Ali Taşçı - Aydının ölüm yolculuğu

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Sana “sarışın bomba” derlerdi. Meryem yüzlü değildin, ama şeytanın tüm albenisi üzerindeydi.
Sana bakan gözler alevlenir, sen de bundan ölesiye zevk alırdın. Sanki yeryüzünde bir sen vardın, bir de sana hayran kitle. Elini sallasan milyonlar zıplıyordu. İlahlığa kalkışmasaydın da ne yapsaydın!
Artık ne sekizler çizen yürüyüşün, ne gözlerle yenen vücudun var. Aynalara baktıkça, hayalle gerçeği ayıramıyorsun. Şimdi yaşlılık cehenneminin tam ortasındasın. Sana alkış tutan eller, seni çoktan unutmuş. Gençliğindeki alkışlar yalnızlık tünelinin yarasaları olup çıkmışlar. Ne o, feminist de olmuşsun! Oysa gençliğinde tüm feministlere karşıydın. “Hiç güzel kadın feminist olabilir mi?” diyordun.
Beğenenlerin oldu, ama imrenenlerin olmadı. Hayalleri dalgalandırdın, nefisleri hoplattın; anaforunda nice gençleri boğdun; sana kurbanlar gerektiğini savundun.
Hayranların çoğaldıkça yalnızlığın arttı; bunu kimselerle de paylaşamadın; çünkü sen bir ilaheydin.
Karşı cinslerinden insan değil, kısrak muamelesi gördün; insan olduğunu ispat edemeden kamburun kavisler çizmeye başladı. Gerçekle yüzleşmekten hep korktun, fakat biliyor musun, gerçek şimdi sen oldun.
Şöhretin uçsuz ve dipsiz denizinde hep kulaç attın ve çok yoruldun. Sana dişi diye yaklaşanlar seninle bir türlü ruh akrabalığı kuramadıklarından hayatta hiç dostun olmadı; çünkü dostluk, ruhların meyvesidir, sen böyle bir bahçe kuramadın. Mutluluk, ruh akrabalığı kurabilenlerin iç dünyalarında filizlenen Tuba ağacının adıdır; sen bunu büyütemedin.
Alkışları konuşturdun, yürekleri, ruhları konuşturamadın. Seni “anne” diyerek yarına bağlayacak sese hep özlem duydun, lakin bir türlü annelik erdemini kuşanamadın. Şehvetini kaynatarak nicelerine sarıldın da, yavrum diyerek ve yüreğini kaynatarak evladına sarılamadın. Biliyor musun, dünyanın kadını oldun da bir türlü yuvanın kadını olamadın.
İç sesini hep boğdun, onu dinlemedin. Oysa mutluluk ve huzur, iç sese beste yapabilenlere sunulan bir dünyevi armağandı, bunu hiç bilemedin.
Rolünün kadını olarak yaşadın, asıl hayatını yaşayamadın. Şimdi gözyaşların bile kurudu, geçmişine ağlayabilmekten de mahrumsun. Erkeklerin gözünde asaletli bir kadın olarak değil, yatak olarak düşünüldün. Sevilmeyi değil, beğenilmeyi tercih ettin. Utanmaya yetkili olmadığına inandırılarak yaşadın. Alnının ortasındaki ar damarın bunun için sürekli kanıyordu, sen onu makyaj malzemesi olarak kullandın.
Aile hayatını hep küçümsedin. Bir anne ile çocuk yan yana yürüse, senin içinde volkanlar kaynar; bunun için sokağa da çıkamıyorsun. Yuvanın dişi kuşu olamadın.
Elden ele dolaştın, bir gönüle yar olamadın. Hayatının erkeğine “sana sakladım” diyebileceğin hiçbir organın olamadı. Vücudunun ölçülerini herkes senden daha iyi biliyordu. Dünyada sırrı kalmayan insanın kıyameti kopmuş demektir.
Vücudunun sonbaharına, kışına geldin, üşüyorsun. Baharında sana şemsiye tutmak için yarışanlar, şimdi sana bakarken iğreniyorlar, senden kaçıyorlar! Yatırımını vücuduna yapanlar hep böyle oldular da ruhuna yapanlar yüceldiler, el üstünde tutuldular.
Bir kadındın, bir dünyadan daha değerli idin; ne var ki, çok ucuza harcadın hayatını. Sıkılmış bir limon gibi hiçbir çorbaya tat veremiyorsun.
Mezar taşına “Vücut ölçüleriyle uğraşmaktan kalbine vakit ayıramadı.” yazısının yazılmasını vasiyet et de bari senden sonrakilere bir faydan olsun. Belki bir okuyan olur, bir ibret alan olur.
Ey dünün “dünya güzeli” bugünün zavallısı! Henüz vakit tam geçmedi, ellerini kaldır da Allah’a dua et, pişmanlık duygularını O’na ilet. Dün elbiselerinden soyunmuştun, bugün varlığından soyun da secdeye kapan. Umulur ki, af kapısından seni de çağırırlar!
D. Ali TAŞÇI ([email protected])
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Eğitimde müfredat; ama nasıl?

Türk eğitim sisteminin büyük sorunları vardır.
Elbette eğitim sorunsuz olmaz; fakat sorunlara zamanında ve bilinçli bir şekilde el atılamazsa, heba olup giden kavun-karpuz değil, nesillerdir.
Eğitim ciddi bir iştir. Belki de hayatın en ciddi işidir. O nedenle onun üzerinde düşünmek ve yeni yeni çözümler üretmek durumundayız; çünkü ülkelerin ve insanlığın geleceği ona bağlıdır.
Eğitim, sadece devletin resmi politikalarıyla da olacak bir şey değildir. Çağımızda artık ülkelerin, yalnızca kendi sorunları da değildir; bütün dünyayı ve insanlığı ilgilendirmektedir.
Öyleyse hepimiz bu sorunu derinden düşünmek durumundayız. Eğitimin temelinde “insan” vardır. İnsanı tanımayan, onun duygularını bilmeyen; insanî boyutun hiçbirinden haberi olmayan anlayışlar eğitimi yönlendirirse, dünya kaosa sürüklenebilir.
Uzun tecrübelerimle bir şeye tanıklığım vardır: Sınıfta ilgisi dağılan, hatta sınıftan kopan çocuklara, hangi kültürden ve inanıştan gelirse gelsin, onların özlerini hatırlatan, metafiziksel ürpertiler taşıyan cümleler, sözler söylendiğinde, kaval sesini duyan koyunlar gibi, suyun başına doğru yol almaya başlıyorlar. Zorla kitap okutamadığımız çocuklar, masaların altında gizli gizli “Harry Potter” ve benzeri kitaplar okuyorlarsa, bunun nedenlerini bilmemiz gerekmez mi?
Bir eğitim sistemi çocuğun ruhuna hitap etmiyorsa, orda çocuk masala yönelir; bu bir kaçıştır ve fakat kaçarken de masala sığınmaktır. Metafiziksel ürpertinin olmadığı yerde, masalın muhayyilesi kuşatıcı rol alır. Demek ki çocuklarımıza gerçek mânada metafiziksel ürperti verilememişse, onların sığınacak olduğu yer, masallardır. İnternet ortamını da masal gibi düşünebiliriz; çünkü orada da hayaller kanatlanıyor, kendi yalnızlığımız içerisinde gerçek dünyadan uzaklaşıyoruz.
Bütün bunların yanında asıl çocuklarımıza verecek olduğumuz en önemli, hatta hayati davranış biçimi özgüvendir. Cumhurbaşkanımız, Antalya’da düzenlenen 19. Eğitim Şurası’ndaki konuşmasında şu can alıcı konuyu gündeme getirdi:
“ Biz, “biz” olduğumuz zaman, göreceksiniz, takip etmekten taklit etmekten çıkacak, öncü, lider, takip edilen bir ülke olacağız. Bu ülkenin cumhurbaşkanı olarak en büyük arzum, inanın bu milletin evlatlarının özgüvenli olmasıdır.”
Bir de Dr. Rıza Nur’un hatıralarına bakalım: (İttihad Terakki’nin at koşturduğu, örgütlendiği ve Osmanlı’nın mezarının hazırlandığı Askeri Tıbbiye’de neler oluyor?)
“ Talebelerden kimi “mektebin üstüne İngiliz bayrağı çekelim.” böyle türlü şeyler diyor, bağırıyorlardı. Zihniyetimiz ne yanlıştı. Ne cahildik. İngiliz hürriyet hamisi (koruyucusu), zalimleri kahreder, milletlere hürriyet verir zannederdik. İngiliz bayrağı çekersek, İngiliz gelip Abdülhamid’i indirir, Türklere hürriyet verir, fikrinde idik. Bu zan bizde değil, bütün millette, hattâ bütün dünyada vardır. Harbi umumi ile bu fikir bitti.” (Dr. Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, 1. Cilt, s. 111)
Bir de günümüzde “bilgi kirlenmesi” var desek abartmış olmayız. Çocuklarımız bizden daha çok şey biliyorlar. Özellikle teknolojik dünyayı onlar daha yakından izliyor. “Yavrum şu telefonu, şu bilgisayarı bir hallet!” diyen ebeveyn ve öğretmenler az değildir. Bu durumda çocuklarımızın bilgiyi kullanma becerilerini geliştirmek zorundayız. Bunun için de onların fıtratlarına eğilmeliyiz. Fıtrat denilince, bunun irfani boyutu ele alınmamışsa, fıtratı bozmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İrfan, undan, yağdan, şeker, tuz vs.den dengeli bir karışımla baklava yapmaktır. Bunu da iyi bir aşçı yapar, yani öğretmen.
Öğretmenlerimizin gündeminde “fıtrat” diye bir kavram yoksa, onların önüne böyle bir kavram konulmamışsa, kimi, nerede, niçin eğitmiş olacağız veya bütün bunların adına eğitim demek doğru olur mu? Adana’da çay yetiştirirsiniz!..
Bugün bir market kültürü ile karşı karşıyayız: Üreten değil, tüketen. Bunu da “çoktan seçmeli test”ler körüklemektedir. Test üretici bilgi olmadığından eğitim değildir. Test, çocuğu tüketen -adeta- bir mikrop gibidir. Neden?
Siz şimdiye kadar, yıllar önce gördüğü testlere bakıp duygulanan bir çocuk gördünüz mü? Ama uzun seneler sonra, yazmış olduğu bir günlüğe bakıp içi sızlayan veya öğretmeninin anlattığı bir olayı muhayyilesinde unutamayan insanlar çoktur. Çünkü testin duygusal (bilimsel de) bir yönü yoktur. Eğitimde duygu yoksa, orada zihniyet oluşmaz. Zihniyetin oluşmadığı yerde de eğitim gerçekleşmiş olmaz; eğitimin gerçekleşmediği diyarlarda da medeniyet kurulmaz.
Sadece zihni oluşturan (o da tartışılır), teknolojik gelişmeleri öne çıkarıp, zihniyeti oluşturacak olan sosyal bilimleri göz ardı ederseniz, ya da kendi medeniyet kodlarınız doğrultusunda değil de, bunun tam tersi, yalan-dolanla bir sosyal bilim oluşturursanız, bir gün bumerang gibi geri döner ve alnınızın tam ortasına çarpar! Köksüz çocuklar yetiştirirsiniz; en hafif bir rüzgârla göçüp giderler. Taklitçi, özgüvenden yoksun nesiller yığın olmaktan kurtulamazlar. Yığın; yani maruz kalan; etkileyen değil, etkilenen.
Bir araştırmada okumuştum; lise müfredatını kapsayan tüm kitaplar, yedi yüz elli kelimeyle yazılmış! Bu bir faciadır! Yedi yüz elli kelimeyle gençlik eğitilmez! Sanki üniversitelerimiz bundan farklı mıdır?
Köklü ve yeni bir müfredata ihtiyacımız vardır; fakat benim söylemek istediğim, bu müfredatın içini neyle dolduracağınızdır? Yine “klasikler”dir diye bu milletin manevi değerlerine saldıran (mesela imam tiplemeleri) eserler (romanlar, hikâyeler, şiirler) metin olarak okutulacaksa, sonuç değişmeyecektir.
Sefiller’deki “papaz” tiplemesi birçok Türk gencini Hıristiyan yapmış. “Batı klasikleri”dir diye hararetle okuttuğumuz kitaplar yerine; Mevlânalarımıza, Gazalilerimize, Yunuslarımıza, Sadilerimize... derinlemesine yer verilmeyecekse, ne değişecek? Amerika’da Mesnevi en çok satan kitaptır diye övünürken, Allah aşkına söyler misiniz, hangi okulumuzda Mesnevi okutuluyor, tanıtılıyor? Görünen odur ki, önümüzdeki zamanlar, metafiziksel açılımı olan eserlerin öne çıktığı zamanlar olacaktır, dünyada. Ülke olarak şimdiden buna hazırlıklı olmak zorundayız.
Market kültürüne devam edelim, tüketelim! Üç beş kelimeye ve argoya teslim olan kolaycı, bedavacı bir gençlik var elimizde! Hepimize, ama hepimize büyük görevler düşmektedir.
Türkiye’nin her sahada yaptığı değişim ve gelişimi, mutlaka Milli Eğitim’de de yapması kaçınılmazdır. Aksi takdirde yapılan her yenilik, sonunda enkaza dönüşür; çünkü eğitilmemiş insanların elindeki teknoloji en korkunç silahtır ve öldürücüdür.
19. Eğitim Şurası’nın hayırlara vesile olmasını diliyorum.
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Eğitim dediniz de bizim de aklımıza bazı şeyler geldi… Çocuklarımıza maalesef doğru ve faydalı bilgileri öğretmemekte adeta direniyoruz. Bir defa ilköğretimden itibaren müfredata SAĞLIK BİLGİSİ adı altında dersler konulmalı ve öğrencilere yemek nasıl yenilirden tutun da ilk yardım nasıl yapılıra ve obeziteye bağlı olarak hayat bulan hipertansiyon ve diyabet hasatalıklarına yakalanmamanın incelik ve tedbirleri acilen öğretilmelidir… Adam Prof.Dr. , Doçent veya doktor olmuş, Yüksek Lisanslar yapmış gel gör ki yemek yemesini bilmiyor ve obez ! Böyle bir insan kendisine faydası olmamış ki, başkalrına nasıl nafi olsun ? Biz Türk Milleti olarak her türlü hastalığa yakalandıktan sonra tedbirlere ve çarelere başvurmamız doğrusu çok tuhaf ve şaşırtıcı bir özelliğimiz olarak karşımızda duruyor. TBMM’de demir atan beyler ! Sesimizi duyma zahmetine katlanır mısınız ?
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
İnleyen direk de olamadık!

Köşe yazılarımı yazmak için masa başına gelene kadar, "Evet, bugün de şu şu konuları yazarak, biraz da güncel olana değineyim" diye sandalyeye otururum.
Ne var ki, kalemi elime aldığım zaman sanki bir güç, "Geçici olana değil, ebedi olana talip ol! Dedim-dedi ile insanları oyalama! Yazmakla büyük bir vebalin altına girdiğinin farkında mısın?" der gibi beni dürter de, gönül bağlarına doğru yolumu değiştiririm. Aslında bu şekilde güncel olanı da yazmış olurum.
Aile ortamımıza, çevremize, dünyaya bir bakalım: Mabette, okulda, ailede, sokakta, işyerinde insanlar neleri konuşuyorlar? Hep birbirimize kendi hikâyelerimizi anlatmıyor muyuz? Başkalarının hikâyelerini dinleyerek, bize sınırlandırılmış olarak verilen hayatımızı tüketmiyor muyuz? Nefs tanrısı her gün, TV denilen modern çağın peygamberi aracılığıyla bütün insanlığa şeytani hikâyeler sunmuyor mu? Hayatımız, adeta sanal hikâye ortamında can çekişiyor da, bunun farkında olanlar ne kadar az ve azınlıkta, değil mi?
Bir ömrü, üç-beş yüz kelimelik, öze varmayan, dünyevi hikâyelerle tüketmek akıl kârı mıdır, sevgili dostlar? Dünyaya hikmeti tanımak için gelen bizler, bunca az kelimeyle hangi hikmeti devşirebiliriz ki? Sevgimizin, dostluğumuzun, vefamızın; kısaca insanlığımızın derinliğinin bulunmaması bundan olsa gerek. Somut bir dünyada boğulup gidiyoruz. Din bir soyutlamadır, semboller dünyasına girmek ve onu anlamaktır. Neyle, nasıl? Birbirimizin şehvete sarılı hikâyelerini dinleyerek mi?
Nefs-i Emmare İmparatorluğu'nun bir vatandaşı isek eğer dünyada, bütün hikâyelerimiz "ağız-mide ve tenasül uzvu" üzerine olacaktır, çünkü okuduğumuz ve dinlediğimiz kitap, gönül kitabı değil, şehvet kitabıdır ve yüzü dünyaya dönüktür. Dünya ise, "Bir oyun ve eğlenceden ibarettir."
Bir de kalbinden ruh dünyasına doğru yol alan insanların sözlerine bakınız: Aklın örsünden ve gönül ateşinden geçen kelimelerle sizlere neler anlatıyorlar? Onların sözlerinde sürekli "an"lar içinde sonsuzluk ışıkları ve muştuları vardır. Onlar hikâye anlatmıyor, bizi sonsuz yaşamda var olacak olana çağırıyorlar. Gönüllerinde ateşle denenmiş kelimeler, ağızlarından ipek gibi, nur gibi parlıyor. Aşkın kelâmı ile şehvetin kelâmını tanımayan insan ne kadar zavallıdır.
Bir çocuğa sordum: "En çok istediğin oyuncağı, sonunda alabildin mi?", "Evet" dedi. Ekledim. "Peki, kaç gün sonra ondan bıktın ve yeni oyuncak aramaya koyuldun?" Gülümseyerek yüzüme baktı ve: "On-on beş gün sonra" dedi. Dünyada çok arzulayarak elde etmeye çalıştığımız ve sonunda ondan bıkmadığımız ne var söyler misiniz? Aslında hepimiz, Bâki olan Allah'ı arıyoruz da, haberimiz yok. Şeytani hikâyeler o kadar kuşattı ki ruhumuzu, beden hapishanesi içerisinde sürekli volta atıp duruyoruz.
Güzel bir şey gördüğün zaman, ona ayna mı olmak istersin, yoksa bakışların bir ok mu kesilir onu delmek için? Yeryüzünde kanla besleneceğine, aşk şarabına kadeh olsana!
Yetimlerin, mazlumların üzerine karanlıklar yağdıracağına, Kadir Gecesi kesil de ruhlara sıcak bir yuva ol.
Yeryüzünde Hakk'a doğru yol alıp hayatlarını kıssalaştıranlara kilit olacağına, sonsuzluk diyarının anahtarı olsana!
Hannane direği inlemişti; Peygamber ayağını üzerine basmadı diye; bir direk kadar da mı olamadın; inlesene, ağlasana, yansana!
Ağzımızdan çıkanlara dikkat etmedik. Söz ipliklerimizle nice ağlar ördük ki, şimdi orada kardeşlerimiz can çekişiyor. Kimisi Irak'tır bu kurbanlardan, kimisi Suriye; Balkanlar, Kafkaslar ne fark eder?
Meryem gibi susmasını bilseydik, İsa nefesli evlatlarımız olurdu. Devleti kuran insan değil midir, düşünsene?
Şu dünyada sevgiden başka bir elbise giyenlerin hikâyeleri hep kanlı bitmiştir. Kimin yüzü gülümsüyorsa, o, gönlünde sevgi sultanına taht kurmuştur.
Nice güzel insanlar vardır ki, dünyada çirkinliği görmeden, tatmadan hayatı terketmişlerdir. Bu güzellik, içlerinde çirkinlik barındırmadıklarından onlara armağan edilmiştir.
Anlattıklarım aslında benim serüvenim; ne var ki sen de benden farklı değilsin ki!
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Aydının ölüm yolculuğu

Ünlü romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu, "Yaban" adlı romanında, kahramanına şu serzenişte bulunur:
"Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin. Onu behimiyetin (hayvanlığın), cehlin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabanî ot gibi bitti. Şimdi elinde orak, batıya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçesin?"
Galiba bu coğrafyanın en büyük problemi, uzun zamandır aydın üretemiyor olmasıdır. Aydın, yeniden anlayış üretmekten çok, bir toplumun ortak anlayışını bulur, geliştirir ve halkın önüne kor. Toplumun tabiî gelişiminin sağlıklı bir yol izlemesinde katkıda bulunur. Halkın bütün değerlerini eline alır, onları ayıklar ve fakat toplumdaki hiçbir birimi de karşısına almadan onlara kılavuzluk eder. Yıkmaktan çok, dönüştürücü ve yapıcıdır. Bir aydının ağzından "kahrolsun!" kelimesi dökülmez. O, bütün toplumun nabzıdır; toplumun bir grubunun kahrolması demek, aynı zamanda kendisinin de yok olması demektir. Kim, "Bu millet battı diyorsa onun kendisi batmıştır." Aydnlarla, onların yaşadıkları cemiyetteki insanlar arasında ortak payda bulunmuyorsa, o cemiyetin artık kendi içinde bir çatışmaya girmesi kaçınılmazdır.
Katolikliği, nasıl ki papalık ortak paydası ayakta tutuyorsa, Türk halkını da ayakta tutan ve bundan sonra da tutacak olan tek şey, İslâm'ın sonsuzluk duygusu, insanlara verdiği varlık bilincidir. Türk milleti her şeyini kaybetse bile, başta İstanbul olmak üzere bütün Anadolu'daki mezarlıklar, onu yüzyıllarca ayakta tutmak için yeter. Bu mezarlıklara dikkatlice bakınız: “Başları ucundaki hece taşları”nda hiçbirinin ırkı, rütbesi, makamı yoktur; yalnızca bir "Fatiha" vardır ki, o da yaşadığı hayatın son bir özeti olarak karşımıza gelmektedir.
Mademki hepimiz sonunda Fatiha'ya muhtacız, bu demektir ki, hayatımızın özünde de bu yatmaktadır. Bizim ortak paydamız Fatiha'dır; yani İslâm'dır.
Papa, Patrik, Dalay Lama vs. kendi halklarına, bağlılarına bir gelecek, bir öte dünya vaad ediyor. Ölümün ötesinden söz ediyor ve insanları hayatın tek gerçeği olan ölüm karşısında yumuşatıyorlar. Hitap ettikleri toplumlardaki aydınlar, bunların bu öğretilerine (bazıları) karşı çıksalar bile, halkları ile alay etmiyorlar, onları küçük görmüyorlar, onurlarını kırıcı söz ve davranışlardan uzak duruyorlar.
Aydın tanrı değildir; fakat bir yerde aydın tanrılığa kalkışmışsa, işte orda hayatın kalbinin bütün damarları tıkanmıştır.
"O yok, bu yok, şu yasak, bu ayıp"sa ve de çizilen yol "sonsuzluk yolu" değilse, bir insan da öldükten sonra dirilmeye ve mutlak mânâda Allah'a ve O'nun gönderdiklerine inanıyorsa ve ona dayatılan hayatta bunlar yoksa!.. Söyler misiniz, Allah aşkına, bu insan nasıl mutlu olacak, hayata nasıl tutunacaktır? Yoksa "hayatı dizayn edenler" kendi egemenliklerini kurduktan sonra, "gerisinin canı cehenneme!" mi demek isterler?
Bana sunulan hayat, beni kabir kapısına kadar getirip orda bırakıyorsa, "Ben bu hayata hayat mı derim?" Nerde benim öte dünyam, cennet-cehennem algım, inancım? Nerde benim Rabbimle misakını yaptığım hayatımın öte uzantısı ve hakikat olanı?.. Ben kalpsiz yaşayamam ki. Ben, bir mü'min olarak Rabbimi kalbimde taşıyorum. Ben camiye girerken bu kalple gireceğim, evime girerken bu kalple gireceğim, ama hayatın diğer boyutlarına açılırken bu kalbimi vestiyere asacağım! Pek bilmem, ama psikolojide buna "kişilik bölünmesi"mi diyorlar? Kalbim, şapka mıdır ki, bir yere girerken onu vestiyere asıp gireyim? Yoksa toplumu "dizayn" etmek isteyenler, kendi halklarının psikolojik rahatsızlıklarından "ince bir zevk" mi alıyorlar? Bu "ince zevk"in psikiyatride bir anlamı var mıdır? Bugüne kadar yapılanlar bu gibi davranışlar olduğu için, birey kendi içindeki çatışmayla birlikte toplumsal çatışma da kaçınılmaz olmuştu; çünkü insan ölür, zorla inancından dönmez.
Türk aydınında bir ölüm yorgunluğu vardır, kanaatindeyim. O, hayatın tek gerçeği olan ölümü kabullenmekte zorlanıyor. Ölüme direkt meydan okuyamadığı için, ölüm sonrası hayata inananlardan adeta, ölüme karşı duyduğu "nefret"in intikamını alır gibidir. Bu nedenle ruhunun sesini daima boğmuştur. Çekirdeği toprağa düşürmeyip, onu altın kapta saklayana ne demeli? Topraktır çekirdeği ağaca dönüştüren. Ruh çekirdeğini, beden toprağına düşüremeyen insan, "tûba" ağacını nasıl yeşertsin!
 
Üst