Âmâk-ı hayal yorumlu kitap özeti.

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
SUNU: Kendi döneminin bilim, felsefe ve tasavvuf düzeyinin çok üstünde olan bu değerli eserin daha kolay okunup anlaşılması için farklı bir adaptasyon çalışması yaptık.​
Satırlarda, paragraflarda ve sayfada anlatılan her fikri açarak özetledik. Zamanınızdan tasarruf edebilmeniz amacıyla, edebi tasvirleri anlamı eksiltmeyecek şekilde ya özetledik ya da çıkardık.
Tasavvufçuların anlatım tekniğinde bir harf, bir kelime, bir cümle veya bir kavram ile başlı başına bir kitap teşkil edecek kadar bir konuya kısaca işaret etmek özelliği vardır..
Meselâ:
Aynalı Baba’nın başına taktığı külah üzerindeki yapışık ayna parçaları;
insanın Kâinatın merkezi olduğuna, tüm esmâ ve sıfatları beyninde cem edebileceğine,
sonsuz ve sınırsız boyutların her birisinin beynimize iz düşümü olduğuna işaret vardır.
Ayna ve teneke parçalarının parlaması, ışığı yansıtması mecazında insan bilincinin (nokta’nın ya da B’nin) holografik bir açılımla sonsuz sınırsız boyutları oluşturduğuna
bir işaret vardır.
Her bir harfi ve kavramı harika anlamlar içeren bu muhteşem eserin içindeki anlamların, günümüzün anlayış mantığına adaptasyon çevirisini birlikte okumaya başlıyoruz.
Bu çalışma kitap tercümesi değil yorumlu bir özettir.
ŞİMDİ KENDİNİZİ RÂCİ’NİN YERİNE KOYUN
HAYÂLİN DERİNLİKLERİNDE’Yİ
“OKU”MAYA BAŞLAYIN..
“ALLAH HAZMINI VERSİN”
* * *​
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
AYNALI BABA İLE BULUŞMA
1. RÂCİ
Anadolu’nun mütevâzi bir şehrinde oturuyordum. Evim ve çalıştığım yol üzerinde eski bir mezarlık vardı. Genç yaştaydım, sürekli çalışıyordum. Mezarlık önünden geçerken ölümü değil de mezarlığın duvarlarını, kapısını inceliyordum. Henüz ölmek gibi bir niyetim yoktu. Hele içeri girip de hayat ve ölüm gibi konular üzerinde tefekkür etmek gibi bir niyetim hiç yoktu.
Annemin verdiği terbiye ile dini inançlı ve iyi ahlaklı birisi olmuştum. Okul hayatımda hemen hemen her konuyu ciddiyetle araştıran bir öğrenciydim. Her şeyden fikir sahibi olmuştum.
Dini ilimlerin zahirinden ve bâtınından da nasibimi almıştım.
Malumat ( bilgi ) yığını halindeydim. Bir gün oturdum ve düşündüm. Kafamda taşıdığım düzensiz bilgi yığınları beni garip bir karışım haline sokmuştu.
Ben;
küfür ile imandan,
kabul ve inkardan,
tastik ile şüpheden
oluşmuş bir bileşkeydim.​
Kalbim ile inkar ettiğimi aklım tastik ediyordu,
Aklım ile reddettiğimi de kalbim kabul ediyordu.
Tanrının varlığı ( Allah’ın varlığı değil çünkü Allah var ve yok gibi kavramlarla tartışılacak bir kavram değildir ), ölümden sonra diriliş, ruhun varlığı, melekler, resuller, kader, cennet cehennem, haram helal gibi soyut konulara kalbim iman ediyor fakat aklım adeta bir şüphe ejderhası kesilerek kalbimin tüm kabullerinin asılsız şeyler olduğunu söylüyordu.
Kalbimin kabullerine aklım ile yeni kanıtlar buluyordum. Şüphe canavarım onları da yutuyordu.
Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabileceği şüphesiyle yaşamak çok zordu. Resullerin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim. Ya da tam bir ateist gibi tam bir imansız olmak isterdim.
Şüphe canavarı her türlü dogmayı (iman ile kabul edilen değişmezleri) reddediyordu.
En son sığındığım felsefe şuydu. Beden, ruh, dünya, evren ve içindeki olaylar dediğimiz şey, bilincimizdeki düşüncelerin dışa yansımasıydı. Ben adeta kendi düşünce evrenimin içinde yaşıyordum. Bilinç ölüm ile dağılınca evrenim de yok olacaktı. “Ben” dediğim varlığım da ebeden yokluğa karışacaktı.
Bu yaşam felsefem benim yeni dinim gibiydi. Fakat bir müddet sonra öyle bir ruh bunalımına sürüklendim ki inanmadığım “cehennem” sanki beni yutmuştu ve çok büyük bir ıstırap duyuyordum.
Şüphelerimden, kendi yaşam felsefemden ve her şeyden kaçmak ve her şeyi unutmak için devamlı alkol içmeye başladım. Sarhoşluk beni herşeyden ve özellikle kendimden uzaklaştırıyordu. Sızdığım anlar en rahat ettiğim zaman dilimiydi.
2. DİRİLİŞ ÇABASI
Bir gün bütün manevi kuvvetimi kullanarak kendimi arhoşluktan kurtardım. Şüphe canavarını öldürmek amacıyla yeniden bâtınî (soyut manevi) ilimleri araştırmaya başladım. Yolum çok bilgili ve dindar Salih kimselere de düştü. Hepsi de çok mübarek insanlardı. Fakat bunların ilim ve delilleri beni sürüklendiğim uçurumdan kurtaracak reçeteyi veremiyordu.
Varlığını ancak iman ile kabul etmeye zorlandığım varlıkları baş gözümle görmek istiyordum. Bana bunu gösterebilecek birisine rastlayamamıştım.
Batıda (Avrupa ve Amerika’da) meşhur olan Ruhçuluk toplantılarına katıldım. Ruh çağırdık, masayı titrettik, fincanları döndürdük. Ruhçuların en ileri gelenleri ile görüştük. Hepsi de şüphesiz olarak ruhların varlığına ve verdikleri bilgilere iman halindeydiler. Fakat tüm görünenler toplu hipnoza girip ortak bir hayal görmekten ibaretti. Hayal aleminde yaşayan ruhçulardan uzaklaştım.
Hipnotizma dernekleri ile dostluk kurdum. Beden ve hafıza gücümün kullanamadığım özelliklerini açığa çıkardım. Ağır eşyaları kaldırmak veya kendini çalar saat gibi bir işi yapmaya programlamak benim aradığım şey değildi. Ben bunun üstünde kesin iman bilgisi arıyordum, ben KENDİMİ arıyordum.
Bu maceralarım dört yıl sürmüştü. Beynim fikir karmaşalarına artık tahammül edemiyordu. Yeniden alkolizme döndüm. İçki ve şamata meclislerinin en önde gideni haline ulaştım. Ayyaşların lideriydim. Bu yaşantı bir çeşit mutluluk vermeye başlamıştı.
İçiyordum. . . İçiyordum. . .
Alkol arkadaşlarım işsiz güçsüz takımı da değildi. Hepsi de yüksek tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Sadece çalışan ve çalıştığını eğlence dünyasında tüketen, hayat ve din felsefesinden uzak kişilerdi. Bazıları da Ramazan topunu duyduğu anda içki şişesini bırakır eline tesbih alırdı. Bir ay zahiren dindarlık yaparlar, oruç tutarlar, arada sırada namaz kılarlardı. Bayram topu atılınca da tekrar on bir ay meyhane yaşamına geri dönerlerdi.
Bir gün kırlarda içki alemi yapmak için şirin bir kasabaya doğru tren yolculuğuna çıktık. Manzara çok güzeldi. Herkes kırlardan, bayırlardan, ormanlardan şimendiferle (tren) geçerken manzaraya hayran olup kendilerinden geçiyorlardı. Benim ise içimi bir sıkıntı basmıştı. Kalıcı olmayan güzellikleri seyretmek bana çok büyük bir hüzün veriyordu. Ölüm denilen meçhul ile her güzelliğin sona ve yoka ermesi felsefesine tahammül edemiyordum.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
3. BUDİST FELSEFE “HİÇLİK”
Kompartımanda aniden gözüm karardı,
ışık söndü
ve
her tarafı karanlık kapladı.
Tabiattaki kuşların cıvıltıları, çimenlerin yeşilleri, yaprakların hışırtıları, serin ferah esintiler ve
her şey
karanlığa ve yokluğa gömüldü.
Âlemleri kaplayan varlık enerjisi soğumuş ve donmuştu.
Âlemler yok olmuş sadece “düzen” adlı soyut anlam kalmıştı.
Karşımda Budha Gothama Sakya Muni belirdi (Budizm felsefesinin kurucusu)
ve
“Hiç! Hiç! Hiç!” diye zikrediyordu.​
Dalıp gittiğimi fark eden bir arkadaş:
“Yine neyin var?”, dedi.
“Hiç!”, dedim.
Bu hiç sözü durumu idare etmek için söylenen bir söz değil “varlığın sırrını” tanıtan bir “hiç” idi. Fakat bunu anlayacak kapasitelerini kullanmayan kişilerdi onlar. Yolculuktaki ani sessizliğimden sıkılmışlar ve benimle ilgilenmemeye başlamışlardı. Aralarında boş laflarla neşeleniyorlardı.​
4. İKİ DERVİŞ
Cennet gibi olan kasabaya ulaştık. Bir ahbabımızın yanında o gece misafir olduk. Sabah erkenden çilingir soframızı (içki, meze) alarak kırlara gittik. Bir su kenarına oturduk. Su şırıltısı, kuş cıvıltısı, mangal dumanı, ud taksimi ve aslan sütü kokusu (rakı kokusu) birbirine karışmıştı. Kafam da demlenmiş neşelenmeye başlamıştım.​
Bizden evvel o civara iki kişi gelmişti. Birden arkadaşlarla onların kimler olduğunu tahmin yarışına girdik. Kılık ve kıyafetleri döküktü.
Bunlar
“İki serseri”,
“İki dilenci”,
“İki sarhoş”,
Ya da
“İki derviş” miydiler?​
Bütün tahminler onları tutuyordu. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar, bizim tarafa hiç bakmıyorlar ve aralarında sakin sakin konuşuyorlardı. Hatta “es-selamü aleyküm” diye bağırmamız dahi karşılıksız kalmıştı. İçki alemimizden de rahatsız olmuyorlardı. Bir müddet sonra yanlarına yanaştım. Beni dikkate almadan konuşmalarına devam ettiler.​
Konuşmalarını dinleyince onların gerçekten deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deli idiler. Fakat delilerin MECZUB denilen çeşidinden.
(Sûfiye dilinde meczup, Hak’kın rızasını kazanan, Hak tarafından kendi dostluk ve yakınlığına lâyık görülüp, yüksek derecelere çıkarılan, böylece Allah katındaki derecelere yorulmadan ve çalışmadan erişen kimseler için kullanılan bir kelimedir.)
(Meczup kişi tüm olaylara hakikat ve marifet açısından bakar. Değerlendirme sözlerini de hakikat ve marifet mantığı ile dile getirir. Meselâ, şeriatta malın zekatı kırkta birdir. Dileyen kişi ise hakikattaki hükmü kendi nefsine uygulayabilir ve zekatın ölçüsünü de ‘hepsini vermek’ olarak anlatır. Tüm malını zekat olarak veren kişiye şeriat ile amel eden halk “deli” gözü ile bakar. Onun sözlerini anlamaz ve meczubane söz der. Aslında meczup deli ve kaçık değildir. Tam tersine şeriat ehlinin aklından daha üst akıl ile düşünüp konuşmaktadır.)
Hayretle dinledim. Onların konuştukları benim eskiden beri düşündüğüm derin konulardı. Birisi diyordu ki:
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir şey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,
tek şeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar.
Deli “ben” kelimesi ile her an ve şu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki ayrı şey olmadığına işaret ederek son darbeyi de ağır bir şekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek olanı “abd/kul” ve “hû/hak” olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.​
Kendimi tutamadım ve sordum:
“var” ile “yok” aynı olur mu?
Mesela
ben bu gün varım, yarın yok olacağım.
Bu iki hal arasında fark yok mu?
dedim.
Deli başını çevirdi ve kahkahayı kopardı:​
Vay!
Sen varsın ha!
Acaba var mısın?
Ancak Allah var.
Ben dediğin şey Allah esmasından oluşmuş bir “yok”luktur.
Ben varım zannını terk edersen
senden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.
Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.
Allah var! Allah var! Allah var!
Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaşına:​
“Haydi kalk gidelim!
Zirâ
bu hayvan
bizi zevkimizden alıkoydu,
dedi ve kalkıp gittiler.​
Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüş iddiasında olan birisine pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.
Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. Arkadaşlarım benden iyice bıkmışlardı. İrade dışında “Ben var mıyım? Ey arkadaşlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “Rakı yetiştirin Râci çıldırmak üzeredir” dediler.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
5. AYNALI BABA
Kasaba eğlencesinden dönüşümüzün ikinci günüydü. Kahvehâneye doğru giderken mezarlığın kapısını gördüm. Eski ahşap kapı gıcırtıyla yavaşça açıldı. Havada rüzgar, esinti de yoktu. Sanki bir el kalbimi yakalamış ve mezarlığın içine çekiyordu. İçimde mezarlığa girip biraz dolaşmak isteği oluştu ve kendimi eski mezarların arasında buldum.​
Ortada sık bir ağaçlık vardı. Ağaçların arasında da eski tahta ve hasır parçalarından derme çatma yapılmış küçük bir kulübe görünüyordu. İçimdeki el beni kulübe kapısına kadar çekti.
Kimse yok zannederek kapısını açacağım sırada içinden eski püskü şeyler girmiş biri çıktı.
Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı ki, kırk elli kadar ayna parçaları yapıştırılarak süslenmişti. Bir çok kumaş parçaları yamanarak gökkuşağı renklerini gösteren yırtık cüppesinde dahi ayna ve parlak teneke kapakları yapıştırılmıştı. Bu adamı görüp de gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında o kadar hoş bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük çehresinde o kadar hüzünlü bir donukluk vardı. Gülmek şöyle dursun kendisine daha yakın olmak için bir adım daha yaklaştım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil edecek şekilde ciddi yavaş ve ahenkli bir sesle:
“Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz”
dedi.
Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Kulübeye yaslanmıştım. Ön tarafımızda on beş kadar iri taşlı ve güzel sülüs hatlı yazılı kabirler, sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlar bulunuyordu.
Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi. Mangal olarak kullandığı bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası ve birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve çöplerle yaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar:
“Safâ geldiniz nûrum! Nasılsınız?, iyi misiniz?” dedi.
“Elhamdulilah” dedim.
Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki tezat beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak:
“İsminiz nedir?” dedi.
“Ahmet Râci.”
“Ahmet Râci mi? (gülerek) beşeriyetin ismini zorla almışsın nûrum! Beşer cinsi o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını rica ile geçirir. Râci demek insan demektir.”
Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha şaşırdım. Ben de sordum:
“Sizin isminiz nedir?”
“Benim ismim çoktur. Her yerde bir isim ve sıfatla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı ‘aynalı dede’ ismi ile meşhurum. Ama sen istersen ‘Âdem Baba’ de.
Aynalı konuşurken kendi cüzî varlığını değil de küllî varlık namına konuşuyordu.
Ahad olan Hak o garip kılık tecellisi altında kendisini tanıtıyordu:

Zatıma
en çok bilineniyle
‘Allah’
ismi işaret eder.
Zâtımın (tek varlık) daha başka sayısız ve sonsuz isimleri (mânâları)
ve sıfatları (özellikleri) vardır.


Ben
aynı anda
Aynalı’yım, Râci’yim, Âdem’im, Havva’yım, Meryem’im, İsa’yım, Mûsa’yım, Buda’yım, Konfüçyüs’üm, kral’ım, dilenci’yim, Ay’ım, Güneş’im, cennet’im, cehennem’im, Cebrâil’im…


Ben,
kısaca,
hep’im ve hiç’im.


Kim olduğumu başlangıçsız geçmişte saymaya başladım.
Şu anda hâlâ sayıyorum.
Sonsuz sona kadar da saymaya devam edeceğim.


Vaktiniz varsa buyurun oturun,
siz dinleyin
ben
kendimi saymaya devam edeyim.
Denizler mürekkep olsa, ağaçlar divit olsa mürekkepler ve divitler tükenir fakat Aynalı Baba’nın kendi hakikatini yazması tükenmezdi. Hatta hiç yazmamış gibi olurdu.​
Bir miktar düşündükten sonra dedim ki:
“Azîzîm! Kâmil bir insan olduğunuz meydandadır. Böyle iken bu kemâlâtınızı bu tuhaf kıyafetlerle örtmenizin sebebini anlamıyorum.
Kahveyi pişirdi, fincanıma doldurdu ve cevap verdi:
“Ben”
süse meraklıyımdır.
Her isim ve birim altında süslenen
“ben”im.
Avuç avuç para harcayan, altın sırmalı ve zümrüt-pırlanta pullu ipek atlas elbiseler giyen “ben”’im.
Aynalı tenekeli aba giyen yine “ben”im.
Işığın üstüne karanlığı giyen “ben”im. Karanlığın üstüne ışığı giyen “ben”im.
Zâtımın süsleri isimlerim, sıfatlarım ve fiillerimdir.
“Ben”
can elbisesi de giyerim.
Can’ı beşer bedeniyle, hayvan bedeniyle ve bitki bedeniyle süslerim.
“Ben”im her yerde sonsuz sayıda yüzüm ve kıyafetim vardır.
Burada bu bedende tercihim bu aynalarla tenekelerdir.
Bu cevap akla hem uygun hem de uygun değildi. Fikrimi söyledim. Boynumdaki kravata baktı, fiyatını sordu, yirmi liraya aldığımı söyledim. Dedi ki:​
“Ben”im bu “ganî” (zengin, üstün, sınırlanamayan) özelliğimi
akl-ı cüz’ünle (sınırlı aklınla) kabul edemezsin.
Ayna ve teneke parçaları takmayı senin aklın kabul edemiyor.
Yirmi liraya alınıp da boyuna takılan yular (kravat) senin aklına uygun düşüyor.
Benim sokaktan toplayıp da külahıma taktığım ayna parçaları da
“ben”im akl-ı küll’üme (sınırsız aklıma) uygun düşüyor.
“Ben” süste ayrım yapmam.
Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu düşündüğüm anda yine cevabımı aldım.​
Size göre
külaha ayna parçaları yapıştırmak delilik nişanıdır.
Bize göre de
boyuna yular takmak delilik nişanıdır.
Ama sen benim külahımı başına taksan aklın akl-ı küll’e dönüşmez.
“Ben” de boynuma yular taksam “ben”im de aklım akl-ı cüz’e düşmez.
Keramet külahta ya da yularda değildir.
Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.
Aniden külahını çıkardı ve benim başıma oturttu. Kravatımı çıkarıp kendi komik cüppesinin üstündeki boynuna taktı. Yerden kırık bir ayna alıp bana tuttu. Çok komik görünüyordum. Kravat da Aynalı’nın boynunda acaip komik duruyordu. Gülmeye başladım. Kahkahalarım neredeyse mezarlık yanındaki mahallelerden duyulacaktı. O kadar çok güldüm ki kendimi yere atıp debelenmeye başladım. Aynalı Baba anlamsız gözlerle bana baktı baktı:​
“Zavallı insanlar sebepsiz yere neden gülerler, bir türlü anlayamıyorum,” dedi.
Gülme krizinden çıkmıştım. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine girmiş bir
ehli hikmet
(filozof)
ve
ehli kalb
(evliya)​
olan bu zâtın ilminden yararlanmak, ciddi konuları ona sorup hakikatini öğrenmek istedim.​
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
6. GİZLİ HAZİNE
“Sultânım! Sen yıkıkta gömülü bir hazinesin. Ben ise hikmete (sırlara, ilmi ledüne, bilgiye) can atan bir âvâreyim. Lütfen beni özel talebeliğinize kabul eder misiniz? Ver elini öpeyim,
dedim. El öpmek, bir kişinin ilminin üstün olduğunu kabul edip ona saygı sunmaktı.
“El öpmek mi?.. Niçin? Tamam, kabul, konuşalım. Fakat sözden ne çıkar? Şimdiye kadar, kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun; ne anladın? Hiç, değil mi? Akıl muhakemeleriyle Hak’kın varlığını kabul etmek mümkündür, fakat bilmek ve anlamak ve olmak asla mümkün değildir. Harfleri bir araya getirmekle hakikat tecelli eder mi?
Onu dinlerken üzerimde garip bir gevşeklik rahatlık hissediyordum. Yedi bin yıllık insanlık medeniyetinin oluşturduğu zahiri-yüzeysel ve günlük ihtiyaçları sağlamaya yönelik maarif (eğitim-öğretim) düzeyini gözümde bir anda sıfırlamıştı. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmek için ihtiyacımızdan fazlasını üretmek mantığı üzerine kurulmuş olan bilimi “uygarlık” olarak kabul etmiyordu.
Bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bana pek fazla bir küçüklük vermişti. Üzerimdeki kravatın gururu külahın karşısında eriyip tevâzua dönüşünce bana bakarak gülümsedi.
“Aklına daha fazla ağırlık yüklemeyelim artık. Biraz da kendimizden geçelim” diyerek birer kahve daha doldurdu, keyifle içtik.
birinci gün
HİÇLİK ZİRVESİ
(nirvana)
Kahveleri içtikten sonra Aynalı Baba kulübeden bir ney çıkardı, hafif ve hoş bir şekilde çalmaya başladı. Kabristanın sessizliği, neyin hüzünlü sesi, bana garip bir zevk veriyordu. Aynalı Baba’nın arada okuduğu tasavvufî şiirlerin ve kahvenin etkisiyle beynimdeki tevhid lezzeti her an gittikçe şiddetleniyordu.
Bu güne kadar kafamla çözemediğim, yaşam ve ölüm çıkmazının verdiği taşınılmaz ağırlığın bilincimden kalktığını ve hafiflediğimi hissediyordum.
Aynalı şiir okumaya başladı:
Ey can! Yok olacak olan bu aleme ibretle bak.
Ey can! Var sandığın bu âlemin sanal olduğunu anla.
Gafletten kurtul.
Evren bütündür ben parçasıyım yanılgısından sıyrıl
Meydan boş değildir. . .
Sen anlamsız ve rasgele bir varlık değilsin.
Sultan Süleyman ve İskender Han neredeler?
Hak, dün Sultan Süleyman ve İskender olarak tecelli etmişti. Şimdi Hak sen’dir ve sen zamanın Sultan Süleyman’ı ve İskender’isin. Onlar nerede ve sen neredesin? Hak nerede ve sen neredesin ? Hâlâ anlamadın mı? Hz. Süleyman senin bilincinin sembolik adıdır, İskender, bilincindeki ilmin fethidir, açılımıdır. Sen de kendi bilincindeki tek’liğin büyük fethini yap.
Yüz bin senelik ömrü neşe ile geçirsen de hepsi BİR AN’dan ibarettir. . .
Sen sonsuz bir varlık ve ilim (data) hazinesisin. Kendini ne kadar tanısan da yine kendini hiçbir zaman hatmedemezsin. Tüm ilmin ve sonsuz hayatın “yok”lukta bir nokta ve an kadardır.
A gözüm! Cihan bağı ne bülbüle ne de güle kalacaktır. . .”
Hak, her an yeni bir görünümdedir. Sende de her an bin fikir gelir bin fikir geçer. Fakat sende değişmeyen bir şey var. “Enel Hak” bilincinde ise asla yok olma olmaz.
“Aç gözlülük ve hırsa uyup nefsin kahrına uğrama.
Hak sonsuzdur. Hak’kın sonsuzluğunu ancak ben anlarım zannetme. Her zaman senden daha âlim birisi vardır. Mûsa’nın Hızır’a yaptığını yapma. Sonra üstadsız kalırsın.
Adın duyulmasın sonra rahatın kaçar.
Kısır akıl ve dar bilinçlerin anlayamayacağı şeyleri açık etme. Kimisi seni sultan ilan etmeye gelir kimisi de seni asmaya gelir.
Allah’ı bilenlerle arkadaş ol; onlardan uzak kalma.
Sana senin ne olmadığını ve senin ne olduğunu senin anlayacağın lisanla sana açan üstadların ilminden faydalanmaya bak.
Dünya koltuğundaki gücünle mağrur olma.”
Ulaştığın ilim seviyesiyle başın dönmesin. Sonsuzun yanında ilmin ne kadar ki?
“Olgun kimseler, dünya zevkine kapılmadılar.
Bilginin ve ilmin verdiği haz, diğer zevklerin hepsinden farklıdır.
Netice olarak dünyanın bir gölge, boş bir arzu,
Bedensel yönümüz sonsuz yönümüzün bir özetidir. Dünya sonsuz âlemlerin bir özetidir. Kendini sınırlı beden ve sınırlı dünya hapishanesine kapatma, özeti aç.
bir oyuncak ve hayal olduğunu bildiler.
Dünyan yani bedensel yaşamın, özündeki sonsuz kudretin küçük bir biblosu ve gerçeğin şimdilik bir hayalidir.
Rüyanın gerçekle ne kadar ilgisi varsa,
Bedensel yaşam süresi sonsuz yaşam yanında ancak rüya hükmündedir.
cihanın da zevkle o kadar ilgisi vardır.
Tüm dünyasal bilgiler, tevhid ilmi yanında ancak bir virgül kadarcıktır.
Herkes aşk eteğini tutup Allah’a kavuşmaya yaklaştı.”
Her birim ve bilinç yaratılış amacı doğrultusunda kendi varlığına sevdalanır ve özüne doğru kendi sıratında yolculuk eder.
Kahvenin kokusu, Ney’in ve Aynalı’nın sesi beni başka bir boyuta doğru itmeye başlamıştı. Yavaş yavaş duyularımın sınırından sıyrılmaya başladım. Bir şey görmüyor ve işitmiyordum artık. Bir müddet uykuya yakın bir halde kaldım.
Bu hal çok sürmedi. Zihnim çalışmaya başladı. Görünüşte bir şey algılamaz iken kendimi başka bir boyutun çekim alanında hissetmeye başladım. HAYALİN DERİNLİKLERİ’ne yani özümdeki sonsuz boyutlara ( â’mak-ı hayâl’e) dalmıştım.
Dağları, ormanları, hayvanları, kırları ve çiçekleri bizim memlekete benzemeyen bir ülkedeydim. Yanımda görünmeyen birisi vardı. Beraberce yürüyorduk. Onunla telepatik yolla konuşuyordum. Nereye gittiğimizi sordum.
“Hindistan’dayız, <<hiçlik zirvesi>> ne gidiyoruz”
dedi.
Çok çok uzun haftalar süren bir yürüyüşten sonra Everest Dağı’nın eteklerine geldik. Bir kulübe gördüm. Görünmez arkadaşım beni kulübedeki genç adama “hiçlik zirvesi”ni ziyarete getirdim dedi ve teslim ederek döndü.
Genç adam bana tebessümle baktı. Bir ağacın gölgesine oturduk. Bana dedi ki:
“Hiçlik zirvesine
insanların yüz binde birisi
ancak çıkar.
Oraya
ancak ölmeden önce ölenler çıkabilir.
Yani hiçlik bilgisinden elde edeceğin zevki
geçici bedensel zevklere feda edersen zirveye ulaşamazsın.”
İsmini sordum:
“Buda Gotama Sakya Muni”
(Sakya ailesinin aydınlanmış insanı)
dedi.
Hurmetle ayağa kalkıp elini öpmek istedim, öptürmedi.
“Elimi benim için öpeceksen öpme,
ben hiç’im.
Benim yanımda hürmetle hakaret arasında fark yoktur.
Kendin için öpeceksen ben zâten senin kalbindeyim.
Benim irfanımı kendinde ara”
dedi.
Ertesi gün güneş doğmadan yola çıktık. Yemyeşil çimenlerin ve rengârenk çiçeklerin arasından zirveye doğru yürümeye başladık. Ilıman rüzgarın savurduğu egzotik çiçek kokuları bir bulut gibi bedenimi sarıyordu. Dağa tırmandıkça güzellik artmaktaydı.
Yine çok uzun yürüyüşten sonra bir saraya geldik. Açlıktan ölmek üzereydim. İçeri girdik. Her yer binbir çeşit meyve ve yiyecek sepetleriyle doluydu. Buda, hiçbir şeye içine düşecek gibi bakmamamı, tek bir lokma yemememi, eğer aksini yaparsam burada takılıp ebedi olarak kalacağımı ve kendisinin de dönüp gideceğini söyledi. İçimden çok kızmıştım.
Buda sessizce oturuyordu. onun telepatik mesajlarını duymaya başladım.
“…Dağın zirvesi irfanın zirvesidir…
Bu saray irfanın ancak yarısıdır.
Sarayın nimetlerini yemek, irfanın yarısına razı olmaktır.
İster burada kal, istersen benimle zirveye gel…”
O anda irfana açlığım ve yiyeceklere açlığım ile eşit derecede idi. O boyutta o yerde tek tercih hakkım vardı. Ya yiyecek ya irfan. İkisi birden yoktu. Buda’ya kızarak irfanı tercih ettim. Bana gülümseyerek;
“Haydi yükselmeye devam edelim, yeteri kadar irademizi güçlendirdik” dedi.
Yükselmeye karar verdiğimde, mideme indirmediğim halde o nefis yiyeceklerin enerjisinin tüm hücrelerimi doldurduğunu hissettim. Tat almadan ve posa sindirmeden gıdalanmak cennet boyutunun bir tür beslenme tarzı olmalıydı.
Sarayı terk ederken bir hizmetçi elinde altın tepsiyle soğuk içecek getirdi. Kendimi unutarak kadehi aldım tam içecekken Buda elime vurdu. Kadeh düştü ve kırıldı. Zirveye doğru hem o boyutta ilerliyorduk hem de dünya boyutundan Aynalı’nın Dâvudî sesiyle okuduğu şiirini işitiyordum.
“Ey hakikata yükselen yolcu! Yürü. Yetersiz ilim irfan kaynaklarıyla yetinme. Senin ulaşacağın bilgi yanında o dağın güzellikleri bir rüya ve hayalden ibaret kalır. Yürü (seyrü sülukuna devam et) ki kulluk yönünün nihayetindeki Allah gerçeğinin giriş kapısına ulaş. Yürü kendi gerçek yönüne ulaş, fenâ fillah’a er. Billur kadehte sunulan alkolden uzak dur ki aşk kadehinden içesin. Yürü ki sende tecelli edecek olan sınırsız kudret sırını yakala.”
Aynalı’nın yanında idim fakat sesi yüz bin yıllık uzaklıktan geliyordu. Buda’dan yüz bin yıl uzakta idim fakat şu anda onunla el ele zirveye tırmanıyordum. Aynı anda iki ayrı boyuttaydım. Ve “ben”de daha nice sonsuz boyutlar mevcuttu. Yeterince ilmimi artırırsam ve kendimi kullanmayı öğrenirsem, her an her yerde olabilecektim.
Kır âlemindeki iki dervişin ve Aynalı’nın sözlerini yeni yeni anlamaya başlamıştım.
Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir şey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,
tek şeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar,
diyorlardı.
Hem tek olmak hem de sayısız sınırsız olmak, mantıksal çelişki olmaktan çıkmaya başlamıştı. Bir fincan kahve, bir ney taksimi ve birkaç satır şiirle tekliğim aynı anda iki ayrı boyutta ikilik olmuştu. Bu tattığım ilk tasavvufi keşif ve felsefi açılımdı.
İki ayrı boyutta iki ayrı beden ve bilinçte olmama rağmen kendimi aynı anda da TEK (AHAD) olarak algılıyordum. Üç, beş, kırk, bin veya sayısız sonsuz olup da yine tek olmak, okuyarak, düşünerek ulaşabileceğim bir ilim değildi. Vahdette kesreti, kesrette vahdeti yaşamak, demek ki böyle bir şeymiş.
Buda ile birlikte zirveye yakın bir mola yerine geldik. Orada daha büyük bir saray vardı. Sarayın dış kapısında elimi bırakarak bana:
“Saraya gir. Biraz dinlen. Hiçbir güzelliğe sahip olmaya kalkışma. Sana yapılan her teklifi reddet. Saraydan çık ve bana dön ki zirveye olan yolculuğumuzu tamamlayalım. Ben seni burada bekliyor olacağım” dedi.
Daha sarayın kapısından adım atar atmaz ipek elbiseli bir düzine cariye beni karşıladı. Her birisi sonsuz güzellikte idi. Beni sarayın has odasına doğru götürdüler. Has odaya girdim. Sarayın prensesi muazzam bir tahtta oturuyordu. Cariyelerin güzelliği onun yanında bir hiç gibiydi. Prenses kollarını açarak:
“Yüz bin yıldan beri buraya kadar ilk defa sen çıkabildin. Ve ben yüz bin yıldan beri seni bekliyorum” dedi ve kollarını açarak benimle kavuşmak istedi.
O anda Buda’nın telepatik mesajını aldım. Hayır diyordu. Daha yolumuzun olduğunu zirveye ulaşamadığımızı söylüyordu. Ama prensesin çekim şiddeti Buda’nın kuru yavan ilim ve irfanından daha üstün geldi. Prensesi kollarımın arasına aldım. Sonsuza kadar öylece kalmak istedim.
Birden kulaklarımı sağır eden bir gök gürültü ve ardından da gözlerimi kör eden bir şimşek çaktı. Kollarımın arasında pis kokulu çirkin suratlı bir cadı kadın duruyordu. Korktum ve geri çekildim. Cadı çatlak sesiyle:
“Biraz önce mis gibi kokuma, kadife gibi sesime, güneş gibi güzelliğime meftûn olup taze kollarıma atlamıştın. Şimdi sana ne oldu da benden kaçıyorsun? Ben yine aynı prensesim. Hem oyum, hem de buyum. Ben aynı anda her yerde olanım. Aklına, ilmine, tasavvufî keşfine ve felsefî açılımına ne oldu? Hani sana göre çirkin de güzel de Hak’tı? Şimdi ben bâtıl mıyım? Şeytan ve melek sana göre aynı değil miydi? Ben sen, sen de ben değil miydik? Taavvuftan ve felsefeden ne kadar da çabuk bıktın? Haydi al beni kollarına!” diyerek üstüme saldırdı.
Arkama bakmadan kaçmaya başladım. Cariyeler çirkin maymunlar gibi olmuş beni yakalayıp hanımlarına teslim etmek için arkamdan kovalıyorlardı. O muazzam saray aniden pis kokulu bir çöplüğe dönüşmüştü. Buda’yı bulmak için çok koştum ama onun yerinde soğuk sam yelleri esiyordu artık.
Zirveye yakın noktadan aşağılara yuvarlanarak indim. İki kişi kollarıma girerek beni bir tapınağa götürdüler. Yüksek bir yerde üzerinde altın, zümrüt kakmalı ipek elbiseler içinde, önünde bin bir türlü lezzetli yemeklerden yerken çevresinde güzel cariyeleriyle eğlenen Buda’yı gördüm. O da beni görünce yüzünü ekşitti. Ve;
“Şu anda ben yine sâde giyimliyim. Fakat senin içindeki hırs beni altın zümrüt kıyafetler içinde gösteriyor.
Burası yaşlı bir incir ağacının altı, fakat senin hırsın burayı altın duvarlı tapınak gösteriyor.
Ben yüksekte değil, alçaktayım.
Bunlar lezzetli yemekler değil, hiçlik ilminin mânâ helezonları.
Bunlar cariye değil, benim zikrimi dinlemeye gelen başka boyutların bilinçleri fakat sen onları şehvetinden dolayı cariye görüyorsun.
Sen sözünde durmayan bir “dişi” tabiatsın.
Dişilik ve erkeklik bedensel cinsiyetin adı değil, bilincin mertliğini ya da zayıflığını ifade eden iki kavramdır.
Size ikram edilen “Kutsal Kitap”ta bahsedilen erkek mert nefsi, zayıf kadın da nâmert nefsi sembolize eder. Yoksa kadın ve erkek ruh ve beden açısından biribirine denk yaratılmıştır.
Şimdi sen ey zayıf dişi, sevdiğin hırslarına geri dön.”
Diyerek derin bir sükûta gömüldü.
Tapınağın merdivenlerinden aşağıların aşağısına yuvarlandım. Her yerim acıyor ve ağrıyordu. Gözlerimi yavaşça açtım. Aynalı’nın tebessüm eden yüzüyle karşılaştım. Yeni pişirdiği kahveyi isli cezvesinden eski fincana doldurup bana uzattı.
“Yükseklerden, cennetlerden dünyaya hoş geldin. Bir damla ilim irfan tahsili kişiyi fena fillah’a, enel hak’ka ve Makam-ı Mahmud’a ulaştırmaz. Evlâdım HİÇLİK ZİRVESİ’ne ulaşmak kolay değil, kolay değil, kolay değil” dedi.
Çok mahçup olmuştum. Kendisini tekrar ziyaret edip ilminden nasiplenmeyi diledim.
“Ben bu memlekette oldukça aramızda geçenler sır olmak şartıyla tekrar görüşebiliriz” dedi. Söz verdim ve ayrıldık.
RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFAN’IN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A. S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.
 

yosika

Doçent
Katılım
4 Kas 2007
Mesajlar
594
Tepkime puanı
52
Puanları
0
Tavsiye debileceğim,okunması gereken bir kitap,teşekkürler özeti için.
 
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
58
Tepkime puanı
5
Puanları
0
bir gecede bitirdiğim severek okuduğum okunması gereken bir kitap...hayalin derinliklerine yolculuk etmek isteyen herkese tavsiyedir.
 

Hüzün Seli

. . .
Katılım
16 Ağu 2009
Mesajlar
1,228
Tepkime puanı
512
Puanları
0
Konum
A'raf
Web sitesi
huzundusumu.blogcu.com

İlginç bir tevafuk ki dün gece bu kitabın istişaresini yaptık çok uzakta olan bir dostla..Daha doğrusu o bir nebze bahsetti bense dinledim..Kitabı edineli epey olmuştu, ama okuma sırası gelememişti bir türlü..Bu konuşma sonrası listemin en başını almıştı bu kitap...

Yeni bir merak eklendi, teşekkürler...



 
Katılım
11 Ocak 2008
Mesajlar
58
Tepkime puanı
5
Puanları
0
İlginç bir tevafuk ki dün gece bu kitabın istişaresini yaptık çok uzakta olan bir dostla..Daha doğrusu o bir nebze bahsetti bense dinledim..Kitabı edineli epey olmuştu, ama okuma sırası gelememişti bir türlü..Bu konuşma sonrası listemin en başını almıştı bu kitap...

Yeni bir merak eklendi, teşekkürler...

belki sende bu gece okursun :)

en son okuduğunuz kitap konusuna da yarın sabah amak-ı hayal i yazarsın :)
 

Hüzün Seli

. . .
Katılım
16 Ağu 2009
Mesajlar
1,228
Tepkime puanı
512
Puanları
0
Konum
A'raf
Web sitesi
huzundusumu.blogcu.com
belki sende bu gece okursun :)

en son okuduğunuz kitap konusuna da yarın sabah amak-ı hayal i yazarsın :)

Ne yazık ki dün gece hiç kitap okuyamadım..Ve şuan elimde daha evvel başlamış olduğum bir kitap var..Ama onun akabinde de ilk okuyacağım kitap olacak Âmâk-ı Hayal... :)

Ve okuduğumda da yazacağım inşaallah en son okuduğunuz kitap konusuna... :) :gul



 

melde

helina_roje
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
2,238
Tepkime puanı
24
Puanları
0
Konum
Ankara
sevdiğim bir kardeşim tavsiyesi ile okumuştum gerçekten derin bir kitap.
 

serkan..

Profesör
Katılım
5 Eyl 2009
Mesajlar
1,305
Tepkime puanı
169
Puanları
0
itikadınızı bozabilir

eften püften abartılmış bi kitap

tasavvuf ile alakalı çok değerli eserler ile meşgul olsanız daha hayırlı olur
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
ikinci gün
EY NÛR
( Nur’un ve Zulmet’in Ezelî Savaşı )​
1. Mülhime Nefs Girdabı
Mezarlıktan çıkmış eve doğru gidiyordum. Evet, hayret, meyhaneye doğru değil de eve doğru gidiyordum. Aynalı Baba’nın bir fincan kahvesini içmiş ve alkolden ebedi tiksinmiştim. Eve gelince annem de gözlerine inanamadı. Tabii ki verdiğim söz gereği anneme Aynalı’dan ve yaşadığım mâceradan söz etmedim..
Erkenden yatağıma uzandım ve nefs muhasebesi yapmaya başladım.

Birkaç damla tasavvuf ilmi ile
her şeyin aslını anladığımı zannetmiştim.​
Varlığın sırrını​
“ her şey Hak’tır ve ben de Hak’kım “ felsefesi ile özetleyip​
tam rahatlamıştım ki,​
Aynalı Baba içine düştüğüm bu girdaptan Buda ile yaptırdığı hayali yolculuk sayesinde kurtardı.
Beni gönderdiği ülke benim kendi özümdü.
Everest Dağı özümdeki nefs idi.
Dağın başlangıcı, birinci bilinç boyutum olan “nefsi emmâre” idi.
Dağdaki birinci saray; bilincimin ikinci boyutu olan “nefs-i levvame” idi. Bu nefs boyutunun girdabından, Buda tecellisine bürünmüş olan Aynalı Baba’nın küçük bir desteğiyle (tasavvuf dilinde ‘şeyhin himmetiyle’) kurtulmuştum.
Dağdaki ikinci saray; bilincimin üçüncü boyutu olan “nefs-i mülheme” idi. Bu sarayın tuzakları çok fazlaydı. Buda sembolü (aslında Aynalı Baba) beni nefs-i mülheme sarayına yalnız sokmuştu. Koruması (himmeti) yoktu. Her şey ben’im ve her şey ben’im tecellimdir felsefesini tasavvufi bir hakikat ve keşif zannederek sarayı ve sarayın içindeki her şeyi nefsime helal görmek yanılgısına düştüm.
Gerçi haram ve helal yanılgımdan çabuk kurtuldum. “Resuller ve veliler daha bilgili olmasına rağmen harama ve helale son derece dikkat etmişlerdir” prensibini hatırlayınca tehlikeyi atlattığımı zannettim. Fakat mülheme nefs girdabında sonsuz sayıda tuzak vardı. En basitlerinden birisine yakalanmaktan kurtulamadım. Prensesin sonsuz güzelliğini Hak’kın güzelliğinin yansıması olarak gördüm. Sadece prensesin değil evrendeki her güzelliği Hak’kın güzelliği olarak yorumladım. Tam bu anda prensesin yaşlanmış, çirkinleşmiş hali tecelli edince geri çekilmek zorunda kaldım. Halbuki Hak ve Hak’kın her tecellisi tek bütünün farklı cepheleriydi. Prensesin yaşlı halini Hak olarak kucaklayıp hazmedemedim. Ve böylece mülheme nefs mertebesinin ilk hakikat tecellisini dahi hazmedemeyince tekrar başa dönmek zorunda kaldım. Dağın yarısından yani mülheme nefs mertebesinden tekrar dağın dibine yani emmare nefs mertebesine düştüm.
İlk boyutlar arası tasavvufi gezintide ilk mühim nefs mertebesinde ayağım kaymıştı. Bu kaymadan Aynalı Baba memnun olmuştu, çünkü en büyük hatayı yaparak bir daha yapmamayı ve Mutmain nefs boyutuna geçiş için vize almayı öğrenmiştim. Bu güzel tefekkür içinde uyumuş kalmışım.
Aynalı ile tanışmamın ikinci gününün sabahında erkenden uyandım. Normalde ikindiye kadar uyurdum. Uyanınca da meyhaneye gider sabaha kadar eve gelmezdim. Annem gayet memnun arkamdan bakarken giyinerek evden çıktım.
2. Karşılıklı Hediyeleşme
Pazara uğrayıp birkaç tencere, tava, mangal, tabak, kaşık gibi mutfak eşyası aldım. Yağ, pirinç ve benzeri yiyeceklerden de aldım. En mühimi de bolca taze Türk kahvesi temin ettim.
Kulübeye geldim. Aynalı Baba hediyeleri reddetmedi. Benim gibi bir alkoliğin getirdiği kapları ve yiyeceği tereddütsüzce alması, hemen kullanması beni çok onore etmişti. Hiç kimseden karşılıksız bir şey almıyordu. Biraz konuştuk, yemek yedik ve biraz da uyuduk. Yeterince dinlendikten sonra benim getirdiğim mangalı ateşledi ve isli cezveyi ateşe sürerek taze dövülmüş dibek kahvesinden demlemeye başladı. Kahve yavaş yavaş kaynadıkça kokusu beni kendimden geçiriyordu. Dede eski fincanları doldurdu. (Aynalı’ya bazen baba, bazen dede diyordum.) Bir yudum çekiyor, biraz ney üflüyor ve gür sesiyle şiir okuyordu:​
Bu şuun, âlem
Bisebat-u bîkıdem
Nerde Havva, âdem
Varsa aklın ey dedem!
Dem bu demdir, dem bu dem!..
Dem bu demdir, dem bu dem!..
(dem=başlangıçsız ve sonsuz an)​
. . .
Nice tasavvuf ehli (sûfiyye) ve hikmet ehli (filozof/hükemâ) kimselerle yıllar geçirmiştim. Tasavvuf ehli olan takvâlı (?) zâtlar, âlemin sonradan yaratılmış değersiz bir madde olduğunu kötüleye kötüleye anlatırlardı. Filozoflar ise âlemin Tanrı ile birlikte ezeli olduğunu iddia ederler, bir kısmı da tanrıyı inkar ederek maddenin ve enerjinin ezeli ve ebedi olduğunu kanıtlamaya çalışırlardı. (Allah’ı inkâr mümkün değildir, çünkü sen kendini inkâr edebilir misin? Bundan dolayı TANRI kavramı özellikle yazılmıştır.)
Aynalı Baba hem tasavvuf ehlinden hem de filozofların inançlı ve inançsız kesiminden farklı olarak âlemin aslını ve hakikatteki hükmünü birkaç kıt’a “mârifet” şiiriyle bir anda anlatmıştı.
Aynalı anladığım kadarıyla şöyle diyordu:
Bu tecelliler ve bu âlemler ve bu boyutlar
ne ezelidir ne de ebedidir.
Hâdis (yaratılışı Tanrı’dan sonra) de değildir,
kadîm (Tanrı* gibi başlangıçsız, yaratılmamış) de değildir.
Âlem ve tecelliler dediğin her şey;
zamansız Hak’kın zamansız gölgesidir.
Âdem ve Havva isimli
insanlık âlemini
hangi zaman dilimine oturtabilirsin ki?
Aklının sınırını kaldırıp da
akl-ı kül ile tefekkür edersen
zamanın ve gölgenin var olmadığını,
her an (dem bu dem) var olanın
Hak olduğunu keşfedersin.
*(Allah veya tanrı kavramları özellikle ayrı ayrı kullanılmaktadır, bundan sonraki kullanımlarda da aynı özellik mevcuttur. Tasavvuf Felsefesi (ilm-i hikmet) ve batı felsefesinde yapılan tartışmalarda kastedilen ‘tanrı’dır. Allah ismi ile işaret olunan ahad varlık; görecelilik taşımadığı için hikmet ve felsefe tartışmalarında kullanılamaz.)
Getirmiş olduğum değersiz hediyelerin karşılığını para ve değerli hiçbir şeyle ölçülemeyecek olan bu bilgi ile iade etmişti. Ben ona Yunus Emre misali ucuz alıç gibi olan çanak çömlek getirmiştim o da bana para ile satın alınamayacak ilim ile karşılık vermişti. Yıllardan beri çözemediğim; zaman, mekân, madde, enerji ve insan sırlarını bir fincan kahve içip bir nefes ney dinleyip birkaç kıt’a şiir dinletisiyle o demde halletmiştim.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
3. Cihad-ı Ekber’e Hazırlanış
Aynalı’nın şiirini zihnimde yorumlarken gönül nefesiyle üfürdüğü neyin sesi yavaş iniltilere döndü. Sanki binlerce yıl uzaktan geliyordu. Yine iyice gevşemiş ağır bir uyku ile uyanıklık arası yakaza haline girmiştim. Yani ne uyanıktım ne de uyuyordum. Aynı anda hem Râci olarak mevcuttum hem de binlerce yıl önce Belh’de yaşayan İranlı bir gençtim.​
Odama bir hanım girdi, benim eşimmiş. Çabuk hazırlanıp “Seyir Bayramı”na yetişmemi söyledi. Başıma bir külah, belime bir kuşak taktım. Üzerime uzun bir şal aldım. Sokağa çıktım. Yüzlerce, binlerce insanla birlikte büyük bir meydana geldik.
Ne olduğunu birisine sordum. Yüzüme baktı, “Sen yabancısın galiba, kıyafetin bizim gibi ama bizim inanç ve şartlanmalarımızdan haberin yok. Bu günden itibaren kırk gün Seyir Bayramı’dır (Temâşa Bayramı). Biraz sonra ismi okunanlar şu büyük çadırdaki Zerdüşt’ün yanına girecek. Zerdüşt’ün sorusuna Hak Kelam ile cevap verenlerin alnına ‘cennetlik’, cevap veremeyenlere de ‘cehennemlik’ yazılacak. Cennetlik olanların Hakikati seyretmesine izin verilecek.” dedi.
Zerdüşt, milattan önce 1200 yıllarında İran’da yaşamış birisiydi. Kimisine göre o ateşe (ışığa, iyiliğe) ve karanlığa (cehalete, kötülüğe) tapma dinini kurmuştu. İslam düşünürlerine göre de eski Resul’lerden biri idi ve Hak Din’i zamanla tahrif edilerek ateşe ve karanlığa tanrı olarak tapınılmaya çevrilmişti. İçimden gelen bu duyguları dinlerken yüksek sesle adım okundu. Hemen çadıra girdim.
Zerdüşt muazzam bir tahtta altın sırmalı elbiselerle oturuyordu. Askerler, danışmanlar, hizmetçiler etrafını sarmış el pençe divan duruyordu. İki asker koluma girip huzura götürdü ve bıraktılar. Herkes yerlere kadar eğildiği halde ben sadece başımla hafifçe saygı sundum. Çevredekiler yere eğilmememi ölüm cezası olarak düşünüyorlardı. Fakat Zerdüşt hiç oralı olmadan bana hemen sordu:
Nereden geldin?”
Kalbime düşeni hemen söyledim:​
“Nasıl ve niçin yaptığından sual olunmayan Allah’tan. . .”
Niçin gönderildin?”
“Kendimi hatırlamak, ilim ve irfan nûrum ile cehalet karanlığımı birbirinden ayırmak ve sonra tekrar cem etmek için bu beden ve ruh tecellisine indim. Nûruma yâni ilim ve irfanımla kendimi hatırlamaya <ben> , cehalet ve ben’i hatırlamayı örten zulmete de <gayrım> ve <ben olmayan> dedim.
Nûrun nedir? Karanlığın nedir?”
“Nûrum; ilim ve irfan yönüm olan Hürmüz’dür. Karanlığım; kendimi unutmuş yönüm olan
Ahriman’dır”
Hangisi üstündür?”
“Şu anda özümde her ikisi de eşittir. Kendimi tanımak cihadı olan Cihad-ı Ekber’i kazanırsam nûrâni yönüm baskın olacak. Kazanamazsam zulmânî yönüm baskın olacak.”
Sonra ne olacak?”
“Nur galip gelecek ve Allah;
‘Ben’den gayrı mevcûd yok
( Lâ mevcûde illâ Hû )
diyecek”
Zerdüşt eliyle alnıma yeşil bir çizgi çekti ve etrafındaki ihtiyarlar (seçkinler), “Allah mübârek kılsın!, Allah mübârek kılsın!” dediler.
Çadırdan yanıma verilen bir rehberle çıktım. Alnımdaki yeşil çizgiyi gören halk her iki yana çekiliyor ve
“ İşte Ahriman’la çarpışacak cengâver geliyor!”
diye bağırıyorlardı.​
Rehberimle ışıktan daha hızlı koşan atlara bindik, binlerce yıl yol kat ettik. Sonsuz bir sahrâya geldik.​
Sonsuz sahrâda sonsuz yükseklikte bir​
Dağ
yükseliyordu.​

Vücudumun iki katı ağırlıkta zırhlarla ve silahlarla donatıldım. Dağa tırmanmaya başladık. Dağda yükseldikçe bana hiç de yabancı gelmeyen​
fakat bir türlü nereden hatırladığımı çözemediğim​
içki şişeleri görüyordum.​
Şişeler ben yaklaştıkça canlanıyor şekil değiştiriyor, müthiş ejderhâlara dönüşerek üzerime ağızlarından ateşler püskürterek saldırıyorlardı.​
Zırhımdan yansıyan alevler geri dönerek kendilerini yakıyor​
ve​
cam gibi tuz buz olup dağılıyorlardı.​

Yine âşina gelen gır gır ve şamata sözler başka bir ifrit kılığına bürünerek bana saldırıyor. Onlar da duman haline dönüşüp yok oluyorlardı.​
Rehberime,​
bunlar nedir ?​
diye soran anlamlı gözlerle baktım.​
Gülümseyerek​
“Küçük cihadla terk ettiğin basit günahların tecellileridir,​
sen şimdi asıl​
Büyük Cihad’a yoğunlaş”​
dedi.​

4. Denge Küre’si YİNG ve YANG
Biz dağın zirvesine yükselirken sonsuz semâdan da bir melek elinde bir küre ile dağa iniyordu.​
Dağın sağ tarafındakiler beni görünce “ İşte Allah’ın nûru geliyor! Ey nûr!.. Karanlıkları boğ!” diye bağırarak tezahürata başladılar.
Dağın sol tarafında karanlıklar içinde, <karanlıktan daha da karanlık> olan varlıklar, sağ taraftaki tezahüratı bastırırcasına; “Ey Ahriman! Gönder zulmetini, yok et aydınlığı!” diyen düşünce dalgalarını yoğunlaştırarak evrenlere dağıtıyorlardı.
Melek dağın zirvesine kulakları sağır eden bir sayha (hakikatı ilan eden ses-bilgi) ile indi. Herkes sustu ve meleği dinledi. Melek elindeki küreyi ileri uzattı. Kürenin yarısı gözleri kamaştıracak kadar ışıklı diğer yarısı da karanlıktan daha da karanlık olduğu için görünebilen bir siyahlıkta idi.
“Allah indinde her an salt adalet vardır,
aydınlık ve karanlık eşit yaratılmıştır,
en iyi kim mücadele ederse
o galip gelecektir.”
Diyerek çarpışmayı başlatan sûr’a üfledi.
İyiliği sembolize eden Hürmüz ayağa kalktı:
“ Ey varlıklar! İçinizdeki kini, nefreti, bedensel çıkarlarınızda cengâverce etrafa saldırmayı, yalanı, gıybeti, sarhoşluk veren alkolü ve öğünmeyi terk edin. Sonsuz cennetlerin sonsuz ilim ve irfan zevkini üç beş günlük dünya şehvetiyle değişmeyin ve Allah’ın ahlakı ile ahlâklanarak karanlığın savaşçılarına galip gelin!”
dedi ve oturdu.
Bu sefer de kötülüğü temsil eden Ahriman ayağa kalktı:
“Hürmüz yalan söylüyor. Ben sonsuz yıl ilim ve irfanla Allah’a kulluk ettim fakat sonunda kovuldum. Gelin siz de vaktinizi boşa harcamayın. Henüz fırsat var iken en iyiyi yiyin, en iyiyi giyin, ve zevkinizde hayvanlar gibi sınırı aşın. Çünkü bu dünyaya tekrar dönüş imkanınız yok. Ölünce de ne cennet ne cehennem; yok olup gideceksiniz. Birbirinizi çıkarlarınız için ezip geçin.”
dedi ve oturdu.
Her iki taraf en iyi savaşçılarını ileri sürdü. Düello acımasızca günlerce sürdü. Bazen onlar öne geçiyor bazen biz öne geçiyorduk fakat eşitlik bozulmuyordu.
Ahriman zafer için “İki Yüzlü” (nifak) isimli şövalyesini ileri sürdü. “İki Yüzlü”den hepimiz korktuğumuz halde Hürmüz’ün hatırı için ileri atılıp şehit oluyorduk. Bizden tam otuz kişi “İki Yüzlü”nün silahıyla öldürüldü. Çünkü o çok sihirli biriydi. Görünüşü o kadar tatlı ve sevimli idi ki, tatlı dili ile bizi seviyor, okşuyordu. Ona güvenip arkamızı döndüğümüzde ise yüzü ekşiyor, korkunçlaşıyor, çatal dilini çıkarıyor, küflü dişleriyle sırıtıyor ve zehirli hançerini sırtımıza saplıyordu.
Hürmüz daha fazla dayanamayarak “Muhabbet Savaşçısı”nı “İki Yüzlü”nün üzerine gönderdi. İki yüzlü’nün yüzü çirkinliğe bürünerek asıl kimliği ortaya çıktı. İkisi de kırk gün kırk gece çarpıştı. Sonunda “Muhabbet Savaşçısı” galip geldi.
Ahriman çıldırarak daha iyi bir şövalye çağırdı. “Gazap” Şövalyesi elindeki gürz ile “Muhabbet Savaşçısı”na meydan okudu. Birkaç günlük düellodan sonra “Muhabbet Savaşçısı” çok iyi bir savaşçı olduğunu düşünüp gururlanmaya başladığı anda “Gazap”ın çelik gürzünü kafasına yedi ve yere serildi. “Gazap” Muhabbet’in kalbini söktü ve Ahriman’ın ayakları altına attı. Ahriman sırıtarak,
“ Benim gibi gurura kapılan muhabbetini yitirir”
“Gazap”ın alnından öptü.
Her nedense ben de alnımda bir ılıklık hissettim. Ahriman’ın sonsuz sayıdaki “Gazap” isimli çocuklarından birisi de benim derinlerimde miydi? . .
Zirvedeki meleğin elindeki kürede hangi taraf düellodan galip ayrılırsa o tarafın renk fonu artıyor diğeri azalıyordu. Gazap Şövalyesi bizden epeyce bir savaşçı tepelediği için küre neredeyse tamamen kararmak üzereydi.
Rehberim bana, “Yarın Gazap’ın karşısına Hikmet Pehlivan çıkacak. Gazabı ancak ilim ve tefekkür gücü yenecek” dedi.
Hikmet Pehlivan kim diye sorunca,​
“Sen” cevabını aldım.​
Başım döndü ve soğuk terler dökmeye başladım.​
Gazap Şövalyesi tüm savaşçılarımızı temizlemiş, geriye,​
“Aşk”ın Kılıcı
ve​
ben
kalmıştık.​
Ben de meğer ki Hikmet Pehlivan imişim.​
Zerdüşt’ün çadırı önünde bu isim çağırıldığında içeri girmiş ve sualleri doğru cevaplayıp çıkmıştım. O zaman ismime bir anlam verememiştim ama şimdi çok zor durumdaydım. İsmimin ve sıfatımın gerçek sınavını er meydanında verecektim.
“Nice başların kesilip de soranın olmadığı”
er meydanına çıkma vakti gelmişti.
O gece rehberim beni uyutmadı. Uyumak ve tembellik zamanı değil cenge hazırlık ve antrenman zamanıydı. Sabaha kadar rehberimle hem kılıç hem de ilim irfan eğitimi yaptık. Hava aydınlanmadan er meydanına geldik.
Gazap Şövalyesi burnundan zehirli dumanlar çıkarak bana saldırdı. Hiç istifimi bozmadan bekledim. Burun buruna geldik. İçimdeki korku ve endişe kaybolmuştu. Korkmadığımı anlayınca iyice gazaba gelerek kükredi.
“Sen de kim oluyorsun da benden korkmuyorsun” dedi.
“Ben ilim ve tefekkür silahıyla kuşanmış Hikmet Pehlivan’ım” dedim.
Tüm gücünü toplayarak gürzünü kafama doğru savurdu. Sanki sinek çarpmış gibi oldu. Çelik gürz eğildi ve yere düştü. Gazap Şövalyesi hayretle bana baktı. Ben de tebessüm ederek dalga geçtim.
“Benim yendiğim asıl
<gazap cengâveri>
yanında sen ve senin hamlen
bana sinek kadar zarar veremez”
deyince merakla sordu:
“Kimmiş benden daha da güçlü olan?”
“Kendi nefsimdeki gazap kuvvesi”
dedim ve şaşkınlaşan şövalyenin kafasını uçurdum.
Kürede nur ve zulmet yine dengelenmişti.
Ahriman oturduğu yerden şimşek gibi fırladı ve en son ve en güçlü şövalyesini meydana kendi elleriyle sürükleyip bıraktı.
Yeni şövalyenin gözleri kan çanağına dönmüş, saldıracak yok edecek ya da efendisi Ahriman’a köle yapacak ışık savaşçısı arıyordu. Hepimiz ister istemez korkuya kapılıp geri geri yürüdük.
Arkamda bir el hissettim. Rehberim, oyun oynamak istemeyen gelinler gibi beni arkamdan meydana ittiriverdi. Birden kendimi öyle bir şövalyenin önünde buldum ki, dizlerimin dermanı kesildi.
Ahriman’ın son kalesi olan bu şövalye, şeytânî levvâme ve şeytânî mülheme nefsin gücünü kendinde toplamış olan kaynak,
“NEFS-İ EMMÂRE”
idi.
Emmâre’nin hizmetindeki Mülhime girdabına Everest tepesine tırmanırken bir kez düşmüştüm. Akıllandığımı zannediyordum.
Melekî levvâme ve melekî mülhime nefsin
gücüne sahiptim fakat kendimden yine de emin değildim. Her an Emmâre Şövalye’ye mağlup olabilirdim.
Tüm gücümle saldırdım. Âdeta benimle dans edercesine karşılık veriyor, beni ciddiye almadan tüm hamlelerimi savuşturuyordu. Melekî levvâme ve mülhime gücümü devreye sokunca yorulmaya başladı. Birkaç yerinden yaraladım, kan kaybetmeye başladı. Aniden en can alıcı hamlemi indirecektim ki, yüzünü bir maskeymişçesine sıyırıp attı. “Aman ya rabbi bu ne güzellik” diye bağırarak cemâline hayran kaldım. Elimdeki silahlar düştü. Özümden gelen bir ses
“O gördüğün cemâl
insanlığın zirve noktası,
ilmin ve irfânın efendisi,
kâinatın kendisi için yaratıldığı,
ve
henüz doğmamış olan Zât’ın nûrânî simasıdır.”
dedi.​
Birden karşımdaki simâ benim simama büründü. Bir ben oluyordum bir O nûrâni Zât oluyordu. Her halde ben <fenâ fir Resul> olmuştum. Kendim ve çevremdeki herkesi O’nun siması ile görüyordum. Bir an düşündüm, bu bir numara olabilir miydi? Ama Ahriman nûrun kılığına bürünemezdi. Ahriman’ın yapamadığını şövalyesi de yapamazdı diye düşünüyorken elimin arkaya büküldüğünü ve bağlandığımı anladım. Emmâre’nin girdabına düşmüştüm. Ve şimdi çirkin simalı Emmâre Şövalye’nin esiri olarak Ahriman’a doğru sürükleniyordum.
Ahriman’ın önüne fırlatıldım. Ahriman korkunç bir kahkaha atarak neş’eyle bağırdı:
“Hey şaşkın! Ne kadar da cahilmişsin.
Ben Resul’lerin kılığına giremem
Ama
senin kendi Emmâre Nefs’in benden daha tehlikeli ve oyuncudur.
Senin Emmâre Nefsin her kılığa girer,
Resul kılığına bürünüp sana evliyalık verir,
tanrı suretinde hitap edip sana Nübüvvet (peygamberlik) verir.
Emmâre ve mülhime arasındaki girdaptan bir türlü çıkamıyordum. Yine tökezlemiştim. Kendimden başkası olamayacağımı anlamıştım. Değişim varlığımda ve bedenimde değil; ilim, irfan ve bilgi seviyemde olacaktı. Anlamıştım ama esir olduktan sonra anlamıştım.
Zirvedeki kürede yine zulmet oranı artmış nûr bir nokta kadar kalarak sönükleşmişti.
Şimşekten daha hızlı bir binek üstünde “Aşk”ın Kılıcı geldi. Aşk’ın Kılıcı’nı gören Ahriman ve Hürmüz ayağa kalkarak saygılarını sundu. Emmâre Şövalye beni serbest bırakarak Aşk’ın Kılıcı’na bağışladı. Küredeki nûr ve zulmet yine yarı yarıya eşit hale geldi.
Aşk’ın gücü dağdaki herkese yayılınca herkes kendi varlığına âşık oldu. Herkes kendi renginden, kendi özelliklerinden ve kendi efendilerinden bilinçsizce de olsa “Mutmain nefs” sırrıyla râzı oldu.
Aşk, ışık ve nûr kaynağı Hürmüz’ün elini tuttu. Sonra karanlık ve zulmet kaynağı Ahriman’ın elini tuttu. İkisinin de elini havaya kaldırarak,
“ Ey Nûr sen kendini Zulmet ile tanıdın.
Işığı gösteren fon karanlıktır.
Karanlık olmasa ışık zâhir olmazdı.
Ey Zulmet!
Sen de kendini ışıkla tanıdın.
Işık olmasaydı karanlığın farkına kim varacaktı?
Karanlık dahi karanlık olarak kalacak, kendi varlığından haberdar olamayacaktı.
Ben Aşk’ım.
Benim olduğum yerde ikilik yok, teklik var”
dedi.​
Ben yenilmekten ve esir edilmekten ve serbest bırakılmaktan gayet mahçup olmuş halde Hürmüz’ün yanına geldim. Elini öptüm, yüzüne baktım. Yüzünü görünce çığlığı koyuverdim, meğer ki Hürmüz Aynalı Baba imiş. Aniden gözlerimi açtığımda yine Aynalı Baba tebessümle bakıyordu.
Elimde kahve fincanı duruyordu. Daha bir yudum içtiğimi hatırladım. Elim havada iken binlerce yıl ve binlerce fersah ötelere gidip gelmiştim. Çok yorgun olduğumu hissettim.
“Öteler,
özündeki boyutların yanında
sonsuzda bir zerre kadar bile mesafe tutmaz,
hem de yormaz.
Asıl sonsuzluk
sen kendinsin,
kendindeki sonsuz seyahatlerdir seni yoran”
diyen sesini duydum.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
DEVR-İ DÂİM
yeniden doğuş​
1. GONCANIN AÇILIMI
Aynalı Baba, Türk Kahvesi ve sırrın hüzünlü sesi Ney. Sükûtun ve huzurun bahçesi mezarlık. Çam ve reçine kokusu. Yine hepsi birleşerek beni hayalimin derinliklerindeki âlemlerden bir âleme indirdi.​
Hindistan’lı bir gencim. Yaşlı babam, “Oğlum yeterince büyüdün. Kendini ve kâinatı tanıma vaktin geldi. Seni, sana varlığın sırrını yaşatacak olan en büyük üstada göndereceğim” dedi.
Beni en büyük üstâd Brehmen’e götürecek olan rehbere teslim ettiler. Rehberim bir merkebe bindi ben de onu tam kırk gün yaya olarak takip ettim. İlk günler sürekli yürümekten canım çok yandı. Fakat zamanla bedenimdeki tembellikten ve fazlalıktan arındığımı hissetmeye başladım. Bilincim daha hızlı ve daha soyut çalışmaya başladı. İlmin ilk şartı tembellikten ve fazlalıklardan arınmak olduğu için bu kırk günlük perhizli yürüyüş özellikle planlanmıştı.
Yolculuğun sonunda bir kulübeye geldik. Rehberim beni kulübeye soktu.
“Ey gerçek varlık Brahma. Gerçeğinin boyutlarını, ruhunun derecelerini göster!”
diyerek duasını tamamladı ve kapıyı üzerimden kapatarak ayrıldı. Kulübenin içi yavaşça karanlığa gömüldü.
Rehberim dua ederken vücûdum gibi zindeleşmiş olan bilincim karıncalanmaya başlamıştı. Duayı ötelerdeki bir tanrının işitmeyeceğini hissetmiştim. Gerçek varlığın ve gerçeğin ben kendim olduğumu düşündüğüm anda da sessiz, harfsiz, titreşimsiz bir mânâ helezonunun algı merkezimden tüm varlığıma yayıldığını duymaya başladım.
Ey zayıf bezm-i vücûd
Anla nedir sır-rı şuûn
Yok dem-i vahdette hudûd
. . . . . .​
Ey! Varlık âleminin “görünüşte âciz, hakikatte sonsuz kudret goncası” olan misafiri.
Sen tek gerçeğin şu anda kapalı gonca gülüsün.
Abdiyetin ve âciziyetin misafirisin.
Kulluğun ve zayıflığın
ilim ve irfanla beslenirse
öyle bir açılım sırrı yaşarsın ki
Abdiyetin öteki ucu “Hak”
aczin öteki ucu kudret
sendeki misafirliği alır götürür.
Mânâ okyanusu
her an sonsuz hallere bürünmekte iken
Vahdet’i durağanlıkta ve sükûnda arama.
Okyanus’un çırpınışı başlangıçsız ve bitişsizdir
Tekliğin
sonsuz aksiyon
hâli olduğunu anla.
2. EKBERİYET SIRRI
Brahmanizm dini mensubu olduğum halde özümde bu dinin bozulmamış aslını hissediyordum. Dünya var olmadan önce, şimdi ve dünya yok olduktan sonra da hiç değişmeden devam eden tek din olan “Allah Sistemi”ni hissediyordum.
Doğduğum ülkenin şartlandırmalarına göre her an var olan tek varlığın ismini “Brahma” olarak öğrenmiştim. Şimdi Brahma’yı, kendimi ve kâinatı (var oluşlar bütününü) daha yakından öğrenmek vaktiydi.
Yıkık dökük bir kulübede karanlıklar içinde oturuyordum. Bilincim de aynen yıkık dökük bir kulübe misali olan bedenimde karanlıklar içinde idi.
Bilincim beden kulübesinden her yöne taşarak sonsuz bir hızda ve zamansız bir zamanda tüm kâinatı içine aldı. Görebildiğimiz ve göremediğimiz tüm boyutlar bilincimin içinde âdeta sonsuz küçüklükte tek bir nokta hâline dönüşmüştü. Sonsuz geçmiş zaman ve sonsuz gelecek zaman sadece tek bir an olarak yine bilincimde yok olmuş gitmişti.

Birden bire bilincimin tüm içeriği de yok oldu.
Bilincim de yok oldu.
“Kendim” kavramı tamamen silindi.
Sadece “var” diye bir bilgi kaldı.
Öyle bir “var” ki;
“yok”a ve “hiç”e eşit
bir “var”.
Var, yok, hep, hiç gibi farkındalık oluşturan mânâlar da silindi. Farkındalık da yok oldu. Bu durumu izah edecek tek bir kavram kalmıştı geriye “Allah Ekber”.
“Allâhu Ekber, Allâhu Ekber!
Ey sır-rı vücûd-u bî vücûd
Marûfsun amma bilinmezsin,
Zâhirsin amma görünmezsin.”
. . .​
O’nun “ ekberiyeti ”;
kendinden başka varlık olmamasıdır.
O’nun varlık sırrı;
varlık tecellilerinin “başka varlık olamaması”dır.
O’nun bilinme sırrı;
O’nu bilecek ikinci bir şeyin olmamasıdır
ve
O’nu bilenin de sadece kendisi olmasıdır.
O’nun görünme sırrı;
O’nu görecek ikinci bir şeyin olmamasıdır
Ve
O’nu görmek,
bir mânâ tecellisinin kendi hakikatini idrak etmesi hâlidir
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
3. YENİDEN DOĞUŞ ve REENKARNASYONUN REDDİ
Görünmeyen en büyük üstadım “Brehmen”in öğretisi ney’in gönlü titreten esintileri gibi mânâ helezonları hâlinde bilincime doluyordu.​
İç içe geçmiş iki küçük kulübede (birisi kulübe, birisi bedenim) eski bilincim ve eski bilgilerim Ekberiyet gerçeğinin tecellisiyle ölüp gitmişti. Şimdi yeniden doğuş ânıydı.​
((( Konunun akışı ile bağlantılı olarak hazırlanan EK BİLGİ: )))
Yeniden doğuş ruhta (bedende) değil bilinçteki bilgide geçerlidir.
Kâinat benim bedenim, kâinattaki işleyen tek sistem olan İslâm ruhum idi. Kâînat ve sistemi nasıl iki ayrı varlık değilse; bedenim ve ruhum da iki ayrı varlık değildi.
Ruhumun zâhiri (görünüşü) bedenim, bedenimin bâtını da ruhum idi.
Bedenim ve ruhum aynı olduğu için hiçbir zaman bedenimden bir ruh çıkıp da başka bir bedene göç edemeyecekti. Zâten ruh (beden) sonsuzdu ki, nereden nereye gidecekti. Gidiş ve dönüş sonlu ve sınırlı şeyler için geçerlidir. Sistemde ise sonlu ve sınırlı hiçbir şey mevcut değildir.
Mânâların bir an içindeki görünüşüne “doğuş”, o an içindeki görünüşünün bitişine “ölüm”, sonraki an içinde daha da mükemmelleşmiş olarak tekrar görünüşüne “yeniden doğuş” deniyordu.
Buradaki adı Brahmanizm olan Tek Sistem’in yeniden doğuşun gerçek yüzünü anlatımı bu şekilde idi. Zamanla bu gerçek unutuldu. Daha doğrusu değişime uğradı. Beden ve ruh iki ayrı varlık zannedilerek ruhun dünyadaki yaşantısına göre başka bedenlere göç ettiği inancı yayıldı.
Dünya boyutundan geçen her birimin her düşüncesi evrende donarak sonsuza kadar kalır. Başka bir birimin beyni o donmuş düşünce satırlarının bir kısmı ile çakışınca bilgi arkı (atlaması) meydana gelir. Hatırlayabildiği kadarını da anlatır. Genellikle geçmişten bir isim söyler ve ben yeniden bu bedende doğdum iddiasına başlar. Bu iddianın nedeni bu konudaki gerçeğin bilinememesidir. Halbuki Resul ve Velî beyinleri evrendeki donuk düşüncelerden dilediğini okuyup bize anlatabilir ve hiç birisi de ben yeniden doğdum iddiasına girişmez.
Gizeme meraklı insanlar bu basit bilgi arkını reenkarnasyon olarak lanse ediyorlar. Bir gün bir şekilde yok olacak dünya küresini yaşamın devri daim merkezi zannediyorlar. Ölüm sonrası sonsuz hayatı reenkarnasyon gibi bir yanılgıyla değiştirmek istiyorlar. Bu isteğin de nedeni, İslam’ın sonsuz yaşam gerçeğinin anlaşılamamasıdır. Anlatılamamasıdır. Reenkarnasyona ilgi duyanları ve inananları suçlayamıyoruz, kınayamıyoruz. Çünkü İslâm Gerçeği, onlara ulaştırılamıyor.
(((Bu konuda daha detaylı bilgilere “www.okyanusum.com” web sitesinden ilgili kavramları araştırarak ulaşabilirsiniz.)))
İki kulübede bu bilgilere ulaştıktan sonra “hiçlik” hâlim biraz somutlaşarak kendimi tekrar algılamaya dönüştü.
Yoklukta tek bir nur (mânâ) parladı. Aynı anda sayısız ve sonsuz nur oldu. Her nur ilk nur ve aynı nurdu. Hem tek idi hem çok idi. Bilincim her nur zerresini kapsadı.
Zerreler kendi aralarında kümeleşerek evreni oluşturdu. Bilincim evrendeki tüm zerrelerin bilgisini özüne aldıktan sonra dünya adlı bir küreye odaklandı.
Zerreler su ve suda yaşayan canlılara dönüştü. Sonra karalarda yürüyen, uçan hayatlar oluştu. Bilincim her canlının her zerresinde mevcuttu ve onların tüm hikayesini hafızasında depoladı.
Bu olayların oluşumu milyarlarca yıl sürmüştü. Şimdi’ye yaklaştığım anda bilincim sadece iki zerre algılar hale geldi. O iki zerre birleşerek önce tek zerre oldu. Sonra bölünerek çoğalmaya başladı. Bilincim milyonlarca-milyarlarca küçük odacıklar içinde hapis hayatı yaşamaya başladı. Her odacığın (hücrenin) ayrı bir özelliği ve ayrı bir kişiliği vardı. Ama ben onlarla hem aynıydım hem de onlardan farklıydım.
Hücreler bilincimden silindi. Kendimi insan bedeni olarak algılamaya başladım.
“Sonsuzluk”​
“Zamansız An” içinde​
milyarlarca süren bir mâcera sonunda​
sonlu bir beden sûretinde​
kendini seyre başladı.​
Yavaş yavaş bilgiler bilinç içinde okunamaz hâle geldiler. Bölüm bölüm arşivlendiler. Arşiv kapısı şifrelendi ve şifresi ilim-irfan üstâdlarına teslim edildi. Zamanı gelince onlardan şifrelerimi alıp kendi arşivlerimin kapısını açmak üzere dünya boyutuna doğdum.
Kulübemin kapısını kapatan “Brehmen” üstâd kapıyı tekrar açtı. Gözlerim âni gelen aydınlıktan kamaşarak kapıyı açanın Aynalı olduğunu hayal-meyal gördü.
Hayalimin derinliklerinden Aynalı’nın mezarlıktaki kulübesine iniş yapmıştım. Kendi hâlinde neyine üfleyerek şiir (kaside) okuyordu:
Doğdu şimdi şems-i idrak âleme
İstivagâhtır dimağ-ı âdemî
Nur-i Hak’tır şeb-çerağ-ı âdemî
Ey melâik! Baş eğin hep âdeme!
. . .​
(İdrak güneşi şimdi âleme doğdu.
Âdem’in kafası, idâre ve saltanat merkezidir.
Âdem’in karanlıkları anlatan cevheri, Hak’kın nurudur.
Ey melekler! Hepiniz âdem’e baş eğin.)
Şiire ara verip hüzünle yüzüme bakan Aynalı Baba’ya;
Hepsi secde etti”​
dedim.​
Aynalı Baba başını her iki yana salladıktan sonra;​
Evet. . Ancak nefsindeki büyüklük sıfatı yani şeytan, hariç”​
dedi ve şiirini tamamladı.​
Merhaba ey pertev-i sırr-ı vücud,
Merhaba ey zübde-i cümle şuûn,
Merhaba ey menba-ı fehm-ü fünûn,
Merhaba ey mazhar-ı ikram-ü cûd,
Kâinattan sen idin maksud, sen!
Ey zekâ! Bizler senin mir’atınız,
Nokta sensin, biz senin âyatınız,
Secdegâh sen, kıble-i ma’bud sen!
( Merhaba! Ey varlık sırrının nuru!​
Merhaba ey bütün olayların özü!​
Merhaba ey anlayış ve fenler kaynağı!​
Merhaba ey Hak’kın iltifat ve ikramına nâil olan!​
Kâinattan gâye sen idin sen!​
Ey zekâ bizler senin aynanız,​
Nokta sensin; biz senin büyüklüğünü gösteren belirtileriz.​
Secde edilecek yer sensin, Hak’kın Kıble diye tayin ettiği yine sensin!​
Kendimi rasgele bu evrene gelmiş bir organizma olarak görüp, isyan ederek öylesine yaşayıp giderken şimdi gerçek değerimi anlamıştım. Yeniden doğmuştum.
Sonsuz derinliklerdeki seyahatimin verdiği sonsuz yorgunlukla evime gidip erkenden yattım.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
dördüncü gün
ÂRİFLER TOPLANTISI
görecelilik
1. AYNALI BABA ÂLİM Mİ CÂHİL Mİ?

Alkolü bırakışımın dördüncü günüydü. Sanki hiç başlamamış gibiydim. Dört yıllık alkolün öldürdüğünden daha çok beyin hücresinin dört gün içinde aktifleştiğini hissediyordum. Çünkü Aynalı ile tanıştığım ilk günden beri uyku hariç beynimin her bölümü düşünce ve tefekkür jimnastiği yapıyordu..
Evden çıktım. Annem hem meraklı hem memnun hem de endişeli gözlerle arkamdan bakıyordu. Üzerimdeki ani değişimi bir türlü çözememişti. Hayattaki tek güvencesi bendim. Babam uzun yıllar önce ölmüştü.
Bu düşünceler içinde mezarlığın kapısına geldim. Osmanlı matematik ve fen alimlerinden birisinin mezarı önünde durdum. Ölmeden onun bilgisinden yararlanmak isterdim ama çok geçti. Şimdi Aynalı Baba’nın mânevi ilim ve irfanını tahsil etmeye çalışıyordum.
Nefs mekanizmam faaliyete geçerek fısıldadı. Ben Avrupa’da fen, Osmanlı payitahtı İstanbul’da şeriat ve tarikat ilimleri tahsil etmiştim. Aynalı’nın keşif ve kerameti olabilirdi ama fen ve matematikten haberi var mıydı?
Evrenin nasıl oluştuğunu, oluşum teorilerini akla ve bilime göre anlayabilir miydi? Yoksa “Allah bilir evlâdım! Allah, kâinatı yaratırken bize mi soracaktı” diye cahilliğini örtecek bir cevap mı verecekti?
Öyle cevap vermese bile bilim ve fenden habersiz, kalbiyle kendi âleminde uçan bir mübârekti sadece. Fazlaca gözümde büyütmeye değmez diye düşündüm.
Kulübesine yaklaştıkça hüzünlü neyin sesini, duman ve kahve kokusunu duymaya başladım. Beni görünce hürmetle ayağa kalktı “Sâfâ geldin nûrum” dedi. Hürmeti beni mahcup etmişti.
Bu gün büyük fincanlarda ilacımızı (kahvemizi) aldık. Biraz ney biraz şiir dinletisinden sonra beni yanına alarak biraz evvel önünde durakladığım fen ve matematik aliminin kabrine götürdü. “Nûrum şu kabirin üzerine uzan ve o mübareğin ruhunun tesiri altında bu günkü dersini al” dedi. Biraz önceki düşüncelerime direk cevap gibi gelen bu olaydan da epeyce mahcup oldum.
Mermer mezarın kenarına uzandım. Kavuk şeklindeki taş başlığa gözüm ilişti. Kavuk canlanır gibi olup etrafında dönmeye başlayınca gözlerime derin bir ağırlık çöktü ve özüme doğru olan geçiş süreci başladı.
2. KENDİM OLARAK BAŞKA BOYUTTAYIM
Kendimi zifiri karanlık bir odada, yumuşak bir yatakta yatıyor buldum. Biraz önce mermer üzerindeydim ve hava günlük güneşlikti. Şimdiyse pamuk yataktaydım, bir odadaydım ve karanlıktaydım.
Bu seferki boyutsal yolculuğum öncekilerden farklıydı. Kendimi iki kimlikli olarak algılamıyordum. Bedenim hissedebildiğim kadarıyla aynıydı. Kısaca ben her yönümle Ahmet Râci’ydim. Fakat hayalimin ve bilincimin derinliklerindeki boyutlarIMdan bir zamanIMda ve bir mekanIMdaydım.
Yattığım yerden karanlık odayı keşfe çalışırken kapı yavaşça açıldı. Bir erkek sesi “Oğlum kalktın mı?” diye sordu. Hiçbir şey göremediğim için ses vermedim. Benim babam ölmüş, ben de annemle yaşıyordum. Gelen adam babam olamazdı. Şimdi hangi boyuta göre cevap verecektim?
Aniden mezarlıkta uyandım. Aynalı hiç orada olmadan ney üflüyordu. Kendimden korktum. Kalbim göğsümü yırtacak gibi atıyordu. Aynı anda iki ayrı boyutta idim. Her iki alemde aynı beden aynı bilinç ile mevcuttum. Aynalı’ya kızarak “Adam benden cevap bekliyor ne diyeyim?” diye sordum. Gülerek eliyle beni ilgilendirmez işareti yaparak neyini üflemeye devam etti. Yapacak bir şey yoktu. Mezarın kenarına oturdum. Bu dünyada ney dinliyordum, başka bir dünyada da başım dertteydi.
Adam tekrar sordu:
“Oğlum kalktın mı?”
“Evet, uyandım, fakat sen benim babam mısın” diye dünya boyutuna göre cevap verdim.
Evet derse bu boyutta onun oğlu rolünü oynamam gerekiyordu. Hayır derse başka bir şey düşünecektim. Hiç beklemediğim bir cevap aldım.
“Oğlum çıldırıyor musun?” dedi.
“Hayır! Ama babam öleli çok olduydu da!” şeklinde bir kaçamak cevap verdim. Fakat daha da zor duruma düştüm.
“Eyvahlar olsun! Oğlumu insanlar çarpmış. Zavallı yavrum saçmalıyor” dedi.
Bu sefer durum zordu. Bulunduğum boyutun akıl ve mantık sistemini henüz çözememiştim. İşimi şansa bırakamazdım. Delilere farklı muamele yapılabilirdi. Durumu düzeltmek için;
“Şaka yaptım babacığım! Şaka. Lâkin bir lamba ya da bir mum emretseniz de getirseler. Burası cehennem kadar karanlık” dedim.
Zavallı adam ağlarcasına feryat etmeye başladı.
“Heyhât! Oğlum çıldırıyor. Batmayan güneş doğmuş, âlem nur ile dolmuş iken oda karanlık diyor. Aman evlâdım üzerime fenalık gelmeye başladı. Kendine mukayyet ol. Senden başka teminâtım yok!”
Oda tam manasıyla karanlık iken babam olduğunu söyleyen adama göre aydınlıktı. Bu sefer ben onun deli olduğunu düşünmeye başladım. Adamı kızdırmamak ve durumu tekrar düzeltmek için;
“Babacığım! Gerçekten batmayan güneş doğmuş. Belki de pencereler kapalı olduğu için ışığı buraya girmiyor” dedim. Adam bağırarak uzaklaştı.
“Aman Yâ Rabbî! Mutlaka bizim oğlan çıldırıyor. Bizim gözlerimizin ışığı almasına hiçbir şey engel olamaz. Biz insanlar gibi kör değiliz. Yetişin dostlar!”
Biraz sonra odaya bir sürü akrabam gelmişti. İçlerinde annem, amcalarım, dayılarım, teyzelerim ve diğer akrabalarım vardı. Hepsi kendisini tanıtarak teker teker geçmiş olsun dediler. Ben onlara göre hem delirmiştim hem de kör olmuştum.
Babam ve annem yanımda oturmuş kederinden ağlıyorlardı. Akrabalarımın sorularına cevap vermedim. Çünkü her ne desem deliliğime bağlayacaklardı. Susmayı tercih ettim.
Dünyadaki ruh ve beden yapımın aynısıyla geldiğim için cebimde kibrit olduğunu hatırladım. Sessizce çıkarıp bir tanesini yaktım. Gördüğüm manzara o kadar tuhaftı ki ani bir kahkaha patlaması kopardım. Akrabalarım insan gibiydiler fakat burun ve alın arasında arpacık soğanı gibi tek gözleri vardı ve üzeri de soğan zarları gibi kat kat deriyle kaplıydı. Benim gülme sesimin şiddetiyle hepsi dört ayaklı olup var güçleriyle zıplamaya başladılar. Ben gülme hâlinden gülme krizine girdim. Kendimi yere atıp boğazım şişene kadar güldüm onlar da ben susana kadar zıpladılar.
Susup yatağa oturduğumda hepsi tek sıra oldu. En önde babam gelip elimi hürmetle öptü ve;
“Ey Beyaz Cin’in Sarı Şeytan’ı! Saltanat sana mübarek olsun! Ne mutlu bana ki sen benim soyumdan gelerek bin seneden beri beklediğimiz o mübârek sesi çıkardın. Şimdi bütün kızıl şeytanlara haber vereyim gelip de Mehdî Hazretlerinin elini öpsünler. Her yere haber göndersinler” dedi.
Gülme sesim onların hiç duymadığı bir şey olmalıydı ki kutsal işaret olarak kabul ettiler. Nasıl bir Mehdi Hazretleri olduğumu ise zamanla anlayacaktım.
Beni ve kendilerini nasıl gördüklerini bilmiyordum. Kibritin ışığını fark etmemişlerdi. Ama batmayan güneşleri neyse onun bir tür ışığıyla algılama yapıyorlardı. Ben de onların ışığıyla algılama yapamıyordum. Bulabildiğim malzeme ile kendime bir el feneri yaptım. Birkaç gün yaşadığım ortamı inceledim. Taşları dantel gibi işleyip büyük binalar yapmışlardı. Her türlü el süsleme sanatlarında çok maharetliydiler. Tüm malzemeler tabii (doğal) idi.
Eğitim ve eğitim binalarına çok önem veriyorlardı. Bütün şehir edebiyat, felsefe, tarih ve ilahiyat dallarında eğitim veren fakülte binalarıyla doluydu. Fen ve matematik bilimlerinden ise hiçbir iz ve eser yoktu.
Dünya boyutunda oturduğum yerde birkaç dakika geçirmeme rağmen öteki boyutta daha şimdiden üç gün yaşamıştım. Aynı anda iki değişik hızda zaman yaşıyordum.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
3. MEHDÎ HAZRETLERİ
Bin seneden beri “Beklenen İlâhî Kurtarıcı Hazretleri” için boş bekletilen yüzlerce hizmetçisi olan saraya yerleştirildim.
Ülkenin devlet başkanı, başbakanı, bakanları, mebusları ve her tür asker ve sivil örgüt liderleri elimi öperek biat ettiler. Ardından Mehdi, Yanılmaz Din Âlimi (Âyetullah), Halife, Ordu Baş Komutanlığı, Adalet Baş Yargıçlığı ve Ölümsüz Doğal Lider ünvanlarını takdim ettiler. Hayır diyemedim. Diyemezdim. Çünkü onların inancı ve duyu organlarının algıladıkları şeylerin aksine söylediğim her sözü delilik alameti olarak kabul ediyorlardı. Akıllı zannedilip sağ kalmak, deli damgası alıp öldürülmekten daha iyi idi.
Bu boyutta ölürsem sonuç nasıl olurdu bilmiyordum ve Aynalı Baba’ya da bu konuyu hiç sormamıştım. En iyisi soğan gözlü cinlerin dediklerini yapmaktı.
4. İLAHİYAT FAKÜLTESİNİ TEFTİŞ
Bir gün ilâhiyat fakültesini ziyarete gittim. Fakülte Başkanı, profesörler, eğitmenler, öğrenciler beni dünya gözüyle bir kez görmüş olmaktan dolayı yüce tanrıya çok şükrettiler. Bütün ilim, irfan ve kemâlâtın bende toplanmış olması, hakikati sadece benim bilebileceğim bir kez daha ilan edildi. Bana kısaca Sarı Şeytan Hazretleri diyorlardı.
Herkes, her cemaat, her tarikat, her mezhep kendi inançlarının doğru olduğuna inanıyor ve Sarı Şeytan Hazretleri’nin kendilerini doğrulayacağına çok kesin inanıyorlardı. Ne demeliydim? Ne yapmalıydım? Herkesin gönlünü nasıl almalıydım? Sadece bir grubu tastik etsem diğer yüzlerce grup beni deli ilan edip parçalardı. Hepiniz doğrusunuz desem hepsi deliliğime hükmederdi. Tam bir çıkmazdaydım.
O gün bitirme sınavları vardı. Ben baş köşeye oturtuldum. Okulun en zeki öğrencisi “Bibi” isimli soğan gözlü cin, sınav heyetinin önüne geldi. Heyet başkanı sordu:
“Tanrı âlemleri nasıl yarattı?”
Bibi cevapladı:
Tanrı âlemleri yaratmayı planladı ve planını da en büyük yardımcısı Beyaz Cin (ifrit) Hazretleri’ne verdi. Tantan isimli âlimin görüşüne göre; on beş bin sene evvel Beyaz Cin, altın semâda mor şeytanlarla birlikte oturmakta idi. . .
Sözün burasında dinleyiciler arasından aykırı bir ses itiraz etti:
“Üç bin yıldan beri bu yanlış görüşte ısrar ediyorsunuz. Beyaz Cin’in yanındaki şeytanlar mor değil açık mavi idi. Öğrenci benim görüşümü kasıtlı olarak çarpıtarak anlatıyor. Tantan benim.”
Fakülte başkanı ağırlığını koyarak;
“Efendi! Şimdi talebenin sınav sırasıdır. İtiraz vakti değildir. Başka bir zaman Sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda âlimlerimizle sen de imtihan olunabilirsin ve dalalette olduğunu anlarsın” dedi.
Soğan gözlü cin Bibi devam etti:
“Mor şeytanlar Beyaz Cin’e son derece itaatli iseler de pek aptal şeyler olduklarından Beyaz Cin biraz daha zekî ve biraz daha akıllı mahluklar yaratmaya niyet etti. Aslında bu plan tanrının projesinde yoktu. Bunun için gökyüzünün süprüntüleri ile sekiz köşeli bir meydan yaptı. Boşluğa tükürdü bir deniz oldu. Meydanı denizin üstüne koydu. İşte bu bizim âlemimizdir. Lâkin deniz suyu dondu, âlem buzlarla doldu. Sonra bir kazan yapıp âlemi onun üstüne astı. Bu kazanı tükürüğüyle doldurup nefesiyle kazanı kaynattı. Âlem ısındı. Ondan sonra mor şeytanlardan bir ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini şişirdi. Bunları meydana salıverdi. İşte bunlar bizim atalarımızdır ve bizim akıl ve zekâmız bundan dolayı fazladır.”
İtirazcı âlim Tantan’ın sesi yine işitildi:
“Kazan, kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor. Ey cinler siz hiç aklınızı çalıştırıp da tefekkür ettiniz mi? Kazanın kaç kulpu vardır? Kaç kulpundan nereye asılıdır? Ne ile asılıdır? Bunu bileniniz ve bu sırra ereniniz yoktur. Hey câhiller! . .”
Nihayet iki taraf şamataya başladı. Hepsi dört ayaklı olup zıplamaya koyuldular. Neredeyse bina çökecekti. Duruma devlet başkanı el koydu, bağırarak susturdu.
“Susun ey cinler. Sarı Şeytan Hazretleri zuhur eyleyip aramıza inmişken bu yaptığınız terbiyesizliktir. Haftaya sarı Şeytan Hazretlerinin huzurunda tartışalım ve o bize doğruyu ilân etsin”
Herkes elimi ziyaret ederek ayrıldı.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
5. BÜYÜK HÜKÜM GÜNÜ
Bir hafta geçti. Ülkenin en büyük meydanında toplanıldı. En yüksek yere ben oturtuldum. Devlet başkanı benim himmetimle tartışmayı başlattı.
Ülke iki ana fikir çerçevesinde iki düşünceye ayrılmıştı. Bir kısmı dinde yenilik isteyen Protestanlar’dı ve âlim Tantan’ın liderliğinde toplanmışlardı. Diğeri de dinde statükoyu korumaya çalışan Ortodokslar ve liderleri Tonton.
Devlet desteği alan Tonton, devletin baskısı ile susturulan Tantan’a meydan okudu:
“Binlerce yıllık tecrübe ve araştırma sonucu elde edilen ilahî gerçeklere lüzumsuz yere karşı çıkıyorsun. Şimdi şarlatanlığın sona erecek. Bizim haklı olduğumuzu âleme duyurmak için yüce tanrımız ve Beyaz Cin şu anda aramızda bulunan Sarı Şeytan Hazretlerini göndermiş bulunuyor. Haydi bakalım nefsinden uydurma sözleri huzurda tekrar et!”
Tantan cevap verdi:
“Ey Tonton! Ben size her konuda itiraz etmiyorum. Lâkin siz ilericilik düşmanısınız. Araştırma yapmıyorsunuz. Öğrendiklerinizi genişletmiyorsunuz. Mesela Beyaz Cin’in yanındaki şeytanlara mor diyorsunuz.”
“Resullerimiz, evliyalarımız, âlimlerimiz ve üç bin yıldan beri atalarımız öyle diyor. Onlar yalan mı söyleyecekler.”
“Onlar amennâ ve saddaknâ doğru söylemişler. Fakat binlerce sene Beyaz Cin’in karşısında oturan şeytanların rengi başlangıçta mor olsa bile onun nurunun etkisiyle renklerinin şimdiye kadar açık maviye dönüşmüş olması gerekmez mi? Ey Tonton insaf et!”
“Olabilir! Lâkin bu aklî bir delildir. Bu konuda Beyaz Cin’den direk nakledilen bir mesaj delili ya da Beyaz Cin’in yanına çıkıp da gözüyle gören bir evliyanın delili yoktur.”
“Sen aklî delili nasıl kabul etmezsin. Beyaz Cin’in mesajı ve evliyanın keşfi yanında dinin üçüncü başvuru kaynağı olarak Aklî çıkarım da eklenmelidir. Şöyle ki; ateşin karşısına katı bir cisim bıraksak nihayet yumuşar. Hatta bazı cisimler erir. Demek ki mor şeytanlar da şimdiye kadar açık mavi olmuştur. Bu kesin delildir.”
“Olabilir sayın Tantan. Fakat akıl ile iman etmek hatadır, küfre götürür hatta sapıtır. Âdem isimli kalitesiz yaratık aklı ile hareket ettiği için sapıtmamış mıydı? Bizim atamız olan Beyaz Cin ise tanrının emrini aradaki perde engeli nedeniyle ters anladı aşk ve inatla emre sadık kaldı. Haksız yere de kovulmadı mıydı?”
“Sayın Tonton orada da yanılıyorsunuz. Emri ters anlayan kalitesiz yaratık Âdem idi. Ona ceza olarak da batmayan güneşin nurunu görememek cezası verilmişti. Her neyse sen söyle şimdi, kazanın kaç kulpu vardır?”
Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi. Cahilliğini gizlemek için de;
“Yüce tanrı, elçi cinler ve evliya cinler ve tanrının bilmesini istedikleri ancak bilir. Biz ise gayba iman ederiz. Kazanın saplarının sayısına burnumuzu sokmayız. Tanrı kaç sap yapacağını bize mi soracak” diyerek cevabı geçiştirdi.
Tantan ayağa kalkarak zafer kazanmış gibi bağırdı:
“Susun ey cahiller! Sizin bilemediğiniz bu evrensel gizemi ben keşfettim. O gök yüzündeki büyük kazanın tam yedi yüz altmış sekiz buçuk adet kulpu vardır.”
Bu saçmalıklara daha fazla dayanamadım. Güneşe kazan, gezegene meydan, denizlere tükürük, kazanın kaç kulpu olduğunu bilmeye de ilim ve irfan sırları demeleri beni yine gülme krizine soktu. Çok şiddetli ani bir kahkaha daha patlattım. Benim gülme sesimi kulak yapıları nedeniyle tanrısal bir “sayha” (kulakları sağır eden ses patlaması) şeklinde duyan soğan gözlü cinler toplu olarak dört ayak üzerinde zıplayarak ibadetlerine başladılar.
Duydukları ses onların bin yıldan beri bekledikleri tanrının mesajı imiş. Devlet desteğindeki Tonton ve Ortodoks cinler haklı sayıldılar. Tantan ve Protestanlar iman tazeleyip hakikate tabi oldular.
Kendimdeki bir âlemden yine kendimdeki dünya âlemine nâzil olup (boyut değiştirip) tek zamanda ve tek mekanda, tek beden ve tek bilinçle yeniden var olduğumda hâlâ gülüyordum.
Aynalı Baba âlim ve câhil kavramlarına işaret eden bir konuşma yaptı.
“Bilim ve fen bugünkü ulaştığı seviye ile
hakikati ancak Tantan örneği kadar açıklayabiliyor.
Ben de bilimsel keşifleri din ve tasavvuf adına açıklasam
yüz yıl sonrakilerin gözünde Tonton gibi kalırım.
Hakikat bir bahr-i ummandır (sonsuz deniz) ki
her ne desem yalan olur.
Sonsuza kadar hakikati
ne bir Kâmil ne bir câhil ne de fen
açıklamaktan âciz kalacaktır.
Her yüzyıla göre
bir önceki yüzyılın medeniyeti
soğan gözlü cinlerin uygarlığı misali gibi kalacaktır.
Ey kendisinden başka varlık olmasından münezzeh olan
‘Allah’
biz sana;
ne salat ile (namaz)
ne savm ile (oruç)
ne Hac ile
ne zekat ile
ne de başka din ibadetleri ile hamd etmekten aciziz.
Ben, seni, senin kendini hamd etmen gibi hamd edemem”
diyerek elleri ve ayakları üzerinde zıplamaya başladı. Durdu ve “Bizim onlardan ne farkımız var ki”deyince ben de hem daha ziyade gülmeye hem de ellerim ve ayaklarım üzerinde Aynalı’dan daha da yukarılara zıplamaya başladım.
 

m-angel

Nam-ı diğer TÜRBEDAR
Katılım
20 Eyl 2007
Mesajlar
1,629
Tepkime puanı
260
Puanları
0
Yaş
55
beşinci gün
AZAMET SAHASI
kutsal bilgelik
1. AYASOFYA
Allah’ın
ilâhi ilim ve kudreti
gökleri ve yeri kaplamıştır.
Onların gözetilmesi O’na ağır gelmez.
O yücedir, büyüktür.
Bakara Suresi, ayet: 255
Bu gün de yine Aynalı Baba’nın kulübesindeydim. Dünün muhasebesini yapıyordum.
Dün göremediğimiz bir boyutun, göremediğimiz bilinçli birimleriyle yıllarca yaşamıştım..
Aynı anda iki ayrı boyutta iki ayrı zamanı tam anlamıyla yaşamak mümkün müydü?
Eski Râci olduğum günlerde mümkün olmadığına, saçmalık ya da delilik olduğuna hükmederdim.
“Allah’ın kudretiyle mümkündür”
cevabını ise çok ucuz bulduğum için asla kabul etmezdim.
Allah’ın kudretinin oradaki hikmetinin nasıl oluştuğunu araştırırdım.
An içinde yılları, yüzyılları, bin, milyon, milyar ve sonsuza kadar devam edecek zaman akışını yaşamak nasıldı? Henüz cevabını tam anlayamamıştım. Aynalı, aklımdan geçenleri okumuş gibi suallerimin cevaplarını sıralamaya başladı.
Her varlığın akıl ve beden hızı farklıdır. Ben Çin’den bir bardak su alıp gelmek için buradan altı ay gidiş için, altı ay da dönüş için yürümem gerekir. Bir yılda bir bardak suyu ancak getiririm… Bir kaplumbağayı göndersek o zavallı hayvan altmış yılda gider altmış yılda da döner, eder yüz yirmi yıl… Şimşek (ışık) hızıyla hareket eden bir varlığı göndersek gidip geldiğini dahi göremeyiz, hâlâ gözümüzün önünde durduğunu zannederiz, halbuki o gitmiş gelmiştir.
Süleyman Nebî’nin Belkıs’ın tahtını nasıl getirdiğini düşün.
Aslında zaman yoktur, sadece hareket vardır ve biz hareketin hız ölçüsüne zaman diyoruz. Allah indindeki zamansızlığa (dehr’e) “an” diyoruz. Hareket “an” içindedir.
Kaplumbağanın gidiş gelişinde dünya güneşin etrafında yüz yirmi kez dönmüştür. Bende bir kez dönmüştür. Şimşek hızlıda ise dünya bir milim gidebilmiştir.
Âlemlerde kaplumbağadan milyarlarca kez daha yavaş varlıklar olduğu gibi, şimşekten de milyarlarca kez daha hızlı varlıklar da vardır.
Soğan gözlü canların hızı şimşeğe yakındır. Onun için sen de o âlemin şartlarına göre hızlandın ve birkaç dakikada birkaç yıllık hareketi yaparak geri döndün.
Bize göre soğan gözlüler “cin”dir, onlara göre de “âdemler” cindir.
Her şey her şeye göredir.
Zaman bunun için göreceli gibi gelir.
Aslında görecelilik zamanda değil, hızdadır.
Aynalı’nın bu açıklaması aklıma ve ruhuma öyle bir sükûnetle karışık uyku hâli verdi ki isli cezvenin mis gibi yanık kokulu kahvesini zor içtim. Gözlerim kapanmıştı. Fakat aklım hâlâ açıktı. Kendimi Ayasofya’nın minaresinde ezan okumaya hazırlanıyor buldum.
Ayasofya “kutsal bilgi” demekti. Minâre “elif” demekti. Ayasofya batıda gelişen fenni, minare de doğuda gelişen hikmeti temsil ediyordu. Bu iki ilim aynı beyinde cem olunca hakikat güneşi kalbi daha çok aydınlatacaktı.
Aynalı’nın ilim ve irfan kokan sohbetini aklımdan geçirdiğim anda “Allâhû Ekber!” diyerek başladım ezan okumaya. Sabahın alaca karanlığında büyük bir kuş beni minareden kaparak havalandı.
 
Üst