AllÂh'i Bİlmeye YÜz Delİl

melami

Paylaşımcı
Katılım
25 Eki 2006
Mesajlar
238
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Konum
İSTANBUL
ALLÂH'I BİLMEYE YÜZ DELİL
Fahreddîn-i Râzî Herat ve civarında bozuk inançları yaymakla meşgul olanlarla mücâdele ediyor, Müslümanlar'ı bunların tehlikelerine karşı korumaya çalışıyordu. Üç yüz kadar atlı talebe ve âlim ile Herat'a geldiğinde; hem devlet, hem din büyükleri akın akın ziyaretine gelmiş, alâka göstermişlerdi. Ama birileri vardı ki; ne geliyor, ne de gelme arzusu ızhâr ediyordu. Acaba Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin muhâliflerinden miydi?

Halktan bir zengin, bir gün Fahreddîn-i Râzî hazretlerini bahçesinde yemeğe dâvet etti. Maksadı; ziyaretine gelmeyen zâtı da orada bulundurup, görüşmelerini ve bir yanlış anlamanın meydana gelmemesini temin etmekti.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri, yemekte karşılaştığı ziyaretine gelmeyen zâta,

- Niçin bizi ziyârete gelmediniz? diye sordu. Şöyle cevap verdi o zât:

- Ben fakirin biriyim. Ne ziyâretinize gelişim size bir şeref kazandırır, ne de gelmeyişim size bir şey kaybettirir. Siz mühim kimselerle meşgul olun.

Bu cevap Fahreddîn-i Râzî hazretlerini düşündürdü. Bu defa büsbütün meraklanarak ısrarla suallerini peşi peşine sıraladı:

- Bu, sıradan birinin sözüne benzemiyor. Kalbi-gönlü uyanık birinin cevabıdır bu. Şimdi daha çok meraklandım. Söyleyin lütfen niçin gelmiyorsunuz? Bize vermek istediğiniz bir mesajınız olmalı.

- Sen, 'Müslümanlar'ın benim ziyâretime gelmeleri vâciptir' diyormuşsun. Neden senin ziyâretine gelmek vâcip olsun?

- Ben ilim ehli biriyim. Benim ziyâretime gelenler aslında benim değil, ilmin ziyâretine gelmiş olurlar. Mücâdelemde bana yardımcı olmuş, beni desteklemiş sayılırlar.

- Öyle ise anlat bakalım... İlmin hedefi Allâh'ı bilmek olduğuna göre, nasıl biliyorsun Hazret-i Mevlâ'yı?

- Yüz delil ve burhan ile biliyorum Allah Teâlâ'yı...

- Peki öyleyse, söyler misin; burhan ve delil, şüpheleri gidermek için değil midir? Demek sende bu kadar şüphe varmış ki her birine delil aramış; ancak bu delillerle şüpheni gidermişsin. Halbuki Allahü zû'l-Celâl bana, öyle bir îman verdi ki; şüphenin zerresi bile kalbimde yoktur. Olmayan şeyi gidermek için ne diye delil ve burhan arayayım?

Bu cevaptan sonra bir suskunluk başlar. Neden sonra yerinden kalkan büyük müfessir Fahreddîn-i Râzî hazretleri,

- Uzat elini de öpeyim. Sen sıradan biri değil, bir îman ve ihlâs numûnesi mâneviyât sultânısın. Kim isen söyle de beni daha fazla merakta bırakma.

Fahreddîn-i Râzî hazretlerinin kulağına eğilen birinin, fısıltı hâlinde söyledikleri şundan ibârettir:

- Konuştuğun zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleridir.

Fahreddîn-i Râzî hazretleri hemen diz çöküp rica eder:

- Lütfen beni de kabul buyurun tâlipleriniz arasına da, ben de iştirak edeyim sohbetlerinize...

* * *

İşte zâhirî ilimle bâtınî ilmin farkı... İşte zâhirî ilim ehli ile, zû'l-cenâhayn olan mâneviyat erbâbının seviye ve dereceleri... Keza, aralarındaki diyaloğun güzelliği ve hakkı teslim ile neticelenişi... Ve, biribirlerine karşı olan nezâket ve saygıları...
alıntı :www.ezan.gen.tr
Zamanımız 'tartışmacıları'na örnek olması dileğiyle...
 

hasandemir

Asistan
Katılım
7 Eki 2006
Mesajlar
624
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Sorular

YILLAR ÖNCE, İŞÂRÂTÜ’L-İ’CAZ’DA farkettiğim kısa bir bahis, Risale-i Nur gibi bir şaheserin neden bana, size yahut bir başkasına değil, Said Nursî’ye nasip olduğunun bir ipucunu bulmamı sağladı.

Birkaç satırlık bu bahis, benim için, şu şüpheler asrında şeytanın ve ehl-i dalâletin akla taşıdığı şüpheleri izale eden Risale-i Nur gibi bir eserin hangi tarlada, hangi bahçede filizlendiğinin bir delili oldu.

Bu bahiste, Bediüzzaman, benim değil söyleyip yazmaya, düşünmeye dahi cesaret edemeyeceğim birşey söyler. "Tevhid ve nübüvvetin isbatları, yalnız delil-i naklî ile sahih değildir" der. "Çünkü devir lazım gelir. Evet, Kur’ân ve Hadisten ibaret olan naklî delillerin sıhhati, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lâzım gelir."

Anladığım kadarıyla, burada, eskilerin ‘devir,’ İngilizlerin ise ‘begging the question’ dediği bir hususa dikkat çeker Bediüzzaman. Bir derece ‘totoloji’yi de andıran bu tavırla, isbat edilmesi gereken şeyi kendi isbatında delil olarak kullanma gibi garip bir durum sergilenmektedir.

Bediüzzaman’ın ele aldığı konu itibarıyla, bu, şöyle bir diyalog dahilinde görülebilir:

óHz. Muhammed’in peygamber olduğunu nasıl anlayacağız?

óKur’ân öyle söylüyor.

óPeki, Kur’ân’ın hak kitab olduğunu nereden biliyoruz?

óHz. Muhammed öyle söylüyor.

Said Nursî, ilgili bahiste, işte böyle bir ‘isbat’ tarzının gerçekte ‘isbat’ olmadığını, mantıken muhal olduğunu söylemektedir.

Aynı şeyi, tevhid ve vahiy için de uygulamak mümkündür:

óAllah’ın varlığını nasıl idrak edebiliriz?

óKur’ân öyle söylüyor.

óPeki, Kur’ân’ın hak söz olduğunu nereden biliyorsun?

óÇünkü Allah kelamıdır.

İşârâtü’l-İ’caz’daki kısa bahiste, işte bunlar gibi ‘isbat’ların gerçekten ‘isbat’ olmadığı; haricî bir delil gerektiği vurgulanır. Nitekim, en başta Kur’ân’ın, gerek tevhidi, gerek vahyi, gerek risaleti isbat için ‘naklî’ olmayan deliller sunduğu; meselâ kâinatı ve fıtratı şahit tuttuğu belirtilir.

Bu netlik ve açıklıktır ki, Risale-i Nur gibi ‘dâvâ’ değil, ‘dâvâ içinde bürhan’ olan bir eseri meyve verir. Çözümsüz totolojiler yerine delil ve isbatın izini sürmek, iman esaslarını hem akla, hem kalbe, hem sair duygulara hadsiz enfüsî ve âfâkî delilleriyle isbat eden bir külliyatın önsözü olur. Kur’ân’a, Hz. Peygambere ve bildirdiklerine takliden inanma yerine; Kur’ân’dan ve Hz. Peygamberden (a.s.m.) ders alınan tahkikî bir imanı filizlendirir.

Buna benzer net bir tavrı Yirmidördüncü Mektub’da buluruz. Bu risalenin başındaki uzun soru, her okuyuşumda beni ürkütür. Said Nursî, burada hiç de yumuşak bir dil kullanıyor değildir. O nazenin çiçeklerin, böceklerin, sair hayvanatın ‘göz açtırmayarak idamları’ndan, ‘nefes aldırmayarak meşakkatle çalıştırılmaları’ndan ve ‘hiçbirini rahatta bırakmayarak musibetlerle tağyirleri’nden, ‘hiçbiri memnun olmayarak firakları’ndan söz edip, bunda ‘hangi şefkat ve merhamet var, hangi hikmet ve maslahat bulunur, hangi lütuf ve merhamet yerleşebilir?’ demektedir.

Ben bu soruyu değil sormak, okumaya dahi cesaret edemiyorum. Özetleyerek şu satırlara dökerken dahi korkuyorum. Oysa Said Nursî dünyasına gelen o keskin soruyu örtmemiş, susturmamış, kapatmamıştır. Sorunun peşini bırakmamıştır. Rabbinden cevap talep etmiş ve karşılığında "Yirmidördüncü Mektub" gibi eşsiz bir enfüsî tefekkür meyvesi sunulmuştur.

Risale-i Nur müellifinin durumu bu ise, Risale-i Nur’a talip ve talebe olmak isteyen bizlerin de durumu böyle olmalı diye düşünüyorum: sorulardan ve soru soranlardan korkmamak.

Bilakis, sorularımız olduğunda ve sorgulayarak muhatap olunduğunda, Risale-i Nur, iç dünyalarda daha bir tebarüz ve temayüz ediyor. Takliden değil, tahkikle, sorgulayarak okunduğunda ancak, Risale-i Nur’un verdiği iman derslerinin hakikatına varılıyor.

Cevaplar, ancak sorulardan sonra geliyor. Önce sorular yaşanıyor.

METİN KARABAŞOĞLU
 
Üst