bozulmuş bir tip denilebilir. Bunlardan her hal ve şartta uzak durmakta yarar vardır. Hükümleri şeriata terstir, yaşantılarında örnek olamazlar ve irşad edici (yol gösterici) kabul edilmezler.
Mesela bir gün bir delinin dişi ağrımıştı. Dr. Kuru Sıkı hademelerden kerpeden, çekiç, keski istedi. Ne yapacağını sordular. Diş ağrısını kökten çözmek için hastanın çene kemiğini çekeceğini söyledi.
Ben de namaz kılmayı bazen unuttuğumu söyleyip bir nasihat istedim. Kulaklarımın hakikatin sesi olan ezana karşı tıkalı olduğunu ve kulakları iki taraftan birleşinceye kadar matkapla delmek gerektiğini söyledi. Hemen koşarak hademelerden matkap bulmaya gitti.
Allah’a nefsimizi nasıl kurban edeceğimizi sordum; çocuğun senin en değerli nefsindir, çocuğunu kes dedi. Bu cevabı ile Kur’an’daki ve İsrâiliyattaki (Yahudi Hikayeleri) mecazi anlatımları gerçekten ayırt edemeyecek derecede zahirden ve bâtından kopuk olduğunu anladım.
Bazen de çok esrarlı cevaplar veriyordu. Bana Allah’ı anlat dedim; benden mi dinlemek istersin yoksa kendisinden mi dinlemek istersin dedi, sustu ve konuşmadı.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
4. RÜYA, RÜYA İÇİNDE
Manisa Tımarhanesinde gerçek delilerin arasında birkaç akıllı (?) vardı. Cırtlak Efe, Arabacı Kıpti, Doktor Kurusıkı ve ben akıllı delilerden idim. Bizi de tımarhane dışındakiler tanıyamamış, deli (?) zannetmişlerdi.
Biz dört akıllı (?) aynı koğuşta kalıyorduk. Güneş doğmadan önce kalkmış yataklarımızda oturuyorduk. Sabah çorbasına kadar kapı kilitli kalıyordu. Gözlerim isteğim dışında duvara döndü. Duvardan Aynalı’nın süzülerek odaya geçiş yaptığını gördüm.
Hiçbir şey olağan üstü gelmiyordu ve doğa yasalarıyla mucizeler arasında da bir fark görmüyordum. Çünkü bu âlem ezelden ebede ‘her şey olabilir’ mayası ile mayalanmıştı. Sürekli görüp de kanıksadığımız olaylara ‘doğa yasaları’ diyorduk. Arada sırada oluşan ya da sadece bir kez bir Resul veya velî vesilesiyle görülen olaylara da ‘doğaüstü’ diyorduk. Doğaüstü bir olay mesela Hz. Musa dönemindeki ‘denizin yarılması’ her beş bin yılda tekrar etse mucize olmaktan çıkar doğal bir hadise haline gelirdi.
Bir kez gerçekleşen olaylar mucizedir. Aslında her insan da bir kez zahir olmak itibarıyla mucizedir.
Aynalı Baba bu arada odanın ortasına kadar yürüyüp durdu. Selam verdi. Herkes selama karşılık verince, diğerlerinin de onu gördüğünü anladım. Aynalı tatlı sesiyle;
“Haydi! Erenler toparlanın, sabah kahvesini benim şatoda içelim” dedi.
Günlük kıyafetlerimizde pijama ve elbise ayrımı olmadığı için hepimiz de zaten hazır haldeydik. Buradan nasıl çıkacağız diye sormadım. Dünya hayatı tümüyle bir rüyaydı. Uyuduğumuzu zannettiğimiz sürecin rüyasında duvardan geçiyorduk. Şu anda da uyanıklık rüya sürecini yaşıyorduk. Uyumak ve uyanık olmak dünya rüyasının iki haliydi. Hepimizde aynı bilinçte olduğumuz için yoğun bir sis perdesinden geçiyormuşçasına duvardan geçip gittik.
Hastane bahçe duvarından da aynı şekilde geçtik. Akıllı (?) insanlar biz delileri (?) görmüyordu. Biz bize boyutundaydık. Geçen yıl tanzim edilen yeni at pazarına gelince Aynalı durakladı. İnsanlar şiddetli pazarlıklarla at alıp satıyorlardı. Bizler başka boyutta olduğumuz için görünmüyorduk fakat atlar gördüğü için ürküyorlar, şaha kalkıyorlardı.
Aynalı parmağıyla parke taşlarının arasındaki bir karınca yuvasını gösterdi. Oraya dikkatle bakmamızı istedi. Biz dört deli (?) yuvaya bakmaya başladık. Taşların üzerinde beş yüz kadar mini karınca toplanmış, kaynaşıyordu. Biraz sonra bir at tam yuvanın üzerine geldi. Yeni doğmakta olan güneşe gölge oldu. Aynalı‘nın işaretiyle yürüyüşe devam ederek at pazarından çıktık.
Mezarlığın ortasında Aynalı’nın önceki kulübesinin aynısı duruyordu. Beşimiz yeşil otların üzerine oturduk. Bu sefer Aynalı Baba kahvemizi yeni temin ettiği bir ispirto ocağında demledi. Büyük fincanlarla ikram etti.
Sabah ziyaretine gelenler vardı. Bir kaçı bizim oturduğumuz yere doğru yöneldiler. Birisi benim içimden geçti gitti. Ben de merak saikasıyla onun üzerine yürüdüm. Ben de onun içinden geçtim. O benim farkımda değildi. Ben ona göre ruh idim, o da bana göre ruh idi. Fakat ikimizde kendi boyutumuzda kendimizi madde olarak algılıyorduk.
Yaşlı birisi ortamıza oturdu. Bizi ve kulübeyi görmüyordu fakat arkadaşına şöyle seslendi. Belli ki kalbi daha saf ve hisleri daha kuvvetliydi:
“Burada ruhlar hissediyorum. Canım da taze çekilmiş kahve çekti.”
Ziyaretçiler uzaklaştılar. Yıllardan beri özlediğim kahve âleminin keyfiyle kendimden geçmişim.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
5. KARINCALARIN İMANI VE İRFANI
Zifiri karanlık bir mağarada beş yüz kadar karınca yavrusu vardı çevremde. Kendime baktım ben de karıncaydım. Işık olmamasına rağmen çevremi çok net görüyordum. Hemen yanımda yatanlar da yine karınca tecellisine dönüşmüş olan tımarhane arkadaşlarımdı.​
Birbirimize antenlerimizle mesaj göndererek haberleşiyorduk. Hepimiz birkaç günlük yavruyduk ve hızlı eğitimden geçiriliyorduk. Öğreticilerimiz yaşlı karıncalardı. Bir şeyi bir kez söylüyorlar ve hepimiz de aynı anda anlıyorduk.
Bir hafta içinde yuva dışına çıkacak kadar büyümüş ve her şeyi öğrenmiştik. Öğrenmek kavramı bana biraz ters geliyordu. Sanki anlatılanlar beynimin içine kendiliğinden yerleşiyordu. Davranışlarımı düşünmeden yapıyordum. Her seferinde doğru olan karar ve fiil otomatik olarak açığa çıkıyordu. Sevki tabii (içgüdü) denilen şey bu olmalıydı.
İç duygularımda kin, nefret, hırs, kibir, gurur gibi şeyler yoktu. Tembellik yapamaz durumdaydım, tüm zerrelerim enerjiyle kaynıyor, sürekli hareket etmek istiyordum. Suç işlemiyordum. Çünkü sevki tabiimde suç işleme programı yoktu. Bu durumda insanlardan ve meleklerden üstün olmamız gerekiyordu. Hâlbuki insanlar âlemindeki tasnife göre en alt sıradaydık, çünkü hayvandık.
İnsana en üste çıkma şansını; isyan, hata, tembellik, gurur, kibir ve benzeri davranışlara müsait olması fakat bunları terk ederek disiplin altına alması mı veriyordu? Bu davranışların hiç birisini terk etmediğimi ve disiplin altına almadığımı hatırladım. Demek ki benim insanî tecellimin sadece görünüşü insan imiş, bilinç olarak şu anki hayvanî tecellimden daha da aşağıda imişim.​
Antenlerimize yeni bir titreşim geldi. Yuvamızın en yaşlı ve en âlimlerinden oluşan heyet bizi dışarıda bir konferansa davet ediyordu. Bölükler halinde tüm yavru karıncalar dış dünyada toplandık. Yuva dışına çıktığım anda insanlık ve hayvanlık şeklinde olan çift bilinç duygumu kaybederek tamamen karınca oldum.
Dış dünyada çok tuhaf şekiller vardı. Taşlar köşeli idi ve yan yana sıralanmıştı. Bir tanesini on bin karınca kıpırdatamazdı. Sonra bu köşeli taşlar muntazam olarak toprağa gömülmüştü. Yuvamızın çıkışı bu mucizevî taşların arasındaydı.
En yaşlı âlim, ârif ve filozof karınca yüksek bir yere çıkarak konferansa başladı.
“Sevgili gençler. Hepinizi bir arada görmek bana çok büyük şeref verdi. Biz yaşlandık, yakında da ölürüz. Fakat içimiz huzurlu ve rahat. Bu gün burada sahip olduğum evrensel sırların tamamını sizlere aktarmayı düşünüyorum. Sizin hepinizin benim sahip olduğum ilme ve irfana lâyıkıyla vâris olacağınızdan eminim.
Milyarlarca yıldan beri atalarımızın bize devrettiği ilme göre; anteni sonsuz uzunlukta olan tek ve yüce tanrımız tüm evreni biz antenli karıncaların hizmeti için yarattı. Dünyada karıncalardan başka varlıklar olduğunu da biliyoruz. Fakat onları göremiyoruz. Belki de onlar bizi görüyordur. Ve bize özenerek bakıyorlardır. Çünkü en güzel sûret karınca görünüşüdür.
Mâneviyatı açık karıncaların keşfî bilgilerine göre diğer varlıkların; acaip, garip, yetersiz vücutları ve yeteneksiz beyin yapıları olduğundan eminiz.
Meselâ şu köşeli taşları buraya başı bulutlara değen akılsız devlerin döşediğine inanıyoruz. Bu taşların doğaya ve karıncaya hiçbir yararı yok. Devler akılsız oldukları için içgüdüleriyle taşları yontup döşüyorlar. Kendilerine de yararı olmayan bu işi yapma nedenleri yüce antenli tanrının onları öyle programlamış olmasıdır. Anlamsız amel işleyecek mahlûk olarak yaratılmadığımız için ne kadar şükretsek azdır.
Bir yıldan beri yüce antenli yaratıcımız doğaüstü olaylarla bize vahiy gönderiyor. Kendisini unutmamamız, verdiği nimetlerin değerini bilmemiz için mucizeler gönderiyor.
Bir yıl önce devler yuvamızın çevresine köşeli taşlar döşedi. Düşünün bu bizim yapamayacağımız muazzam bir iştir. Bin karınca bin yıl çalışsa bir taşı ancak döşer. Düşünün ve itiraf edin! Bu devleri mutlaka yaratıcı sonsuz antenli bir tanrı sevk ve idare ediyor, onlara bu işleri yaptırıyor. Taşlara bakın, taşlardaki dizayn ve mühendisliğe bakın, ne kadar mucizevidir. Bu sanatı akılsız olan ve sadece içgüdüleriyle yaşayan insan denen devler yapabilir mi? Demek ki bu taşlar bizim işimize yaramasa da yüce antenli yaratıcımız bu taşlarda insan denilen mahluk elinden tecelli ettirdiği harika san’atıyla bize kendi varlığını ihtar ediyor.
Şu üzerimizdeki dört sütunlu buluta bakın! Milyarlarca yıldan beri bulutlar hep havada gezerdi. Bu mucize bulutun yerden başlayıp da gökyüzüne uzanan dört tane hareketli sütunu var. Tam yuvamızın üstüne gelerek bizi güneşten koruyor.
Bu mucizevi bulut arada sırada sıcak yağmur yağdırıyor. Öğretim görevlilerimiz, profesörlerimiz ve yüzlerce yüksek lisans öğrencilerimiz mucize bulutlar ve sıcak yağmurlar hakkında tezler hazırlıyorlar. Henüz bu işlemin mucize mi doğa yasası mı olduğunu çözebilmiş değiliz.
Yüce antenli tanrımızın, ve yüce rabbimizin hikmetinden sual olunmaz ama bizim karınca kullar olarak üzerimize düşen bilim farzını da icra etmemiz gerekiyor. Şimşeksiz, bulutsuz ve gök gürültüsüz atmosferde birden ortaya çıkan bu sıcak yağmur bulutlarının gaybî sırlarını da çözmek zorundayız.”
Dördümüzün başı döndü. Antenlerimizle mesajlaştık. Karınca bilincimizin yanında insanî bilincimiz de tekrar devreye girmişti. Ben söz isteyerek yüksek yere çıktım. Yaşlı âlim karınca gururla öğrencisini dinlemeye başladı.
“Sayın üstadlarım ve değerli arkadaşlarım. Ben âcizane kardeşiniz, haddim olmayarak üstadlarımın ve değerli bilim karıncalarının tezlerine karşılık olarak bir anti tez sunmak istiyorum.
İlk olarak yüce antenli tanrımızın biz karıncalara benzeyen antenlerinin olmadığını ve karınca gibi bir bilinci olmadığını iddia ediyorum.​
(Üç karınca hariç diğerleri yoğun bir titreşim koparır)​
Lütfen antitezime saygılı olun. Belki de burada gerçeği ama sadece gerçeği bilen dört karınca vardır. Hepiniz yanılıyor olabilirsiniz. Beni anlarsanız hakikat ehli olursunuz.
Yüce yaratıcı ne karıncaya ne de dev varlıklara benzer. O sadece kendisine benzer. Hatta o tek olduğu ve sonsuz olduğu için benzeyecek ve ya benzemeyecek varlıklardan münezzeh olmak zorundadır.
Bir yıldan beri başımıza musallat olan olaylar mucize değildir. Tanrının vahyi, ikazı ve işareti de değildir. Sizin karınca gözüyle algılayamadığınız ancak bulutumsu yoğunlukta görebildiğiniz şey dört bacaklı bir hayvandır. Elli milyar karınca toplam ağırlığına eşit bir hayvandır.
Başınıza yağan da sıcak yağmur değil at, beygir ve merkep isimli dev hayvanların idrarlarıdır.”
Âlimler, profesörler ve karıncalar şok olmuşlardı. Hepsi birden beni linç etmek için üzerime hücum ettiler. Hepimiz tek top karınca kümesi olmuş kaynaşıyorduk. Birden tepemizdeki at idrarını salıverdi. Bizim dörtlü ile birlikte tamamımıza yakını idrar içinde boğularak ölmüştük.
Ortalık kuruyunca bizi yuvaya taşıdılar. Ölü olduğum halde çevremi algılıyordum. Birisi beni yavaş yavaş sallıyordu. Gözlerimi açtığımda beni sallayanın Aynalı Baba olduğunu gördüm.
Aynalı Baba tebessüm ederek
“İnsanoğlunun da
ilmi, irfanı, imanı ve gaybi sırlara vâkıfiyeti
ancak âlim karınca kadardır”
dedi.​
Bizi tımarhaneye doğru uğurlarken elindeki sazıyla da bir türkü tutturmuştu.
Güneş yanar, âlem döner,
Bir gün gelir, hepsi söner.
Ey sâhib-i ilm-ü hüner,
Bilir misin, sebebi kim?
Ne gelen var, ne giden var,
Ne solan var, ne biten var,
Ne gülü var, ne diken var,
Bilir misin, sebebi kim?
Her zerre ferd yoktur eşi.
Aceb bunlar kimin işi?
Ey kendini bilmez kişi,
Bilir misin, sebebi kim?
Haktır desen mânası ne?
Sebep midir? Bir kelime:
Soruyorum sana yine,
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
LEYLÂ’lı MECNÛN
peçenin ardındaki güzel
Mecnûn hançeri kaldırır ve tam kalbine saplamak üzereyken durur.
“Hayır, Leylâ! İntihar etme” der.
Leylâ ve Mecnûn hakkında açıklama :
Leylâ ve Mecnûn Osmanlı divan şairi ve tasavvuf edebiyatı üstâdlarından Fuzuli tarafından yazılmış bir hikâyedir. Leylâ ve Mecnûn isimli şahıslar tamamen hayali kahramanlar olup tarihte yaşadıklarına dair hiçbir iz yoktur..
Fuzulî bu hikâyeyi beşerî aşk tarzında anlatmıştır. Fakat hikâyenin anlamının beşeri aşk ile uzaktan ve yakından hiçbir alâkası yoktur. Hikâye tamamen tasavvufi içeriklidir.
Leylâ; tasavvufî yolculuk olan seyr-i süluk (bilincin hakikate yükseliş aşamaları) ile ulaşılacak gâyenin sembolüdür. Mecnûn da nefsin (o gâyeye yükselen bilincin) sembolüdür.
Leylâ; gece, geceye ait, gecenin rengi gibi anlamları içeren bir isimdir. Tasavvufta gece, karanlık ve siyah kavramları Allah’ın zâtî yönüne işaret eden sembolik bir renktir. İnsan kalbinin ya da daha doğru bir ifade ile insan bilincinin AHADİYET (teklik) ilmini tanıyıp o ilme âşık olması olayı siyah renk ile anlatılır. Bunun da kaynağı; Hz. Muhammed a.s.’ın Mekke’yi fethettiği gün sancağının ve sarığının renginin siyah olmasıdır.
Zâhirde Mekke’yi fetheden Resulullah a.s. hakikatte Ahadiyet ilminin zirvesini fethetmiştir. Ahadiyet ilminin zirvesi ise a’ma (mutlak yokluk, mutlak teklik, mutlak karanlık) makamıdır. Aydınlıkta varlığın kesreti (çokluğu) görünür ama gece olunca ışıkta görülen tüm çokluk kalkar ve yerini sonsuz bütünlük olan tekillik kaplar.
Mecnûn kelimesi “göze ve bilince gizli olmak” anlamındaki kök harflerden gelmektedir. Cennet, cin, cinnet kavramları birbirine akraba sözcüklerdir. Cin “beş duyuya gizli varlık” anlamındadır. Cennet de yine “beş duyumuza gizli bir mekân” anlamını içerir.
Cinnet geçirmek; sebebi gözle görülemeyen bir olay nedeniyle akli kontrolü kaybetmek anlamındadır. Mecnûn ismi de hikayeye özgü olarak cinnet derecesinde tüm bilincini AHADİYET ilmine odaklamak ve o ilimden başka tüm varlıktan ilgiyi kesmek anlamlarını içerir.
“Mecnûn’un Leylâ’ya aşkı başlangıçta beşeri bir aşk idi sonradan Leylâ yerine Mevlâ’yı buldu ve aşk ilahi aşka dönüştü” gibi basit bir yorumu tamamen terk etmemiz gerekir. Leylâ ve Mecnûn hikayesi ilâhî aşkı da anlatmaz. Mecnûn; kendisini Ahad’dan ayrı bir varlık zanneden bilincin tekrar Leylâ’ya; yâni kendi Ahadiyetine dönüşünün hikâyesidir. İnsanın kendi hakikatini idrakidir. İnsan ve ismi Allah olan bir tanrının birbirini sevmesi değil Allah’dan gayrı varlığı olmayanın kendine olan aşkıdır. Allah’ın kendine olan aşkının hikâyesidir.
1- RAPORLU TABURCU
Manisa tımarhanesindeki çilemi doldurmuş ve annemin dilekçesiyle hastaneden taburcu edilmiştim. Çıkış belgemde “Yaptığı şeylerden ve düşündüğü şeyleri söylemesinden mes’ul değildir” yazıyordu.
Ben “her dilediğini sualsiz yapacak ve yaptığından asla sual olunmayacak” bir belgeye ulaşmıştım. Buna delilik mi, velîlilik mi denilir? Siz karar verin.
Cebimdeki belgeye göre her düşündüğümü kimseyi dikkate almadan ifade etmek özgürlüğüm de vardı. Yâni ben Râci olarak sanki evrende “tek” varlık imişim gibi her şeyi kendi kendime konuşabilirdim. Nasıl olsa ben’i ben’den başkası duyamayacaktı. . .
Başta anneciğim ve tüm tanıdıklar benim için üzülüyorlardı. Fakat onulmaz akıl hastalığına düşmüştüm, tedavi olunamazdım, çârem yoktu. Ben de, bana acıyan akıllı (?) akrabalarıma ve dostlarıma üzülüyordum. Onların da benim gibi hastalanması için dua ediyordum.
Aynalı Baba’yı da aramıyordum. Ben nerede isem o oraya geliyordu. Manisa’dan İstanbul’a dönmüştüm. Canım Aynalı ile buluşmak, ispirto ocağında demlenmiş bir fincan kahvesini içmek dilediğinde a’mak-ı hayalimde bir boyut açılıyor ve sadece ikimiz o âlemde buluşup keyif ediyorduk.
“Aynalı ve Aynalı Baba” boyutu dışımda bir varlık değil, düşünce dünyamda oluşturduğum sanal bir ortamdı. Ben Aynalı Baba idim ve aynı zamanda Râci idim. Kendi hakikat boyutlarından dilediğini oluşturma gizemine ermiş, duâ sırrını çözmüş bir Râci idim. Kendimle her an buluşan vahded idim. Kendimle her an buluşan kesret idim.
Püsküllü fesimi başıma taktım. İtalyan iskarpinlerimi giydim. Hâkim yaka beyaz gömleğimin üzerine saçaklı kırmızı ipek kuşağımı sardım. İspanyol paça pantolonum, üstünde yelekli ceketim, elimde bastonum ile İstanbul’un parke taşlı yollarını arşınlamaya hazırdım. Bıyıklarımın ucunu burdum ve Beyoğlu sırtlarına doğru yürümeye başladım.
Eski dostlarım için bu fiyakalı kılığım artık eski akıllı Râci’nin değil yeni deli (?) Râci’nin sembolüydü.
Unkapanı’ndan Tarlabaşı’na doğru çıkarken küçük bir bostan içinde yaşlı bir çınar ağacı vardı. Aynalı Baba’nın orada oturmuş beni bekliyor olmasını kafamda kurguladım. Neşeli adımlarla bostana girdiğimde ispirto ocağının ve Mısırçarşısı’nda satılan meşhur Hacı . . . kahvesinin kokusunu çoktan almıştım.
Aynalı Baba her zamanki haliyle tebessüm ederek “Hoş geldin nûrum” dedi ve hemen kahveleri iri fincanlara doldurdu. Beraberce çınar ağacına yaslandık kahvelerimizi içmeye başladık.
Çınarın arkasında eski piyano ve üzerinde ney öylece arazi üzerinde duruyordu. “Neyi anladım ama piyano oraya nasıl gelmişti?” diye düşünmedim. Belkıs’ın Tahtı’nı ne getirdiyse; piyanoyu, neyi ve hatta Aynalı Baba’yı da aynı güç getirmiş olmalıydı. Yâni Süleymân’da, Süleymân olarak zâhir olan Bâtın, şimdi de Râci olarak Zâhir idi ve aynı fiili tekrar ediyordu.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
2- EMMÂRE NEFSİN, MÜLHİME NEFSE AŞKI
Aynalı Baba;
“Evlât bu gün biraz coşkunum. Sana ney çalayım” dedi ve üfürdükçe yerler gökler inlemeye başladı. Kendimden geçmişim.
Emel şehri beyinin oğluymuşum.
Annemin ve babamın bir tanesiydim. Oldukça gösterişliydim. Çok şık giyiniyordum. İpek atlas kıyafetlerle inci mercan süslü atımla dolaşmaya çıktığımda halk beni görünce; “Fetebârekellâhu Ahsen-ül hâlikin, var edicilerin en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” âyetini okuyarak bakarlardı. Genç kızlar benimle evlenmek için hayaller kurarlardı. Fakat kalbimde doldurulamaz bir boşluk hissediyordum. O boşluğun ne olduğunu da bilmiyordum. Hiçbir saltanat nimetinin ve dünya güzelinin aşkının ruhumdaki sonsuz girdabı doldurabileceğini zannetmiyordum.
Ne aradığını bilememek ve bulamamak derdi ile zamanla hastalandım, yatağa düştüm. Günden güne sararıp soluyordum. Derdime çâre olması için ülkenin her yerinden hekimler getirildi ama hiç birisi devâmı bulamadı.
Nihayet dağ başında yalnız yaşayan bir yaşlı âlim gelerek hastalığımı teşhis etti. Babama;
“Ey efendi! Oğlunuz seviyor. Aşk hastasıdır” dedi.
“Muhterem hocam kimi seviyor?”
“Hiç kimseyi. İşte aşkın en öldürücü şekli budur. Bu gencin bağrını yakan aşk mutlak aşktır. Yâni hiçbir şeye karşı olmayan ve hedefi bulunmayan bir aşktır. Bu aşka bir hedef bulmalı; ondan sonra aşkın ateşini, cana can katan kavuşma hâli ile söndürme yolunu düşünmeli. Böyle olmazsa ölümü muhakkaktır.”
Aileme göre iş basit olup sadece beğeneceğim bir kız bulmaktı. Oysa benim derdim dış dünyada değil iç dünyamda idi. Bilincimin emmare nefs boyutu her şeye doymuştu. Kendini beğeniyor, gücünün ve kuvvetinin sonsuz derecede artmasını ve Firavun gibi ölümsüz bir tanrı olmayı planlıyordu.
Emmâre nefsim aklımı ve ruhumu emrine almıştı. Aklım ve ruhum kölesi olmuş Emmâre için “Fetebârekeallâhu Ahsen-ül hâlikîn!” diyorlardı. Fakat Emmârem yaşamın sonlu, gençliğin geçici, şan ve şöhretin çökücü, saltanatın yok olucu olduğunu çok iyi biliyordu. Bunları nasıl tanrısallığa dönüştürebilirdi? Derdi buydu. Tanrı olmaya âşık olmuştu.
Ben de bu derdimi imansızlık, kâfirlik, dalâlet, sünneti seniyyeyi terk gibi şeriat suçlarıyla yargılanmamak ve dışlanmamak için açıkça söyleyemiyordum.
Bir gün sokaktan geçen adam şöyle bağırıyordu:
“Kapalı bir sandık satıyorum. İçinde ne olduğunu bilmiyorum. Alan da pişman olur, almayan da!”
İlk defa içimde bir merak duygusu uyanmıştı. Babam o gizemli sandığı hemen bin altına satın aldı. Sandığı kırmadan açmak bana büyük bir zevk vermiş, tam iki gün şifresini kırmak için çalışmıştım. Nihayet açıldı. İçinden Maksûd Şehri Padişâhı Sultan Kerâmet’in dünya güzeli kızı âyine-i Aşk Bânu Sultan’ın bir resmi ve bir yazı çıktı.
Bânû’nun resmi bu kadar güzel ise kendisi nasıldır diye merak ettim ve yazıyı okudum.
“Bu resmi gören herkes Bânû’ya âşık olur. Fakat ona âşık olmak ölüm demektir. Şimdiye kadar bin genç bu yolda ölmüştür. Kendini seven bu sevdadan vazgeçsin!”
Emmâre nefsim ölümsüz tanrı olunca yanına da ölümsüz bir tanrıça istiyordu. Emmâreden sonraki en esrârengiz nefs boyutu ‘mülhime’ idi. Mülhime kapalı bir hazine sandığı gibiydi. Ölümlü emmârenin aradığı ölümsüzlük suyu Âb-ı Hayât’ın formülü onda mıydı? Onda olduğuna inanarak bu sefer de ‘mülhime’ye âşık olarak sırlarını araştırma yolculuğu olan seyr-i süluka hazırlanıyordu.
Aileme Maksûd şehrine gidip Bânû’yu alıp geleceğimi söylediğimde çok şiddetli itiraz ile karşılaştım. Israrım sonucu iknâ oldular ve yola çıktım. Bir yıl süren yolculuktan sonra hedefe vardım. Beni sarayda konuk ederek hemen Bânû’nun huzuruna çıkardılar. Bânû beni beğendiğini itiraf ederek bana yazık olmaması için bu sevdadan vazgeçmememi ve evime dönmemi ısrar etti. Şöyle dedi:
“Ey Genç! Benimle evlenmen için suallerime doğru cevaplar vermen gerekir. Fakat şimdiye kadar kimse doğru cevabı veremediği için helak oldu. Sorularıma doğru cevabı bulabilenler ise zaten benimle evlenmeye ihtiyaç duymaz. Benden daha güzel olan ‘Güneş’ Sultan sevdasına yakalanırlar.”
Nefsi emmârenin kararları delikanlılık çağındaki duygusallığa mağlup olan gençler gibidir. Emmâre her şeyi bildiğini iddia eder. Fakat hatalarına levm ederek (pişman olarak) aynı hataları yinelemeden bir yol gösterici desteğiyle mülhime nefs boyutunda sırlar ilminin bahçesine adım atar. En kaygan zemin olan bu boyutta ayağı kaymazsa Mutmain Nefs’in hakikati ‘Güneş’ gibi doğar. Emmâre nefs artık aradığı aşkı kendi hakikati olarak Mutmain nefsde bulmuştur ve Mülhime’ye (Bânû’ya) tekrar dönemez.
“Hayır ey Bânû! Âlemde senden daha güzel bir varlığın olabileceğine inanmıyorum. Ben senin sevdandan vazgeçemem. Bana sorularını sor.”
“O halde günah benden gitti. Ya hem beni kaybedersin ya da hem kendini kaybedersin. Ya da Güneş Sultan’ın çekimine kapılarak yine beni kaybedersin. Her halükârda ikimizin sağlıklı olarak kavuşması ve bir arada durması imkânsızdır” dedi ve bir ah çekerek suallerini yöneltti;
“Bir;
elif mi noktadan, nokta mı eliften çıkmıştır?
İki;
bu ne vakit olmuştur?
Üç;
elifle noktanın aynı olduğunu canlı örnekle kanıtlayabilir misin?”
Bu suallaerin sonunda Bânû yüzündeki peçeyi kaldırdı. Ben o eşsiz güzellikteki yüzü görünce göz kamaştırıcı güzelliğine dayanamayarak “Allahu Ekber” feryadı ile düşüp bayıldım.
Yaratılışça saf ve temiz olan “nefs” bölgesel şartlanmalardan, toplumsal saplantılardan ve kişisel özelliklerden dolayı saflığını kaybeder. Hatalı ve kısıtlı bilgi ile donanmış anlamındaki “emmâre” nefs sıfatını alır. Emare nefs bilincini yaşayan birey içinde bulunduğu toplumun dinsel, mistik, tasavvufî ya da felsefî soyut konularına ilgi duyarsa “öz eleştiri/tefekkür” yapan anlamındaki “levvâme” nefs sıfatını alır. Levvâmenin kalıplarını kırıp evrensel düşünceye ilk adımını attığında şartlanmalarından öğrendiği tanrı düşüncesini yıkarak “Allah” gerçeğini çok genel hatlarıyla kavramaya başlar. İlk anda kendini ve tüm varlığı Allah’ın projeksiyonu gibi kavrar. Emmâre ve levvâmenin dar kalıplarına göre bu projeksiyon düşüncesi sonsuz sınırsız bir keşif gibi gelir. Hâlbuki Allah’ın projeksiyonu olmak hâlâ özünde tanrı inancını ve ikiliği barındırmaktadır. Buna rağmen sûfî’nin burada müthiş bir şekilde başı döner. Allah ile arasındaki perdelerden sadece birincisi kalkmıştır henüz. Daha sonsuz perdeler olmasına rağmen kalkan ilk perdede dahi sonsuz güzelliği tam seyrettiğini zanneder.
Bânû’nun yüzündeki peçeyi kaldırması Râci’nin ilk tasavvufi keşiflerinden birisinin sembolik anlatımıdır.
Gözümü açtığım zaman Aynalı Baba tebessümle konuşuyordu:
“Elif harfinin üstüne bir çizgi at ‘e’ olsun. Altına çizgi at ‘i’ olsun. Üstüne vav koy ‘û’ olsun. Elif nasıl oluyor da böyle kılık değiştiriyor? Elifi değiştiren çizgilerdir demek cevap değildir. Asıl cevap ise akıl tasını çatlatır. Hak her an başka bir tecellidedir desen herkes baş sallar ‘evet’ der. Ama Hak tecelli etmez kendisi olarak; sen , ben, o olur desen Hallac gibi başını kaptırırsın. Bu elif bâ meselesi de amma çetin şey! ‘Sen elif dersin hoca, mânâsı ne demek’ diyen Türkmen Yunus gibi burada susmak gerek”
Aynalı Baba neyini koynuna soktu. Piyanosunu tarlada bırakarak bostandan çıktı gitti. Aslında oradaki piyano bana göre vardı. Hatta sadece piyano değil; Aynalı Baba, neyi ve kahve takımı bana göre vardı. Normal insanların beş duyusu bunları algılayamıyordu. Ben de piyanoya ne olacak düşüncesinde olmadığım için Tarla başı mahallesinden Beyoğlu semtine doğru yoluma devam ettim.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
LEYLÂ’sız MECNÛN
peçesiz güzel
Bu gün canım İstanbul Boğazı’nda sandal gezintisi yapmak istedi. Üsküdar’da gözüme boş bir sandal kestirdim. Sahibi yüzünü peştamalla kapatmış uyukluyordu. Biraz ağır adımla bastırarak bindim.
“Kaptan-ı Deryâ, asıl küreklere” dedim. Yüzündeki peştamalı kaldırdı. Tahmin ettiğiniz gibi bana gülerek bakan Aynalı Baba idi..
“Nereye nûrum” dedi.
“Elbette Bânû’nun olduğu boyuta” dedim.
Kıyıdan biraz açıldık. İspirto ocağında kahvemizi demledik. Sandalın periyodik yalpaları ve kahvenin rahatlatıcı tadıyla kendimden geçmişim.
Bu günkü hayalim dün kesildiği yerden başlamıştı. Ben bayıldıktan sonra Bânû da derinden ah çekerek bayılmıştı.
Önceki bölümde açıkladığımız gibi Bânû Mülhime Nefs’i sembolize ediyordu. Mülhime nefs emmâre nefse muhtaçtır. Çünki faaliyet için gereksinim duyduğu yaşam enerjisini emmareden alır. Bunun için tasavvufta emmare nefsi öldürmek, yok etmek yoktur. Sıfatlarını ve işletim sistemini düzenleyerek üst nefs boyutlarının emrine vermek vardır. Bunun kaynağı yine Resulullah’dır. Şöyle ki:
Üç sahabe bazı kararlar alarak Resulullah a.s.’a gelirler. Birisi Hristiyan ruhban keşişler gibi tamamen cinselliğini öldürüp ibadet etmek istediğini söyler. Diğeri dağ başına çekilip mağarada ibadet edeceğini söyler. Üçüncüsü de ömrü boyunca oruç tutacağını bildirir.
Resulullah a.s. üçünün de yolunun yanlış olduğunu ve kendisinin Allah’ı en çok bilen ve O’ndan herkesten daha çok haşyet duyan olduğu halde; aile hayatı yaşadığını, toplum içinde doğal hayat sürdüğünü ve bazen oruç tutup bazen tutmadığını belirtir.
Bu üç husus İslâm Sûfizmini​
Hristiyan mistisizminden ve Hint felsefesinden (Budizm, Hinduizm vs.) ayırır.​
Bireyi​
“Toplum içinde inzivaya,​
zahirini halk ile aynı yaşamaya,​
bâtınını Hak ile daimi birliğe​
ve​
her nefs boyutunun ölçülü olarak hakkını vermeye”​
yöneltir.​
Bânû’nun bayılması emmareyi temsil eden şehzade ile aynı anda olmuştur.​
Emmarenin değişen sıfatları​
Kur’an ve Sünnet ölçüsünde olursa​
emmare nefsin​
ismi​
melekî mülhime nefs adını alır.​
Eğer emmare nefsin değişen sıfatları​
kendini tanrısal güçleri olan​
bir evliya olarak gösteri amacına dönerse​
ismi​
şeytânî mülhime nefs adını alır.​
Emmâre nefs (şehzade) baygınlık konumundan hangi değişimle ayılırsa Bânû (mülhime) da o konuma paralel olarak ayılacaktır.​
Kendime geldim. Eğer Bânû’nun suallerine doğru cevabı bulamaz ve ona kavuşamazsam yaşayamam ve intihar ederdim. Doğru cevabı bulmak için yanımdaki âlim kişilerle hemen yola çıktım.
Cevaplar “delilik ülkesi”ndeydi .
Delilik ülkesi neredeydi? Her yerdeydi. Biz de delilik ülkelerinde doğru cevabı verebilecek olanları araştırmaya başladık.
Üç aylık arayıştan sonra izbe bir mezarlıkta bir grup deliyi oturuyor bulduk. İçeri girerken çıkardığımız seslerden birisi rahatsız olarak;
“Hey ne oluyor? Ezan mı okunuyor?” dedi.
Belli ki bu deli her ses ve olayı Allah’ın Ekber’iyeti olarak algılıyordu. Diğer deli ise şöyle dedi:
“Bizim bilincimize cehaletin mantığı ve ayak gürültüleri giremez. Çünkü bizim memleketimizde hiçbir değer yargısı, içgüdülere hizmet eden akıl türü ve kanıtlara dayalı iman arayan ilimler yoktur.”
Bir diğer deli de;
“Birisi Kâfirûn Sûresi mi okuyor? Bilinci bedensellikle örtülü olanlar mı geldi? Örtülülerin mantığı ile bizim mantığımız uyuşmaz. Herkes kendi yoluna!” Dedi.
Birisi;
“Bülbül ötüyor!”
Birisi;
“Hayır, çorba tenceresi kaynıyor!”
Birisi;
“Ne buyurdunuz? Kahve cezvesi mi taşmış?”
Birisi;
“Dalga sesi olmalı!”
Sonuncusu;
“Helvacı bağırıyor galiba biraz alsak!”
diyerek hepsi sessizliğe gömüldü. Bize mantıksız ve kopuk kopuk gelen bu cümlelerle gayet güzel anlaşarak bizim amacımızı birbirlerine aktardılar.
Tam kırk gün delilerin bu tür anlam iletişimini dinledik. Elbette ki hiçbir şey anlamadık. Sonunda birisi bize bakarak;
“Size nasıl bir mal satalım?” dedi.
“Sizden ilim almaya geldik” dedim.
“Âh cümle hâlette yine kendini zevk ederek,
Küllü hizbin remzini hâtemine çekmiş ferhûn”
Âh bütün hallerde yine kendini zevk ederek böbürlenenler,​
‘Her grup kendi yanlarında olanla böbürlenicidirler’​
(Mü’minûn: 53) âyeti​
ile işaret edilen durumu kendilerine mühür yapmışlar.​
Diye karşılık verdi.
Elini öpmek istedik şöyle dedi:
“Hacer-i Esved’i var öp, eğer öpmekse muradın,
Hiç’i pûs etmek için hâlet-i bisân gerek.
Can derâguş olunur mu mütenâhi sözlerle,
Leb değil öpmek için ah-ı cân gerek!..”
Eğer öpmekse muradın Hacer-i Esved (taşını) öp.​
Kendi varlığını hiç’e eşlemiş kimsenin elini öpmek için hiç olmak gerek.​
Sonlu anlamlarla sonsuz can kavranabilir mi?​
Öpmek için dudak değil ta candan gelen bir ah gerek.​
“Ey ârif kişi. . .”
der demez sözümü keserek;
“Ve körün unvanını ârif koyarak,
Görenin ismine divâne denildi,
Nice efsâneleri saydırmış ilim,
İlm-ü irfânına efsâne denildi.”
dedi.
Bunlardan bir şey öğrenemeyeceğimi zannetmeye başladığımda iki deli kendi aralarında konuşmaya başladılar.
“Ey hayrete dalmış! Okudun yazdın ne anladın?”
“Elif-bâ’nın mânâsını anladım!”
“Mânâsı ne demekmiş?”
“Birin iki, ikinin bir olmasıdır.”
“Nasıl?”
“Allah bir’dir, Elif’dir.
Kendini bir’leyecek ikinci varlık
yani ikinci harf B’nin asla var olamayacağını bilir.
Elif vardır Bir,
B yoktur İki.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
“Bunun ismi nedir?”
“Kelime-i tevhid yani; Lâ ilahe illallah, diyerek Allah’ın bir olduğunu söylemektir.”
“Bir’in bir olduğu nasıl söylenir. Bir zaten bir değil mi? Bir ikiye mi bölünmüş de birliyorsun, tevhid ediyorsun?”
“Bir’e ben bir dersem; bir ve ben iki eder. Ama ‘Ben’ diyen Bir’in kendisi ise ikilik olmaz.”
“Yani Allah sana söyletiyorsa ya da dilinde söyleyen O ise mi ikilik olmaz?”
“Aynı akıllılar gibi konuşmaya başladın. Kendine gel! Deliler gibi düşün. Allah’dan başka ben mi var? Allah başka birisinin dilinin içine mi girip konuşturacak? Ya da uzaktan talimat mı gönderecek. Sen bu mantıkla akıllılar ülkesinde padişah olursun.”
“Tamam kızma. Sadece senin akıllanıp akıllanmadığını anlamak için sordum. Hâlâ delisin, iyi…
Allah’ın kendisini tasdikine kabul deniyor. Allah’ın başka varlık olmadığını ilanına da inkâr yani ‘lâ’ deniyor. Peki, bu nasıl bir iş ve oluştur?”
“Bunun üç püf noktası vardır.
Bir:
Yaratma sanatı.
Yaratma sanatının püf noktası;
içinde ve dışında başka bir varlık yaratmayıp,
varlığı ilminde vehmetmektir.
İki:
Bilinme sırrı.
Bilinmenin püf noktası;
Allah’ı bilecek
ya da
bilmeyecek
ikinci varlığın olmamasıdır.
Üç:
Vahdet oyunu.
Vahdet oyununun püf noktası;
kendisini tevhid etmek için
başkası olup,
sadece Allah ismini birlemesidir.
“Bu ne zaman olmuştur?”
“Zaman aklın ve gözün yanılgısıdır.
Zaman yoktur.
Tek bir an vardır.
Tek bir an sonsuz esmâ âlemidir.”
“Elif-Bâ nedir?”
“Varlığın hakikatini anlatmak için
kullanılan bir semboldür.
Elif Allah’a işâret eder.
Elif; ahadiyete, tekliğe işaret eder.
Yani Allah’ın vahdet halini anlatan harftir.
B harfi
Allah’ın
biribirine hiç benzemeyen
isimler ve resimler altında
zahir olmasını ifade eder.
Buna kesret sırrı da denilebilir.”
“Elif mi asıldır, be mi asıldır?”
“Elif ve be iki değil ki;
biri asıl
diğeri sahte olsun!”
“Varlığın aslı nedir?”
“Varlık ayrı,
asıl ayrı değildir.”
“Elif mi noktadan çıkmıştır? Nokta mı eliften çıkmıştır?”
“Nokta;
isimsizlik, sıfatsızlık, fiilsizlik halidir.
Nokta;
şekilsiz ve anlamsızdır.
Nokta;
Elif olup dile gelir.
Elif noktadan çıkar.”
“Nasıl olur? Göster!”
Deli cebinden bir parça balmumu çıkararak avucunda sıcak nefesle yumuşattı, ovaladı ve yuvarlak hale getirdi.
“İşte nokta!”
diyerek mumu ovalayıp uzattı;
“İşte Elif !”
dedi. Uzun mumu hilal gibi büktü, bir ucundan bir parçacık kopardı ve hilalin altına yapıştırdı;
“İşte Be harfi!”
dedi.
Diğer deli ayağa kalktı;
“Elif’in başka adı var mı?”
diye sordu. Deli;
“Evet var fakat kulağına söylerim”
diyerek fısıldadı. Sonra bana dönerek;
“Ey genç!
Nokta;
elif oldu, elif ‘b’ oldu.
B’yi ısıttım geri çevirdim tekrar nokta oldu.
Aslında var olan hep nokta idi.
Elif de
‘b’ de
yirmi sekiz hece de
noktadan başka değildir.
Şimdi beni iyi dinle!
Nedir bu gösteri ve sihir?
İşte cevabı:
Hak
kendi güzelliğine âşık oldu.
Kendini seyretmek için
Mim
(Mecnun isminin ilk harfi)​
ve
lâm
(Leylâ isminin ilk harfi)​
oldu.
Kendi aşk ateşinde yanarak eridi ve bütünleşerek nokta oldu.
Kendisini sevecek
ikinci bir varlık olmadığını bildi.
Yine
kendisinin seveceği ikinci bir varlık olamayacağını da bildi.
İşte bu gerçeğe aşk denir.
Aşkda ikilik yoktur.
İkili sevginin adı aşk değil
birbirini beğenidir.
Şimdi;
Leylâsız Mecnûn oldun.
Çünkü Mecnûn Leylâ oldu.
Sonra ikisi de kendi hakikatine döndü
Ve
dönünce dönenlerin iki değil tek olduğunu anladı.
Leylâ ve Mecnûn isimlerini aradan çıkarırsan
benim fısıldadığım ismi de duyarsın!”
Diyerek kendi mantık boyutlarına döndüler. Tekrar bize anlamsız gibi gelen cümlelerle anlaşmaya başladılar.
Üç sorunun cevabını bulmuştum. Aslında bulduğum cevaplar varoluş sırrı idi. İçine düştüğüm boşluğun yalnızlık ve karşı cinse olan sevgi arayışından kaynaklanmadığını anladım. Aradığım Bânu değildi. Bânu’nun da aradığı ben değildim. Biz kendimize olan aşk sırrını arıyorduk. Hak’kın tecellileriydik ve kendi gerçeğimize âşık Mecnûnlar ve Leylâlar idik.
Aşk sırrının verdiği huzur ile gözümü açtım. Karşımda Aynalı Baba küreklere asılarak gülüyordu. Neşeyle;
“Peçe kalktı,
güzel göründü.
Beğeni söndü,
aşk şâha kalktı.”
Diyerek ardından bir beyit okudu:
Ona Mecnûn mu denilir ki onun Leylâ’sı,
Yeni bir cilve-i şevket ile Mevlâ olmuş.”
Leylâ’sı ilâhi kudretin yeni bir tecellisi ile​
perdesiz Hak olan kimseye​
Mecnûn denilemez.​
Kahve içerken uyuklamış ve birkaç saniye içinde birkaç aylık zaman dilimi yaşamış olarak ayılmıştım. Gerçek ve hayal arasında gidip gelmeler bende şüphecilik duygularımı körüklemişti.
Aynalı Baba’dan anladığım kadarıyla varlık tümüyle Hak’kın hayali idi. ‘Ben’ olarak varsaydığım zâtım da hayal içinde hayal idi. Bir de hayalimin derinliklerinde ‘gördüğüm’ ve ‘olduğum’ şeyler vardı. Onlar ise; hayalin, hayalinin hayali idi.
Bu hayali hangi gerçek üretiyordu?
Hak gerçektir;​
âlemler,​
ben​
ve​
bendeki hayal âlemleri​
Hak’kın hayalidir desem​
korkunç bir paradoksa düşüyordum.​
‘Ben’ hayal’im ve hayal olduğumu biliyorum demek;​
Hak’kın varlığından başka​
geçici ya da kalıcı olarak var olmamı gerektirirdi.​
Ben Hak’kım​
Ve​
her şeyi ben hayal ediyorum desem​
Firavun gibi Rablik (tanrılık) iddiasına kalkışmış olurdum.​
Bu çelişkiden çıkamayacağımı anladığım anda​
Aynalı Baba yine imdadıma yetişerek paradoksu çözdü.​
“Ezelî ve ebedî tekliğin verdiği acıyı bilir misin?
Doğmamanın ve doğurmamanın verdiği yalnızlığı bilir misin?
Görünebileceğin başkasının olmaması
Ve
seni görebilecek başkasının olmaması
gerçeğinin verdiği boşluğu bilir misin?
Ey kulum
Ve
Yâ Rabbim
muhabbetinin iki varlık arasında
olamamasının verdiği hüsrânı bilir misin?
Hayalinde dahi
ikiliği (şirki) var etmemek
kudretinden doğan
‘Ahadiyet’
mahkûmiyetini bilir misin?
Nereden bileceksin?
Sadece şu kadar söyleyeyim;
‘her şey olsaydı işte böyle olurdu’.”
Aynalı Baba sözlerini bitirince öyle bir sessizliğe ve hüzne büründü ki sararmış solmuş bir heykel gibi oldu. Sanki evrende ondan başka hiçbir şey yokmuşçasına bir derinliğe gömüldü. Kıyıya gelmiştik. Sandaldan indim. O hâlâ sandalda bir put gibi gizemli görünüyordu.
Benim de gönlüme bir hüzün çökmüştü. Aynalı Baba’yı sanki bir daha göremeyecekmişim gibi duygularla evime döndüm.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
VEDÂ
Aynalı ve Râci’nin ebediyen ayrılışı
Aynalı Baba ile tanıştıktan sonra kendimi tanıyamaz hale geldim. Nereden geldiğimi nereye gittiğimi karıştırdım. Ben kimim? Hangi memlekette oturuyorum? İşim, mesleğim, ailem, çevrem, arkadaşlarım kimdir? Bilemiyordum ve her şey birbirine karışmıştı..
Son sandal gezintisinden sonra üzerimdeki kat kat hayal perdeleri kalkmaya başladı. Ben aslında doğma büyüme İstanbulluydum. Akıl ve Ruh Hastalıkları Hastanesi’nde doktordum. Ne oldu, nasıl oldu anlayamadan kendimi Anadolu’nun küçük bir şehrinde tren yolculuğunda buldum. Hiç tanımadığım yaşlı bir kadın annemmiş ve onunla yaşıyordum. Çevremde sürekli meyhanelerde içtiğim bir arkadaş grubu buldum. Trenle bir kasabaya seyahat ettik. Kır âleminde iki derviş gördüm. Şehre döndüm, amaçsızca gezinirken eski bir mezarlığa girdim. Orada Aynalı Baba’yı tanıdım. On gün kadar kahve âlemleriyle hayalimin derinliklerine gidip geldim.
Bir ara Aynalı’yı kaybettim. Birkaç yıl Anadolu’da karış karış onu aradım. Aklımı kaçırdığımı zanneden annem beni Manisa Tımarhanesi’ne kapattırdı. Orada birkaç akıllı deli ile dost oldum. Aynalı ile tuhaf bir şekilde Tımarhane’de tekrar buluştuk.
Şimdi İstanbul’dayım. Yine annemleyim fakat Anadolu’daki annem değil, gerçek annemleyim.
Aynalı’yı nerede bulmak istersem orada buluyorum. Bu durumun tek açıklaması var. Ya âlemler birbirine girdi ya ben gerçekten aklımı oynattım ya da rüyadayım ve uyanamıyorum.
Kesin emin olduğum tek şey ise İsmimin Ahmed Râci olması, alkolden kurtulmam, sâde bir ibadete ve karmaşık bir tefekkür hayatına başlamış olmamdır. Bunların haricinde hiçbir şeyden emin değildim.
En kısa zamanda Aynalı Baba’yı bulmam ve hayal âleminde miyim gerçek âlemde miyim netleştirmem gerekiyordu.
Aynalı Baba en çok mezarlıklarda yalnız yaşamayı ve eski derme çatma kulübelerde birkaç dostuna ney faslı ve kahve ikram etmeyi seviyordu. Onu bulmak niyetiyle Karaca Ahmet Mezarlığı’na gittim. Evet oradaydı. Asırlık bir çınar ağacına yaslanmış ney çalıyordu. Uzaktan seyrettim. Benim geldiğimi görmemişti. Kendimin rüyada mı gerçekte mi gezindiğini test etmek için Aynalı’ya görünmeden geri döndüm.
Üsküdar rıhtımından hızlı bir kayık kiralayıp Eyüp Mezarlığı’na geçtim. Eğer rüyada ve hayal âlemindeysem Aynalı Baba’yı Eyüp Mezarlığında yine asırlık bir çınara yaslanmış ney çalarken bulmam gerekiyordu. Mezarlığın izbelerine yürüdüm. Evet yanılmamıştım. O, tam umduğum gibi karşımdaydı, benden habersizmiş gibi neyine üfürüyordu.
Yavaşça yaklaştım. Selam verdim. Her zamanki edâsıyla;
“Hoş geldin nûrum! Hele gel de bir fincan kahvemi iç” dedi.
Hemen çalı çırpı toplayıp isli ateşte eski cezvesiyle kahve demleyip alaca desenli porselen fincanda ikram etti.
Kafam karma karışık fikirlerle doluyken kahveyi yudumladım. Başım dönmedi, kendimden geçmedim. Gerçeğe dönmek istiyordum. Tüm cesaretimi toplayıp sordum:
“Efendim, affınıza sığınarak bir şeyler sormak istiyorum.”
“Estağfurullah evlâdım, dilediğini sor!”
“Ben rüyada mıyım yoksa gerçek hayatta mıyım?”
“Aslında ikisi de aynıdır ama avama göre ayrı ayrıdır. Avama göre rüyâ âlemindesin.”
“Kimin rüyasındayım? Kendi rüyamda mıyım? Sizin rüyanızda mıyım?”
“Yaşam dediğin şey Tek Varlık olan Hak’kın ilminde varsaydığı rüyâ âlemleridir. Rüya senin veya benim değildir. Biz ancak İlâhî rüyanın ruhsuz, bedensiz, bilinçsiz, dilsiz, kulaksız. . . ‘fakirleri’yiz. Sende meydana gelen rüya da O’na aittir, bende meydana gelen rüya da O’na aittir. O’ndan gayrı ne var ki? Yine avama göre kabul edelim; senin rüyandayız.”
“Rüya benimse sizin durumunuz nedir? Siz gerçek hayatta var mısınız? Yoksa benim rüyamda benim bilincimin yansıttığı bir hayal misiniz?”
“Uyanınca anlarsın.”
“Ben uyanırsam sizi ebediyen yok etmiş olmaz mıyım? Eğer şu anda rüyada isem uyanınca sizin hiçbir zaman var olmamış birisi olduğunuzu anlayacak isem, ben ebediyen bu rüyadan uyanmak istemiyorum. Sizden ayrılmak istemiyorum.”
“Üzülme evlât! Ben hiçbir zaman var olmadım ki; sen uyanınca yok olayım. Şu anda da var olan sensin. Beni var zannediyorsun.”
“Siz gerçek hayatta hiç var olmadınız mı?”
“Senden yüz yıl önce Aynalı nâmı altında bir tecellîyat oldu. İnsanlar beni var kabul etti. Fakat ben asla var olmadığımı bildim.”
“Siz beni rüyamda irşat etmek için mi geldiniz?”
“Hayır, ben senin rüyana gelmedim. Her insanda tüm insanların tüm yaşam ve bilgi kayıtları mevcuttur. Sen kendi özündeki ‘levhi mahfuz’ kayıtlarından Aynalı Baba boyutuna yükseldin. Aynalı’nın ulaşmış olduğu bilgileri rüyâ âleminde şekil ve olaylara bürüyerek ‘okudun’. Ben seni irşad etmedim. Sen gerçek hayatta alın terinle tahsil ettiğin ilimlerin ve tefekkür çilesinin mükâfatı olarak kendini Aynalı Boyutu (Aynalı Baba’nın bilincinin yükselmiş olduğu nefs mertebesi) ile ödüllendirdin.”
“Hayır! Sizin beni irşat etmediğinize inanmam. Sizin gerçek olmadığınızı asla kabul etmem. Sırf tevazu olsun diye böyle konuşuyorsunuz.”
“Sadece sen değil, senin uyandığın zaman yazacaklarını okuyacak olanlar da benim hayal ürünü olduğumu kabullenmekte zorlanacaklar. İnsanlara rüyada, hayal âleminde sırları fethetmek, aniden ilmi ledüne sahip olmak gibi fanteziler çok cazip gelir. Gerçek tasavvufta hazıra konmak yoktur. Her çağın değişmeyen tasavvufi eğitim esası; gerçek hayatta gerçek üstatlardan alın teri ile ilim tahsil etmektir. Bu duruma göre okumakla da olur, sohbetlerini dikkatle dinlemekle de olur. Âdetullah budur, aksi iddialara itibar etme.”
“Uyanınca sizi rüyamda tekrar görebilir miyim?”
“Allah’ın sisteminde sadece bir şey imkânsızdır; ikilik. . . Bundan başka her şey mümkündür. Rüyalara bel bağlama. Bu gördüğün rüyalar, hayaller irşat değil sadece zihinsel bir mâcerâ idi.”
“Sizden ayrılmak, sizi unutmak çok zor.”
Meseleyi anlamıştım. Rüyada rüya gördüğümü bilecek şuurdaydım. Biraz sonra uyanacaktım ve Aynalı’ya ebediyen vedâ edecektim. Her şeyin hayal olmasına rağmen Hayalim’e; Aynalı’ya sarıldım. Elimde olmadan ağlamaya başladım. Aynalı da ağlamaklı bir sesle beni bağrına bastı:
“Ne yapalım evlâdım! Dünyâ dediğimiz şey okyanusun gel git dalgaları gibidir. Görünüşlere aldanmamalı. ‘Külle yevmin hüve fi şe’n…’ O her an yeni bir iş ve oluştadır. . . Her an kâinatta hükmünü yürütmektedir. . . (er-Rahmân: 29) Biz Allah’ın sistemi dışında kalamayız ki….”
Aynalı Baba, daha doğrusu ‘hayalimdeki Aynalı Baba hayali’ yavaşça asırlık çınara dayandı. Gözlerini sonsuzluğa dikti. Bir daha kıpırdamadı. Yüzüne baktım, her zamanki tebessümü vardı. Yanında oturdum, oturdum, oturdum. Eline dokundum buz gibi olmuştu.
Mezarlığı bu arada sis kaplamıştı. Sislerin içinden dört siluet belirdi. Çifte Hâfızlar, Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe hüzünlü adımlarla Aynalı’nın yanına oturdular. Deli Hafız Yâ Sîn’i okudu, Arabacı her zamanki gibi ardından yalan yanlış taklit etti. Dr. Kuru Sıkı ve Cırtlak Efe yeri kazdılar. Cenâze duası için (cenaze namazı) imamlık vazifesi bana düştü. Aynalı’yı çok sevdiği kıyafetiyle toprağa verdik. Dört deli sislerin içinde tekrar kayboldular.
Aynalı Baba’nın kulübesine girdim. Bana miras olarak bir not defteri, iki isli cezve, yüz gram kahve ve şeker ile iki büyük fincan bırakmıştı. Aynalı benim hayalimdi. Onu kaybetmekten ben üzüldüm.
Ben kimim? Ben de birisinin hayaliyim. Siz de beni kaybetmekten üzülmeyin. Çünkü ben de Râci olarak hiçbir zaman var olmadım. Biraz sonra ben de uyanacağım ve kendimi Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin ‘hayal âleminde’ bulacağım.
Ya siz uyanınca kendinizi nerede bulacaksınız?
Yine kendinizde, ‘ötenizdeki birisi’nde değil. . .
..SON​
 

Ecrin

'Bâd-ı Sabâ..'
Katılım
16 Ara 2009
Mesajlar
0
Tepkime puanı
2,484
Puanları
0
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir şey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,
tek şeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar.
Deli “ben” kelimesi ile her an ve şu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki ayrı şey olmadığına işaret ederek son darbeyi de ağır bir şekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek olanı “abd/kul” ve “hû/hak” olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.​
Kendimi tutamadım ve sordum:
“var” ile “yok” aynı olur mu?
Mesela
ben bu gün varım, yarın yok olacağım.
Bu iki hal arasında fark yok mu?
dedim.
Deli başını çevirdi ve kahkahayı kopardı:​
Vay!
Sen varsın ha!
Acaba var mısın?
Ancak Allah var.
Ben dediğin şey Allah esmasından oluşmuş bir “yok”luktur.
Ben varım zannını terk edersen
senden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.
Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.
Allah var! Allah var! Allah var!
Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaşına:​
“Haydi kalk gidelim!
Zirâ
bu hayvan
bizi zevkimizden alıkoydu,
dedi ve kalkıp gittiler.​
Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüş iddiasında olan birisine pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.
Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. Arkadaşlarım benden iyice bıkmışlardı. İrade dışında “Ben var mıyım? Ey arkadaşlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “Rakı yetiştirin Râci çıldırmak üzeredir” dediler.


Muhteşem..:good:paylaşım çin tşkederim..:ppty
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
tozlu sayfalardan çıkaralım dedik.
 

ŞehbaL

Kıdemli Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
7,330
Tepkime puanı
643
Puanları
0
Konum
Ankara
Okurken, sürekli yorum yapmaya çalıştığım biricik kitap :) Buradaki yorumları da uygun bir vakitte okuyacağım, inşaAllah. paylaşım için teşekkür ediyorum :)
 

Âwdil

Mim Lâmelif Vâv
Katılım
26 Eki 2006
Mesajlar
1,397
Tepkime puanı
312
Puanları
0
Konum
Endülüs
Okurken, sürekli yorum yapmaya çalıştığım biricik kitap :) Buradaki yorumları da uygun bir vakitte okuyacağım, inşaAllah. paylaşım için teşekkür ediyorum :)


Amak-ı Hayal'ı okuduktan sonra kesinlike,"Su Üstüne Yazı Yazmak" adlı eseri de okumanızı tavsiye ederim Şehbal hanım.Zira ben iki eser arasın da burgulu benzerlikler olduğunu düşünüyorum.
 

ŞehbaL

Kıdemli Üye
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
7,330
Tepkime puanı
643
Puanları
0
Konum
Ankara
Amak-ı Hayal'ı okuduktan sonra kesinlike,"Su Üstüne Yazı Yazmak" adlı eseri de okumanızı tavsiye ederim Şehbal hanım.Zira ben iki eser arasın da burgulu benzerlikler olduğunu düşünüyorum.

onu da okudum. tavsiye için teşekkür ederim.
 
Üst