Altınoluk dergisi

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Altinoluk Dergisi --->burada<---

Esselamunaleykum Kıymetli abilerim ve ablalarım;
Altınoluk dergimizin aylık bültenlerinde yayınlanan hoşumuza giden beğendiğimiz konuları bu başlık altında foruma sunabilriz.inşallah hüdayi bereketinden bu vesile ile faydalanalan arkadaşlarımız olur hemde dergimizi tanıtmış oluruz. Güzel paylaşımlarınızı bekliyoruz.İlk olarak osman hocamızın hak ve adalet adlı yazısıyla başlıyorum Hayde rastgele. Bismillahirrahmanirrahim.!
 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Hak ve Adâlet (Osman Nuri TOPBAŞ)


Bütün insânî güzellik ve mükemmelliği ihtivâ eden ve insanın rûhunu fazîlette zirveleştiren İslâm ahlâkı, hak ve adâlette de müstesnâ bir öze, sarsılmaz bir temele sahiptir. Çünkü insanlığın huzûru, ancak hak ve adâleti tevzî etmekle temin edilebilir.​
O hâlde hak ve adâlet nedir?​
En genel târifiyle:​
Herkese ve her şeye hak ettiği şekilde muâmele etmek, doğru hüküm vermek, dengeli ve ölçülü davranmaktır.​
Buna göre bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasbetmek, yâni adâleti ihlâl etmektir. Gerçek mü’minler, böyle bir cürümden son derece sakınırlar. Yani mü’min, vicdânen, her hak sahibine hak ettiğini vermek mecbûriyetindedir.​
Zîrâ İslâm, hayatın her safhasında ve her hâlükârda âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adâlet dengesine riayet ölçüsünde gerçekleşir. Yani adâlet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, mü’minin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlûkâta, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir.​
Şu hâlde her mü’min, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şâhitlik ederken âdil davranmak mecbûriyetindedir. Ayrıca ilâhî hakîkatlere ve ibâdetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riâyet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazîfedir.​
Eğer bir mü’min, bu şuur ile hak ve adâlet ölçüleri içerisinde yaşarsa, “ahsen-i takvîm”e, yâni “en güzel yaratılış kıvâmı”na ulaşır. Çünkü hak ve adâlet, Allâh’ın sıfatlarındandır. “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın, hak ve adâletin mutlak sahibi ve bizzat kendisi olduğunu ifâde eder.​
Cenâb-ı Hakk’ın bu yüce ismi, her zaman tecellî hâlindedir. Bilhassa ilâhî mahkemenin kurulacağı âhirette bütün ihtişamıyla tecellî edecektir. Âyet-i kerîmede buyrulur:​
“Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.” (el-Enbiyâ, 47)​
Unutmamalı ki, kullarına hak ve adâleti emreden Allah Teâlâ, dâimâ mazlumların yanındadır. Dünya âleminde hak, hukuk ve adâleti çiğneyerek yakayı kurtardığını zannedenler, birgün​

“Hâkimlerin Hâkimi” Allah Teâlâ’nın huzûrunda boyun büküp hesap vereceklerdir.​
Diyebiliriz ki hak ve adâlet bahsinde en büyük hesabı, varlıklar içerisinde insanoğlu verecektir. Çünkü insan, yaratılmışların en şereflisi olarak bütün varlıkların kendisine âmâde kılınması dolayısıyla onların hak ve hukuklarının mes’ûliyetini de üzerine almıştır. Yani insan, sadece kendine âit hakları değil, bütün varlıkların haklarını korumakla da vazifelidir. Yani bitkilerin de, hayvanların da, eşyanın da haklarını muhâfaza mes’ûliyeti, insana âittir.​
Bu bakımdan Hak dostları, diğer varlıkların haklarına riâyet hususunda da son derecede hassâsiyet göstererek bizlere örnek olmuşlardır. Şu misal pek mânidardır:​
Hak dostlarından Bâye­zid-i Bis­tâ­mî Hazretleri, bir ye­re se­ya­hat eder­ken bir ağaç al­tın­da du­rur ve ye­mek yer. Ardından yoluna devam eder. Bir müddet gittikten sonra, tor­ba­sı­nın üze­rin­de bir ka­rın­ca gö­rür ve:​
“–Al­lâh’ın bu mah­lû­ku­nu va­tanından ayrı düşürdüm.” di­ye­rek ge­ri dö­ner. Ka­rın­ca­yı tek­rar o ağa­cın al­tı­na bı­ra­kır.​
Şâir Firdevsî, Şehnâme adlı eserinde ne güzel söyler:​
“Bir yem tânesi çeken karıncayı dahî incitme! Çünkü onun da canı vardır. Can ise, tatlı ve hoştur.”
Üstelik kıyamet günü insanoğluyla beraber diğer varlıklar da dirilecekler ve dünyada iken çiğnenen haklarını alacaklardır. Bu itibarla bir hayvana cefâ vermek, onu haddinden fazla yormak, hattâ lüzumsuz yere yaş bir dalı koparmak bile dînen yasaklanmıştır. Hattâ zararlı bir mahlûku zarûret dolayısıyla öldürürken dahî zulmetmek câiz kılınmamıştır. Meselâ bir yılanı bertaraf ederken bile, eziyet etmeden, bir vuruşta öldürmek emredilmiştir.​
Velhâsıl her mü’min, hak ve hukûkun derin mânâsını en güzel şekilde kavramak ve hayâtı boyunca da adâlet terâzîsini düzgün kullanmak mecbûriyetindedir. Mü’min için, hak ve adâleti yaşamak ve tevzî etmek, en büyük fazîlettir. Olgunluk yolunda mesafe alan has kullar için bir üst fazîlet daha vardır ki o da;​
ADÂLETTE AF FAZÎLETİ…
Îman ve ahlâkta yüksek bir görüş ufkuna ulaşan kâmil mü’minler, kendilerine karşı işlenen kusurlara, adâlet yerine, af ve merhametle mukâbele etmeyi tercih ederler. Zîrâ âhiretteki ilâhî mîzanda Cenâb-ı Hakk’ın, kendilerine adâletle değil; af, merhamet, lutuf ve ihsân ile mukâbele etmesini ümîd ederler. Bu güzel ahlâk, Cenâb-ı Hak tarafından şöyle takdîr edilmektedir:​
“Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan eziyetin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126)​
Bütün mesele, âhirette Hak Teâlâ’nın lutf u keremiyle mukâbele görmek değil midir?​
Bunun için sâlih ve ârif kullar, bugün kendi şahıslarına yapılan ezâ ve cefâlara aynıyla mukâbele etmezler ve cezâlandırmaya da yönelmezler. Allah için sabra sarılıp öfkelerini yutarlar. Daima af ve müsâmaha yolunu tutarlar. Böylece Allâh’ın kullarını affede affede, ilâhî affa lâyık hâle gelmeye çalışırlar.​
İşte bu düsturla Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, kızı Âişe vâlidemize iftirâ atan şahsı affetmiş ve ona sadaka vermeye devâm etmiştir. Bu yüce ahlâkı teşvik eden şu âyet-i kerîme ne kadar mânidardır:​
“İçinizden fazîletli ve servet sahibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda göç edenlere (mallarından) vermeyeceklerine yemin etmesinler; bağışlasınlar; ferâgat göstersinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” (en-Nûr, 22)
Bu itibarla ârif kullar;​
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan bir dost olur.” (Fussilet, 34) âyetinin muktezâsınca hareket ederler.
Bu ahlâkın Kur’ân-ı Kerîm’deki en güzel misallerinden bir diğeri de, kardeşlerinin ağır zulmüne mâruz kalan Yûsuf -aleyhisselâm-’dır. O büyük peygamber, kendisinden yardım istemeye gelen kardeşlerine kendini tanıtmadan her dâim ikram ve ihsanlarda bulundu. Onlar da bu cömert ikramlardan sonra onun Yûsuf olduğunu anlayınca şâhit oldukları bu yüksek fazîlet karşısında hakkı teslim ettiler ve:​
“«Allâh’a andolsun, hakikaten Allah seni bize üstün kılmış. Gerçekten biz hatâya düşmüşüz.» dediler.” (Yûsuf, 91)​
Hazret-i Yûsuf ise büyük bir af örneği sergileyerek:​
“Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) demek sûretiyle fazîletini daha da ziyâdeleştirdi.
Ayrıca:​
“…Aramızı şeytan bozdu!..” (Yûsuf, 100) ifâdesiyle, suçu kardeşlerine değil, iblise izâfe etti. Sonra da:
“Ben bir köle olarak satıldım. Sizin sâyenizde Mısır’da da peygamber evlâdı olduğum bilindi.” dedi ve fazîlet üstüne fazîlet sergiledi.​
Böylece kardeşlerinin, vaktiyle kendisine yapmış olduğu zulüm ve haksızlıkların üstüne bir af perdesi çekerek onları bağışladı. Netice itibârıyla, sergilediği bu üstün fazîlet ve ahlâk sâyesinde onları kendisine mest eyledi.​
Bu yüce ahlâktan hareketle diyebiliriz ki, suçlular hakkında adâleti merhamete dönüştürerek onları affetmek, apayrı bir ıslah ve irşad metodudur. Tabiî suçlunun pişmanlık ve nedâmet duyması şartıyla…​
Unutmamalı ki, suçlu şahsın bir daha o suçu işlememeye dâir samîmî pişmanlık duyması hâlinde onu affetmek, cezâlandırmaktan, çok daha hayırlıdır. Fakat suçlunun böyle bir nedâmet göstermediği durumlarda affetmek, bir fazîlet olmaktan çıkar. Yani merhamet ve af tavsiyesi, suçlu şahsın davranış ve karakterine göre netice verir.​
Meselâ suçunda ısrar eden fâsık ve zâlim birini affetmek, onu zulüm ve haksızlığa cesâretlendirmek, hattâ teşvik etmekten başka bir işe yaramaz. Böyle olunca şahsa karşı işlenen kusurları affetmede, bir ıslah ihtimâli görünmüyorsa, suçlunun cezâlandırılmasını istemek, mağdurun en tabiî hakkıdır.​
Diğer taraftan ferdî ve şahsî meselelerde, kusurlu şahsın ıslâhı için onu affetmek, fazîlet ve takvâya daha uygun olmakla birlikte, başkalarını veya umûmu ilgilendiren meselelerde, adâletin tam olarak yerini bulması îcâb eder. Aksi hâlde cezâsız kalan suçlar, suçluların daha da azgınlaşmasına sebep olur. Bundan da bütün bir toplum zarar görür, herkese zulmedilmiş olur.​
Hayat rehberimiz Rasûl-i Ekrem Efendimiz, şahsına yapılan kusurları affederdi. Lâkin başkalarına karşı işlenen haksızlıklara tahammül edemez, hak sahipleri haklarını alıncaya kadar teskin olamaz, huzur bulamazdı. Böylece mutlaka adâleti temin ederdi.​
İşte hak ve adâlet sahibi olmanın bir ölçüsü de budur.​
Bu şekilde âdil olabilen kimseler, aynı şekilde adâletli davranışlara mazhar olurlar. Yani insanlarla münâsebetlerimizde önce kendimiz âdil olmalıyız ki başkalarından da adâlet beklemeye hakkımız olsun. Çünkü beşerî hayâtın huzur ve saâdeti, hak ve adâlet terâzîsinin karşılıklı dengede tutulmasına bağlıdır.​
Hâsılı bütün bu gerçekler etrafında adâlet mefhûmu, toplumlardaki nizam, insicam ve huzur için vazgeçilmez, hayâtî bir ihtiyaçtır.​
Ancak bu mefhum, insanoğlunun, Rabbine karşı sahip olması gereken şuur ve hislerinde çok farklı bir muhtevâ arz eder.​
Yâni ilâhî adâlet anlayışı, günümüzde pek çok insanın hatâya düştüğü mühim bir meseledir. Çünkü bu dünyada herkes eşit imkânlara sahip değildir. Kimi insan zengin, kimi fakir, kimi doğuştan sakat, kimi sıhhatli, kimi uzun ömürlü, kimi kısa ömürlüdür. Bunu takdîr eden de Allah Teâlâ olduğuna göre; dıştan, kaba bir akılla ve nâdan bir gönülle bakıldığında bu durum, ilâhî adâlete zıt gibi görünmektedir. Ancak lâfta sûret-i haktan görünen bu iddiâlara, îman ve hikmet penceresinden bakıldığında mesele tamamen gözler önündedir. Çünkü:​
ADÂLET, İSTİHKÂK İLE KÂİMDİR!..
Hiçbir insan, hak etmiş olmasından dolayı yaratılmış değildir. İnsanın yoktan var edilişi, şükründen âciz kalınacak kadar büyük bir ilâhî lutuftur. Yokluktan varlık âlemine çıkmak, varlıklar içinde de; yılan-çıyan, taş-toprak veya ot-yaprak değil de varlıkların en şereflisi olan “insan” olarak var edilmek, ne muazzam bir ilâhî ikramdır.​
Bu ve benzeri daha nice mazhariyetler, tamamen ilâhî bir lutuf olarak meccânen bahşedilmiş değil midir? Bizler bu nîmetlere nâil olmak için acabâ hangi bedeli ödedik?​
Hâl böyleyken, yaşadıkları birtakım gel-geç mahrûmiyetler sebebiyle Cenâb-ı Hak’tan -hâşâ- hesap sorarcasına bir gaflet içerisinde adâlet isteyenler, yok olurlar! Çünkü kulun var olmak için bir hakkı ve sermâyesi yoktur ki, Allah’tan adâlet istemeye hakkı olsun! Zîrâ adâlet, ancak istihkâk ile, yâni hak etmekle, çalışıp kazanmakla ve bedel ödemekle kâimdir.​
Düşünmeliyiz ki:​
Biz insan olarak yaratılmak için hangi bedeli ödedik? Hangi çalışma ve hangi kazanç ile insan olduk?​
Herkesin cevâbı belli:​
“Hiç! Kocaman bir hiç!..”​
O hâlde şunu idrâk etmeliyiz ki;​
Hayâtı, dünya ve ukbâ olarak iki safha hâlinde murâd eden Cenâb-ı Hak, bunların birincisinde “latîf”, ikincisindeyse “âdil” sıfatını daha bâriz tecellî ettirmektedir. Yani âlemi ve insanı var eden, Allâh’ın “âdil” sıfatı değil, “latîf” sıfatıdır. Mahlûkâtın yaratılıştan gelen ne sermâyesi varsa hepsi de Allâh’ın bir lutfudur.​
Bu durumda Allah Teâlâ, nîmetlerini eşit vermeye -hâşâ- mecbur değildir. Zaten yaratılanlar içinde sadece iki varlık bile mutlak mânâsıyla eşit yaratılmış olsaydı, onlardan birinin varlığı abes, yâni hikmetsiz olurdu. Abesle iştigal ise, kâinâtı son derece hassas dengeler içinde yaratıp tanzim eden Allah Teâlâ’nın “müteâl” yani hayal ötesi mükemmellik sıfatı için bir noksanlık teşkil ederdi. Allah ise bütün noksanlıklardan münezzehtir.​
Bu itibarla hiç kimse; “Benim ne kabahatim var da boyum kısa? Niye bir âlimin değil de bir câhilin çocuğu olarak doğdum?” veya “Niye zengin değil de fakir bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldim?” diyemez. Çünkü bütün bunlar, tamamen ilâhî lutfun dağılımındaki farklı tecellîlerden ibârettir.​
Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, işte bu gerçeği sergilemektedir:​
Zengin olmak için kendisinden duâ isteyen Sâlebe’ye Allah Rasûlü:​
“Sâlebe! Şükredebileceğin az bir varlık, şükrünü îfâ edemeyeceğin çok varlıktan daha hayırlıdır.” buyurdu.​
Sonra da onu iknâ için:​
“Ey Sâlebe! Benim hâlim sana güzel bir misal değil mi?..” diye sordu.​
Sâlebe ise bu nebevî işâretlere âmâ kaldı. Israrla zengin olmayı istedi. Allah Rasûlü de onun zengin olması için duâ etti. Efendimiz’in îkazlarını idrâk edemeyecek kadar hırsa kapılmış olan Sâlebe, neticede zengin olduysa da Kârun’un düştüğü nankörlük çukuruna yuvarlanmaktan kurtulamadı. Ömrünün sonuna doğru da, Efendimiz’in nasihatlerini tatbik etmediği için büyük bir teessür yaşadı. Vefât ederken:​
“Ah keşke Peygamber Efendimiz’in nasihatleri dinleseydim!” diyerek ebedî hayatını zindan eden ihtirâsının nedâmetiyle kahroldu.1​
Bu itibarla:
“Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) âyet-i kerîmesini hiçbir zaman hatırdan çıkarmamak îcâb etmektedir.​
Dolayısıyla Allâh’ın verdiğine râzı olmak, kul için hem bir mes’ûliyettir hem de bir olgunluk îcâbıdır.​
Bu bakımdan lutfedilen nîmetlerde eşitlik olmaması, adâletsizlik değildir. Allah Teâlâ bir kulunu sıhhatli, diğerini sakat yaratabilir. Birini çok akıllı, diğerini az akıllı yaratabilir. Yarattıklarından birini yılan yapar süründürür, birini kuş yapar uçurur. Bundan dolayı mahlukâttan herhangi birinin îtirâza aslâ hakkı yoktur.​
Esâsen hayvanatta da ancak hayatını idâme ettirebilecek derecede bir akıl, idrak ve hissiyat bulunduğu için, hepsi de hâlinden memnundur. Mîdelerini doyurup fıtratlarındaki tabiî arzularını tatmin etmekten başka bir dertleri yoktur. Bu yüzden, niçin insan olarak yaratılmadım, diye düşünmeleri veya bunun ıztırâbını duymaları söz konusu değildir.​
Bir hayvanın veya bitkinin; “Niye ben insan olarak yaratılmadım?” deme hakkı olamayacağı gibi, sakatlık, hastalık, fakirlik, mahrûmiyet vs. gibi birtakım sıkıntılar içinde bulunanların da, Allâh’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm etmeleri, en başta akla-mantığa, iz’an ve vicdâna zıt bir keyfiyettir.​
Kaldı ki bir kul hakkında ilâhî lutuf ve ikramların azlığının mı, çokluğunun mu daha hayırlı olduğu, ancak âhiretteki mîzanda belli olacaktır. Zîrâ az nîmetin doğurduğu borç az, çok nîmetin doğurduğu borç ise çoktur.​
Kaderin hikmet ve sırlarını lâyıkıyla idrâk etmekten âciz olan insana, Allâh’ın takdîrine teslîm olmaktan daha doğru bir yol yoktur.​
Bu hususta, sahâbeden Ebû Talha ile zevcesinin rızâ hâli ne güzel bir numûnedir. Hülâsa olarak hâdise şöyledir:​
Ebû Talha’nın ağır hasta olan bir çocuğu vefât etmişti. Ebû Talha o sırada evde değildi. Hanımı Ümmü Süleym, çocuğunu gasledip kefenledi. Ebû Talha gelince oğlunun nasıl olduğunu sordu. Ümmü Süleym:​
“–Çocuğun ıztırâbı sakinleşti, rahatladığını zannediyorum.” dedi…​
Sabah olup da, Ebû Talha evden çıkmak istediği sırada, zeki ve takvâ sahibi bir hanım olan Ümmü Süleym:​
“–Ey Ebû Talha! Şu komşumuzun yaptığına bak, kullanmak üzere aldığı emâneti istediğim zaman vermek istemedi.” dedi. Ebû Talha:​
“–Hiç olur mu, iyi etmemişler!” dedi. Bunun üzerine Ümmü Süleym:​
“–Ey Ebû Talha! Oğlun senin yanında Allâh’ın bir emânetiydi, onu geri aldı.” deyiverdi. Ebû Talha önce biraz şaşırdı, sonra bir müddet sustu ve:​
•​
“Biz Allâh içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz.” dedi... (Bkz. Buhârî, Cenâiz 42, Akîka 1; Müslim, Edeb 23, Fedâilu’s-Sahâbe 107)​
İşte bir imtihan âlemi olan bu dünyada Allâh’ın nîmetlerine karşı sâhip olunması gereken emânet şuuru…​
İşte Allah nîmet verdiğinde de, verdiğini geri aldığında da gösterilmesi gereken rızâ ve teslîmiyet...​
Zîrâ Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmenin en mühim şartlarının başında, tıpkı İbrahim
-aleyhisselâm-’ın hâli gibi, değişen imtihan şartlarına rağmen dâimâ;
•​
“Âlemlerin Rabbine teslim oldum.”2 diyebilmek gerekmektedir.​
Yâ Rabbî, bizlere böyle yüce, mânâlı ve hakikatli bir rızâ ve teslîmiyet içinde yaşamayı nasîb eyle! Bizleri hak ve adâletten ayırma! Hak ve adâletle birlikte cümlemizi af ve merhamet ile de taçlandırarak mahşer gününde affınla muâmele eyle!
Âmîn!..
 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
C:\Documents and Settings\Ahsen Mühendislik\Belgelerim\Resimlerim\256.jpg
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Evlerimizde Kur’an İklimi


Asrı Saadet'te “Müslüman evi” deyince sokaklara arı uğultusu gibi Kur'an seslerinin taştığı evler anlaşılırdı. Burası Medine idi.
Mekke'de de yeni Müslüman olmuş ailelerde, evler, eşlerin birbirleri ile Kur'an müzakere ettiği mekanlardı.
Bir Dar'ül Erkam vardı, eğitim yurdu, sevgi ocağı ve şifa merkezi... Orada Kur'an'la ışıyan, Rasulullah'ın kalbinden beslenen bir kandil yanardı... İnsanlar Müslüman oldukça Dar’ül Erkam'daki ışığı evlerine taşırlar, bir kandil de orada yanmaya başlardı.
Darül Erkam'da Kur'an talimi olur, bir Müslüman kişiliği inşa edilirdi. Sevgi alış - verişi olur, bir Müslüman kardeşliği doğardı. Ve hem ödülleri hem de baskıları ile yıpratıcı olan Mekke ortamında bedeni ve yüreği yaralananlar için şifa dağıtılırdı.
O zamandan bu zamana, Müslümanların bir araya geldiği bütün evlerde bir Dar’ül Erkam iklimi yaşanır.
Rasulullah sallalahü aleyhi ve sellem “Evlerinizi kabirlere çevirmeyin.” (Müslim, Müsafirin, 212) buyurmuştu.
Müslüman evleri diri yüreklerin bulunduğu evlerdi. Kur'an dirilik getirirdi o evlere, Rasulullah'ın önderliği dirilik getirirdi.
Allah Teala Kur'an-ı mübinde “Ey iman edenler! Allah Rasulü sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'ın ve Rasulü'nün davetini kabul edin......” (Enfal, 24)buyurmuştu.
Allah ve Rasulü'nün yaptığı davet “hayat verici – dirilik taşıyıcı” bir davetti. Kur'an'dan ve Rasulullah'ın önderliğinden mahrumiyet, bir anlamda diriliğin kaybı idi. Evler bu hayat iksirinden mahrumsa, evler kabristanlara dönmüş demekti. “İman edenler” bu ihya çağrısını işitenler ve bu çağrıya “Lebbeyk” cevabı verenlerdi.
Rasulullah salllahü aleyhi ve sellem “Kalbinde Kur'an'dan bir miktar bulunmayan kimse harap bir ev gibidir.” (Tirmizi, Fezaili'l- Kur'an, 18) buyurmuştu.
Yürekler harap bir ev gibi olunca, harap yüreklerin bulunduğu evler de kabristanlara dönerdi. Yüreklerde Kur'an'dan bir miktar bulundurmak, Kur'an'a bir yerinden tutunmak demekti. Kalbine Kur'an'dan hayat taşımak, hayatını Kur'an’ın hayat damarı ile buluşturmak demekti.
Allah Rasulü sallahü aleyhi ve sellem, “Bir cemaat Allah'ın evlerinden bir evde toplanır, Allah'ın kitabını okur ve aralarında müzakere ederlerse, üzerlerine sekinet iner, onları rahmet kaplar ve melekler etraflarını kuşatır. Allah Teala da o kimseleri kendi nezdinde bulunanların arasında anar.” (Müslim, zikir, 38) buyurmuştu.
Camiler Allah'ın evi idi ama Kitabullah'ın okunduğu bütün evler de Allah'ın evi olmaya namzetti. Aslında yeryüzünü mescid kılan Allah, İsmi Celalinin zikredildiği, Kelam-ı kadiminin müzakere edildiği her evi Zatına izafe edebilirdi. Orası sekinete mazhar olurdu, orayı ve oranın sakinlerini rahmet kaplardı. Melekler onları kuşatırdı. Ve lütf-u ilahiye bakın ki, o kutlu evlerin sakinleri, Allah Teala'nın nezdinde bulunanlara bizzat Zat-ı Bari tarafından takdim edilmeye layık olurlardı.
Nelerden bahsediyoruz şu kulluk kadrimizle...
Rabbani bağışlar söz konusu Kur'an iklimine girince...
Sekinet...
Rahmet...
Melek kuşatması...
Ve Allah Teala'nın nezdinde anılmak...
Bunların hepsi, Rasulullah'ın hitap ettiği nesil için derin anlamlar ifade etmekteydi.
Onun için Kur'an tüm “Müslüman evleri”nin hakim sesiydi.
Çünkü onda;
Hidayet vardı.
Öğüt vardı.
Rahmet vardı.
İkaz, uyarı vardı.
Şifa vardı.
Doğru haber vardı.
Hak ve Batılı birbirinden ayıran (furkan) ölçüler vardı.
Ve o dirilik kaynağı idi.
Kur'an'ı şifa ve rahmet kaynağı gibi okudular.
Okudular, anladılar ve anladıklarını hayata taşıdılar. Ömürleri boyunca “Canlı Kur'an” olmak gibi bir hedefe koştular.
Onun her bir ayeti üzerinde tefekkür ettiler. Üzerinde uzun uzun düşünüp, onu özümsediler.
Ona sımsıkı sarıldılar.
Hayatlarını sık sık Kur'an ölçülerine vurdular, o ölçülere uymayan yanlarını kesip attılar.
Kur'an'dan asla şüphe etmediler.
Allah'ın ayetlerine karşı asla büyüklük taslamadılar.
Allah'ın ayetlerini küçük bir baha karşılığında takas etmediler.
Kur'an'da açık hükümler dururken, gerek kendi nefislerinin gerek başka hesapların peşine düşmediler.
Kur'an hükümlerini bölmeye, parçalamaya yönelmediler.
Ayetleri anlamaya çalıştılar ama tartışmadılar, didiklemediler.
Ayetleri gizlemediler, Kur'an'a hakaret edilen ortamda bulunmadılar.
Ve Kur'an'dan kopmadılar. Bir ayeti red ve inkar kitaplarında yer almadı.
Bu hukuku Kur'an bildirmişti onlara ve onlar, Rasulullah'ın terbiyesinde bu hukuka en üstün bağlılığı gösterdiler.
Her Müslüman evi, bir Kur'an mektebi gibiydi.
Kur'an'da “Rahman'ın zikrinden gafil olana bir Şeytan'ın arkadaş olacağı” bildirilmişti.
Bakın nasıl:
“Kim Rahman olan Allah'ın zikrinden yüz çevirirse, Biz ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan her zaman onunla beraberdir. Ona arkadaş olur.
“Bu şeytanlar, onları doğru yoldan alıkoyar. Onlar da kendilerinin hidayette olduğunu sanırlar.” (Zuhruf, 36-37)
Kur'an da Allah'ın zikriydi.
Ve “Müslüman evleri”, zikr-i ilahinin deveran ettiği evler olarak melekleri konuk eden evlerdi.
Allah Teala Kur'an'da, Şeytan'ın insanın malına ve evladına ortak olabileceğini bildirmişti. Şeytana hitaben şöyle denilmişti:
“Onlardan gücünün yettiklerini vesvesenle, Bana karşı tahrik edip yoldan çıkar. Atlı ve yayalarını toplayarak bütün oyunlarını ortaya koy. Onlara mal ve çocuklarında ortak ol. Asılsız vaadlerde bulun. Aslında şeytan, kendisine uyanlara aldatıcı vaadlerde bulunmaktan başka bir şey yapmaz.” (İsra, 64)
Bu bilgi, Müslümanı teyakkuza sevk edecek bir bilgiydi. Adeta evleri zırhlarla kaplamak, çocukları çelik yeleklerle donatmak, mallara rahmani bir mahfaza geçirmek ve Şeytan'ın tüm bunlara ortak olmasına karşı mücadele etmek gerekti.
Zırh Kur'an ve zikr-i ilahi zırhı idi.
Çelik yelekler, çocuk kalplerinin inançla ve Kur'an aşkıyla donanması idi.
Mallara rahmani bir mahfaza geçirmek, onun ilahi bir lütuf olduğu şuurunu kuşanmak ve üzerindeki “Allah hakkı”nı gösterilen adreslere tevdi etmekti.
Kur'an okunurken önce “koğulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığınılır”, “Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla” okunmaya başlanırdı.
Onun için “Müslüman evleri” Şeytan nüfuzuna karşı tahkim edilmiş, Kur'an iklimi içinde yaşanan evlerdi. Bir küçük İslam toplumu idi. Mekke'de bir Darül Erkamdı. Allah zikrinin mayalandığı, sekinete ve rahmete doyulan ortamlardı. Kur'an önce orada hayat bulurdu. Baba, anne ve çocuklar Kur'an'ın ellerinde bir İslam toplumu nüvesi oluştururlardı.
Orada Kur'an'ın huzuru yaşanırdı.
“Er rahmanü allemel Kur'an...”
“Kur'an'ı Rahman öğretirdi” ve onun öğretildiği, okunduğu, yaşandığı yere rahmet yağardı.
Öyleyse bir Müslüman için en hayati soru “Evlerimizin ne kadar Kur'an evi olduğu” sorusuydu.
Evet!
Ne kadar?
Dar’ül Erkam'a ne kadar benziyor evlerimiz?
Evlerimizden arı uğultusuna benzer Kur'an sesi geliyor mu?
Evlerimizde sekinet ve rahmet var mı?
Çocuklarımız Kur'an'la zırhlanmış mı?
Kur'an'a göre bizim yerimiz neresi?

Ahmet taşgetiren
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Arkadaşlar Altınoluk gibi bir dergiden alıntıları buraya taşıma düşüncesi çok güzel,yalnız yaptığımız alıntıları daha büyük puntolarla ve kısa kısa pasajlar halinde foruma taşısak okunulabilirliği daha çok olur düşüncesindeyim...
Malum uzun ve ufak yazıları kardeşlerimiz bazen okumakta zorlanıyor......



ALLAHA EMANET OLUN
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
ALLAH'I GÖRÜR GİBİ KULLUK
Hadis-i şerifte buyurulur:
• «Siz (ey millet!) ne halde bulunursanız, başınıza da öyle idare eden adamlar geçirilir.» (Deylemî)
Hükûmetler ictimâî bünyelerden doğarlar. Bünye yani millet ne kadar iyi ve sağlam olursa onun hükûmeti de öyle olur. Bünyeyi ihmal edip de her işi hükûmetten beklemek hatadır. Evvela ferd olarak kendimizi, sonra cemiyetimizi ıslah edelim, o vakit görürüz ki, herşey düzenine girmiştir.
* * *
• «Ey insanlar! Andolsun ki, Allah’ın size emrettiği neyse ben size ondan başkasını emretmiyorum. Sizden nehyettiği şeylerden başkasını da yasak etmiyorum. Rızkı aramakta iyi ahlaklı olun, hilekarlığa, ihtirasa gayr-i meşrûya sapmayın! Ebu’l-Kasım’ın rûhu (kudreti) elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, herhangi birinizin rızkı ecelinin onu aradığı gibi kendisini arar. O halde ondan (rızıktan) size çetin bir güçlük gelirse (rızkınızı çıkarmakta çetin zorluklara uğrarsanız) onu Aziz ve Celil olan Allah’a itaatte arayın. Allah’ın emirleri dairesinde hareket edin.» (Taberânî)
* * *
(MAHMUD SAMİ RAMAZANOĞLU)
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Ruh ve Hayat Disiplini İçin

“Günün Muhasebesi”
Mümin bir kul ruh ve hayat disiplinini korumak için çok mücadele etmesi gerektiğinin farkındadır. Günün muhasebesi bir anlamda müslümanın eksileri ve artılarıdır. Orta Asya'nın en eski yerleşim bölgelerinden Buhara’daki, Bal-ı Havuz Camisi’nin giriş kapısında asılı bulunan levhada yer alan sorular müminlerin günlük muhasebeleri için oldukça önem arz etmektedir. İşte o sorulara bakarak muhasebenin yap. Eksilerin mi artıların mı fazla?
1- Bu gece derin uykundan uyanıp Allah’ı zikrettin mi?
2- Bugün sabah namazını camide cemaatle kıldın mı?
3- Bugünkü sabah evradını okudun mu?
4- Gününe, helalinden rızıklandırması için Allah’a niyazda bulunarak başladın mı?
5- Bugün, cennetle şereflenebilmek için duada bulundun mu?
Kim ki günde üç kez kendisini cennetine koyması için Allah’a yalvarırsa, cennet de “Allah’ım o kulunu cennetine koy” diye niyazda bulunur.
6- Cehennem ateşinden korunmak için Allah’a yalvardın mı?
Kim ki üç kez cehennemden korunmak için Allah’a yalvarırsa cehennemde “o kulunu cehenneminden koru” diye Allah’a niyazda bulunur.
7- Beş vakit namazını camide cemaatle ve vaktinde kıldın mı?
8- Sünnet ve nafile namazlarını eda ettin mi?
9- Her ezandan ve namazdan sonra okunması gereken evradı okumayı alışkanlık haline getirdin mi?
10- Namazlarını huşu içerisinde ve okuduklarını tefekkür ederek eda ettin mi?
11- Yediğin, içtiğin, giydiğin velhasıl tüm kazancının helalliği konusunda Allah’a sığındın mı?
12- Görme, işitme gibi Allah’ın sana bahşettiği diğer tüm nimetler için O’na hamd ettin mi?
13- İslam nimeti için Allah’a hamd ettin mi?
14- Duaların kabul edildiği vakitleri ganimet bilip Allah’a niyazda bulundun mu?
15- Bugün Allah’ın kitabından hiç okudun mu, ondan ayetler ezberledin mi, yeni bir şeyler öğrenip onunla amel ettin mi?
16- Bugün Allah Resulünün hadislerinden birini okudun mu, ezberleyip onunla amel ettin mi?
17- Bir ilim halkasına katılıp Allah’ın dinine ilişkin bilgi dağarcığını genişlettin mi?
18- Bugün gözünü, kulağını ve tüm azalarını Allah’ın haram kıldığı şeylerden korudun mu?
19- Bugün Peygamber Efendimize selatü selam getirdin mi?
20- Bugün bir hasta ziyaret ettin mi?
21- Bir cenazeyi -yıkanmasından namazı ve defnine kadar- teşyi ettin mi?
22- Bugün emri bil maruf ve nehyi anıl münker’de bulundun mu? (iyiliği emredip kötülükten sakındırdın mı?)
23- Allah için nasihatte bulundun mu?
24- Ahdine vefa gösterdin mi, sözünde durdun mu?
25- Gizlide ve aşikarda her işinde samimi ve ihlaslı oldun mu?
26- Zenginlikte ve yoklukta tasarruf ettin mi?
27- Sana gelmeyene sen gittin mi?
28- Rıza ve kızgınlık halinde adaletli davrandın mı?
29- Sana zulmedeni affedip, seni mahrum bırakana verdin mi?
30- Bugün konuşman zikir, susman tefekkür müydü?
31- Bugün şahit olduklarına ibret nazarıyla baktın mı?
 

İsr@

hizmet erbabı
Katılım
4 Kas 2006
Mesajlar
3,080
Tepkime puanı
62
Puanları
0
Yaş
44
Konum
KOCAELİ
Hayatın Güneşi: SABIR

Sabretmeyi öğrenmeliyiz.
- Kimden?
- Sabretmeyi en iyi bilenden.
- Sabretmeyi en iyi bilen kimdir?
- Şüphesiz Allah Teâlâ’dır.
Çünkü, kendisine yapılan kötülüklere
Cenâb-ı Hak’tan daha fazla sabreden yoktur.
Peygamber Efendimiz böyle buyuruyor.
Ve sözüne şöyle devam ediyor:
İnsanlar O’na şirk koşar;
(Allah’a değil de, başkasına tanrı diye tapar;
kimi ‘Îsâ Allah’ın oğlu,
kimi ‘melekler Allah’ın kızı’ diye ona iftira eder);
Ama yine de Cenâb-ı Hak
onlara sağlık, âfiyet ve rızık verir” (Müslim, Münâfikîn 49).
Kendisine yapılan bu zulümlere sabrettiği içindir ki, Kâinatın Rabbi’nin bir adı da Sabûr’dur; çok sabredendir.
Kendisine iftira eden zâlimleri,
“Siz bana hakaret ediyorsunuz” diye
hemen cezalandırmaz.
Çünkü O’nun bir adı da Halîm’dir.
Yani acele ile, kızgınlıkla hareket etmeyendir.
İşte Sabûr ve Halîm olan Yüce Rabbimiz,
Kur'ân-ı Kerîm’de,
tam doksandan fazla yerde sabırdan söz eder.
Bizim de sabırlı olmamızı ister.
sabredene cennet var


M.Yaşar Kandemir..
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Tecessüs


Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri Kur'an-ı Kerim'de buyuruyorlar.

"- Ey imân edenler zann'ın birçoğundan sakının; çünkü zann'ın bir kısmı günâhdır. (Müslümanların ayıb ve kusurlarını) araştırmayın; bir kısmınız bir kısmınızı (arkasından hoşlanmadığı sözle) çekiştirmesin. Hiç sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? Bundan tiksindiniz (değil mi?) o halde (gıybet etmekde) Allah'dan korkunuz. Muhakkak ki Allah Tevvâb, (tevbe edenlerin tevbesini kabul edendir,) Rahimdir, (çok merhametlidir.) (Hucûrat sûresi/12)

Tecessüs, bir mümin kardeşinin ayıbını aramak ve onu elde edince ferâhlamakdır. Şübhesiz kötü niyetli, kıskanç huylu olanlarda olan bir nifak alâmetidir.

Tecessüs, gıybet edicilerin elde etdikleri, bir lâf edebilme mahzenidir. Bu yaratıklar kendi ayıblarını görmezler, başkalarının, din kardeşlerinin ayıblarıyla meşgul olurlar! Daimi Cenâb-ı Hakk'm murakabesinde olduklarını idrak edebilseler, kendi ayıblarıyla meşgul olurlar da bu kötü huylarını terk etmeye gayret gösterirler.

Maalesef zamanımızdaki zâhid ve âbidlerin çoğunda dahi bu kötü huy görülmektedir. Bu kötü ahlâka mübtelâ olanlar, hallerini düzeltmedikleri takdirde, manen terakki edemezler, Allah Teâlâ'nın nazarından düşerler, tedenni ederler. Yani manen terakki edemezler. Ruhen hasta oldukları için yapdıkları ibâdet ve kulluk vazifelerinin tadını alamazlar. Her hususda devamlı şikâyetçi olurlar. Onların zenginlikleri, makam sahibi ve sıhhatli olmaları huzur vermez. Şikâyetlerinin nefislerinden olduğunu bilseler, Rabb-ül Âlemin hazretlerine yalvarırlar, istiğfar ederler. Büyük nedamet duyarak ihlâs üzere edildiğinde, dilekleri kabul edilir. Çünkü Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretleri Rahimdir, Kerimdir.

(SADIK DANA)
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Mevlânâ’dan Yaşlılık Üzerine


Mevlânâ hemen her konuda hikmet incileri deren yüce bir hakîm-i İlahi ve âlim-i Rabbânî’dir.
Onun üzerine yorum yaptığı hususlardan biri de yaşlılıktır. Modern zamanların bilimleri arasında yer alan Gerontoloji de çok yönlü olarak yaşlılığı inceleyen ilmî bir disiplindir.
Yaşlılık başlı başına bir tür hastalıktır. Bu vücut hücrelerinin, bünyenin tümüyle birlikte içe çöküşü, güç, kuvvet ve takat kaybedişi şeklindeki semptomlarla kendini gösterir.
Elhak yaşlılık zorlu bir yük. Bu yüzden Nebî sallallahu aleyhi ve sellem “Ya Rabbi, Beni erzel-i ömre bırakma!” diye duâ etmiştir.
Kur’an-ı Kerim yaşlılık konusuna temas ederken Hz. Zekeriya (a.s.)’ın nutk-ı şerifiyle “Kemiğim zayıfladı, saçıma ak düştü” (Meryem/2) şeklinde bir tanım verilirken, Yasin Suresi’nde “Biz kime ömür verirsek, (sonunda) yaratılışta onu noksanlaştırırız” (Yasin/68) tespiti yapılmıştır.
Hz. Yusuf (a.s)’ın babası “Yaşlı büyük bir zattır” (Yusuf/) şeklinde anlatılarak onun şahsında bir olgunluğa işaret edilir.
Kasas/23’de Şuayb (a.s.)’ın kızları aynı keyfiyete özdeş ifadeyle babalarına “Yaşlı büyük bir zattır.” şeklinde tavsifte bulunurlar. Hz. Sara validemiz de Hud/72’de, Hz. İbrahim için yaşlılığına işaretle “Nasıl çocuğumuz olacak” ifadesini kullanır.
Ve nihayet Gafir/67’de doğumdan ölüme uzanan çizgide insanın biyofizik yapısının merhaleleri şöyle özetlenir:
“Sizi topraktan, sonra meniden, sonra alakadan (aşılanmış yumurtadan) yaratan, sonra bebek olarak (ortaya) çıkaran, sonra sizi güçlü kuvvetli bir çağa erişmeniz, sonra da ihtiyarlamanız ve belli bir vakte (ecele) ulaşmanız için sizi yaratan O’dur. Umulur ki düşünürsünüz!”
Ayetlerde yaşlanan ana babaya merhamet niteliğinde bir davranış sergilememiz (İsrâ/24), tavsiye edilirken ayrıca hadis-i şeriflerde de “Büyüklerimize saygı göstermeyen, küçüklerimize acımayan bizden değildir.” şeklinde vurgular yapılması, yaşlıların saygıya layık olmalarını merkeze alan bir yönlendirmeyi veya tavsiyeyi belirler.
Bu girişten sonra şimdi, yaşlılık konusunda Hz. Mevlânâ’(k.s.)’nın hikemî duruşunun nicelik ve nitelik değerler planında nerede olduğunu anlamaya çalışalım.
Hz. Mevlânâ (k.s.), tüm kainatta geçerli temel bir ilke olarak değişimin farkındadır. Bu değişimin insan için de geçerli olduğunu gören Hz. Mevlânâ bu süreçte insanın kendi fiziksel değişim/dönüşümünden ibret alarak, nefsini, benliğini de tekamül lehine dönüştürmesinin önemine işaret eder. Ona göre yaşlanma denilen değişim, dönüşüm insanın aslına yani Allah’a dönüşünün habercisidir. İnsanın hayat denilen ve kendisine Allah’tan bahşolunmuş sonlu zaman kredisini iyi kullanması gerekir. Bunun için mevhum benliğini, suret benliğini fani görüp, geçici olandan ebedî kalıcı olan ilahi benliğe ulaşma yoluna sülûk edip kendini geliştirmesi, olgunlaştırması, gerekir. Hz. Mevlânâ (k.s.) yaşlanma denilen fiziki varlığındaki değişikliği şu şekilde tasvir eder:
Sonbaharda ağaçların yaprakları nasıl dökülürse
Aynı şekilde bedenden de bir imtihan gereği şu güzelim elbiseler uçmakta.
Ağaçlar yaprak giysisiyle kuşanıp kevni bir güzelliğe nail olurken sonbaharda, yazınki güzelliğinin, yaprakların çekiciliğini kaybeder, kupkuru çırılçıplak kalakalır..
 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
iyiki böyle bir sayfa açtım :) ne güzel paylaşımlar oluyor . Ben kıbrısa yaz okuluna geldiğim için devamlı yazamıyorum .Dualarınızı bekliyorum .TEşekkürler.
 

yüz akı

Profesör
Katılım
28 Şub 2007
Mesajlar
792
Tepkime puanı
114
Puanları
0
Yaş
41
Konum
diyar-ı gül
oy oy oyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyyy
amanın bizim ekip tam takım burda olcek desene ....
nerdesiniz ablam benefsecun abam erentalham gülzarı irfan......

haydi koşun buraya...:dancing:
 

yüz akı

Profesör
Katılım
28 Şub 2007
Mesajlar
792
Tepkime puanı
114
Puanları
0
Yaş
41
Konum
diyar-ı gül
manevi recetemizzzz

Zahide Topcu
Mânevi Reçeteler

Musâ Topbaş Efendi, hâzık bir tabib (uzman bir doktor) gibi insanların mânevî hâllerine uygun reçeteler yazdığı gibi, umûmî hastalıklara karşı da herkesin rahatça tatbik edebileceği, basit ama isâbetli tesbitler yaparlardı.

Bu nasihat ve reçeteler, üzerinden seneler geçmesine rağmen eskimemiştir. Gâh gönlümüzde, gâh defterler arasındaki bu ölümsüz mânevî reçeteleri de kardeşlerimizle paylaşalım, istedik:
* Gıybet çok mühim bir hastalıktır. Kimsenin arkasından konuşmamalıyız. Öncelikle kendi hatalarımızı araştırmalıyız ve bunları telafi yoluna gitmeliyiz. Kendi nefsimizin eksik ve hatasını görmek bizi başkalarının kusurunu araştırmaktan men etmelidir. Hanımlar dînî mevzûlarda çok gayretlidirler. Yalnız iki husus, onların bu gayretlerini gölgede bırakır; çarşı-pazarda çok gezmeleri ve dilleri!.. Günde üç-beş defa çarşıda pazarda gezenin kalbi dağılır. Böyle kişide huzur hâli nasıl olur?
* Dînî meclislerde dünya kelâmı konuşulmamalıdır. Bu meclisler Allah adının ve âhiretin hatırlandığı yerlerdir. Şayet böyle meclislerde mâlâyânî, dünyevî konular ve maddiyât konuşulmya başlarsa arkasından gıybet ve mâsiyet (günah) gelmeye başlar. İstifade için gelinen bu meclislerden haram işlenerek dönülmüş olur. Böyle Hak meclislerinde âyet-i kerîme, ehâdis-i şerife, evliyâullâh menâkıbı zikredilir. Kişilerin mânevî durumlarına göre bir eser de takip edilebilir. Eğer bu meclisler, âdâbına riâyet edilerek icrâ edilirse insanların mânen büyük derecelere nâil olmasına vesîle olur, biiznillâh!...
* Mânevî yoldan istifâde etmek için az yemelidir. Az yiyen az uyur, az konuşur. Az konuşanın hatası az olur. Akşamları az yemek, teheccüde iştiyakla kalkılmasına vesile olur.
* Güzel ahlâk, yumuşak başlılık, öfkeyi yenmek, hizmetli olmak bu yolun önemli düsturlarıdır.
* İnsan gününü uyku ile doldurmamalıdır. Haddinden fazla uyuyan gün boyu gevşer, üzerine tembellik çöker ve esner durur. Az uyuyan ise zinde kalır, günü bereketli geçer.
* Müslüman, dâima helâli aramalı, ihtiyatla davranmalı ve şüpheli şeylerden uzak durmalıdır.
* Eğer varsa, kaza namazlarına dikkat ve itinayla muntazam olarak devam edilmelidir. Eğer kazalarını tamamladıktan sonra fazladan olarak kaza kılmaya devam edilirse, “nurun ala nur” (nûr üstüne nûr) olur.
* Misafir ağırlamada sınır yoktur. Biri bir kahve verir, ecrini alır. Kimi de imkânı nisbetinde sofralar açar, Allah'tan karşılığını alır. Konya'da Mevlânâ Hazretlerini ziyaret eden fâsık bir kişi dahî niyetine göre bu ziyâretten mânen nasiplenir.
* Üç sınıf insan vardır:
Birincisi, Mevlâ'yı seven ve Mevlâ'nın da kendisini sevdiği,
İkincisi, kötülüğü gürünce kayan, iyiliği görüce düzelen,
Üçüncüsü de katılaşmış olan kalbler!... Rabbim muhâfaza buyursun.
* Boş konuşmayı, laf üretmeyi bırakın!.. İnsanları hayatınızla, yaşantınızla ve hâlinizle irşad edin. * En büyük cevher, zikirdir. Her şey güzel ahlâkta bitiyor. Ahlâk güzelleşirse muâmelât da zevk hâline gelir

 

avrasya

Paylaşımcı
Katılım
26 Kas 2006
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
0
İnsân-ı Kâmil
Hasan Kâmil Yılmaz
"İnsan-ı kamil" kavramının tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı bir manası vardır. İnsanın Allah'ın yeryüzünde halifesi olrnası itibariyle, O'nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye insan-ı kamil denir.
"İnsan-ı kamil" kavramı ilk devir süfîlerinde hemen rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallac-ı Mansür (ö. 309/921): "Allah Adem'i kendi sûretinde yarattı." hadisinden yola çıkarak, Allah'ın kendi nefsinde, kendisi için tecellî ettiğini söylemiştir. Bu tecellî ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihata eden suret vücuda getirmiştir. Hallac'ın bu anlayışı, daha sonra İbn Arabî (ö. 638/1240)'nin "insan-ı kamil" düşüncesine zemin hazırlamıştır.
İnsan-ı kamil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve onunla alakalıdır. Nitekim İbn Arabî'ye göre kainat ilk önce ruhsuzdu. Tıpkı cilası vurulmamış bir ayna gibiydi. Adem bu cilasız aynanın cilası ve ruhu olmuştur. Ona göre insan, ilahî isim ve sıfatlarının, bütün kemallerini aksettiren cismi, büyük alemin cisminden küçük olsa bile, insan büyük alemin bütün hakikatlerini kendinde toplamaktadır, insan-ı kamil Allah'ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kamil, maddî ve manevî bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı kamil, Hz. Muhammed'dir. Ancak O'nun tarihî şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed'dir. Yani hakikat-i Muhammediyye'dir. İnsan-ı kamil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilahî irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kamil olmasa Allah bilinemezdi.
Aziz Nesefî (ö. 700/1300), ilk defa İnsan-ı kamil adlı Farsça bir eser kaleme almış, ardından Abdülkerim Cîlî (ö. 820/1417) aynı adlı eseriyle, bu konuda söylenebilecek olanları toparlamıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780)'da İnsaniyyet-i kamile adıyla bir eser yazmıştır.
Azizüddin Nesefî, "insan-ı kamil'i şerîat, tarîkat ve hakikatte tam olan insandır, diye tarif eder ve bunu şöyle açıklar: "Kamil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemale erdiren kemale ulaşmış sayılır. Kamil insana birçok isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyh, hadi, mehdî, airf, imam, halîfe ve sahib-i zaman. İnsan-ı kamil, cihanı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsa, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayatı içen Hızır gibidir. İnsan-ı kamil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kamil için mülkte, melekütta ve ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.1
İbn Arabi'nin yolunu izleyen Abdülkerim Cîlî de insan-ı kamil'in "hakikat-i Muhammediyye" olduğunu ifade eder. Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve suretlerde peygamber ve velî olarak zahir olur. Nitekim Aziz Mahmud hüdayî'nin:
Ayinedir bu alem herşey Hakk ile kaim
Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim

beyti de bu düşüncenin ifadesidir, insan-ı kamil, varlığın hakikatlerine tekabül eder. Mesela O'nun kalbi arşa, inniyyeti (benliği) kürsüye, makamı sidre-i müntehaya, aklı kalem-i a'laya, nefsi levh-ı mahfuza, tabîatı anasır-ı erbaaya taalluk eder.
İnsan-ı kamil, ilahî tecellîlerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah'ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufî muhitlerde: "Kendini bilen Rabbını bilir" 2 hadisi yaygınlık kazanmıştır. Hacı Bayram Velî'nin şu kıt'ası bu anlamdadır.
Bilmek istersen seni-Can içre ara anı
Geç canından bul anı- Sen seni bil, sen seni

Tasavvufî telakkide her insan, insan-ı kamil olmaya adaydır. Çünkü insan, insan-ı kamil, olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini tasavvufî terbiye "usüllerine göre geliştirenler, o makama erişebilir."
İbn Arabi'den sonra gelişip sistemleşen "insan-ı kamil düşüncesi, ondan sonraki sûfilerde belli bir şekilde ifade edilmiştir. Osmanlı döneminin büyük süfilerinden Aziz Mahmud hüdayî (ö. 1038/1628) özellikle padişahlara yazdığı mektuplarında bu konuya yer vermiştir.
İnsan-ı kamil cümlenin ruhudur. Cümleyi cami olup cümlenin hakkını verendir. Halkta Hakk'ı, Hakk'ta halkı görendir, Hakk'ın da halkın da hukukuna eda şuûruna erendir.
MÜ'MİN-İ KAMİL
Tasavvufta "insan-ı kamil" kavramı genellikle Hz. Peygamber ve ona niyabeten kutub ve gavs için kullanılan bir kavramdır. "Mü'min-i kamil" kavramı ise "İnsan-ı kamil" kapsamının dışında kalan kemal ehli insanlar için de kullanılmaktadır. Böyleleri büyük günahlardan kendilerini koruyan, küçük günahları da bilerek yapmayan kimselerdir. Biz yazımızın bu bölümünde kamil bir mü'minin süfiyane özelliklerini arzetmeye çalışacağız.
Kamil mü'min denilince bütün kusur ve hatalardan arınmış, bir insan hatıra gelmemelidir, İslam'da la-yuhtilik (günahsızlık) ilkesi yoktur. Doğuştan gelen bir günah ve suçluluk da yoktur. insan elbette hata ve günahtan salim olamaz. Ama bununla birlikte kamil mü'min Kur'an'daki: "Sizi boşyere mi (abes) yarattığımızı sanıyorsunuz?"3 "İnsanoğlu başıboş salıverileceğini mi zannediyor?"4 ayetlerinde istifham-ı inkarî ile ifade edilen yaratılış sırrının cevabını: "Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım"5 ayetinde bulmaktadır, insanın yaratılış gayesi kulluk olduğu için süfîler ubüdiyyet ile hürriyet arasında bir irtibat görürler. İnsanın yabancılaşma sonucu kulluktan uzaklaşmasıyla hürriyetten de kopacağını; köleliğe, nefse ve hevaya kulluğa yöneleceğini ifade ederler. Çünkü Allah Teala: "Nefsini tanrı edineni gördün mü?"6 buyurarak buna işaret etmektedir, insan Allah'a kul olduğu sürece hürdür, nefsinin esaretinden kurtulmuştur. Allah'a kulluktan uzaklaştığı sürece esirdir, nefsinin kölesidir. Kamil bir mü'minin Allah ile, insanlarla, dünya ve eşya ile ilişkilerindeki şu özelliklerine bakmak gerekir.
l. Allah ile İlişkilerinde
Kamil bir mü'mi'nin Allah ile ilişkilerindeki en önemli özelliği îman, îkan, ihsan, teslimiyet ve tevekküldür.Îmanın iki boyutu vardır. Marifet ve muhabbet, yani Allah'ı önce esma ve sıfatlarıyla tanımak, ardından O'nun sayısız nîmet ve ihsanlarını görüp sevmektir. Bu sevgi sebebiyle O'na îkan ve ihsan duygusuyla bağlanıp görüyormuş gibi kulluk etmek, O'na güvenmek ve teslim olmaktır. O'ndan gelecek herşeye rıza göstermektir. Emirlerine boyun kesmektir.
Tevekkül ve teslimiyet Allah'a güvenmektir. Süfilere göre tevekkül Allah Rasulü'nün hali, elemeği ile geçinmek için çalışmak (iktisab), sünnetidir.
O'nun hali sünnetinden üstündür. Bu yüzden onlar, teslimiyyet ve tevekkül ile Hakk'a tefvîz-ı umur etme üzerinde dururlar.
Rıza, tabiattaki ilahî kanunlar hükmünü icra ederken itiraz etmemek, sızlanmamak, kulun Allah'dan Allah'ın kuldan razı olması demektir, işi kolaylıkla kabullenmek demektir. Nitekim Ebu Süleyman Daranî: "Kul nefsani arzulardan sıyrılınca Rabbından razı olur."der. Rabia Adeviyye: "Allah'ın nimeti kadar musibeti de kulu memnun edince rızanın gerçekleşeceğini" söyler.
Şükür, ihsanda bulunanın nimetini O'na boyun eğerek i'tiraf etmektir. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olur. Şükür kulda itmi'nan meydana getirdiği gibi ni'metin artmasına da sebep olur. Nitekim Allah Teala: "Şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz benim azabım çok şiddetlidir"7 buyurur.
Şükür dil, organlar ve kalb ile olur. Dille şükür, kulluk bilinciyle ni'meti ilahiyyeyi itirafıdır. Organlarla şükür, organları gösterilen istikamette kullanmaktır. Kalb ile şükür kalb gözüyle nimeti vereni görmektir. Ebü Osman Hîrî:"Şükür, şükürden aciz olduğunu idraktir." der.
Şükür ve rızayı sabır ile desteklemek gerekir. Sabır mü'minin önemli bir vasfıdır. Asr süresinde sabır, Allah'a îman ve salih amelden sonra tavsiye edilen bir ilkedir. Bu i'tibarla îmanda ve salih amelde kemal sabırla gerçekleşir.
Allah ile ilişkinin bir boyutunu model şahsiyet sayılan Hz. Peygamber ile ilişkiler teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teala, sevgisine mazhar olmayı Peygamberini ittiba şartına bağlamış8. Peygamberin emrettiği herşeyi alıp uygulamayı; sakındırdığı herşeyden uzaklaşmayı emretmiş,9 Peygambere itaati kendine itaata denk saymıştır.10 Bu itibarla peygamberine îman ve ona gönülden bağlılık olmadan, Allah'a îmanda kemal gerçekleşmez. Peygambersiz bir dîn, rehbersiz bir dini hayat düşünülemez. Hz. Peygamber sevgisinin ve ona uymanın tedrici olarak gerçek-leşmesi için tasavvuf ma'nevî eğitimde mürşid mecburiyeti getirmişti.
II. İnsanlarla İlişkilerde
Kamil bir mü'minin insanlarla ilişkilerinde en önemli özelliği adalet ve ihsandır. Adalet hakkı gözeterek denge ile hareket etmek, ihsan ise ziyadesini yapmaktır. İnsanın çevresindeki insanlara karşı iyilik yapması, her türlü hayasızlık ve kötülükten uzaklaşması sosyal hayatın gereğidir."
"Üsve-i hasene" olan "model şahsiyet" Hz. Peygamber'in gösterdiği biçimde İslam'ın güzelliklerini edeble yaşamak gerekir. Edeb: Bütün hayır ve meziyetlerin toplamıdır. Utanılacak tavır ve davranışlardan uzak durmak demektir. Ebü-Hafs Haddad "Tasavvuf edebden ibarettir" derken bu sırra işaret etmiş, Mevlana: "Hayvan ile insan arasındaki fark edebdir." diyerek bu gerçeği vurgulamıştır. Nitekim şair de şöyle der:
Edeb bir taç imiş nür-i Huda'dan
Giy o tacı emin ol her beladan.

Edeb, güzel ahlaktır, îsardır, başkalarını kendine tercihtir. Feragat ve fedakarlıktır. En azından kendisi için istediğini başkaları için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememektir. Bu, insanda sevgi doğuracak bir paylaşımdır.
Toplum içinde insanı ahlakî açıdan yaralayacak ve başkaları nezdinde küçültecek, dedikodu, gıybet, sü-i zann, nemime, iftira, istihza gibi ahlakî marazlardan uzak durmakdır. Kardeşlik duygularını zedeleyecek, birlik ve beraberliği bozacak tavırlardan kaçın-makdır.
Ahlakî kemale ermiş kişilerin islam toplumunda Hakk'ı tavsiye ve emr-i bilmaruf hizmetiyle de meşgul bulunmaları gerekir. Çünkü toplumda kötülüğün yayılmasını önlemek, en azından kötülüğe bulaşmamak kadar önemli bir görevdir. Kur'an'da islam toplumu için de böyle bir grubun bulunmasının emredilmiş olması bundandır.(12)
Ayrıca İslamla insan arasındaki engellerin kaldırılması demek olan "cihad" hizmeti; malî, bedeni ve fikri katkı bir îman borcudur.
III. Dünya ile İlişkilerinde
Mü'min-i kamil için dünya bir araçtır. Çoğu zaman insanı aldatmaya yönelik tuzakları eksik olmaz. Nitekim Kur'an'da bununla ilgili pek çok ayet vardır. "De ki: Dünya metaı azdır. Takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır."(13)
Dünyadan kurtulmanın yolu zühddür, yani dünyanın faniliğini düşünüp ona kapılmamaktır. Ayet-i kerimede:"Rabbının adını an ve herşeyi bırakıp O'na yönel!"(14) buyurulmaktadır. Hadîs-i şerifte de: "Dünya'dan zühd eder, yüz çevirirsen Allah seni sever. İnsanların elinde olandan yüzçevirdiğin takdirde insanlar tarafından sevilirsin."(15)
Dünya'ya karşı zahid olan ve zühd konusunda insanları uyarma meziyetine sahip kimselere sokulmak emredilmiştir. Çünkü dünya sevgisi sarî hastalık gibidir. Dünya sevdalılarının yanında bulunanlara bu hastalık bulaşır. Zühd dünya malından, şöhret ve süsünden yüz çevirmektir. Allah ile gani, Allah ile aziz olmaktır. Allah ile meşgul olmayı önleyen ne varsa kalpte ona yer vermemektir.
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk, anlayışıyla dünyaya dalmamalı, ukbaya aldanmamalı, varlığa sevinmemeli, gönlü gerçek sahibine açmalıdır, "Mal içinde yüzse bile mal sevgisini gönlüne bulaştırmamalıdır.
Masiva şaibesinden dili tathire çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış

Masiva ile alakayı kesmek, dünyaya ve onun nimetlerine kıymet vermemek, insanlar arasında iken bile Hakk ile meşgul olmaktır.
Kamil mü'min herkes gibi umumi hayata karışacak, kendisinin, aile efradının ve başkalarının işlerini görmeye çalışacak ve Allah takdir etmişse zengin de olacak. Mal da can gibi emanettir. Emaneti en iyi biçimde kullanmak ise ibadettir.
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var git biraz da sen oyalan

 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Mûsâ Efendi –kuddise sirruh-‘un İnfak Edebi


Merhum pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, her vesîleyle bizlere çok kıymetli nasihatlerde bulunurdu. Bu nasihatlerde en çok üzerinde durduğu husus, infaktı, yani Allâh’ın ihsân ettiği nîmetleri, O’nun rızâsı istikâmetinde cömertçe sarf edebilmekti.
Derdi ki:
“Evlâdım, mutlaka riyâzat1 hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini yine Allâh için infak edin!”
“Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzâtı, yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu, hayatınızın her safhasına yayın. Yani her zaman riyâzatla yaşayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak edin!”
“Şunu iyi bilin ki, Dolmabahçe Sarayı’nda da Topkapı Sarayı’nda da yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infak etmezseniz, Allâh’ın verdiği nîmetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz. Unutmayın ki, infak edilmeyen nîmetler ziyan edilmiş demektir. Ziyan edilen nîmetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”
Bu ölçü ve tavsiyeler etrafında bizleri yetiştiren Mûsâ Efendi, bunları uygulamamız hususunda da titizlik gösterir ve henüz çocuk yaşlarımızda iken aldığımız portakal veya elmayı kaça aldığımızı sorar ve:
“Çarşıdaki bütün fiyatları dolaştınız mı?” derdi.
İki liraya alınabilecek aynı kalitede bir şeyi üç liraya almayı israf sayar ve bizlere iktisatlı olmamız hususunda tenbihte bulunurdu. Kısacası kendine harcarken kılı kırk yarardı. Ancak Allah yolunda alabildiğine vermekten haz duyardı.
Bende kendisinden kalan bir defter mevcut. Orada zekât, hayır ve hasenat notları var. Muhterem pederim, ara sıra onu -riyâ olmasın diye- yalnız bana gösterir ve açıklardı:
“–Bak oğlum, zekâtım bu kadar, hayır ve hasenâtım da şu kadar…”
Her zaman hayır ve hasenâtı, zekâtına göre kat kat fazlaydı. Bunu benimle paylaşmasındaki maksat ise, aynı şekilde infaka teşvik edici bir edepti.
Onun infâkı da zaten bambaşka edep ölçüleri içerisindeydi. O, riyâzat içinde yaşayıp da yapmış olduğu infakları o kadar güzel bir İslâmî üslûp, nezaket ve zarâfet içinde yapardı ki, kime ne kadar verecekse onu güzel bir zarfın içine koyar ve üzerine de uygun bir hitaptan sonra şöyle yazardı:
“İkramımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.”
Yani o:
“Sadakaları Allah alır.” (et-Tevbe, 104) âyeti mûcibince verdiğini doğrudan doğruya Allâh’a verebilme gayretindeydi.
Çünkü o, infakta Hazret-i Ebûbekir’i örnek almıştı.
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Hak Ve Adalet

HAK VE ADALET



Bütün insânî güzellik ve mükemmelliği ihtivâ eden ve insanın rûhunu fazîlette zirveleştiren İslâm ahlâkı, hak ve adâlette de müstesnâ bir öze, sarsılmaz bir temele sahiptir. Çünkü insanlığın huzûru, ancak hak ve adâleti tevzî etmekle temin edilebilir.
O hâlde hak ve adâlet nedir?
En genel târifiyle:
Herkese ve her şeye hak ettiği şekilde muâmele etmek, doğru hüküm vermek, dengeli ve ölçülü davranmaktır.
Buna göre bir kimseye hak ettiğinden fazla vermek, başkalarının hakkını çiğnemek olduğu gibi, eksik vermek de, hakkı gasbetmek, yâni adâleti ihlâl etmektir. Gerçek mü’minler, böyle bir cürümden son derece sakınırlar. Yani mü’min, vicdânen, her hak sahibine hak ettiğini vermek mecbûriyetindedir.
Zîrâ İslâm, hayatın her safhasında ve her hâlükârda âdil davranmayı emretmektedir. Öyle ki, Allâh’ın râzı olduğu şekilde yaşamak, ancak hak ve adâlet dengesine riayet ölçüsünde gerçekleşir. Yani adâlet mefhumu, ilâhî emir ve yasakların merkezindedir. Dolayısıyla bu da, mü’minin; önce Yaratan’ına, sonra bütün mahlûkâta, sonra da kendi nefsine karşı âdil davranmasını gerektirir.
Şu hâlde her mü’min, ölçüp tartarken, insanlar arasında hüküm verirken, konuşurken, yazarken, şâhitlik ederken âdil davranmak mecbûriyetindedir. Ayrıca ilâhî hakîkatlere ve ibâdetlere de gereken ehemmiyeti göstermek ve onların hakkına riâyet etmek mecburiyeti de vardır. Çünkü bu, Cenâb-ı Hak için bir hak, kul için bir borç ve vazîfedir.


(Osman Nuri Topbaş)
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
MUSA EFENDİ ÜSTADIMIZIN AHİRETE İRTİHALİNİN YILDÖNÜMÜ DOLAYISIYLA.....


Merhum Mûsâ Efendi Üstâdımız, fazîlet ve kemâlâtı üzerinde toplamış büyük bir mürşîd-i kâmil idi. Her hâli ve kâli Kur’ân-ı Kerîm ahkâmına ve sünnet-i seniyyeye tam uygundu.

Dâima mârifetullâh hâli ve lezzeti içinde yaşarlardı. Hiçbir meşgûliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymazdı. Âhiret amelini, hep dünya amelinin önüne geçirirlerdi.

Hak Teâlâ Hazretlerine karşı kulluk vazîfelerini büyük bir ihlâs, şevk, aşk ve mahviyyetle îfâ ederler, kulluk vazîfesinin yerine getirilmesinde sadece bedenî ibâdetin kâfî gelmediğini, gönül âlemine yönelmek gerektiğini îkaz ederlerdi.

Dünya hayatının, âhirete hazırlık ve kulluk yeri, âhiret hayatının ise hesâb yeri olduğunu ve bu sebepten dünyayı sevip ona aldanmamayı hatırlatırlar ve şu tavsiyede bulunurlardı: “Bir kalbden dünyanın ve haramların sevgisini çıkarmanın en tesirli yolu ölümü hatırlamaktır. İnsanın ölümü anması, bu dünyadan soğumasına sebep olur. Ne zaman ki insanda, herhangi bir dünya nîmetine kavuşmak ihtirâs hâlini alırsa, işte o zaman ölümü göz önüne getirmelidir. Dünyaya evvelce gelenlerin, topladıkları maldan istifâde edemeden göçüp gittiklerini tefekkür edip de intibâha gelelim. İş işden geçtikten sonra üzülmenin ve tasalanmanın fayda vermeyeceğini teemmül edelim.”

Tasavvufî hayata büyük önem verirler; tasavvufun, nihâyeti olmayan bir ummân, hudûdu bulunmayan bir ilm-i ilâhî olduğunu söylerlerdi. “İnsan, ancak seyr-i sülûk yoluyla, ihlâsı ve gayreti ölçüsünde kemâle erer ve o zaman Kur’ân ahkâmını lâyıkı vechiyle yerine getirebilir.” buyururlardı.



ALLAHA EMANET OLUN
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Nuh’un Seslenişi


“Neyiniz var ki, Allah’tan Yüksek Bir Uygulama Ummuyorsunuz?”
Nûh Peygamber kavmini Allah’ın Dinine çağırırken, eğer bu çağrıya kulak verip de iman eder ve dosdoğru yola -istikamete- girerlerse, Allah’ın kendilerini, âhiretteki iyi sonuç ve ödüllerinden önce, dünya hayatında dahi nimetleriyle donatacağını haber vermiştir. Onlara dünyaları ve âhiretleri için gerçekleşeceğini bildirdiği o kadar mâkul ve o kadar da güzel bir tablo çizmiştir ki, o davete muhatap olan aklı başında, kalbi selim sahibi hiçbir insanın buna inanmaması ve bir itirazları olamazdı. Oysa kavmi bir türlü inanamamış, daha doğrusu inanmak istememiş ve onun sözlerini sonuna kadar şüphe ve red ile karşılamıştır. O kadar ki, Nûh (as)’ın gece gündüz sürdürdüğü çağrısı onların kaçışlarını/uzaklaşmalarını artırmaktan başka bir sonuç vermemiştir:
“Fakat benim çağrım onların kaçışlarından başka bir şeyi artırmadı!” (Nûh, 71/6)
Nûh (as), ilk cümlede yer alan seslenişiyle (71/13), ısrarlı uyarı ve çağrılarının kavmi tarafından daima cevapsız bırakılması karşısında duyduğu esef ve hüznü dile getirmiştir. Bu anlamlı cümle insanların imansızlığa nasıl sürüklendiklerini ortaya koyuyor; Allah’ın azametini bir şekilde hesap etmemek ve O’ndan yüksek bir uygulama beklememek. Burada, yüksek uygulama ifadesi ile, imana kavuştukları zaman karşılaşacakları bildirilen lûtuflar ile inkâr ve isyan yolunda ısrar ettikleri takdirde dünyada ve âhirette başlarına geleceği uyarısı yapılan azab işaret edilmiştir. Muhatapları ise, Allah’ın bunları yapacağına hiç inanamamış ve ne ödül vaadlerini, ne de azab uyarısını ciddiye almıştır. Böylece de, temelde insan sorumluluğunu yok saymayı sürdürmüş; amellerin karşılığının Allah tarafından herhâlde verileceğine inanmadıklarını bir defa daha ortaya koymuş ve ulûhiyetin hakkını tanımayan ve âhireti hiç hesaba katmayan eski câhilâne tavırlarında ısrar etmişlerdir.
İnsanın, kendi üzerinde hükümran olan ilâhi gerçekliği hakkıyla düşünmemesi sonucu sürüklendiği iman yoksunluğu, o kendisini ve içinde var olduğu evreni yaratan muazzam kudret sahibi üzerine gereken ciddiyetle yoğunlaşmamasından kaynaklanan bir sapkınlıktır. Zihin ve gönülle ilgili temelden bir rahatsızlıktır. Ve aklını gereğince kullanmama sonucu insan bilincinin bölüntüye uğradığının bir göstergesidir.
Bir kısım insanlar imandan böylece mahrum kalıyor ve sadece O’na tevekkül edeceğine, bundan uzak bir hayat saplantısı ile ömrünü tüketiyor. Esasen bağlanmak ve güvenmek -tevekkül etmek- ihtiyacı içinde oluşu, kendisine ancak gerçek Rabbi olan Allah’ı hatırlattığı/çağrıştırdığı hâlde, buna yönelik özlem ve arayışını başka odaklara çevirerek saptırıyor. Gelenek, kültürel şartlanmışlık ve konformist kolaycılık da onun doğruyu bulmasının önünde engelleyici birer set oluşturuyor.
“Neyiniz var ki, Allah’tan yüksek bir uygulama ummuyorsunuz?” (Bu meâllendirme Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ındır, bkz. Aziz Kur’an.) Rabbinizin vaadlari için ‘sırf bir hayâldir’ mi diyorsunuz? Yoksa O’nun bunları yapacağından ve/veya yapabileceğinden şüphede misiniz? Bu vaadlerin bir gerçekliği bulunamayacağını ve bir kurgudan ibaret olduğunu mu sanıyorsunuz? Böyle düşünmenizin makûl bir sebebi, bir delili olabilir mi? “Oysa, O sizi türlü evrelerden geçirerek yaratmıştır.” (71/14) Bu günkü hâlinize gelene kadar sizi, aşama aşama; çamurdan, nutfeden (sperm ile döllenmiş yumurtadan), alâkadan (ana rahminin cidarına tutunan bir et parçasından) vs geçiren ve bir insan olarak düzene koyan O değil mi? Bunu yapan Rabbinizin vakarını (büyüklüğünü) bütün kalbinizle kabul etmeniz ve size O’nu hatırlatan elçisinin açıklamalarına saygı gösterip inanmanız lazım gelmez mi?
Nûh Peygamber -bütün peygamberlerin yaptığı gibi- kavmini Allah’a kulluk etmeye, O’na karşı gelmekten sakınmaya ve bu yolda kendisine itaat etmeye çağırmıştır. Eğer Allah’tan bağışlanma (mağfiret) dileselerdi, imana kavuştuklarını ve salâh yolunu tuttuklarını ortaya koymuş olacaklardı. Zira istiğfar, kendi kulluğunun ve günahının farkında olmak demektir. Ve mağfiret etme gücünün yegâne sahibi olan Rabbinin esasen çok bağışlayıcı (Ğaffâr) bulunduğunun bilincini yansıtır. Onlar ise, yapılan bütün çağrılara sonuna kadar kulak tıkadılar ve akıllarını kullanmaya yanaşmadılar. Neticede tarihin şâhit olduğu belki en kapsamlı ve ibret verici bir cezaya uğradılar; tûfan ile yeryüzünden silindiler...
Şüphe yok ki, Allah’ın vakarını tanımayan her insan ve her toplum için benzer bir azap; benzer bir âkıbet vardır. Zira şu kesindir ki, Allah’ın uygulamasında asla bir değişme ve asla bir sapma bulunamaz (Fâtır, 35/43).
 
Üst