Altınoluk dergisi

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Altınoluk dergsinin son 20 yıllık arşivi cd şeklinde satılıyor dün orada gezinirken gözüme ski ama çok güzel bir yazı ilişti .Uzun olmasına rağmen zevkle okuyacağınızı düşünüyorum dua ile.

Aile Yuvası

Cenâb-ı Hakk vahdâniyyeti kendisine münhasır kılmış, bütün mahlûkâtı çift olarak halketmiştir. Aralarına da cezb ve incizâb kanunu koyarak maddî ve mânevî kemâli, birbirleriyle bütünleşmelerine bağlamıştır. Hiç şüphesizdir ki, eşref-i mahlûkât olan insanda fıtrî olan muhabbet temâyülü, ilâhî aşka yükselmenin ilk kademesini teşkîl eder. Bu itibarla Allâh Teâlâ, vermiş olduğu bu ulvî mertebenin muhâfaza edilmesi ve insan neslinin temiz ve mübârek bir şekilde devamı için âile hayatını zarûrî kılmış ve nikâhı emretmiştir.
Nikâh, kadın için, kadınlık duygu, istîdâd ve meziyetlerinin karşı cinsine tahsîs edilmesidir. Bu da hanımın, hanımlık vakar ve haysiyetinin muhafazasıdır. Erkek içinse nikâh, onu nefsin kötü âkıbetine dûçâr olmaktan kurtaran ve şerefli bir âile hayatı yaşatan mecrâdır.
Nikâh, rûhun sükûn ve huzûru yanında bedenin nizâmına da vücûd veren yegâne müessirdir. Ahlâkın güzelliği onun sayesindedir. Âile seâdeti, toplumun refah ve terakkîsi, yine nikâhla gerçekleşir. Kadın, kucağına aldığı yavru ile merhamet ve şefkat duygularının inkişâfına mazhar olur. Bir mürebbiyelik imtihanı yaşar. Erkek ise, mes'ûliyet duygusunun gelişip kuvvetlenmesi yanında âile reisi sıfatıyla olgunluk basamaklarını tırmanmaya başlar. Çünkü âile, millî bünye içinde en küçük, fakat en temel idârî bir ünitedir.
İşte bundan dolayıdır ki, insanlığa rehber olan -genç yaşta semâya refedilen Hazret-i Îsâ dışında- bütün peygamberlerin başından nikâh geçmiştir. Onları takip eden büyük ve mübârek şahsiyetlerin hayatı da böyledir.
Mü'minin, takvâsından sonra en kıymetli varlığı, sâliha bir hanıma sahip olmasıdır. Sâliha kadın, seâdet bahçelerinin en kıymetli tezyînâtıdır. Milletler, âilenin sağlamlığı ile terakkî eder. İnsanların bir erkek ve dişiden yaratılması gerçeğine mebnî olarak kurulan âile çatısındaki hikmetler, Allâh'ın pek yüce âyetlerindendir.
İdrâk sahipleri için nikâhdaki ibretler hakkında âyet-i celîlede şöyle buyurulur:
"Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda muhabbet ve merhamet te'sîs etmesi O'nun âyetlerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen zümre için muhakkak ki ibretler vardır.." (er-Rûm, 21)
Bu âyet-i kerîme, birtakım hikmetleriyle birlikte izdivaçtaki en büyük gâyeyi göstermektedir: Allâh yolunda muhabbet ve merhamet sâhibi olmak... Bunun içindir ki Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, kendisiyle evlenilecek bir hanımın vasıfları ve tercih sebebi husûsunda:
"Kadın dört şey, yâni malı, güzelliği, soy-sopu ve dîndeki kemâli için nikâhlanır. Siz dîndar olanını tercih ediniz ki, elleriniz hayır görsün!.." buyurmuşlardır.
Diğer bir hadîs-i şerîfde:
"Kişinin yüceliği dîninde, mürüvvet ve şerefi aklında, soy-sop güzelliği de (nikâhla korunan) ahlâkında gizlidir." buyurulur.
Cemiyet ahlâkını muhâfazada en müessir âmil, nikâh olduğu için Allâh Rasûlü -sallhallâhü aleyhi ve sellem-, onun zorlaştırılmaması husûsunda ümmetini îkâz ederek:
"Nikâhın hayırlısı, külfetsiz olandır." buyururlar.
Muhyiddîn-i Arabî -kuddise sirruh- Hazretleri, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur:
"En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zîrâ onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten vesîle olana bir ecir vardır."
Diğer taraftan âile yuvasının kurulması yolunda yapılan merasimlerde gâyet mütevâzî davranmak ve israftan kaçınmak zarûrîdir. Ayrıca gayr-i şer'î birtakım yanlış hareketler ve âdetlerle bu mübârek teşebbüse kötü bir başlangıç yapmak da, hüsrân kapısını aralamaktır. Ancak yüce şerîat hükümlerine bağlı ve ahlâk kâidelerine uygun nikâh meclisleri, mübârektir ve duâların makbûl olduğu mekânlardan biridir.
Hâsılı evlilik, İslâm'ın, üzerinde çok hassas bir şekilde durduğu maddî ve mânevî iki yönlü ulvî bir müessesedir. Dolayısıyla bu ulvî müessesenin te'sîsi husûsunda son derece ciddiyet ve dikkat sahibi olmak zarûrîdir. Aksi halde izdivacı basit bir beraberlikten ibaret zannederek oluşturulan âile yuvaları, arş-ı âlâyı titreten hâdiseler olarak ifâde edilen yersiz boşanmalarla neticelenmektedir. Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
"Evleniniz, boşanmayınız!.. Zîrâ boşanma dolayısıyla arş titrer..."
Hele zevk ve eğlence için kadın boşamak, hesap ve azâbı büyük bir cürüm ve zulüm olup merdûddur. Bu da, Hakk'ın aslâ afvetmeyeceği kul hakkını yüklenip helâk ve hüsrâna doğru gaflet dolu adımlarla yürümektir.
Karı-Koca Hakları
Âile seâdeti, iki tarafın karşılıklı haklarını iyi kullanmasına bağlıdır.
Âile reisi erkekdir. Âile riyâsetini düzgün yürütmek daha ziyâde erkeğe bağlıdır. Âyette: "Erkekler, kadınlar üzerinde idârecidirler." (en-Nisâ, 34) buyurulmaktadır.
Âile reisliğinin erkeğe verilmesi, kadınların aşırı hissîliğinden dolayıdır. Husûsiyle neslin korunması, ancak şefkat duyguları ile mümkündür.
Bu üstünlük zulüm ve tahakküm için değil, âile nizâmını sağlamak ve izdivaç hayatını korumak içindir. Kadın da ev içine âid husûslarda âmirdir.
Erkeğin; nafaka, mesken, muhârebe, namazda imamlık, hükümdarlık gibi mükellefiyetleri üzerine alması, onun, itâatın kutbu olduğunu göstermektedir. Bu hâl, kadınlardan peygamber gelmemesinin en mühim delillerindendir.
Önce Âdem -aleyhisselâm-'ın yaratılması, sonra Havvâ vâlidemizin bir filiz gibi ondan neş'et etmesi, erkeğin öncülüğünü gösteren açık bir hakîkattir. Hazret-i Âdem'in sol kaburga kemiğinden yaratılan Hazret-i Havvâ'nın, tek candan kopan ikinci bir parça olduğu gerçeği, aynı zamanda kadın ile erkeğin, yakınlık ve kaynaşmasına en güzel bir îzâhdır. Zîrâ bütün mahlûkâtın var oluş sebeplerinin temel sâiklerinden biri de: "Ben bir gizli hazîne idim. Mârifetime muhabbet ettim de mahlûkâtı yarattım." hadîs-i kudsîsinde beyân buyurulduğu üzere muhabbettir. Bu da ilâhî aşka bir merhaledir. Zîrâ ilâhî aşk, varlığın sebebi olduğu gibi aynı zamanda gâyesidir de. Bunun için ilâhî aşka bir basamak olan sevme meyli, bütün canlılara ve hassaten insana fıtrî olarak verilmiştir. Lâkin bu fıtrî temâyülün gerçekleşmesi, muayyen bir mecrâda olmalıdır. İşte bu mecrâ, nikâhdır. Bunun içindir ki İslâm âile hayatının temeli, muhabbet, ahlâk, fazîlet, dînî metânet, hüsn-i muâmele, merhamet, sadakât, sabır, mukâvemet ve sulh u selâmet gibi mânevî cevherlerle tezyîn olunmuştur.
Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Hazret-i Havvâ vâlidemizle cennette başlayan âile hayatı, Allâh'ın takdîr ettiği izdivaç kanunu ile âdemoğullarına intikâl etmiş, İslâm dîni ile ebedîleşmiştir. Gerçekten İslâm dîni, koyduğu kâidelerle âile hayatına cennet huzûru ve dâimî bir baharın rahmet semâsı olmuştur. Bu seâdete nâil olabilmek için, nikâh ve izdivaç kanunu ile birer Âdem ve Havvâ manzarası sergilemek, onlar gibi Allâh muhabbeti ve takvâ yolunda kaynaşan âdetâ tek can ve tek nabız hâline gelebilmek zarûrîdir.
Âile seâdetinin te'sîsi husûsunda âyet-i celîlelerdeki "ittekû" ifâdelerinin ihtivâ ettiği "takvâ" pınarından nasîb alabilmek çok mühimdir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz, kadın hakları husûsunda vedâ hutbesinin bir bölümünde şöyle buyurmaktadır:
"Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allâh'dan korkmanızı tavsıye ederim. Siz kadınları, Allâh emâneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allâh adına söz vererek helâl edindiniz!"
Bu itibarla hanımların, ev tanzîmi ve sâlih bir nesil yetiştirmek yolunda evladlarının ahlâkî yapıları ile meşgûl olmak yerine, hanımlıklarına, müstesnâ fıtratlarına zıd işlere yönlendirilmeleri, mantık, iz'ân ve îmâna sığmaz. Çünkü âiledeki huzûr ve seâdet, kadındaki ve erkekteki istîdadların yerli yerince kullanılması ve korunmasıyla elde edilebilir.
Kadınlığın kemâli, Allâh'ın verdiği güzel kâbiliyetleri muhâfaza ile tahakkuk eder. Şâyet kadın, husûsiyetlerini ilâhî ta'yine ters bir sûrette yönlendirir ve kendi hakîkatine vedâ ederse, kıymetini mahveder; huzûrsuz ve bedbaht olur. Âile ocağını kurutur. Böylece toplum hayâtı çoraklaşır. Çağımızda kadınlarla erkekler arasında sun'î bir eşitlik yarışı başlatılmıştır. Yaratılıştaki husûsiyetlere zıd olan bu yarış, hanımlık ve annelik meziyetlerini za'fa uğratmakta ve âileyi yaralamaktadır. Diğer taraftan zamanımızdaki çocuk aldırma hâdiseleri, câhiliyye devrindeki kız çocuklarını diri diri gömmenin modernleşmiş bir şekli olup asrın cinâyetidir. Bu asrın yorgun ve bitik kadını ile câhiliyye devrinin kadını arasında sadece bir kıyafet farkı kalmıştır. Bu ise, rûhsuz materyalist eğitimin meydana getirdiği bir toplum cinâyetidir.
Nitekim Allâh Teâlâ, bu cinâyetlerdeki çirkin, iğrenç hâlin ve merhamet mahrûmluğunun acı âkıbetini, duyan, hisseden gönüllere:
"Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günâh sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda..." (et-Tekvîr, 8-9) âyetindeki tehdîdle ne dehşetli olarak beyân eder.
Çocuk istememek; ilâhî lutfa nankörlük, nikâhın ciddî gâyesine aykırılık, rûhânî, ictimâî, ahlâkî kıymet ve lezzetlere karşı duygusuzluktur.
Gerçek şudur ki, Cenâb-ı Hakk, her varlığı ve o varlığın her cüz'ünü bir maksad için yaratmış ve o maksadla yaratılış gâyesini gerçekleştirmeye müsâit bir biyolojik ve psikolojik yapı lutfetmiştir. İşte bu realite sebebi ile İslâm, yaratılış husûsiyetindeki gerçeği esas alıp beşeri ona göre istikâmetlendirmiş, kadınlık ve erkeklik istîdadlarını, gerektiği şekilde yönlendirmiştir.
Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, cihan kadınlarının zirvesinde bulunan kızı Hazret-i Fâtıma'ya bütün ev işlerini düzenlemesini, Hazret-i Alî -radıyallâhü anh-'a da dış işleri tanzîm etmesini emir buyurmuş, böylece bir âilede olması gereken iş bölümünü fıtrî husûsiyetler çerçevesinde te'sîs etmişti. Ancak mübârek kızı Hazret-i Fâtıma, ev işlerinin çokluğu, buna mukâbil bedeninin zayıflığı ve evladlarının küçük olması dolayısıyla birgün kendisine gelip yardımcı istedi. O rahmet ve merhamet Peygamberi -sallâllâhü aleyhi ve sellem-, mübârek kızının bu isteğini hoş görmeyip kabûl etmedi.
Bizzat Rasûlullâh -sallâllâhü aleyhi ve sellem- tarafından, hem de iki gözünün nûru mübârek kızı üzerinde bütün ümmete sergilediği bu misâl, çok ibretlidir. Bu hakîkat istikametinde bilmelidir ki, hanımların ev işleri ve neslin eğitimi ile bizzat meşgûl olmaları, onların şerefini müstesnâ bir şekilde artırır.
Âilede Babalar, Anneler ve Kardeşler
Baba, âile huzûr ve seâdetinin nâzım otoritesidir. Âilenin kartvizitidir. Zîrâ babayı hayat mücâdelesi ve evin geçimi ile mükellef kılan Allâh -celle celâlühû-, onu kadına göre bedenen daha kuvvetli, rûhen de daha metîn kılmıştır.
Âilede seâdetin sağlanması hiç şüphe yok ki, iyi bir babanın olgun idâresine dayanır. Lâkin bir babadan, gücünün ve kazancının üstünde bir şeyler beklemek, ana ve çocuklar için hak değildir. Erkeğin vazîfesi, israfa sapmamak ve luzûmundan aşağı düşmemek şartı ile ortalama bir gıdâ ve geçim te'mîn etmektir. Erkek zengin dahî olsa, isrâftan korunmakla mükelleftir. Zîrâ mülk, Allâh'a âid olduğu için insana sadece bir emanet olarak verilmiştir. İnsan bu şuûr içinde hareket etmezse, israfın ağır mes'ûliyyetini yüklenmiş olur. Burada insan karnının, bir tehlike kazanı olduğunu unutmamak gerekir. Onun infilâkı, maddî ve mânevî helâktir.
Misâfirlere hâl ve şânına uygun bir sûrette ikrâm ise, âilenin mürüvvet vazîfesidir.
Giyimde de itidâli muhâfaza zarûreti vardır. Tefâhür, yâni böbürlenmek ve çalım satmak gâyesi ile giyinme ve süslenmeler harâmdır. Allâh Teâlâ buyurur:
"Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allâh, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri aslâ sevmez!.." (Lokmân, 18)
Baba ve anne, âile fertlerini, hattâ hizmetkârlarını, onların dînî duygularını ve ahlâkî güzelliklerini bozacak sohbetlerden, gayr-i İslâmî gezintilerden, menfî roman ve televizyon programlarının âfetlerinden korumak mecbûriyetindedir. Nitekim Allâh Teâlâ buyurur:
"Ey îmân edenler! Kendinizi ve âilenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyun!" (et-Tahrîm, 6)
Âile fertlerini muhâfaza ve onların âhıret seâdetlerini hedefleyen fedâkâr baba ne mübârek bir babadır!..
Sâlih bir babanın durumu, hadîs-i şerîfde ne güzel bildirilir:
"Allâh'ın rızâsı, babanın hoşnudluğunda; Allâh'ın gazabı ve azâbı da, babanın öfke ve kızgınlığında gizlidir."
Âilenin içten görüntüsünde ise, evi çekip çeviren, düzenleyen, toparlayıcı olan ve nesli yetiştiren unsurun anne olduğu gerçeği vardır. Bunun için anne; duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetlerle techîz edilmiştir.
Bizleri önce bir müddet karnında, sonra kollarında, ölünceye kadar da kalblerinde taşıyan annelerimize sevgi ve saygı husûsunda denk olacak bir varlık yaratılmamıştır. Kendisini âilesine hasr ve hibe eden vefâkâr anne, engin bir sevgiye, derin bir saygıya, ömürlük bir teşekküre lâyıktır. Babanın yorgunluklarını, çocukların usandırıcı hırçınlık ve taşkınlıklarını eritecek fazîlet cevheri, ancak anne kalbidir. Bu ulvî kıymet dolayısıyladır ki Allâh Teâlâ buyurur:
"Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını vasıyet ettik!.. Çünkü anası, onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır.. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için:) Önce bana, sonra da ana-babana şükret!" diye tavsıyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır.." (Lokmân, 14)
Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- buyurur:
"Anne hakkına dikkat et!Onu başında taşı! Zîrâ anneler, doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar da dünyâya gelmeye yol bulamazlardı."
Şefkat ve merhamet, en güzel bir şekilde anaların gönlünde yerini bulur. İnsandaki analık hususiyyeti, hiçbir mahlukâtın analık mefhumuyla mukâyese edilemeyecek derecede üstündür. Çünkü insan yavrusunun yalnız fizikî varlığına değil, aynı zamanda ruhuna sunulacak ilk gıdâ da, anada tezâhür eder. O ana ki, kâinâtın Rabbine en yakın olmak istîdâdıyla mücehhez olan insanı doğurmaktadır. Peygamberlerden en âciz ferdlere kadar beşer olan her varlık, hem fizikî, hem de mânevî olarak ilk gıdâsını anadan alır. Analar, yaratıcının ilâhî merhametinden en fazla nasîb almış varlıklardır.
Ancak analık mefhumu, tek başına numarasız bir gözlük gibidir. Bir akrep bile yavrularını sırtında taşırken, doğurduğu çocuğunu herhangi bir sâikle götürüp yol kenarına bırakan, vicdânını yitirmiş ana da anadır; buna mukâbil sakat doğmuş bir evlâdını yaşadığı müddetçe şefkat ve merhametiyle kuşatıp üzerine titreyerek koruyan ana da anadır!
Hanımların seâdet saltanatı, fazîletli birer anne olmaları ile başlamaktadır. Bilhassa:
"Cennet annelerin ayakları altındadır!.." hadîs-i şerîfi, sâliha anneler hakkında en yüksek bir şehâdet-i Muhammediyye'dir.
Anne, ilâhî kudretle genişletilmiş bir rahmet kucağıdır.
Evlâdlar, kalbî âhenk, vicdânî incelik, ahlâkî düzeni bozulmamış olan âilelerde muhabbet bağlarını takviye ederek seâdete vesîle olan müstesnâ nîmetlerdir.
Hadîs-i şerîfde buyurulduğu vechile:
"Çocuklar, cennet çiçekleri, kalb meyveleri, ilâhî ihsân ve rızıklardır."
Bu itibarla anne ve baba, evlâdları hususunda ciddî bir ihtimâm üzre olmalıdırlar. Bilhassa kız çocuklarına daha ayrı bir îtinâ göstermek zarurettir. Çünkü onlar, yarınki kurulacak âile yuvalarının temel taşıdır. Allâh Rasulü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
"Bir kimse üç kız çocuğunu yetiştirip terbiye eder, onları evlendirir ve onlara ihsân ve iyilikte devam ederse, o kimseye cennet vardır."
Bu müjdelere kulak ve gönül vermeyen ana-babalar; dünyânın zevk ve safâsından vazgeçmeyen, çocuk sevgisindeki ince zevk-i selîme eremeyen, evlenmenin ulvî gâyesinden uzak olan, nefsânî lezzetlerin hududunu aşamayan, tembel, kaba ve gâfil kişilerdir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-'in te'sîs ettiği huzurlu âile çatısı altında çocuklar başıboş bırakılmamıştır. İslâm, onları, Allâh'ın rızâsının babanın hoşnudluğunda olduğunu ve cennetin annelerin ayakları altında bulunduğunu beyân ederek istikâmetlendirmiş, âileye ulvî birer bağ ile bağlamıştır.
Hususiyle üzerinde durulan anne ve baba hakkı da, evlâdları yönlendiren en müessir bir sâikdir.
Cenâb-ı Hakk buyurur:
"Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle!.."
"Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi sen onlara (öyle) rahmet et!..} diyerek duâ et!" (el-İsrâ, 23-24)
Ana-baba hakkına riâyetten sonra, kardeşler arasında da, silsile-i meratib vardır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyurur:
"Âilede en büyük kardeş, baba mevkîindedir."
Bir âile çatısı altında bulunan ağabeylik, ablalık ve kardeşlikler, hep hak ve vazîfeler dengesi içinde muhabbetle yerini alır. Ancak bu muhabbetin dışına çıkılır ve rızâ-yı ilâhîye mugâyir tarzda hareket edilirse, buradaki ölçü değişir. Şayet büyük ağabey, kendisine verilen mevkîi adâletle muhâfaza etmez de küçüklerine zulmederse, kardeşlerinin onu baba yerinde sayıp itâat etmeleri gerekmez. Böyle durumlarda {REF Allâh'a isyan husûsunda mahlûka itâat yoktur.} kâidesine riâyet edilir. Nitekim anne ve baba bile evlâdı yanlış yola sevkederlerse, onlara dahî aslâ itâat edilmeyeceğini, sadece iyi muâmele ile iktifâ edilmesinin gerektiğini Cenâb-ı Hakk şöyle beyan eder:
"Eğer onlar (ana ve baban), seni bana ortak koşman için zorlarlarsa, bu hususda senin için bir ilim (gerekçe, delîl, zarûret vesâire) yoktur, (yâni annelik ve babalık hakkı bir mecbûriyet ifâde etmeyeceği gibi, şirk koşmanı gerektirecek bir durumun mevzûbahis olması mümkün değildir); (dolayısıyla) sakın onlara itâat etme! (Yine de) onlarla dünyâda iyi geçin; (fakat) bana yönelenlerin yoluna tâbî ol!. (Çünkü) sonunda dönüşünüz ancak banadır." (Lokmân, 14-15)
Ancak böyle bir durum olmadığı, yâni bütün âile fertlerinin îmân ve İslâm çizgisinde olduğu âile yuvasında ise, küçükten büyüğe doğru bir rızâ kazanma vardır. Çocuklar, ana ve babanın rızâsını; ana, çocuklarla birlikte babanın rızâsını; baba ise, hepsi ile birlikte Allâh'ın rızâsını kazanma yolunda gayretle mükelleftir. Bu da hayatın gâyeli ve bereketli bir şekilde değerlendirilmesi demektir.
Nitekim şâir, Allâh'ın lutfettiği ömrü gâyeli kullanmayı ne güzel ifâde eder:
Seni annen doğurup attığı gün dünyâya ağlıyordun,
Bütün âlem gülüyordu bir yanda..
Öyle bir ömür sür ki, ölürken gülesin,
Çağlasın gözyaşı hâlinde cihân ardından!..
Bütün bu söylenenler, âilenin, ferdî ve ictimâî huzûr, seâdet ve selâmetin en müessir temel taşı olduğunu göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-: "Kişinin cenneti, evidir!.." buyurmaktadır.
Bu demektir ki, -Allâh muhâfaza buyursun- onda cehennem olma istîdâdı da vardır.
Ey Rabbimiz! Bizlere ve âilelerimize, sana kulluk ve tâat üzre hoşnud olacağın bir takvâ hayatı nasîb eyleyip hânelerimizi lutuf ve seâdet cenneti eyle! Binbir isyan ve gaflet amellerinin tutuşturduğu azâb cehennemi eyleme!
Âmîn!..
Eylül 1998 Osman Nuri TOPBAŞ
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Sohbetlere Ehemmiyet Verelim

Muhammed Bahâüddin Nakşîbend kuddise sirruh: “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyururlardı.

Sohbet, mü’minler, sâlikler arasındaki ülfeti samimiyet sevgi ve muhabbeti kuvvetlendirir. Allah dostları ile sohbet son derecede faidelidir. Hatta sâlih kimselerin yüzüne bakmak bile insana huzur verir. Sıkıntısı, üzüntüsü bertaraf olur. Kederli kimse ile haşir neşir olan mahzun olur. Neşelilerle ülfet eden de mesrur olur.

İnsan “gördüğü iyi ve kötü her şeyle ünsiyet edebilme kabiliyetinden dolayı” bu ismi almışdır... Ülfet ve sevgi ünsiyeti daha da artırır. İlim, hilm, tasfiye görmüş, vefakâr ve güzel ahlâk sahibi kimselere yakın olmak ganimetdir. Onlarla ünsiyet kurmak, Allah ile ünsiyete vesiledir.

Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yapılan sohbetlerde, fuzûli sözler edilmez. Çünkü bu manevî feyz-i ilâhinin nüzul etdiği manevi sofralardır. Bu sofraya giriş edeb ile çıkış da edeb ile olursa istifade edilmiş olunur. Dünya kelâmına yer verilmez. Ayet-i kerime ehâdis-i şerife ve ashâb-ı kiram ve evliyâullahın menâkıbları, güzel halleri ve nasihâtları okunur. Meclisde kıraeti düzgün bir kimse mevcûd ise onun aşr-ı şerif okumasıyla başlanır.

Bu sohbetleri dinleyen can kulağı ile yani her türlü karanlıkdan kendini muhafaza ederek dinlerse, hem hal, hem kal sahibi olmuş olur. Yazıb çizmeden, kalem mürekkeb kullanmadan âlim olur. Çünkü diğeri kitab ve defterde kalır. Bu ise dimağda, hafızada kalır. Bu davranışlar sonunda dinleyen bilgi sahibi olur. Fakat âlim olduğunu kendisi de bilmez ve böyle bir iddiada bulunmaz.



ALLAHA EMANET OLUN....
 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Seher Disiplini

Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde:
"Sizin hastalığınızın ve şifânızın ne olduğunu söyleyeyim mi? Hastalığınız günahlar, ilâcınızın da istiğfar olduğunu unutmayınız." buyurmuşlardır.
Yüce Rabbimiz peygamber ve velîlerini insanlığın mutluluğu için göndermiştir. Kıyamete kadar da yeryüzünde velî kullarını, dostlarını eksik etmeyecektir.
O velî kullar, kitab ve sünnet üzere dünyalarını kuran, ömürlerini bu çizgide tamamlayan mutlu kişilerdir. İslâm'ı öz benliğinde yaşayarak çevresine ışık tutan örnek insanlardır. Çok muntazam hayatları vardır. İntizam, disiplin onların en belirgin vasıflarıdır.
O velî kullar, alıp verdikleri her nefeste Allah'ı unutmama mücâdelesi içerisindedirler. Bunun için günlük hayatları son derece nizamlı ve saatlidir. Gece gündüz hayatları bir disiplin içerisinde ve devamlı Allah Teâlâ'yı zikir ve O'na istiğfar halinde akıp gider. Kendilerini her an Allah'ın huzurunda bildikleri için kalben ve rûhen doyuma ulaşmış, imanları kalbde sebat bulmuş ve çevresine rehber olmuş yiğitlerdir. Kalb-i selîm sâhibi, kimseyi kırmayan, kimseden incinmeyen, Allah'a ve yaratıklarına dost olmuş şefkat ve merhamet âbideleridir.
Muhterem Üstaz Mahmud Sâmi Ramazanoğlu kuddise sirruh hazretleri de son devrin yetiştirdiği böyle büyükbir Allah dostudur. O büyük Allah dostu hayatı ve eserleriyle topluma ışık tutmuş ve nice sâlih insanlar yetiştirmiştir. Sohbetlerinde insanlığın huzurunun Allah'a yakınlaşmakla mümkün olacağını duyurmuş ve sevenlerine Allah'ı çok zikretmelerini, seherlerde uyanık olmalarını tavsiye etmiştir.
Seher vakti Allah'ın sevgililerinin uyanık bulunduğu ve Allah'a ibâdât ve taat üzere oldukları lâhûtî bir zamandır. Rahmet-i ilâhiyye'nin yeryüzü semâsına kadar indirilip: "Yok mu derdine derman isteyen? Şifasını vereyim. Yok mu sıkıntılarını gidermek isteyen sıkıntılarını gidereyim" diye nida edilen, rahmetin saçıldığı ve kulun Rabbısına en yakın olduğu anlardır. Mânevî ikramların yapıldığı, ruhânî ziyafet sofralarının açıldığı ve Yâr ile buluşup kalbî alış-verişlerle ilâhi ünsiyetin gerçekleştiği bereketli vakitlerdir. Gözyaşlarıyla namaz, niyaz, istiğfar, tefekkür ve zikirle Yüce Rabbe en içten hislerle, samîmî, sıcak ilticâlar edilen demlerdir.
Muhterem Üstaz manevî evlâdlarının üzerinde seher nurunu görmek isterdi. Onların bir seher disiplini kazanması için gayret ederlerdi. Sık sık seherle ilgili âyet-i kerîmeler ve hadis-i şerifler okuyarak intibaha gelmelerine çalışırdı. Bu vakitlerin kıymetini bilmeyen gâfillerden olmayalım diyerek hatırlatmalarda bulunurlardı. Seher vaktinde yapılan derslerin farkını belirtmek için şöyle söylediklerini; yetiştirdiği güzel insanlardan, merhum Fatihli Hüseyin Coşkun amcadan sık sık dinlerdik.
"Seher vakti öyle bir vakittir ki, bir kıvılcım kalbe gelir ve bütün letâifleri harekete geçirir, çalıştırır. O vakitte evradlarıını ifa edenlerinzikirden aldıkları tat ve gönül zevki tarif edilemez. İnsan seher vaktinin dışında 24 saat seccâdesinden kalkmasa, devamlı Allah'ı zikretse yine de seherde aldığı feyzin tadını alamaz." buyururlardı. Kendisi devamla: "Seher vaktinde Allah'ı zikredenlerin evlerinin üstlerinden bir nur semâya doğru yükselir. Bu, kalb gözü açık olanlar tarafından görülür. Hangi apartmandan bu nur yükseliyorsa mutlaka orada Allah'ı zikreden, ibadet ve taatla, duâ ve niyazda bulunan veya Kur'an okuyan bir kimse vardır. Bizler de ehl-i gaflet değil ehl-i nur olalım. Seherlerde uyanık olmaya çalışalım. Allah'ın sevgililerinden olalım." derdi.
Seher vakti uyanık bulunma konusu bütün Allah dostlarının eğitiminde dikkat çekilen hususlardandır. O lâhûtî vakit insanoğlunun bedenen dinlenip zinde olduğu kâinatın bir sessizliğe bürünüp kalbin Allah Teâlâ'ya yakınlığınıdaha kolay hissedebildiği, kalb ve zihnin birlikte aynı hedefe yönelebildiği tatlı anlardır. İnsanın kendini rûhen zenginleştirebildiği ve fikrini derinleştirebildiği kalben ve ruhen Allah'ın nuruyla dolabildiği dolum anlarıdır.
Muhterem Üstaz sevenlerini seherde uyumaktan ikaz için "Mişkatü'l-Envar" adlı kitabdan şu şiiri nakletmişlerdir:
İşittim bir gece bir hoş hâmâme
Olup candan Hudâ zikrine kaim
Uyurdum beni uykudan uyardı.
Dedi olma sakın bu demde nâim
Revâ olmaz ki nâim ola insan
Durup zikrede Mevlâsını behâyim
Behâim zikrederken Hâlık'ını
Ulu'l-elbâb'a nevm olmaz mülâyim.
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Zikir Kalbi Temizler



Allah Teâlâ buyuruyor:

"Gündüzün iki tarafında gecenin yakın saatlerinde namazı dosdoğru kıl. Çünkü hasenat, seyyiatı giderir. Bu, hakkı zikredenlere güzel bir öğüttür." (Hûd Sûresi 114)

* * *

Hasenâtın ahseni, tâatların efdali Allah hakkında ilim sahibi olmak ve O'nun tevhidinin yolunu bilmek, ve nefsin hevasına muhalefet etmektir. Kul zikrullah ile günlardan arınır, tezkiye-i nefse ancak zikrullah ile müyesser kılınır. Tasfiye-i kalbin de yegane medarı zikrullaha kesretle devamdır. Zikrullah ile kul, Allah'a ibadete kuvvet kazanır, şeytanın hilelerinden, tuzaklarından kurtulur. Resûlullah -sallallahu aleyih ve sellem'-e:

– Ya Resûlullah, kelime-i tevhid hasenattan mıdır? denildikde:

– O hasenatın ahsenidir, diye buyurmuşlardır.

Âyet-i celîlede, namazın gece ve gündüzün muayyen vakitlerinde, zikrullahın ise her vakit devam etmesi için işaret vardır. Ayrıca bu insanın zaruri ihtiyaclarındandır. Gündüz nasıl epey vaktini maîşet talebine, gecenin fazlaca bir vaktini istirahatine hasrediyorsa, günün ibadet vakitlerini ibâdetlerine hasredip her ânını da zikrullaha vakfetmelidir. Yani, el kârda, gönül yârda olmalıdır. Böyle olursa hasenat, seyyiatı giderir, temizler.

* * *

Bu âyet-i celîlede beş vakit namaza işaret vardır Şöyle ki: “Tarefeyinnehâr” müsenna olmakla iki vakte işarettir. “Zülefen” de zülfe'nin cem'idir. Cem'in ekalli (en az miktarı) üçdür. bu da üç vakte işârettir ki evkat-ı hamseye işâret olmuş olur.



ALLAHA EMANET OLUN
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Huzeyfe (r.a)’ın Kızkardeşi Fâtıma Binti Yeman(radıyallahu anhâ)


Fâtıma binti Yeman radıyallahu anhâ İslâm’ı tebliğ konusunda gayretli bir hanım sahâbi…
Kabilesinden bir çok hanımın müslüman olmasına vesile olmuş bir tebliğ eri…
Kızkardeşlerinin de müslüman olup Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem efendimize biat etmelerine rehberlik yapan bir mücâhide…
İki Cihan Güneşi Efendimizin sırdaşı olarak bilinen meşhur sahâbî Huzeyfe ibni Yeman radıyallahu anh’ın kızkardeşi…
O, Hayber ile Teyme arasında yaşamakta olan Benî Abs kabilesine mensuptur. Babasının adı Huseyl’dir. Onun İslâm’la buluşması kardeşi Huzeyfe (r.a) vasıtasıyla olmuştur. Şöyleki:
Benî Abs kabîlesinde yaşayan hıristiyan bir âlim vardı. O, son peygamberin gelmesinin yakın olduğuna dair bilgileri halkına söylemişti. Bunun için kabile halkı son dîni ve son peygamberi beklemekteydi. Bir ara Peygamber ve ashâbının Medine’ye hicret ettiği haberi kendilerine ulaştı.
Bu haberi alan kabilenin ileri gelenlerinden dokuz kişilik bir gurup Medine-i Münevvere’ye geldi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin huzûrunda kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular.
Benî Abs kabîlesinin ilk müslümanları olan bu gurubun içerisinde Huzeyfe ibni Yeman da vardı.Bunlar bir müddet Medine-i Münevvere’de kaldıktan sonra memleketlerine döndüler. İslâm’ın nûrûyla kalbleri aydınlanan , gönülleri hûzur ve saadet dolan bu müslümanlar memleketlerine dönünce İslâm’ı tebliğe başladılar. Önce âile efradına ve yakınlarına İslâm’ı anlattılar.Onlara Kur’an-ı Kerîm’den âyetler okudular. Onların gönüllerinin İslâm’la buluşmasına gayret ettiler. Söz ve davranışlarıyla onlara örnek olmaya çalıştılar. Müslüman olmak isteyenlere rehberlik yaptılar.
Huzeyfe ibni Yeman (r.a) babası ve kardeşlerini alarak Medîne-i Münevvere’ye geldi. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem efendimizin hûzurunda kelime-i şehadet getirerek âilecek İslâm’la şereflendiler. Gönüllerini yeni bir dünya ve yeni bir ufka açtılar. İki Cihan Güneşi Efendimizin sohbetleriyle büyüdüler.
Fâtıma binti Yeman(r.anha) ilim âşıklısı, akıllı , zeki bir hanımdı. İslâm’la şereflendikten sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin sohbetlerinde kendisini yetiştirdi. Müslüman hanımlarla birlikte sık sık ziyarete gider Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimizden hadis dinlerdi. Belâ ve musîbetlerin en şiddetlisi, Allah’ın sevgili kullarına verilir, hadisini de böyle bir toplantıda duymuştu. Kendisi bu hâtırâsını şöyle nakleder:
Hanımlardan bir gurup Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin rahatsız olduğunu duymuştuk. Birlikte ziyaretine gittik. Hâne-i seâdete varınca istirahat ettiği yerin üstünde asılı bir su kabı gördük. Oradan mübarek vücuduna su damlıyordu. Belliki bu kab, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi serinletmek maksadıyla asılmıştı. Fakat hararetinin düşmesinde bu bile kâfi gelmiyordu. Sevgili Peygamberimiz ateşler içindeydi. Humma hastalıgının verdiği ateşin şiddetinden mübarek vücutları titriyordu. Onu bu halde görünce dayanamadık ve:
“-Ya Rasûlallah! Allah’a dua etsen de bu hastalığı senden giderse,” dedik. Bunun üzerine Fahr-i Kâinat (s.a.v) Efendimiz buyurdular ki:
“-Belâ ve musîbetlerin en şiddetlisi Peygamberlere gelir. Sonra derece itibariyle onu takip edenlere sonra onların peşinden gelenlere” dedi. (İbn-i Sa’d, Üstü’l-ğâbe, VIII, 325 . Kenzü’l-ummal, no: 6782)
Ne büyük sabır!.. Ne nâzikâne bir eğitim!.. Sevgili Efendimiz bizlere acılar karşısında hemen feveran etmememizi , bir çok şeyin sabırla kazanılacağını, mânevî derecelerin ancak sabırla elde edileceğini bizzat kendi hayatında yaşayarak göstermektedir. Belâ ve musîbetin istenmeyeceğini,fakat başa gelirse sabretmek gerektiğini , sabır sayesinde nice mükâfatlara erileceğini bizlere öğretmektedir.
Fâtıma binti Yeman(r.anha) İslâm’ı tebliğ konusunda azimli ve gayretliydi. İki Cihan Güneşi Efendimizden duyduğu hadisleri hemen etrafına nakletmek hususunda büyük bir aşk ve şevk sahibiydi. Müslüman olacak hanımlara delâlet eder, Efendimizin huzuruna getirerek biat etmelerine vesile olurdu. Kızkardeşlerinin müslüman olup Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimize biat etmelerine de rehberlik yapmıştı.
Fâtıma(r.anha) yine bir ziyaretinde hanımların zînet takmakta aşırı gitmeleri konusuyla alâkalı olarak Resûl-i Ekrem(s.a.v) Efendimizden şöyle bir hitabede bulunduğunu işittiğini nakleder:
Bir gün Efendimiz(s.a.v) bize şöyle bir hitabede bulundu: “Ey hanımlar topluluğu! Zînet eşyalarınızı gümüşten temin edemezmisiniz? Gösteriş maksadıyla altından zînet edinen hiçbir kimse yoktur ki ona azap edilmesin!”
İmam Mansur der ki,ben bu durumu İmam Mücâhid’e aktardım. O şöyle dedi: “Evet! Gerçekten ben o kadınları biliyorum. Onlardan bir tanesini gördüm de kolunu parmağındaki yüzüğünü örtecek kadar altın bilezikle doldurmuştu.” (İbn-i Sa’d, Üstü’l-ğabe, VIII, 326.)
Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizden duyduklarını hemen etrafına aktarmakla tanınan Fâtıma binti Yeman radıyallahu anha hakkında kaynaklarda maalesef fazla bir bilgiye rastlanmamaktadır. Onun nerde ve ne zaman vefat ettiği bilinmemektedir.
Allah ondan razı olsun.
Rabbımız onun gibi bizleri de tebliğde gayretli eylesin. Şefaatlarına cümlemizi nâil eylesin. Âmin
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Allah'a dönük duruş

Günün birinde bilim, “insan fıtratını” enine boyuna, doğru bir şekilde izah edebilirse, bu gerçekten büyük bir gün olacaktır.
İnsan, fıtratını takib ederse, yâni yaratılışının icâbını yerine getirebilirse, Peygamberâne bir hayat, huzursuz ve tedirgin dünyâmızda bir güneş misâli parlayacaktır.
Bu başarılabilir mi başarılamaz mı, başarılırsa ne zaman başarılır, kim başarır bilemiyoruz.
İnsan bir muammâdır. Tekmil ebâdıyla (tüm boyutlarıyla) izâhı kolay değildir. Dolayısıyla fıtratı tanımak, dengeli bir şekilde tâkib etmek hayal gibi görünüyor.
İnsan rûhunu, insan gönlünü nasıl tanıyacak, nasıl tanıtacaksınız? İnsanın duygusal boyutu nasıl ölçülüp biçilecektir? Tıp, insanı ne kadar açıklayabiliyor? Ama biz herşeye rağmen, bilgi kırıntılarını İslam’ın ışığında değerlendirerek, “devede kulak misâli”de olsa fıtratı tanımaya çalışmalıyız diye düşünüyorum. Bu tanıma fiile dönüştüğünde, bundan hayat kalitesi ve saâdet doğacaktır.
Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nun şöyle bir tesbitini hatırlıyorum: Bir anne, çocuğunun elinden tutup parkta yürüyorsa, çocuk elini annesinden kurtarmaya çalışacaktır. Kurtardığı zaman yürümeyecek, koşacaktır. Annesi bir kenara saklansa “anne!” diye ağlamaya başlayacaktır.
Bu küçük hâdise, insan fıtratında, hür ve hareketli bir hayat yaşama arzusu ve sığınma duygusunun var olduğunu gösterir. Aksi nedir? Kölelik, hareketsizlik, kimseye muhtaç olmadığı duygusu. Bunlar insan fıtratına zıt şeylerdir. İnsanın gelişimini, hayat kalitesini ve saâdetini olumsuz yönde etkileyen yanlış tavırlardır.
Cüceloğlu’nun açıklamaları, hayâtımıza dâir kararlar alırken mutlaka göz önünde bulundurulması gereken önemli tesbitlerdendir.
İnsan Allah’a ve işine dönük yaşamalıdır. Menfaâte ve insanlara dönük bir hayat insanı huzursuz edecektir.
Allah’a dönük durmak diyoloğumuzu Allah’la (c.c) kurmak, varlıklarda tecelli eden “esmâ”nın zuhûruna dikkât etmek, gözünü tabiata gönlünü Allah’a açık tutmak demektir.
İnsan Allah’a dönük durmalı. Bu, ruh ve gönül dünyâsının şenliği demektir. İşine dönük durmalı, bu da hem fiziğinin, hem de gönül ve vicdânının rahatlamasıdır.

İdris ARPAT








ALLAHA EMANET OLUN
 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Gülizar-ı irfan kardeş yazının sahibinin adınıda yazarsan çok daha güzel olur :)
 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Altınoluk dergisinde yazısı çıkan yazarların tamanına yakınını ismen bildiğimiz için acaba bu kimin yazısı die bi merak uyanıyor .O yüzden rica ettim :)TEşekkürler sizde Allaha emanet oolun ;)
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
Rabita

On senelik tecrübesi bulunan bir imamdı. Mesleğini hep severek yapmıştı. Görevini yaparken karşılaştığı güçlüklerden yılmamıştı. Allah kendisine güzel bir ses vermişti. Hafızlığını da ikmal etmişti. Arapça ve diğer dini ilimlerdeki tahsilini de tamamlamak için kurslara gitmiş, hocalardan ders almıştı. Cemaati tarafından da seviliyordu. Cuma günleri ve diğer mübarek gün ve gecelerde onlara vaazlar, sabah ve yatsı namazlarından sonra isteyenlere Kur’an öğretirdi.
İmam Efendinin bağlı olduğu bir şeyh efendi de vardı. Talebelik yıllarından beri bu bağlılığını sürdürmüştü. Tasavvufa ilgisi rahmetli dedesinden kalma idi. Dedesi, bağlı bulunduğu şeyhin vefat etmiş bulunan şeyhinin müritlerinden birisiydi. Eksikliklerine rağmen aldığı manevi dersleri yapmak için elinden geleni yapıyor, seher vakitlerini kaçırmamaya özen gösteriyordu.
İmam Efendi bir gün aldığı bir haberle sarsıldı. Tayini, bulunduğu şehirden başka bir şehre çıkmıştı. Bu habere önce çok üzüldü. Çünkü alıştığı cemaatinden ve şeyhinden ayrılacaktı. Tayini durdurmak için girişimde bulunmayı düşündü. Şeyh efendiye danışmadan hareket etmeyeyim diyerek vaz geçti. Huzuruna çıkarak durumu açtı. “Üzülme yavrum sen yine bizimlesin,” dedi. Yemen’de olanın yanımızda yanımızda olan Yemen’de gibi olduğu vakidir. Sen vazifene devam et, Allah yardımcın olsun” dedi. İmam efendi şeyhinden aldığı bu tavsiye üzerine sevindi, teselli buldu ve gidip görevine başladı. Ancak burada kendini bir sürpriz bekliyordu. Görev yaptığı camiye yakın bir dergâh vardı. Burada selefi meşrep kimseler faaliyetlerde bulunuyordu. Tayin olunduğu caminin cemaati bunlardan oluşuyordu. Göreve başlar başlamaz hocanın selefi mi sufi mi olduğunu anlamak istediler. Sufi olduğunu anlayınca cephe aldılar. Hoca, ayrılık tohumları ekilmesin istedi ama başaramadı. İmamlığının ilk üç ayı hayal kırıklığı ile geçmişti. Ne yapacağını, nasıl bir hareket belirleyeceğini bilmiyordu. Uyumlu biri olmasına rağmen cemaatiyle anlaşamamıştı.
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
RABITA(devam)

Şeyh efendiyi ziyarete karar verdi. Huzuruna çıktı, durumu anlattı. Yaşı seksenin üzerinde şeyh efendi onu tebessümle karşıladı. “Üzülme, vazifene devam et, Allah’ın yardımını göreceksin evladım” dedi. Selefî dergâhı ile ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini sordu. Şeyh efendi onların dergâhına gitmesini ve orada hizmet etmesini söyledi. İmam efendi itiraz etmedi. Şeyhimin bir bildiği vardır diye düşündü. Görevinin başına döndü.
Camiye gelen kim olursa olsun samimiyet kurmaya çalıştı. Meşreple ilgili tartışmalardan kaçındı. Kendisine bu hususta sorulan soruların cevabını erteledi. Çok sıkıştırırlarsa, “Cevabımı söz ile değil hâlimle veriyorum ve bir gün siz de anlayacaksınız” dedi.
Aylar birbirini kovaladı. İmam Efendi Allah’ın yardımıyla cemaatiyle ilişkilerini yoluna koydu. Camide Kur’an ve hadis öğretimini artırdı, bu, cemaatin hoşuna gitmişti. Verdiği derslerde ilahi emir ve yasakların hayatımızda tatbiki ile ilgili sorunlar üzerinde durdu. İşsizlik, çarpık ekonomi, çocukların islami eğitimi, sağlam aile yapısının korunması gibi her müslümanın canının yandığı müşterek konular üzerinde durmaya gayret etti.
Aradan bir sene geçtikten sonra artık cemaatiyle bir sorunu kalmamıştı. Şeyhinin emrine uyarak Selefi dergâhına gitme zamanının geldiğini düşündü. Dergâha gittiğinde önceleri iyi karşılamayanlar oldu. Her fırsatta onu vicdan testinden geçirmek istiyorlardı. “Rabıtayı, sesli zikri bize bir anlat bakalım hoca” diyorlardı. Hoca da “Sufilerin iç dünyasını bilseniz tevhit konusunda sizden farklı olmadıklarını anlardınız” diyordu.
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
RABITA(devam)

Selefi dergâhına gelen iki gurup insan vardı. Rabıta, tevessül ve sesli zikir gibi konuları açarak sufilere yüklenmek için fırsat arayanlar bir guruptu. İmam efendi onlarla hiç muhatap olmamaya çalıştı. Dergâhda çoğunluğu teşkil eden bir gurup daha vardı ki bunlar zamanlarını tefsir ve hadis çalışmalarına adamış olanlardı. Kur’an ve hadisle dolu bir hayatları vardı. “Müslüman olmanın izzetini yüreğimizde duymalıyız, Hz. Peygamber ve ashabı gibi islamı yaşamalıyız” diyorlardı. Bu gurup, ayet ve hadislerin hayatımızda yansıması üzerine yoğunlaştığından, ayrılık getiren konular üzerinde tartışmaya vakitleri yoktu. İmam Efendi bu gruba yaklaştı, onların bütün etkinliklerine katıldı. Camisinde onlara ders halkası açtı. Onlar da İmam efendiyi sevmeye başladılar.
Haftalar birbirini kovaladı. İmam Efendi selefi dergâhında aksayan yanlar gördü ve bunu yetkililere iletti. Dergâhta işlerin daha düzenli yürümesi için fikirlerini dile getirdi. Dergâh yetkilileri hocanın isteklerini kulak ardı etmedi. Onun önerilerinden bazılarının uygulaması için somut adımlar attı. Dergâhta artık sadece Kuran ve hadis eğitimi yapılmıyordu. Erkekler için meslek edindirme, bayanlar için annelik- çocuk eğitimi kursu açıldı. İmam Efendinin önerisi ile açılan bu kurslardan çok verim alındı. Dergâha gelen gençler geleceğe daha bir güvenle bakar hale geldi.
İmam Efendi yeni görev yerinde üç yılını tamamlamıştı. Görevini her zamanki gibi hakkıyla yapmaya devam etti. Geniş bir çevresi olmuştu. Bu çevreyi hayırlı işlerde kullanmak için kolları sıvadı. Pek çok hayırlı işe vesile oldu. Selefi dergâhına devam eden yüzlerce gence iş buldu. Yüzlerce genç kızın da hayırlısıyla bir yuva kurmasına vesile oldu. Bu hareketiyle dergâh mensuplarının takdirini kazandı. İnsanların çoğu onun artık şeyhine bağlılığını unuttuğunu ve selefi meşrep biri olduğunu sanmaya başladı.
 

Gülzar-ı İrfan

..............
Katılım
24 Eki 2006
Mesajlar
6,736
Tepkime puanı
436
Puanları
0
RABITA(devam)

Bir gün yaşlı şeyhinin şiddetli bir hastalığa yakalandığı haberini aldı. Hemen ziyaretine gitti, izin istedi, huzura kabul edildi. Gözyaşları içinde eline sarıldı, yüzünü, yanaklarını, sakalını öptü. Şeyh efendi eliyle başını sığadı, “Sen görevini yaptın Allah hizmetini kabul etsin yavrum” dedi. Çok geçmeden de rahmet-i rahman’a kavuştu.
İmam efendi şeyhinin cenazesi ile ilgili vazifeleri ifa ettikten sonra görev yaptığı şehre döndü. Herkes onun şeyhine bağlılığını sürdürdüğünü anlamıştı. Ancak bu sefer ona cephe almayı düşünmediler, hizmetlerini takdir ettiler. Eskiden cemaat içinde kendisini çok sıkıştıran birisi vardı, vaktiyle ona hep rabıtayı sorar “bu şirki nasıl savunursunuz hoca” derdi. Bu adam bir gün hocanın yanına gelerek şunları söyledi:
“Senden özür diliyorum. Sen yaptığın hizmete bağlı oldun. Anlaşılan o ki sana bu hizmet aşkını verene de bağlı kalmış, şeyhinle rabıtanı hiç koparmamışsın. Şimdi anladım ki asıl rabıta da buymuş.”
İmam efendi tebessüm etti, şunları söyledi:
“– Bunu anlamana sevindim. Allah’a hamdolsun ki bana bunu hâl diliyle anlatabilmeyi nasip eyledi.”


Şemsettin KIRIŞ


 

Üsve-i Hasene

Asistan
Katılım
21 Haz 2007
Mesajlar
414
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Yaş
37
Konum
İstanbul
Sahabeden Kişilik Çizgileri...

Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla...
"Ey îman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah'a ve Rasûlü'ne itaat ve icabet edin..."1 buyuran yüce Allah'a (c.c) hamd-ü senâ ederek;
"Kötü zandan sakının! Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır...
Birbirinizin eksiğini görmeğe çalışmayınız!
Birbirinizin (gizli) sırlarını araştırmayınız!
Birbirinizle menfaat yarışına girmeyiniz!
Birbirinize hased etmeyiniz!
Birbirinize buğz etmeyiniz!
Birbirinize sırt çevirmeyiniz!
Ey Allah'ın kulları; kardeş olunuz!..."2 buyuran Peygamberimiz Efendimiz (s.a.)'e, Âl ve Ashabına (r.a) Etbâına Sâlât ve Selâm ederek yazıya başlamak istiyorum.
Sahabe... Ashab... Sahabe-i Kirâm (r.a)...
Vahşetten medeniyete, zulmetten nura, karanlıktan aydınlığa, işkenceden ikrama nasıl geçildiğini gören, görüp de yaşayan; böylesine onurlu bir geçitte Peygamberimiz Efendimiz (s.a.)'in etrafında kenetlenen, pervane olan insanlar Sahabe-i Kirâm...
İşte onlardan motifler derlemek için, Sahabe-i Kirâm'ın anlatıldığı kitaplar bahçesine girdiğimiz zaman, o kitapların, gönül diliyle şöyle söylediklerini duyarız; "Bu bahçe, bir başka bahçedir. Bu gülistanda her taraf bülbüldür. Bu güller etrafında nice bülbül yanık mersiyeler dizmiştir! "En güzel çiçek benim! En güzel ben kokarım! En uzun ömürlü benim!" gibi "ben"li konuşanların bahçesi değildir bu!" "En güzel çiçek odur! En güzel o kokar! En uzun ömürlü odur! O benden üstündür! O can Rasûlüllah âşığıdır! diyen bir bahçe... Gülistan... Bülbülistan...
İslâm kültür dünyasında Sahabe-i Kiramın anlatıldığı bir kitaplar bahçesi var. Biz burada bu bahçeye girip, oradan onların dünyasından çiçekler derleyerek, buket halinde sunmak istedik. Fakat hiçbir çiçeği alamadık. Hiç birini diğerinden ayıramadık. Hepsi birbirinden güzeldi. Hepsi alımlıydı... Birini alsak, diğeri boyun büküyordu. Onu alsak bir başkası boyun büküyordu. Aralarında bir tercih yapamadık. Onların aydınlık hayatlarından, aydın örnekler verecektik. Ama birinden versek; öbüründen utandık. Ondan versek; bir diğerinden utandık. Çiçeklerin hepsi güzeldi. Alımlıydı... Kucaklamak istedik, kollarımız kısa geldi. Gönlümüze almak istedik; gönlümüz küçük geldi. Çaresiz kaldık ve o canların hoşgörülerine sığınarak sadece kısa bir genelleme ile yetinmek amacıyla, üç beş kuru yaprak alarak çıktık gülistandan... İşte huzurunuza o kuru yapraklarla gelebildik ancak...
Peygamberimiz Efendimiz (s.a.)'in buyruğu ile başlayalım;
"Sizden biriniz, Ben ona, anne-babasından; çoluk-çocuğundan; bütün insanlardan; malından-mülkünden ve hatta canından daha sevgili olmadıkça, o (kişi) kâmil mü'min olamaz; îmanı kemale eremez!"3
Şimdi her birimiz iç dünyamızda ciddi bir hesaplaşmaya girelim. Belki birbirimize karşı samimi olamıyoruz, ama kendi içimizde, kendimize karşı samimi oluruz. Allah aşkına, gerçekten biz, Peygamberimiz Efendimizi herşeyden çok, herşeyin üstünde seviyor muyuz? Eğer yüreğimizin bir yerindeki bir kıpırtı "Evet, ben peygamberimi her şeyimin üzerinde seviyorum! diyorsa bu îmanın kemalidir. Ama sevgi ispat ister. Seven adam, sevdiğine can atar. Onunla buluşmak için, onun için her şeyini feda eder. Her fedakârlığı göze alır. Buluşma yollarını arar. Eğer gerçekten seviyorsa yolunu bulup buluşmayı da gerçekleştirir. Buluşup bilişince, birleşip birliktelik oluşturur. Artık her işine o yansır. Onu kuşanıp bütün hayatını onunla geçirir. Onu örnek ve önder edinir...
Sahabe-i Kirâm, o aydınlık adamlar; "Annem-babam, her şeyin sana feda olsun yâ Rasûlallah!" diyerek, canlarını seve seve feda ediyorlardı... O cana, can atıyorlardı... O'nun için yanıp tutuşuyorlardı. Bizim gibi sadece kuru kuruya konuşmuyorlardı, bizler gibi sadece şiirler yazmıyorlardı! Yüreklerinin yakıtını alev alev yakıyorlardı...
Peygamberimiz Efendimizi sevmek; annemizden-babamızdan; çoluk-çocuğumuzdan; malımızdan-mülkümüzden, hatta canımızdan da çok sevmek! Her şeyin başına O'nu koymak. O'nsuz yaşayamamak, O'nsuz yiyip-içememek, O'nsuz düşünememek, O'nsuz olamamak!
TEmmuz 1999 Adem SARAÇ
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Sohbetlere Ehemmiyet Verelim



Muhammed Bahâüddin Nakşîbend kuddise sirruh: “Bizim yolumuz sohbet yoludur” buyururlardı.
Sohbet, mü’minler, sâlikler arasındaki ülfeti samimiyet sevgi ve muhabbeti kuvvetlendirir. Allah dostları ile sohbet son derecede faidelidir. Hatta sâlih kimselerin yüzüne bakmak bile insana huzur verir. Sıkıntısı, üzüntüsü bertaraf olur. Kederli kimse ile haşir neşir olan mahzun olur. Neşelilerle ülfet eden de mesrur olur.
İnsan “gördüğü iyi ve kötü her şeyle ünsiyet edebilme kabiliyetinden dolayı” bu ismi almışdır... Ülfet ve sevgi ünsiyeti daha da artırır. İlim, hilm, tasfiye görmüş, vefakâr ve güzel ahlâk sahibi kimselere yakın olmak ganimetdir. Onlarla ünsiyet kurmak, Allah ile ünsiyete vesiledir.
Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak için yapılan sohbetlerde, fuzûli sözler edilmez. Çünkü bu manevî feyz-i ilâhinin nüzul etdiği manevi sofralardır. Bu sofraya giriş edeb ile çıkış da edeb ile olursa istifade edilmiş olunur. Dünya kelâmına yer verilmez. Ayet-i kerime ehâdis-i şerife ve ashâb-ı kiram ve evliyâullahın menâkıbları, güzel halleri ve nasihâtları okunur. Meclisde kıraeti düzgün bir kimse mevcûd ise onun aşr-ı şerif okumasıyla başlanır.
Bu sohbetleri dinleyen can kulağı ile yani her türlü karanlıkdan kendini muhafaza ederek dinlerse, hem hal, hem kal sahibi olmuş olur. Yazıb çizmeden, kalem mürekkeb kullanmadan âlim olur. Çünkü diğeri kitab ve defterde kalır. Bu ise dimağda, hafızada kalır. Bu davranışlar sonunda dinleyen bilgi sahibi olur. Fakat âlim olduğunu kendisi de bilmez ve böyle bir iddiada bulunmaz.
Sohbetlere saatinde başlayıb gene vaktinde bitirmek gerekir. Lüzumundan fazla uzatmak muvafık değildir.
Sohbet ayrılışında nasıl ki, insan yabancı bir memleketde olsa ve oranın lisanını bilmediği için, işini bitirdikten sonra oradan sessizce ayrıldığı gibi hal hatır sormadan “Esselâmü aleyküm” demek kâfi gelir. Çok kimseler bu hususa dikkat edemezler. Aldıkları feyz ve huzuru hemen kaybederler. Yani elleri boş dönmüş olurlar.
Sâlikler gece evrâdlarına devam etmekle beraber sohbetlerini de ihmâl etmemelidirler. Sohbet diğer yapılan zikir ve evradın mütemmimidir, denilmektedir. Yani diğer ibadetlerin tamamlayıcısı manasınadır. Sohbetlerde, dünya kiri ve muhabbeti gönülden çıkar. Onun yerini Allah ve peygamber sevgisi doldurur. Orada bulunan kimseler geldiğinde ne kadar yorgun ve neş’esiz olsalar da, meclisden ayrıldıklarında ne yorgunluk ne neş’esizlikleri kalır. Çünkü gönlünden dünya kederi ve yorgunluğu çıkmış, yerine Allah, peygamber sevgisi yerleşmişdir, dinçdir, huzurludur.
Muhterem üstazımız Mahmûd Sami kuddise sirruh hazretlerinin Anadolu’dan gelen her müntesibine ilk sualleri:
“Nasıl, sohbetler yapılıyor ve âdabına dikkat ediliyor mu?” olurdu.
Hem sohbet yapılan hem de âdabının gereği yerine getirilen sohbetlerin tadı, zevki tarif edilemez. Çünkü orada bulunanlar huzur içine dalarlar. Bilhassa sohbet eden selâhiyetli bir kimse olursa. Onun tasarrufu ile dinleyenler arasında birbirlerine karşı sevgi, saygı, samimiyet, hülâsa her türlü tecelliler zuhur eder. Bunun zevkini alan kimse işini gücünü, ailesini, çoluk çocuğunu ihmâl ederse hataya düşer ve günahkârlardan olur.
Rabbımız Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri cümlemizi ince görüş ve feraset sahibi kullarından eylesin! Âmin.


Sadık Dana
 

an_gle

Üye
Katılım
12 Ağu 2007
Mesajlar
78
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
47
Tevhid Ağacı -M.Sami Ramazanoğlu!

Tevhid Ağacı



Allah Teâlâ buyuruyor:​
“Ancak mü’min-i kâmil o kimselerdir ki Allah teâlâ zikrolunduğunda onların kalbleri korkar. Onlar üzerine Cenâb-ı Allah’ın âyetleri tilâvet olunduğunda onların îmânları tezayüd eder ve onlar ancak rabblerine tefvîz-i umûr ederler. Ehl-i îmânın kamilleri o kimseler ki onlar üzerine farz olan namazı eda ve -merzuk oldukları rızıklarından fukaraya infak ederler. İşte şu evsafı câmî olanlar hak ve sadık mü’minlerdir. Onlar için Rabbleri indinde dereceler vardır ki hatâları afv olunur ve onlar için cennette rızık vardır ki o rızık onlar hakkında ayn-ı ikram ve tâzimdir.” (Enfal Sûresi, 2-4)​
Yani, kâmil mü’minlerin haiz oldukları evsâf-ı âliyeden birisi de farz namazlarını vaktinde ve şurût ve erkânına riâyetle edâ etmeleridir. Ve rezzâk-ı hakîkî olan Allah teâlâ hazretlerinin kendilerine ihsan buyurduğu rızıklardan zekât ve nafile sadakalarını fukaraya ve hayrata vermekten çekinmeyenlerdir. Allah teâlâ zikrolunduğunda kalbleri Cenab-ı Hak’dan havfeder. Ve âyât-i celîle tilavet olunduğunda îmânları artar. İşte bu evsafı haiz olanlar hakkıyle mü’min-i kamillerdir. Onlar için herkesin ameline, haline göre dereceler vardır.​
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- efendimiz hazretleri buyurmuşlardır ki:​
• “Cennette yüz derece vardır. Her derecenin arası yüz senelik yoldur.”
• “Nefsin için sevdiğin hayrı cemî nâs için de sev ki, o halde müslim-i kâmil olursun.”
• “Îmân-ı kâmil; kalb ile mârifet, lisân ile ikrar, âzâ-yı cevârih ile amel eylemekten ibârettir.”
Yalnız amelsiz olarak îmân kâfî değildir. Yani, ameli azaldıkça îmânı da fevt olur.​
• “Îmân kavil ve ameldir, artar eksilir.” Yani, herkesin îmânı amel ve ibâdeti nisbetindedir.​
• “Cenâb-ı Allah amelsiz îmânı ve îmânsız ameli kabul buyurmaz.”
• “Îmân ile amel yekdiğerine mütekarin ve mütelazımdır. Binaenaleyh îmân amelsiz yahut amel îmânsız bir işe yaramaz.”
• Îmân ne tamennâ ve arzu ile ve ne de zâhirde kendini kavlen ve fiilen sâlih kimselere benzetmektedir. Ve lâkin mü’minin îmânı öyle bir şeydir ki kalbinde yer tutmuş ola ve amel ve ibadeti de onu tasdik ede.”
a​
Ehl-i hakîkat, mü’minlerin kalbindeki îmânı bir ağaca teşbih etmişlerdir. Ebî Bekir Verrak -rahimehullah-:​
“Bu şecerede yedi dal vardır ki dalın birisi kalbde nihayet bulur, bunun semeresi sıhhatü’l-iradâttır, yani kul bununla bedendeki âzâları ibâdete sevkeder.​
Dalın birisi lisana ulaşır ki semeresi, sıdk-ı makâl olup, hayır söz ve ibâdetle meşgul olmaktır.​
Dalın birisi de gözde nihayet bulur, semeresi de sadaka ve ihsan eylemektir.​
Ve dalın birisi boğazda nihayet bulur. Onun semeresi helal lokma yemektir.​
Ve dalın birisi ayağa müntehi olur, onun semeresi de cumaya, cemaate gitmek, hayır üzere sa’y etmektir.​
Dalın birisi de nefis üzerine nihayet bulur ki onun semeresi de terk-i şehevâttır.” demiştir.​
* * *​
Ebû’l-Leys Semerkandî -rahimehullah- demiştir ki:​
“Nâs îmânı hususunda iki kısımdır.​
Bir kısmı îmân-ı sâbit üzerine olandır ki onlar isyân ve tuğyandan muktezâ-yı îmân ictinâb ederler ve tâât ve ibâdâta rağbet ederler.​
İkinci kısım da îmânları âriyet olanlardır ki onların zaaf-ı îmânları nefislerini seyyiâttan men etmez ve hasenâta ve ibâdâta ve tââta da rağbet eylemezler. Bunlar için hasret, nedâmet, hüsran vardır.” Neûzü bi’lllahi teâlâ.​
* * *​
İmam-ı Hasan-i Basrî -rahimehullah-’a bir kişi dedi ki:​
- Gönlümüz uyumuştur, nasîhat etsen de n’ola kim uyansa. Hasan-i Basrî dedi ki:​
- Keşke sizin gönlünüz uyur olaydı, uyuyan kişi tez uyanır. Halbuki sizin gönülleriniz ölmüştür. Ölü uyanır mı?Dediler ki:
- Yâ İmam! Bizi çok korkutuyorsun! Dedi ki:​
- Eğer bugün korkar iseniz yarın âhirette emîn olasınız, vay o kişinin haline ki burda korkmaya.​
Nitekim hadîs-i kudsîde buyurulmuştur:​
“İzzetim ve celâlim hakkı için abdimde iki emniyet ve iki korkuyu cem etmem.”
Kalbin korkmadığı, ya kalbin hastalığından veya ölü olmasındandır.​
Ehl-i hikmet de: Gönül ağarması beş şey ile olur demiştir:​
1. Salah ehliyle oturmak.​
2. Namaz kılmak.​
3. Oruç tutmak, aç kalmak.​
4. Kur’ân okumak, zikretmek.​
5. Seher vaktinde Hâlık teâlâ hazretlerine yalvarmak, göz yaşı dökmekle.


M.Sami Ramazanoğlu...
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ

Sevmek



Resûl-ü Ekrem efendimiz buyurdular: (Ebu Hureyre radıyallahu anh’den)
– “Arş-i Âzam’ın etrafında nûrdan kürsüler vardır. Bu kürsülere öyle kimseler oturacak ki, elbiseleri ve yüzleri nûr gibi parlayacakdır. Bunlar peygamber de değil şehidler de değillerdir. Fakat peygamberler ve şehidler onlara gıbta edecektir.”
Resûl-ü Ekrem efendimize, “bunlar kimlerdir” diye sorulunca, buyurdular:
– “Onlar Allah için birbirlerini sevenler, Allah için buluşup oturanlar ve Allah için birbirini ziyaret edenlerdir.” (Neseî’den)
Gene buyuruyorlar:
– Allah rızası için bir (müslüman kardeşinin) ziyaretine giden kimseye, bir melek ardından “kendin de güzel, ziyaretin de güzeldir. Cennet de güzel bir yer olarak senin için hazırlanmıştır.” deye çağırır.
Abdullah bin Ömer radıyallahu anhümâ buyurur:
– Ömrüm boyunca oruç tutsam, hiç uyumadan geceyi ibâdetle geçirsem, malımı parça parça Allah yolunda infak etsem ve bul hal üzere ölsem, fakat gönlümde Allah’a itâat edenlere karşı bir sevgi, isyan edenlere karşı da nefret duygusu olmasa, bütün bu yapdıklarımdan bir faide göremem.
İbn Mes’ud radıyallahu anh buyurur:
– “Kişi Kâbe’de rükûn ile makam arasında yetmiş sene ibâdet etse de yine sevdikleri ile haşrolunacaktır”
Bir kimse geldi. Sallallahu aleyhi ve sellem efendimize:
– Kıyâmet ne vakit olacaktır, kopacaktır, dedi.
Fahr-i kâinat sallallahu aleyhi ve sellem:
– Kıyâmet için ne hazırlık yaptın? buyurdular.
O kimse de cevaben:
– Allah’ın ve Resûlü’nün sevgisini hazırladım, dedi.
Peygamber efendimiz buyurdular:
– “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”
***
Allah için sevginin tertemiz olmasının alâmeti; içinde iyilik ve ihsan türünden hemencecik elde edilmesi beklenen, şaibeli dünyevî bir arzûnun bulunmamasıdır. Eğer sevgi böyle bir illetle lekelenmiş ise, ancak bunun giderilmesi ile temizlenebilir. Dostluğu ve kardeşliği dünyevî bir menfaata dayalı olmayan kimsenin arkadaşlığının devamına hükmedilir.
Kim ki, Allah’a karşı olan hak ve vazifelerini tam yaparsa Cenâb-ı Hakk onu, nefsini ve kusurlarını tanıma ilmi ile rızıklandırır. Güzel ahlâk ve güzel edeble onu tanıştırır. Üzerine borç olan her hak ve mükellefiyetleri basiretle edâya onu muvaffak kılar.
***
Abdülkâdir Geylânî kuddise sirruh hazretleri buyurur:
– Kul Allah’ı tanıdığı zaman insanlar onun kalbinde yer etmez, çıkar. Ve tıpkı kuruyan yaprakların ağaçdan dökülmesi gibi dökülürler. Böylece onun kalbi, insanlardan tamamen arınmış, temizlenmiş olarak kalır. Bu mertebeye ulaşan kişi, kalbi ve özü yönünden insanlara karşı kördür, sağırdır, onları görmez, sözlerini işitmez...
Bir hadis-i şerifde şöyle buyurulmuştur:
– Sizden Allah’a en sevgili ve en yakın olanınız, başkaları ile kaynaşan ve kendisi ile kaynaşılabilinen insandır. Mü’min de başkaları ile dost olan ve kendisi ile dostluk kurulabilendir...
Buradaki bu inceliğe dikkat etmek lâzımdır. O da: Allah için uzleti ve yalnızlığı tercih eden ve toplumdan uzak, tek başına yaşayan kimseden başkaları ile dost olan ve kendisi ile dostluk kurulabilen kişiliğin ve bu özelliğin gitmemesi gerçeğidir.
Âhiretde en çok mes’ud olanlar, Allah’ı en çok sevenlerdir. Çünkü âhiret demek, Allah Teâlâ’ya yönelmek ve O’na kavuşmak saâdetine erişmek demekdir.
Uzun iştiyakdan sonra, ebediyyen sevgilisine kavuşup hiç bir engel olmadan sevgili ile devamlı olarak başbaşa kalmakdan daha büyük sevinç ne olabilir?
Ancak bu nimetler, sevginin kuvvetiyle ölçülür. Sevgi ne kadar kuvvetli olursa, zevk de o nisbette artar. Kul Allah sevgisini ancak dünyada kazanır.
Esasen sevginin aslından mü’min ayrılmaz. Zira mü’min, marifetin aslından hâlî değildir. Fakat aşk derecesine gelen, yükselen kuvvetli sevgiye gelince çokları bundan ayrılabilir.
***
Ya Rab! Bizleri sevdiklerin ile hemdem eyle, onlardan ayırma! Onların yanı cennet, uzağı ise cehennemdir.
Bizleri onlardan ayırma ki, onların nurundan doya doya içelim.
Ancak senin rızana, sana tam kulluk etmekle erişilir.
Kulluğun şartı da, bahşettiğin sevgi ve istikametle emirlerine harfiyyen uymak, yasaklarından sakınmaktır.
Ya Rab! Sevdiklerini sevdir. Başda Resul-ü Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerini sevdirdiğin gibi sevilmeğe lâyık olan her dostunu sevdir. Sırasıyla bütün ehli beytin, ashabı kiram hazerâtının, hülâsa İslâmiyeti seven ve ona hizmet edenlerin bilâ istisna, hepsinin ayaklarının tozu eyle!
Ya Rab! Bizi de sevgi nimetinden mahrum eyleme. Amin...


sadık dana
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Cennet Yolculuğu


Hayat bir yolculuktur. İnsan doğar ve bu yolculuğa başlar. Buraya gelip de kalan yoktur. Akıbet yola çıkar insan. Hayat yaşanır, yaşanır ve tükenir. Attığımız her adım, bizi bu hayatın sonuna doğru götürür.
Asıl hayat ebediyyet âleminde yaşanacak olan hayattır. Bu dünyada yaşadığımız, o ebedi hayatın hazırlık dönemidir.
İnsanın ilk kavraması gereken hadise, bu hayatın geçiciliği, bu hayatın ebedi hayatla alakası ve bu hayatın ebedi hayata hazırlık dönemi olmasıdır.
Hazırlık vasfı, bu hayatta yapılan her şeyin, ebedi hayat için bir anlamı olması noktasında toplanıyor.
Attığımız her adım, ebedi hayattaki yerimize doğru götürüyor bizi. Bir gün bu dünyadaki yürüyüş safhası sona erdiğinde, ebedi âlemdeki zamana adım atmış olacağız ve oradaki durağımız, buradaki yürüyüş seyrimizle birebir alakalı olacak.
Haydi, Rabbin bildirdiğinden yola çıkarak adını koyalım:
Ebedi hayat, cennet ve cehennem hayatı şeklinde olacak.
Mutluluklar dünyası ya da hüsran ortamı... Ateş ya da gül bahçesi...
“İnsan cennetini ve cehennemini bu dünyadan götürür”denilmiştir.
Bu dünyadaki yürüyüşü cennete doğru olan öte dünyada cennetini bulur, bu dünyada cehennem içinde yolculuk yapanın yolu da ebedi hayatta cehenneme çıkar.
Öyleyse cennet yolculuğu yapmalı...
Öyleyse bu dünyada cennetler inşa etmeli...
Bu dünyada iken cennette yaşamalı...
İnsanın bu dünyadaki her davranışı, cennete veya cehenneme, oradaki müstakbel mekanımıza bir tuğla taşımak anlamına geliyor. Bu dünyadaki her davranış bir tür cennet veya cehennem işçiliği demek oluyor. Onun için her adımı ölçerek atmak, her davranışı seçerek yapmak gerekiyor.
İnsan davranışlarının değer hükmünü Yaratıcı veriyor.
Cennetlik davranışları da O (c.c.) belirliyor, cehennemlik davranışları da... çünkü bu dünyanın da düzeni O'na bağlı, ebedi âlemin düzeni de... İnsanın iki dünya arasındaki geliş - gidiş macerasını da O (c.c.) tanzim etti. Ölümü ve hayatı O yarattı ki, insanın güzel davranış sınavında ne yapacağı ortaya çıksın. Doğmakta, ölmekte tercih hakkı yok insanın, tercih hakkı, bu iki büyük hadise arasındaki yer – duruş - tavır tayininde... Ölçüler verilmiş, cennete yolculuk ölçüleri, cehenneme yolculuk ölçüleri, seç dilediğini...
Gaflete düşme...
Bunlar gerçekten olacak mı gibi sorularla oyalanma. Kafan karışmasın. Bak, gelmişsin, gidenleri görüyorsun. Gelmen ve bu gidişler anlamsız olabilir mi? Seni gönderen Kudret, niçin gönderdiğini de bildiriyor, niçin geri aldığını da, yeni gideceğin yerde karşılaşacağın akıbeti de...
O'na kulak ver.
Ana rehber Kur'an... Allah'ın kitabı... İlahi ölçüler çerçevesi...
Peygamber, insan için ilahi ölçüler çerçevesini insanileştiren, müşahhaslaştıran ve hayata uygulamayı kolaşlaştıran bir rehber...
Bu ölçüler nasıl hayata yansır diye telaşa kapılmayasın diye, cennet yolu nasıl bulunur, diye tereddüde düşmemen için... Halik-ı zülcelal, bir insan önder göndermiş. Cennetin kapısında o bekleyecek. Kevser'in başında o olacak. Ona bakarak yürüyen cennete doğru yürüyecek. O'nun elinden tutarak yürüyen, O'nun izine basarak yürüyen, yüreğini O'na raptederek yürüyen, O'nunla aynileşerek yürüyen O'nunla cennet kapısında buluşacak...
Allah rahim.
Allah rauf.
Allah vedud.
Allah gafur.
Allah hadi.
Allah yarattığını şaşkınlık içinde bırakmıyor.
O'nun sonsuz rahmeti, “Rahmet” gibi bir önderi gönderiyor insanın önüne...
Sonra çağırıyor insanı:
“Cennete koşun” diye...
İşte bakın, şu ayet, hem “Cennete koşun” çağrısını getiriyor Yaratan'dan, hem de cennet yolunun işaret taşları niteliğindeki davranış modellerini koyuyor insanın önüne...
Ey iman edenler! Öyle kat kat artırarak faiz yemeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki felah bulasınız.
“Hem kafirler için hazırlanmış bulunan o ateşten korunun.
“Allah'a ve Rasulüne itaat edin ki merhamete nail olasınız.
“Rabbiniz tarafından bir mağfirete, genişliği göklerle yer kadar olan ve müttekîler için hazırlanmış bulunan cennete doğru yarışırcasına koşunuz.
“O müttekîler ki bollukta da darlıkta da infak ederler, kızdıklarında öfkelerini yutarlar, insanların kusurlarını affederler. Allah ihsan edenleri, böyle iyi davrananları sever.
“O müttekîler ki çirkin iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah'ı zikreder, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim affeder ki.
Bir de onlar, işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmez, o günahları sürdürmezler.
İşte onların mükafatları, Rableri tarafından büyük bir af ile kendilerinin ebedi olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler olacaktır.” (Al-i İmran, 130 – 136)
Allah'a karşı gelme.
Kat kat faiz yeme...
Küfre yönelme.
İnfak et.
Öfkeni yut. İnsanları affet.
İnsanlara iyilik yap.
Güzel insan ol.
Çirkin iş yapma.
Kendi nefsine bile zulmetme.
Allah'ı zikret.
Tevbe et.
Günahta ısrar etme.
Böyle binlerce hayat ölçüsü...
Bunlara hassasiyet göstererek yüreğini, dimağını, uzuvlarını cennete göre ayarla. (6 ayet içine bunlar sığmış. Kur'an'ın bütünü, tam bir cennet rehberi durumunda.)
Allah Rasulü – sallallahü aleyhi ve sellem- bir cennet kılavuzu olarak durmuş hep insanların önünde...
İnsanlar gelmişler O'na, “Bana öyle bir davranış tarzı söyle ki, onu yaptığımda yolum cennete çıksın!” demişler.
Bazan O, “Size yaptığınızda sizi cennete götürecek bir davranış tarzı (ameli) bildireyim mi?” diye sormuş.
İslam bir bütün halinde insana sunulmuş “Cennet kılavuzu” olsa bile, Allah Rasulü, deyim yerindeyse bazı davranışların altını çizmiş.
Bir bedevi için cennet kılavuzu olarak şunu öğütlemiş:
“Allah'a, hiçbir şeyi ortak koşmaksızın kulluk edersin. Farz olan namazları kılarsın. Yine farz olan zekatı verirsin,ve Ramazan orucunu tutarsın.”
Bu kadar.
Bedevi demiş:
-Bundan ne fazlasını yaparım, ne eksiğini...
Yürümüş gitmiş.
Allah Rasulü arkasından bakarken, yanındakilere “Cennetlik bir insan görmek isteyen bu adama baksın” demiş.
Ne kadar sade bir formül değil mi? Rabbinle ilişkini en sağlam çerçeveye oturt (ki o, tevhidle yoğrulmuş bir kulluktur), yönünü cennete çevir, yani ahiret bilincinden uzaklaşma, ondan sonra kulluğun ifadesi namaz, oruç, zekat sana kafi... Ne kadar sade bir yol haritası..
“İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe gerçekten iman etmiş olmazsınız.” buyurmuş... Cennet yolculuğu için iman ile muhabbeti birbirine raptetmiş.
Adil ve başarılı devlet başkanlığını, yakınlarına ve Müslümanlara karşı merhametli ve yufka yürekli olmayı, ailesi kalabalık olduğu halde haramdan kaçınıp kimseden bir şey istememeyi koymuş kimi zaman cennet yolculuğunun azığı olarak...
“İhlas suresini sevmek” bir kutup yıldızı olmuş Rasulullah'ın işaretiyle, cennet yolculuğunda kimi zaman...
Bu dünyadan cennete doğru yol bulmak için bir de uyarı var mü'minlerin önünde:
Kimin izinden gittiğine iyi bakmak. Ya da şeytanın izinden gitmemeye itina etmek.
Gerekçe:
“O sizin apaçık düşmanınızdır.” (Bakara, 168)
Öyleyse:
“Ey iman edenler! Sakın Şeytan'ın izinden gitmeyin. Her kim Şeytanın peşinden giderse bilin ki o, ona hep namussuzluğu, fena, kötü, meşru olmayan şeyleri yapmasını emreder. ...” (Nur, 21)
Evet, şeytanın elinden tutunca, şeytanın adımlarına basarak, adamlarıyla yanyana durarak gidince, şeytanla kol kola girince o yolun sonunda hüsran var.
Kur'an, şeytana karşı insanı uyaran ayetlerle dolu.
Şeytan süsler insanın önüne sunduğu davranışları...
Şeytan ne kötü yol arkadaşıdır.
Şeytanı malına, evine ve çocuklarına ortak etme.
Rasulullah'ın elinden tut.
Kur'an'a sarıl.
Allah dostlarına yakın ol.
Salihlerle otur – kalk.
Kalbine mukayyet ol.
Evini, iş yerini, sokaklarını, okullarını, kalbini cennet iklimi ile donat. Ailenle cennet ikliminde bir hayat sür. Cennetini yüklen ve götür giderken...
Allah yolumuzu açık etsin cennet yolculuğunda...

Ahmet taşgetiren
 

hafsa

SABIR DOSTU
Katılım
19 Nis 2007
Mesajlar
3,057
Tepkime puanı
335
Puanları
0
Yaş
42
Konum
KOCAELİ
Cennete Giden Yol


İnsan Allah’tan gelip yine O’na giden bir yolcudur. Nitekim insanoğlunun atası Hz. Âdem cennette yaratılmış ve eşi Havvâ anamız ile oraya iskân edilmişti. Allah onları yerleştirirken: “Ey Âdem! Sen ve eşin berâberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nîmetlerinden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendinize kötülük eden zâlimlerden olursunuz”1buyurmuştu. Âdem ve Havvâ bu meyveden yemekle sınanarak hikmet-i ilâhiyye gereği yeryüzüne indirildiler.
Yeryüzüne indirilen insan neslinin tekrar döneceği yer âhiret yurdu ve kısmetinde varsa cennettir. Hz. Mevlânâ Âdem’in cennetteki gücünü ve yeryüzüne indirilişini şöyle anlatmaktadır:
Hz. Âdem cennette iken aslan gibi çok güçlüydü. Şeytanın tuzağına düşüp dünyaya indirilince, bedenden kopmuş bir el hâline geldi. Kaza ve kader onu kedilerin pençelerine düşürdü. Şimdi, kediler et parçası hâline gelmiş o aslanı o tarafa bu tarafa çekip duruyorlar. Bu duruma düşmek insan için ne büyük felakettir? Cenneti kaybetmek ne büyük talihsizliktir? 2
Cennetten dünyaya indirilen Hz. Âdem ve evladları içinden hak edenlerin tekrar cenneti bulacağı ilâhî bir vaaddir. “Ölmeden evvel ölmek” sırrına mazhar, Muhammedî yola girmiş ve onun güzel ahlâkını benimsemiş talihli kullar daha dünyâda iken kaybettikleri cenneti bulacaklarıdır. Çünkü tabiî ölümle ölen ya da kötü huylarından kurtularak “Ölmeden evvel ölen kişinin rûhu” cenneti de cehennemi de görür ve bütün sırları anlar.
Cennetten uzaklaşan insanoğlu onun hasretiyle yanıp yakılmaktadır. Bu hasret cennetteki vuslatla bitecek ve insan ezeliyetten gelip ebediyyete uzanan yolculuğunu orada noktalayacaktır. Ancak her şeyin bir bedeli olduğu gibi cennete girmenin de bir bedeli vardır ki bu dünyanın cilvelerine, kulluk çilelerine katlanmak, nefs engelini aşmak, dünya tuzağına takılmadan gerçek hürriyeti soluklamaktır.
İnsanoğlunu cennetten uzaklaştıran ve dünyâya sürgüne göndermeye sebep olan en azılı düşman hiç şüphesiz şeytandır. Âdem sebebiyle huzûr-i ilâhîden kovulan o mel’ûn, bu dünyâda da cennete giden sırât-ı müstakîm üzere karargâh kurup insanın yolunu kesmeye soyunmuştur.3 Şeytanın bu konuda en büyük yardımcısı da insanın öz nefsidir. Nefis, dünyâya olan zaafı sebebiyle kolayca oltaya takılmakta ve insanı cennet yolundan uzaklaştırmaktadır. Nitekim bir hadiste buna işâret vardır: “Cehennem zevklerle, şehvetlerle; cennet ise hoşa gitmeyen, istenmeyen şeylerle kuşatılmıştır.”4
Hz. Mevlânâ insanın kurtuluşu konusunda hevâ ve nefsânî hevesler menzilinden bir iki adım ilerleyenin, şeref ve ululuk haremine konabileceğini, bunun da riyâzat suyu ile yıkanmakla arınacak bir kir olduğunu ve bu sayede gönlün temizlenebileceğini söyler. Ancak gönlü dünya gamından ayırabilen kimseler bakâ bahçesinde ve ölümsüzlük yurdunda neşelenmeye hak kazanacaktır.5
Mevlânâ yine nefsi hayvan gibi yiyip içmekten başka bir şey düşünmez olarak görmekte ve onun riyâzat ve mücâhede ile çabucak ıslâh edilebileceğini, ardından rûhun akıl ve şuûr ile yeniden hayat bulacağını belirtmektedir.6
Nefsin gönül olması için bedenî isteklerin susması, gönlün konuşur hâle gelmesi gerekir. Nitekim Hak âşıkları emellerinden, dileklerinden vazgeçtiler, amellere sarıldılar da Mevlâlarından haberdâr oldular. Muratsızlık, emelsizlik cennete kılavuz olmuştur.
Gönlü arıtmanın en güzel yolu aşk ve cezbedir. Çünkü aşk derdine tutulan, gönlünü yaratıcıya âşık hâle getiren, O’nun imtihan için verdiği belâlara kolaylıkla sabreder, bu sâyede gönül huzûra kavuşur. Belâlara uğramadan, ıstırap çekmeden hamlıktan kurtulmak ve pişmek mümkün değildir. Pişen, “neden, nasıl, niçin?” dikenliğinden kurtulur ve daha dünyadayken cennet hayâtı yaşamaya başlar.
Dînin emirlerini yerine getirmeden, iyi ve yararlı işler yapmadan cenneti istemek insana yakışmaz. Hakk’a lâyık bir kul olmak için Hz. Âdem gibi tövbe etmek gerektir. Allah aşkı uğruna tâcı tahtı terk edip, dünyâyı gönülden çıkararak İbrahim Edhem gibi Hakk’a dönmek lâzımdır. Ancak bu sâyede cennete geri dönmek mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ cennetin müminlerin canları ve malları mukâbili ulaşılabilecek bir vaadi-i ilâhî olduğunu belirtmektedir.
 
Üst