Allah Rızası İçin bir hikaye..!!

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Dua’nin Gücü

DUA’NIN GÜCÜ

YÜZÜNDEKİ ÇÖKMÜŞ ifadeyle bakkal dükkanından içeriye doğru yürüdü Louise Redden. Kılık kıyafetinden fakir olduğu çok kolay anlaşılıyordu kadının. Bakkalın sahibine mahcup bir şekilde yanaşarak veresiye birkaç şey alıp alamayacağını sordu. Yumuşakça kocasının hasta olup çalışamadığını, yedi çocukları olduğunu ve yiyeceğe ihtiyaçları olduklarını anlattı adama. Bakkalın sahibi John Longhouse, kadına küçümseyici bir bakış attı ve dükkanından hemen ayrılmasını istedi.

Kadın mahçup ve düşünceli olarak: “Lütfen bayım, size parayı en kısa zamanda ödeyeceğim” dedi. Bakkalsa kadına veresiye olarak birşey veremeyeceğini söyledi yeniden. Bu arada, kasanın yanındaki bir müşteri konuşulanlara kulak misafiri olmuştu. Adam bakkala yaklaşarak kadının aldıklarının parasını ödeyeceğini söyledi yavaşça.

Bakkal isteksiz bir şekilde kadına sordu.

“Elinde alacaklarının listesi var mı?”

Kadın “Evet, bayım” diye cevapladı.

“Pekala, listeni şurdaki teraziye koy, listen ne kadar ağır gelirse ben de sana o kadar mal vereceğim.” dedi John gülerek.

Louise kafasını eğip bir an duraksadı, daha sonra cüzdanına uzanıp bir kağıt parçası çıkardı ve üzerine birşeyler karaladı. Sonra kafası yine eğik bir vaziyette kağıdı terazinin bir kesesine bıraktı. Terazinin kesesi hızlıca masaya değene kadar aşağı indi. Bakkal ve müşteri gözlerine inanamıyorlardı. John’un, gözleri teraziye dikilmiş kalmıştı. Yavaşça müşteriye döndü “Buna inanamıyorum!”

Müşteri gülümsedi ve bakkal terazinin diğer kesesine yiyecekleri doldurmaya başladı. Ancak ne kadar doldursa da terazi dengelenmiyordu, en sonunda terazi daha fazla eşya alamayacak kadar doldu. Bakkal son derece hoşnutsuz bir şekilde ve hayret içerisinde kalakalmıştı.

Sonunda, terazideki kağıdı aldı merakla ve üstündeki yazıyı büyük bir şaşkınlıkla okudu. Elindeki bir liste değildi ve üzerinde şöyle yazıyordu: “Allah’ ım, sen ihtiyaçlarımı bilen ve karşılayacak olansın. Bunu sana havale ediyorum.”

Bakkal terazideki yiyecekleri kadına uzattı ve sessizliğe büründü.

Louise diğer müşteriye teşekkür etti ve bakkalın uzattıklarını alarak dükkandan ayrıldı.

Müşteri John’ a elli dolar uzattı ve “Her kuruşuna değdi.” dedi.

Bu olaydan kısa bir süre sonra sonra bakkal John Longhouse terazinin ortadan kırılmış olduğunu farketti hayretle. Duanın gücünü anlamıştı artık.
 

Sabr-el-Hayat

Profesör
Katılım
19 Eyl 2006
Mesajlar
3,776
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Bir pislik böceginin Bir hikmeti vardır

Bir hikmeti vardır

Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmışki ? " der.

Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker. ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.

Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünüyaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir. Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır. Velev ki pislik böceği olsa dahi...
 

zübeyde

Doçent
Katılım
25 Nis 2007
Mesajlar
652
Tepkime puanı
7
Puanları
0
Yaş
35
emegine saglık kardeş haklısın daa

Mutsuz oldu insan. Ve ne gariptir ki yarının telaşı da, dünün pişmanlığını da hep bugün yaşadı, ama bugünü hiç yaşayamadı
 

laedri

Profesör
Katılım
2 Mar 2007
Mesajlar
1,487
Tepkime puanı
1
Puanları
0
Konum
lamekan
Fatih Sultan Mehmet istanbul'u fethetme plânlari yapiyordu. Daha henuz 21 yasinda bulunan hukumdar, Istanbul'un fethine girismeden once, halkini imtihan etmek istemisti. Sabahin erken saatlerinde tebdili kiyafet ederek, Osmanli'nin bassehri olan Edirne'de carsiya cikti.
Carsinin bir tarafindan girip, alis veris yapmaya basladi. Birinci dukkâna varip birsey aldi. Ikinci bir sey istediginde dukkân sahibi vermedi. Fatih'i tanimiyordu dukkân sahibi. Fatih Hazretleri mal oldugu halde neden vermedigini sordu.
Adam:
- "Ben sana bir sey satmakla sabah siftahimi yapmis oldum, ikinci alacagini da karsidaki dukkândan al. Cunku o henuz siftah etmemistir," dedi.
Fatih memnun olmustu. Oburune vardi, bir miktar mal aldi… Ikincisini istediginde o da vermeyip komsu dukkâna gonderdi. Boylece Hazreti Fatih koca carsiyi bastan sona kadar dolasti… Hepsinde ayni mukabele ile karsilasmisti.
Aldiklari erzaki, medresede ilim tahsil eden talebelere gonderdi, kendisi de saraya gelip Allah'a sukur secdesine kapandi ve soyle dedi:
- "Ya Rabbi sana hamdolsun… Bana boyle birbirini dusunen millet ihsan ettin. Ben bu milletimle degil Bizans'i, dunyayi bile fethederim, dedi ve istanbul'un Fetih planlarini hazirlamaya basladi.
51 gun suren muhasaradan sonra Bizans, Aksemseddin Hazretlerinin de bizzat istirakiyle fetholunmustu. Istanbul fetholunduktan sonra, Osmanli imparatorlugunun merkezi Edirne'den Istanbul'a tasindi.
Tarihten ve netten alinti

simdi gelen musteri kacmasin diye neler yapilmiyor ki!

selamlar
 

Hakeza

Üye
Katılım
23 Tem 2007
Mesajlar
5
Tepkime puanı
0
Puanları
0
CASUSA İSTEDİĞİ HER ŞEYİ GÖSTERİN!


Alman İmparatoru Şarklen'in Türkiye'deki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanımlanan
Türk Ordusu, Birinci Viyana kuşatmasından önce Budapeşte önüne gelmiş, şehri kuşatmaştı.
Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir İbrahim Paşa'nın huzuruna çıkardılar.
İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:
"- Sen kimsin?"
"- Kral Ferdinand'ın subayyım efendimiz!"
"- Demek casusluk niyetiyle geldin... Peki, ne öğrenmek istersin?"
"- Görevim, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"
"- Anlaşıldı... Şimdi var, istediğin bilgileri topla!.."
İbrahim Paşa, sonra da ilgililere dönüp emir verdi:
"- Bu casusa istediği herşey gösterilsin, sorduğu herşeye doğ cevap verilsin!"
Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı.
Osmanlı ordugâhını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini
gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca İbrahim Paşa'ya da durumu anlattı.
İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onuyolcu etti:
"- Haydi git, gördüklerini kralına anlat!.."
Osmanlıların kendi güçlerinden ne kadar emin olduklarını gösteren güzel bir örnek, değil mi?
Öyle bir örnek ki, dünyada eşi ve benzeri ne görüldü, ne de görülecek!
İşte büyük ordu, işte büyük devlet ve işte büyük devlet adamları!..
*
AKINCILAR

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı Beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...
Cennet'te bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik! -Yahya Kemal BEYATLI-
 

kardem

Asistan
Katılım
22 Ağu 2007
Mesajlar
490
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Namazim

Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında:

Oğlum, namaz hiç bu vakte bırakılır mı?

Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmıştı, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.

Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Hep ‘ne oluyorsa?’ namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına onbeş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, “Yine geciktirdim namazı,” dedi kendi kendine....

Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazını edâ etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi.... “Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana.” dedi. Çok seviyordu onu... Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki, hicâbından renkten renge girerdi.

O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde... Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekilde tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. “Ne kadar da yorulmuşum.” dedi. Daldı gitti öylece...

Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu.

Yüreği, yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanındaki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.

Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. “Benim ismimi mi okudunuz?”, dedi, dudakları titreyerek....

Kalabalık birden yarılmış, bir yol oluşmuştu önünde... İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar.

Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden.... “Şükürler olsun.” dedi, kendi kendine ve devam etti; “Gözlerimi dünyaya açtım, hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşturuyor, malını İslâm yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah’ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım.”

Kirpiklerinden aşağıya gözyaşları dökülürken, “Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum.” diyordu. Ama bir yandan da “O’nun için ne yapsam az, Cennet’i kazanmama yetmez.” diye düşünüyordu. Tek sığınağı Allah’ın rahmetiydi.

Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyor; sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu.

Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kâğıt, mahşer meydanındaki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti.

Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi Cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten donakalmıştı.

“Olamaaaaz.” diye bağırdı. Sağa-sola koşturdu. İnanamıyordu. “Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep Rabbimi anlattım.” diyordu. Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehenneme doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?

Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü.

“Hizmetlerim... Oruçlarım…Okuduğum Kur’ân‘lar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?” , diyordu...

Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu hiç dinlemediler, sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.

Resûlullah, “Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler.” buyuruyordu. “Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?” diye düşünüyordu.

“Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım.” diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı, Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.

Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birdenbire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu.

Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. Kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. “Siz de kimsiniz?” dedi.

İhtiyar gülümsedi:

“Ben senin namazlarınım.”

“Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum.”
dedi... İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; başını salladı;

“Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı?..”

Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu...
27_6.jpg
 

kardem

Asistan
Katılım
22 Ağu 2007
Mesajlar
490
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Namazim

Anneannesinin sözleri yankılandı kulaklarında:

Oğlum, namaz hiç bu vakte bırakılır mı?

Anneannesinin yaşı yetmişe dayanmıştı, ama ezan okunduğu vakit yerinden sıçrar, yaşından beklenmeyecek bir hızla abdestini alır ve namazını kılardı.

Kendisi ise, nefsini bir türlü yenemiyordu. Hep ‘ne oluyorsa?’ namaz son dakikalara kalıyor, bu sebeple namazını alelacele eda ediyordu. Bunu düşünerek kalktı yerinden, gözü saate kaydı. Yatsı ezanının okunmasına onbeş dakika kalmıştı. Başını her iki yöne pişmanlıkla sallayarak, “Yine geciktirdim namazı,” dedi kendi kendine....

Kıvrak hareketlerle abdestini aldı ve daha elini yüzünü tam kurulamadan kendini odasına attı. Mecburen, hızlı hareketlerle namazını edâ etti. Tesbihatını yaparken anneannesini düşünmeden edemedi.... “Bu halimi görse, tatlı-sert kızardı yine bana.” dedi. Çok seviyordu onu... Hele öyle bir namaz kılışı vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla seyrederdi. Namazda öyle bir mahviyeti vardı ki, hicâbından renkten renge girerdi.

O gün akşama kadar derse girmişti. Müthiş bir ağırlık vardı üzerinde... Duasını yaparken, başını ellerinin arasına alıp secdeye durdu. Namazdan sonra bir süre bu şekilde tefekkür etmeyi severdi. Gözleri kapanır gibi oldu. “Ne kadar da yorulmuşum.” dedi. Daldı gitti öylece...

Kıyamet kopmuştu. Mahşeri bir kalabalık vardı. Her yön insanlarla doluydu. Kimi dona kalmış, hareketsiz bir şekilde etrafı izliyor; kimi sağa sola koşturuyor, kimisi de diz çökmüş, başı ellerinin arasında bekliyordu.

Yüreği, yerinden fırlayacak gibi atıyor, adeta kafesinden kurtulmaya çalışıyor, soğuk soğuk terler döküyordu. Hayattayken kıyamet, sorgu sual ve mizan hakkında çok şey duymuş ve ahiret hayatı adına bu kavramlar kendisi için köşe taşı olmuşlardı. Ama mahşer meydanındaki ürperti, korku ve bekleyişin bu denli dehşet vereceğini düşünmemişti.

Hesap ve sorgu devam ediyordu. Bu arada onun ismini de okudular. Hayretle bir sağa, bir sola baktı. “Benim ismimi mi okudunuz?”, dedi, dudakları titreyerek....

Kalabalık birden yarılmış, bir yol oluşmuştu önünde... İki kişi kollarına girdi. Mahşer meydanının vazifelileri oldukları belliydi. Kalabalık arasından şaşkın bakışlarla yürüdü. Merkezi bir yere gelmişlerdi. Melekler her iki yanından uzaklaştılar.

Başı önündeydi. Bütün hayatı, bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerinin önünden.... “Şükürler olsun.” dedi, kendi kendine ve devam etti; “Gözlerimi dünyaya açtım, hep hizmet eden insanları gördüm. Babam sohbetlerden sohbetlere koşturuyor, malını İslâm yolunda harcıyordu. Annem eve gelen misafirleri ağırlıyor, yemek sofralarının biri kalkıp, bir yenisi kuruluyordu. Ben ise, hep bu yolda oldum. İnsanlara hizmete çalıştım. Onlara Allah’ı anlattım. Namazımı kıldım. Orucumu tuttum. Farz olan ne varsa yerine getirdim. Haramlardan kaçındım.”

Kirpiklerinden aşağıya gözyaşları dökülürken, “Rabbimi seviyorum, en azından sevdiğimi zannediyorum.” diyordu. Ama bir yandan da “O’nun için ne yapsam az, Cennet’i kazanmama yetmez.” diye düşünüyordu. Tek sığınağı Allah’ın rahmetiydi.

Hesap sürdükçe sürdü. Boncuk boncuk terliyor; sırılsıklam olmuş, zangır zangır titriyordu. Gözleri terazinin ibresindeki neticeyi bekliyordu.

Sonunda hüküm verilecekti. Vazifeli melekler ellerinde bir kâğıt, mahşer meydanındaki kalabalığa döndüler. Önce ismi okundu. Artık ayakları tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı. Heyecandan gözlerini kapamış, okunacak hükme kulak kesilmişti.

Mahşeri kalabalıktan bir uğultu yükseldi. Kulakları yanlış mı duyuyordu? İsmi Cehennemlikler listesindeydi. Dizlerinin üstüne yığıldı. Hayretten donakalmıştı.

“Olamaaaaz.” diye bağırdı. Sağa-sola koşturdu. İnanamıyordu. “Ben nasıl Cehennemlik olurum? Hayatım boyunca hizmet eden insanlarla birlikte oldum. Onlarla beraber koşturdum. Hep Rabbimi anlattım.” diyordu. Gözleri sağanak olmuş, titrek vücudunu ıslatıyordu. Vazifeli iki melek kollarından tuttu. Ayaklarını sürüyerek ve kalabalığı yararak alevleri göklere yükselen Cehenneme doğru yürümeye başladılar. Çırpınıyordu. Medet yok muydu? Bir yardım eden çıkmayacak mıydı?

Dudaklarından kelimeler kırık dökük, yalvarmayla karışık döküldü.

“Hizmetlerim... Oruçlarım…Okuduğum Kur’ân‘lar... Namazım... Hiçbiri beni kurtarmayacak mı?” , diyordu...

Bağıra bağıra yalvarıyordu. Cehennem melekleri onu hiç dinlemediler, sürüklemeye devam ettiler. Alevlere çok yaklaşmışlardı. Başını geriye çevirdi. Son çırpınışlarıydı.

Resûlullah, “Evinin önünde akan bir ırmak içinde günde beş defa yıkanan bir insanı o ırmak nasıl temizler, günde beş vakit namazda insanı günahlardan öyle temizler.” buyuruyordu. “Oysa ki benim namazlarım da mı beni kurtarmayacak?” diye düşünüyordu.

“Namazlarım... Namazlarım... Namazlarım.” diye diye hıçkırdı. Vazifeli melekler hiç durmadılar. Yürümeye devam ettiler; Cehennem çukurunun başına geldiler. Alevlerin harareti yüzünü yakıyordu. Son bir defa dönüp geriye baktı, Artık gözleri de kurumuştu. Ümitleri sönmüştü. Başını öne eğdi. İki büklüm oldu.

Kollarını sıkan parmaklar çözüldü. Cehennem meleklerinden birisi onu itiverdi. Vücudunu birdenbire havada buldu. Alevlere doğru düşüyordu.

Tam bir iki metre düşmüştü ki, bir el kolundan tuttu. Başını kaldırdı. Yukarıya baktı. Uzun beyaz sakallı bir ihtiyar onu düşmekten kurtarmıştı. Kendisini yukarıya çekti. Üstündeki başındaki tozu silkerek ihtiyarın yüzüne baktı. “Siz de kimsiniz?” dedi.

İhtiyar gülümsedi:

“Ben senin namazlarınım.”

“Neden bu kadar geç kaldınız? Son anda yetiştiniz. Neredeyse düşüyordum.” dedi... İhtiyar yüzünü gererek, tekrar güldü; başını salladı;

“Sen beni hep son anda yetiştirirdin, hatırladın mı?..”

Secdeye kapandığı yerden başını kaldırdı. Kan-ter içinde kalmıştı. Dışarıdan gelen sese kulak kabarttı. Yatsı ezanı okunuyordu. Bir ok gibi yerinden fırladı. Abdest almaya gidiyordu...
27_6.jpg
 

ArZu

GülenAy
Katılım
7 Haz 2006
Mesajlar
30,610
Tepkime puanı
2,100
Puanları
0
Konum
Kayıp Şehir...
Web sitesi
www.arzuzum.blogcu.com
Bir Deyim, Bir Öykü...

Arkadaşlar, bir Ramazan ayı daha geldi çattı... Şimdiden herkese hayırlı olmasını diliyorum. Bu vesileyle bir deyim ve öyküsünü aktarmak istedim...


mevlana1gn2qs2.gif


Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış... Büyüğü Halil, küçüğü ise İbrahim... Halil, evli ve çocuklu, İbrahim ise bekârmış. Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin. Ne mahsul çıkarsa, ikiye pay ederlermiş. Bununla geçinip giderlermiş...
Bir yaz, yine harman yapmışlar buğdayı. İkiye ayırmışlar, iş kalmış taşımaya... Halil, bir teklif yapmış, "İbrahim kardeşim, ben gidip çuvalları getireyim, sen buğdayı bekle." "Peki abi" demiş İbrahim... Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... O gidince, beklerken düşünmüş İbrahim, "abim evli, çocuklu, daha çok buğday lazım onun evine" demiş ve kendi payından bir miktar atmış onunkine...
Az sonra Halil çıkagelmiş, "haydi İbrahim!.." demiş, "önce sen doldur da taşı ambara". "Peki abi!.." deyip, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola İbrahim...
O gidince, Halil düsünür bu defa, der ki:"Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim var, ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek." Böyle düşünerek, kendi payından atar onunkine birkaç kürek...
Velhasılı , biri gittiğinde öbürü, kendi payından atar diğerininkine. Bu, böyle sürüp gider... Ama birbirlerinden habersizdirler. Nihayet akşam olur, karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile... Tanrı onların bu davranışlarını çok beğenmiştir. Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki, günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler. Onlar taşıdıkça çoğalmaktadır buğdayları. Şaşarlar bu işe... Dolar taşar ambarları. İşte o gün bugün "bereket" denilince bu kardeşler akla gelir. Bu bereketin adı: "Halil İbrahim bereketi" dir...
 

Demirci Mehmet

Asistan
Katılım
26 Ağu 2007
Mesajlar
330
Tepkime puanı
2
Puanları
0
1498.gif

a46cb1aa8b924cd6a1c48845730d4314.gif
GÜNLERDEN BİR GÜN, bir taş, sızlanarak, Allah’a yakınıyor ve:
“Allahım! Sana şu kadar, şu kadar sene kullukta bulundum. Sonra da beni bir tuvaletin temeline koydun” diyordu.
Tuvaletin temeline konulduğu için şikâyetlenen taşa, Allahu Teâlâ şöyle nida etti:
“Seni kötü bir hükümdarın meclisinden uzaklaştırdığıma razı değil misin?”

10.10.2005
İsmail Örgen "Evvel Zaman Meselleri" ismli kitap
 

Sabr-el-Hayat

Profesör
Katılım
19 Eyl 2006
Mesajlar
3,776
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Ne Kadar Ihlasliyiz

NE KADAR İHLASLIYIZ

Köyün birinde pek namazında niyazında olmayan bi adam yaşarmış.köyün imamı da cemaati de bu adamdan pek hoşnut değillermiş.derken bigün bu adam ölmüş.

köyün imamı ben bu adamın cenazesini kıldırmam diye diretmiş.köy haklı da bizde zaten bu adamın ne namazını kılarız ne de gömeriz diye tutturmuşlar. durumu gören yaşlı bi kadın köyün dışındaki tepede yaşayan bi köylüye haber vermiş.o da köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi evinin yanına gömmüş.

O akşam imam ve diğer köylüler aynı rüyayı görmüşler.rüyalarında ölen kişi çok güzel bi mertebede imiş.ve keyif yapıyormuş.sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış ve hemen yola koyulup tek başına yaşayan köylünün yanına gitmişler.

Imam sormuş kardeşim hayırdır bu ne iş biz bundan hiçbişey anlamadık sence bunun sebebi nedir demiş.o köylüde;valla bilmiyorum ben sadece o köylüyü gömdüm.sonrada şöyle dua ettim.

Allahım soğuk kış gecelerine ,sıcak yaz günlerinde insanlar kapımı çaldı ve biz Allah misafiriyz dediler.ben de senin hürmetine onları en iyi şekilde.

Ağırladım.misafirleri güvenip bana gönderdiğin için elimde ne var ne yoksa onlara ikram ettim.ben sana ilk defa misafir gönderiyorum.

Sende benim güvenimi boşa çıkarma olurmu ALLAHIM.....BİZLER NE KADAR SAMİMİ OLURSAK RABBİMİZ DE BİZE KARŞI O KADAR SAMİMİ OLUR..
(alinti)

Selam ve dua ile insallah...
 

kardem

Asistan
Katılım
22 Ağu 2007
Mesajlar
490
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Bağ Bozgunu

uzum.gif
-Bizim de bağımız olsaydı !

Oyunlardan kurulu, renkli, neşeli bir dünyamız var.Yaz tatilindeyiz. Dışarısı kaynıyor. Babam ter içinde soluk soluğa geldi.Sakallarına ak düşmüş.Yüzünde derin çizgiler, kısa boylu, zayıf …Ekmeğimizi taştan çıkarıyor.

-Konuştuğumuz mesele vardı ya Cemile, bugün kabul ettiler.
-Aldın mı yani, tamam mı ?
-Bağın otunu verdiler, biçin dediler.

İçim içime sığmıyor. Hemen sokağa fırladım. "Artık bizim de bağımız var, üzüm bağımız !" Arkadaşlarıma haber verdim.Bir süre sonra çevremde toplandılar.
-Duydunuz mu babam üzüm bağı aldı.Haydi hazırlanın bizim bağa gidelim, bizim bağa !…

Onlar çoktan hazırdı.Hemen yola koyulduk.Elimizde sepetlerle güle oynaya yürüyoruz.Arada sepetleri birbirimizin kafasına vuruyoruz.Sıcak bir gün…Güneş tepemizde.Tere batmışız. Üzümleri hayâl ediyorum.Sarı, siyah kütür kütür üzümleri… Yusuf seslendi:
-Daha var mı yolumuz, yoruldum ya…
Muhittin gevrek gevrek gülüyor.Sebahattin yolda koşar gibi.İbrahim bir türküyü mırıldanıyor. Yoldan bahçelere doğru saptık.Kır bağları diye bilinir buraları.Ağaçların gölgesine yakın yürüyoruz. Bahçe duvarlarından sarkan iğde dalları, çalılar, otlar…Yüzümüze vuran tatlı serinlik… Duvar diplerindeki otlarda bir çıtırtı duyuluyor.

-İşte bizim bağ !
Sevincime diyecek yoktu.Yalnız bağa nasıl girecektik? Aldı bir düşünce bizi.Bağ, yüksek duvarla çevrili.Duvarın üstünde dikenli teller de var. Sebahattin:
-Şimdi ne yapacağız? dedi.
Birbirimize öylece bakakaldık.
-Bağın etrafını bir dolaşalım,dedim.
Yüksek duvara baka baka yürüyoruz.Bir süre sonra küçük, tahta bir kapı gördük. Ark suyunun giriş yaptığı yer.
İbrahim:
-Buradan girebiliriz herhalde, dedi.
İçeriye sürüne sürüne girdik.Asmalarda salkım salkım üzümler bizi bekliyor.Beğendiğimiz üzümlere uzanıyor ellerimiz.Bir yandan yemekteyiz üzümleri; bir yandan sepetlere doldurmaktayız. Bir neşe bir neşe...Sesimiz, kuş seslerine karışıyor.

***
Bağın aşağı tarafından bize doğru yaşlı bir kadın seğirtti.Bağıra bağıra geliyor.
-Çıkın hırsızlar, bak varırsam yanınıza !
-Burası bizim, toplamaya devam edin arkadaşlar, kim oluyormuş o ?
Öyle öfkeli ki…Kendisini kaybetmiş.Bizi bir kaşık suda boğacak sanki. Yanımıza kadar geldi.Bizler şaşkın bir haldeyiz.
-Ne yapacağız şimdi ?
Bağırmaya devam ediyor:
-Kimden izin aldınız da girdiniz ! Bak bak sepetlere de doldurmuşlar.Utanmazlar, sizde hiç mi aile terbiyesi yok ! Çabuk boşaltın şu sepetleri çabuk !
-Hemen karşılık verdim:
-Ama teyze bağ bizim, biz aldık burayı.
-Ne diyorsun, bağı mı aldınız?
-Evet, bağı aldığımızı babamdan duydum.
-Kimin oğlusun sen?
-Yakup’un…
-Haa…Aşağı sekide ot biçen…-
Evet
-Oğlum, siz bağı satın almadınız sadece otunu satın aldınız otunu!
- …
-Çabuk çıkın buradan.Bir daha da görmeyim sizi buralarda tamam mı ?

Bütün sepetleri boşalttık. O küçük kapıdan yine sürüne sürüne çıktık.Yüzüm ateşler içinde.
Yusuf söylenmeye başladı:
-Hani bu bağ sizindi, ne oldu şimdi?
Dilim tutulmuş gibiydi. Ne diyeceğimi bilemedim. İbrahim:
-Boş verin be üstüne gitmeyin, dedi.

Bağ aldık diye çok sevinmiştim. Arkadaşlarıma duyurmuş, onlara üzüm yedirmek istemiştim. Ah olmadı işte. Babamın sözlerini yanlış anlamışım.Bağ değil de otu bizimmiş.

Kimse konuşmuyor.Elde boş sepetler… Mahallemize doğru ağır ağır yürüyoruz
 

ravzaa

Üye
Katılım
16 Eki 2007
Mesajlar
81
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gaflet Uykusundaki İnsan

Üç arkadaş bir filme gittiler. Film pek câzipti. Buna rağmen bu üç arkadaştan uyku düşkünü olan birisi fazla seyretmeden derin bir uykuya daldı. Herkes filmi heyecanla takip ediyor, büyük ibret dersleri alıyordu. Ama uykucunun hiçbir şeyden haberi yoktu.


Nihayet perdeler kapandı. Artık herkes evine gitmekte acele ediyordu. Uykucunun arkadaşları da onu fark edemediler; çıkıp gitmiş olabileceğini düşünerek uzaklaştılar. Bizim uykucu hâlâ mışıl mışıl uyumakta idi. Bekçi yaklaştı zahmetle onu yerinden kaldırdı. Adam uyandı ya, hem suçlu hem güçlü. Bekçiye nasıl da çıkışıyordu! “İlle perdeyi açın, tekrar filmi gösterin; ben para verdim, buraya filmi seyretmeye geldim” diye bağırıp çağırıyordu.

Bekçi, yağız biriydi. Uykucunun kolundan tutması ile onu dışarıya fırlatması bir oldu. Arkasından da ona hayıflanıyor ve şöyle diyordu. “Seni uykucu seni! Sen para verdiysen herkes buraya bedava girmedi ya! Başkaları filmi seyrederken, sen ne diye uyuyordun. İşte insanı böyle kapı dışarı ederler. Şimdi aldın mı alacağını? Haydı, git bakayım!”

Aslında basit gibi görünen bu hikâye, beni çok düşündürür. Bu hikâyeyi okuduğum zaman dünyada her baktığı, her gördüğü şeyden ibret dersi alan ve hayâtına hakkın rızasına uygun bir düzen veren insanlarla, dünyayı gaflet ve dalâlet içinde geçiren, ancak ölüm döşeğinde, dünyadan atılırken aklı başına gelen insanları hatırlarım. Kur’ân-ı Kerim’de de dünyasını gaflet içinde geçiren kimselerin cehennemden tekrar dünyaya dönmek ve zamanlarını değerlendirmek isteyecekleri.....
 

ravzaa

Üye
Katılım
16 Eki 2007
Mesajlar
81
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Kayserin kızının Hidayeti

İbrahim Havas Hazretleri,gönül dünyamızı aydınlatan altın silsilenin önemli bir halkasıdır. Hazret,bir sene hacca gitmek niyetiyle yola çıkar. Yol boyunca kulağına "İbrahim Havas" diye gaipten
bir kadın sesi gelir ve gayri ihtiyari olarak Mekke tarafına değil de İstanbul'a doğru gider. Şehre girer ve orada kapısının önünde insanların toplandığı yüksek bir köşk görür. Daha sonra oradakilerden Rum Kayseri'nin kızının delirmiş olduğunu ve çaresi için doktorlarını topladığını öğrenir.
Aslında,Kayser'in kızı bir vesileyle Barnaba İncil'ini okumuş ve orada Efendimiz'le alakalı hakikatleri öğrenerek ihtida etmiş;papazlar ise "ruhuna şeytan girdi ve delirdi" gibi düşüncelerle onun yakılmasına karar vermişlerdir.
İbrahim Havas Hazretleri,"Ben prensesi tedavi edebilirim" diyerek onun yanına yaklaşır ve daha sonra aralarında şöyle bir konuşma geçer:
-Ey İbrahim Havas! hoş geldiniz!
-(İbrahim Havas Hazretleri,hayret dolu ifadelerle) Beni nereden tanıyorsunuz?
-Canımı,canana teslim etmek istedim ve Hak Teala'dan sevdiği bir kulunu yanıma göndermesini niyaz ettim. "Üzülme,yarın sana İbrahim Havas dostum gönderilir" buyuruldu.
-Hastalığınız nedir?
-Gerçeği buldum ve ihtida ettim. Bu sebeple halime delilik,ban da deli dediler.
-Bizim diyara gelmek ister misiniz?
-Sizin diyar neresidir?
-Mekke,Medine ve Kabe gibi mukaddes beldeler
-Sağ tarafına bak!
Sağ tarafına bakan İbrahim Havvas Hazretleri,bir düzlükte Mekke,Medine ve Beytü'l-makdisi karşısında görür. Az sonra prenses,"Vakit yaklaştı,istek ve arzu haddi aştı" deyip,kelime-i şehadet getirerek ruhunu Rahman'a teslim eder.
Kayser'in kızı,bütün debdebe ve ihtişamın yaşandığı bir saray ikliminde yetişmiştir. Onun bunları elinin tersiyle itip terk etmesi,kanatlanıp uçmasına yetmiştir.
 

medine nin gülü

Paylaşımcı
Katılım
23 Ara 2007
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Gerçekten yazdıklarınız çok güzel Allah razı olsun ama johncoffeyo7 kardeş imzanızdaki resmi değiştirirseniz çok güzel olur.Sonuçta müslüman olmayanların resmini koymak hiç hoş değil.SELAMETLE
 

medine nin gülü

Paylaşımcı
Katılım
23 Ara 2007
Mesajlar
106
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Arkadaşlar Ben Anlamiyorum Bir Yazi Okuyorum Yorum Yazinca Başka Yazilarin Yorumlarin Altina çikyor Yazdiklarim Selamlar
 
Katılım
5 Şub 2008
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
alan değil veren ellerin affedici olduğu için affedilenlerin HAK İLE DOĞAN HAK İLE YAŞAYAN HAK İLE ÖLENLERİN ve sonsuz yaşamda yeniden doğanların safına katılmayı nasip et YA RABBİ!(C.C.)
 
Katılım
5 Şub 2008
Mesajlar
7
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Yaş
44
HERKES YAHŞİ MEN YAMAN HERKES BUĞDAY BEN SAMAN:kahretsin:
 

Sabr-el-Hayat

Profesör
Katılım
19 Eyl 2006
Mesajlar
3,776
Tepkime puanı
6
Puanları
0
Sağırın Hasta Ziyareti

Sağırın Hasta Ziyareti

İyi kalpli sağır bir adam, bir gün komşusunun hasta olduğunu öğrenir. Kendi kendine şöyle düşünür:

0116jm.jpg


-Komşum hastalanmış. Onun ziyâretini yapmam, hâl ve hatırını sormam lâzım. Ama ben sağır bir adamım, o da hasta sesi çıkmaz. Zaten hastaya malûm şeyler sorulur, malûm cevaplar alınır. Ben nasılsınız diyeceğim, o iyiyim, teşekkür ederim, diyecek. . . Ne yiyorsun desem, elbet bir yemek ismi söyleyecek, ben de âfiyet olsun derim. Doktorlardan kim geliyor, diye sorarsam, bir doktor adı verecek. . . Ben de iyi doktordur derim, olur biter, diye düşünür. Hastayı ziyârete gider, başucuna oturur:

-Nasılsınız? diye hâl hatır sorar. Hasta inleyerek:

-Ölüyorum! diye cevap verince sağır adam:

-Oh oh, çok memnun oldum, diye karşılık verir. Hasta:

-Bu ne demek, adam ölümüme memnun oluyor diye kızar.

Sağır tekrar sorar:

-Ne yiyorsunuz?

Hasta kızgınlıkla:

-Zehir!. der. Sağır onun bir yemek ismi söylediğini sanarak:

-Âfiyet olsun! diye karşılık verir. Hasta büsbütün çileden çıkmıştır. Sağır adam sormaya devam eder:

-Tedâvi için doktorlardan kim geliyor?

Hasta:

-Hadi be defol!. . Azrail geliyor, diye cevap verir. Sağır:

-Çok bilgin, tecrübeli bir doktor. İnşallah yakında çâresini bulur, deyince hasta dayanamaz:

-Kahrol!. . diye bağırır, sağır ise komşuluk görevini yerine getirdiği için çok memnun ayrılır.

Hz. Mevlânâ şu hatırlatmayı yapar:

“Sağırın yaptığı kıyas yüzünden on yıllık dostu ve hâl-hatır sorması hiç olup gitti. Senin duygu kulağın sağırsa, gönül kulağın açık olmalı. Gönül kulağı, her şeyi duyar, işitir.” (C. 1, Beyit: 3360 vd. )


AÇIKLAMA:

Hikâyenin gerek bizzat Hz. Mevlânâ tarafından, gerekse şârihler tarafından çeşitli yorumları yapılmıştır. Bunlardan birine göre, sağırın hasta ziyâretinde bulunması, hâlisane duygular ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için değildi. Ayıp olmasın diye gitmişti ziyârete. O düşünce ile gittiği için, hem sevâbını bulamadı, hem de ziyâreti hastanın canını sıktı ve komşusuyla arası açıldı. İşte, sâdece görünüş ve gösteriş için yapılan işlerin sonu böyle olur.

Mevlânâ şöyle devam eder: İşitme özürlü ziyâretçi hizmet ettim, komşuluk görevimi yerine getirdim diye memnunluk duyuyordu. Oysa hastanın kalbinde bir ateş tutuşturmuş, o ateş kendisini de yakmıştı.

Halka görünmek düşüncesiyle ibâdet edenlerin ve sevap kazandım sananların durumu da böyledir. O hareketler karşılığında sevap değil cezâ göreceklerdir. Öyle diyor Mevlânâ: Ey mürâîler, gösteriş için iş yapanlar! Tutuşturduğunuz ateşten sakınınız. Siz onu günahlarınızla çoğalttınız, günahınız yüzünden onu alevlendirdiniz.

Gerçekten cennet de cehennem de bu dünya hayatında kazanılır. Dünya âhıretin tarlasıdır. Ne ekersek onu biçeceğiz. Âhirette azap görecek kişi, ateşini buradan götürecek demektir. Dünyâdaki iyiliklerimiz cennetteki nîmet şeklinde, kötülüklerimiz de azap şeklinde karşımıza çıkacaktır. Kötülükleri ve inançsızhğı olmayanın cehenneme girmesi söz konusu değildir.

Nasreddin Hoca’nın bir âhıret fıkrasından söz edilir. Hoca birine: Ölüm nasıl oluyor? diye sorar. O da: İnsanın eli ayağı donar, buz gibi olur der. Hoca bir kış günü kırdan gelirken fazlaca üşür, eli ayağı donarcasına uyuşur. Galiba ben öldüm diyerek yol kenarındaki kabristana girer ve yeni kazılmış bir mezara uzanır, karanlık bastırır, derken bir takım çıngırak sesleri işitir. Ne oluyor? diye doğrulup bakmak ister. Meğer o sırada yoldan fincan yüklü katırlardan oluşan bir kervan geçiyormuş. Gecenin ıssızlığında, hoca aniden doğruluverince onu gören katırlar ürkerek birbirine girerler. Bu kargaşa sırasında çok sayıda fincan kırılır. Katırcılar hocayı tutar ve epeyce hırpalayıp döverler. Zavallı hoca düşe kalka şehre gelir. Rastlayanlar, böyle perişan bir şekilde nereden geldiğini sorarlar. Âhiretten geldiğini söyler.”Orada ne var ne yok?” diye sorarlar. Hoca: “Fincancı katırlarını ürkütmezsen bir şey yok!” cevabını verir.

Bu cevap pek ârifânedir. Dünyâda iken fincancı katırlarını ürkütmeyenler ve fincanların kırılmasına sebep olmayanlar, yâni Allah’ın ve kulların haklarını çiğnemeyenler, öbür tarafta ne azâba uğrarlar ne de cezâya. Ziyâretine gidilen öfkeli hastanın yanlış tavrı dolayısıyla da Hz. Mevlânâ bâzı öğütler verir. Zor durumlarda bağırıp çağırmamayı ve öfkeyi yenmeyi tavsiye eder. Kur’an-ı Kerim’de olgun kimseler için:

“Öfkelerini yenerler, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever” (Âl-i İmran 3/134) buyrulduğunu hatırlatır. Bu vesîleyle şu güzel davranış da örnek olarak zikredilir:

Bir gün Hz. Hüseyin’in evinde misâfirler vardır, sofrada yemek yenmektedir. Bu sırada hizmetlerini gören kölesi yemek getirirken, elindeki tabak kayar ve içindeki sıcak yemek Hz. Hüseyin’in üstüne dökülür. Hem üstü başı kirlenir, hem de bâzı yerleri hafifçe yanar. Hz. Hüseyin, beceriksizliği sebebiyle hizmetçiye kızar ve yüzüne öfkeyle bakar. Zeki ve bilgili köle, hemen boynunu bükerek, yukarıda geçen âyetin ilk bölümünü okur:

-Ve’l-kâzımîne’l-gayza, (öfkelerini yenenler. . . ) der. Hz. Hüseyin:

-Öfkemi yendim, der. Hizmetçi âyetin devamını okur:

-Ve’l-âfîne aninnâs, (İnsanları affedenler) der. Hz. Hüseyin:

-Seni affettim, der. Hizmetçi devam eder:

-Vallahü yuhıbbü’l-muhsinîn, (Allah iyilik edenleri sever). Hz. Hüseyin tebessüm eder ve:

-Ey köle seni âzâd ettim, serbestsin! müjdesini verir, böylece bilgisi ve edebi sayesinde hürriyetine kavuşmuş olur.

Prof. Dr. Mehmet Demirci
 

güneş

Üye
Katılım
27 Şub 2008
Mesajlar
6
Tepkime puanı
0
Puanları
0
şeytan Görevini Birakti Mi ?

Şeytan eşitir,vesvese ve kibir...Onu anlatmaya yeltenen herkes mutlaka bunlarla başlar söze...Şeytanı anlatmadan once,kibrini çok iyi ifade eden bir öyküsüyle başlamak istedim...

Şeytan şaşırtmak istediği bir delikanlıyla arkadaş olmuş.Onun en ilgin özelliklerinden biri de çeşitli kılıklara girebilmesi...

Delıkanlı sert bır kaya çıkmış ,şeytana gore.Ne yaptıysa a aklını çelememiş ve sonunda delıkanlıyı şaşırtan açıklamalarda bulunmuş .

- biliyormusun delikanlı ,ben bir şeytanım .görevim seni şaşırttmaktı.Üzüldüm doğrusu,bu defa sen başardın,uymadın bana...sağlam bir imana sahıp olmalısın,doğrusu şaşırttın beni...

Delıkanlı şeytana bakıp sormuş:
-madem sen şeytansın, neden beni pavyona,meyhaneye ,kumarhaneye,çılgınlıkların yaşandığı yere goturmuyorsun da,ibadetimi engelemek için çabalıyorsun?
-biliyorum ki senin gibi maneviyata düşkün olanlar ''hadi'' diyince gitmezler.
Onun için de bazı yontemler vardır şeytanların.''Bu çagda '' diye başlarız.Çağdaşlık ,aydın olabilme kavramları en hassas damarlarıdır insanların.
-Bu çağda insan görmediği,hayali güçlere inanır mı?Ömrünü neden boş yere harcamaktasın,elindeki hayatın kıymetını bil,yarın toprak olup gitmiyecekmisin?
Bu sorular ve kalbe vesvese verebılecek sayısız hikayelerle girer şeytan insanın düşüncelerine ve çoğunlukla başarırlarda bunu...
 
Üst