Ali Haydar Haksal: Kadının edilgenliği aşkta neye dönüşür?

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Yedi İklim dergisinin kurucusu olan ünlü edebiyatçı ve fikir adamı Ali Haydar Haksal, çobanlıktan yazarlığa uzanan öyküsünü ünlü edebiyatçı Nurettin Durman'a anlattı. İşte ünlü yazarın ilginç öyküsü:

Nurettin Durman'ın röportajı

Ali Haydar Haksal ile sürükleyici bir hikâye tadında söyleştik. Bu aralar çok yoğun olmasına karşın bizi kırmadı ve sorularımızı içtenlikli bir şekilde cevapladı. Bu söyleyişi yaparken de zaten aklımızda olan bir olguyu sağlamış olduk diyebiliriz. O da edebiyat tarihimiz açısından da ilerde bir belge olsun diye de düşündüğümüz değerli şahsiyetlerimizin hayata başlarkenki çabalarını duygu ve düşüncelerini yazıya dökerek geleceğe bırakmak. Öykü ve roman yazan Haksal özellikle çıkardığı Yedi İklim dergisiyle anılan değerli bir yazarımızdır. Çabasını elbet takdirle karşılıyoruz. Yaptıklarını elbet görmezlikten gelemeyiz. Bizi kırmadığı için, sorularımıza cevap verdiği için teşekkür ediyor sağlık ve afiyet diliyoruz.
Hayata geç başlamış biriyim. Köy hayatından kent ve orta öğrenimine on yedi yaşımda başladım. Valilikten alınan özel bir izinle Elâzığ İmam Hatip Okulu'na kaydım yapılabildi. Yıl 1968. Okulumuzda çok güzel bir kütüphane vardı. Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayımladığı klasikler ve daha birçok eser kütüphanede bulunuyordu. Kütüphanemiz çok ferahtı. Yatılıydım. Kütüphane ile yatakhanemiz ve hatta bir ara sınıfımız aynı binadaydı. Küçüklüğümden beri, babamın etkisiyle okumayı çok seviyordum.
İlkokuldan sonra ara vermem, okumaya olan özlemimi, azmimi arttırdı. Okulumuzda şiir okuma, yazma, öykü yazma yarışmaları düzenlenirdi. Daha birinci sınıfta iken, aynı yatakhanede aynı ranzanın alt ve üst katlarında yattığımız Mustafa Demir ağabey vardı. Şiir yarışmasına katılmıştı. Şiir defterini aldım okudum. Ondan sonra şiir yazmaya başladım.
Okulumuzda bugün de isimlerini saygıyla andığım Türkçe hocalarımız vardı. Adına Janvaljan dedikleri Kemal Bey iyi bir kitapseverdi. O, kendi üstüne başına hiç özenmez, omuzları kepek dolan, Türkçe'ye çok özen gösteren, tok sesli kumral biriydi. Bir gün derste bir öykü okuttu, okuyan da bendim, seri okurdum. Sınıfa döndü: "Siz olsanız bu öykünün kahramanını ne yapardınız? Hikâyeyi nasıl bitirirdiniz?" Neredeyse sınıfın tamamı: "Öyküyü mutlu sonla bitirirdik" dediler. Bana döndü: "Sen ne yapardın?" "Kahramanı öldürürdüm" dedim güldü, dişleri parladı. "Neden?" "O zaman eser daha etkili olur, insan üzerinde etki bırakır" dedim. Tabiî trajedi nedir, dram nedir bilmem. O hocamız, Cumhuriyet caddesinde bulunan kitapçıların vitrinlerinin önünde dakikalarca durur kitaplara bakardı. Belleğimi zorluyorum Cumhuriyet caddesinde beş, İstasyon caddesinde iki, İzzet Paşa Camii altında bir büyük kitapevi vardı. Aralarda da küçük küçük yerler bulunurdu. Bunlar sadece kitap satardı. Bugün çok büyüyen, nüfusu katlanan şehirde sanırım çok az sayıda kitapevi var.

Türkçe öğretmenim Kemal Bey telaşlı biriydi.
Bir diğer Türkçe öğretmenim Kemal Dündar'dı. Türkçe derslerinde başarılıydım. Türkçe hocalarım bu yüzden beni severlerdi. Kemal Bey telâşlı biriydi. Konyalı ve Konya aksanıyla konuşurdu. Birgün hışımla sınıfa girdi: "Çocuklar, müfettiş dersimize girecek beni mahcup etmeyin" dedi. Müfettiş geldi sınıfa girdi en arkaya bizim sıraya sıkıştı. Hocamız bir arkadaşımızı kaldırdı ön sıraya oturttu. Müfettiş bir ara sınıfta gezindi, sorular sordu. Hemen her sorusunda parmak kaldırdım. Bir süre sonra: "Önce arkadaşların cevap versin, sonra sen" dedi. Öyle yaptı. Arada bir gelip yanıma oturur defterine Osmanlıca not tutardı. Müfettiş sınıftan çıktıktan sonra, hocamızın neşesine diyecek yoktu.
Ortaokul ikinci sınıftaydık o yıl. Beni Ramazan'da evine davet etti, iftar yaptık. O yıla kadar paralı yatılı okuyordum. Parasız yatılı sınavlarına girdim. Çok sayıda sınava katılan öğrenci vardı. Okulumuzun ikinci katında uzun koridordaydım. Kemal Dündar hocamız da gözetmendi. Bir tur atar, eli arkasında bir baştan diğer başa gider gelirdi. Gelince benim kâğıdımı okurdu. Genelde memnundu. Bir soruyu cevaplandırırken, geldi başımda durdu, parmağıyla silmemi söyledi ve gitti. Yeniden yazdım, sonra geldi, gülümsedi, gitti. Yazılı sınavını kazanmıştım. Sözlü sınavda da o kuruldaydı. Birkaç soru sordular. Ertesi gün listeye baktığımda 9. olarak sınavı kazanmıştım. Birgün beni yanına aldı, İstasyon caddesinde, hemen postanenin altında bir kitapevine götürdü. Orada Hisar dergisini, Hisar dergisi yayınlarını aldırdı. Mehmet Çınarlı, Munis Faik Ozansoy ilk aklıma gelenler. Tarık Buğra'nın İbişin Rüyası kitabını da o zaman aldırdı. Bir çırpıda bu kitapları okurdum.

İki üstadı da aynı zamanda tanıdım
Bir diğer hocamız İbrahim Soysal, Malatyalıydı. Üçüncü sınıfta derslerimize girerdi. Büyük Doğu okurdu. Siyah, fermuarlı bir çantası vardı, içi kitap doluydu. Türkçe kitabımızdaki yabancı olan kimi sözcükleri kitap üzerinde değiştirirdi. 'spor' sözcüğünü 'sipor', 'kral'ı 'kıral' yapardı. Bir gün beni Cumhuriyet caddesinde bir kitapçıya götürdü. Orada Üstat Necip Fazıl'ın Ruh Burkuntularından Hikâyeler'ini, Üstat Sezai Karakoç'un Ötüken yayınlarından çıkan İslâm Toplumunun Ekonomik Strüktürü'nü, -23. 12. 1970 tarihini not düşmüşüm.- Allah'a İnanma ve İnsanlık -kütüphanemin kayıtlarında bu 200. kitaptır-, Yazılar: İslâm, Farklar, Dirilişin Çevresinde -bu kitap mavi kapaklı ve ciltliydi, yanılmıyorsam o sırada kitap yasaklanmıştı. Buna da 02.01.1971 tarihin not düşmüşüm.- kitaplarını aldırdı bana.
Her iki Üstad'ı ilk tanıyışım da buydu. Bir de küçük boy Diriliş dergisini aldırdı. Diriliş dergisinde yayımlanan ama kitaplarına alınmayan "Ey Yahudi" şiirini ezberletti, okulda şiir okuma yarışmasında bunu bana okuttu. Kudüs bilincim bu şiirle gelişti. Bundan sonra şiirler yazmaya başladım. Ortaokul boyunca her Türkçe öğretmenimden bir şeyler derledim.
Bir Bayan Türkçe hocamız vardı, adını şimdi hatırlamıyorum. Şiirlerimi çok beğenirdi, Varlık dergisine göndermemi istemişti. Derslerimize kısa bir dönem gelmişti. Bir başka Türkçe hocamız vardı, kumral ve biraz şişmandı. Ondan bana pek bir şey kalmadı.
Çocukluk dönemim dramatik geçti. Babam eğitmendi, ilkokul üçüncü sınıfa kadar onun yanında okudum. İstanbul'dan babama gazeteler gelirdi. Onları bize okuturdu. 1960 yazında Temmuz ayında genç yaşta öldü. Yetim kaldık. Dördüncü sınıfta, babamın ölümünden çok etkilenmiş olmalıyım ki, sınıfta kaldım. Sonraki yıl, ağabeyim ortaokula gidiyordu, onun kitaplarını okuyordum. Çok çalışıyordum, başarılıydım. İlkokulu bitirince, ortaokula gitmek istedim, annem gönderemedi. Köy imamının yanında -imam, babamın dayısıydı- Kur'an dersleri aldım.

İmam Hatip'e sınavla girilen yıllar
Köyümüze, dedemin kitaplarını almak üzere Kiğı Müftüsü Gıyasettin Efendi geldi. İki katır yükü kitap satın aldı. "Bu çocuğu imam hatip okuluna gönderin" dedi. Beni Bingöl'e Müftü Abdullah Efendiye gönderdi, bir mektup vererek. Sınava girdim, kazanamadım. Bir sonraki yıl ise, Kiğı'ya babamın arkadaşı ilköğretim müdürü, Zülküf Hoca'ya bir mektup yazarak gönderdi. Gene sınavı kazanamadım. O yaz, dedemin talebelerinden Süleyman Güler, İstanbul'dan gelmişti. Cuma namazı öncesi ikimiz dedemin mezarına gittik. Hem kendisi Kur'an okudu, hem de bana okuttu. Okurken bir iki yanlışımı düzeltti.
Cuma namazı sonrası namazdan çıktık, dedemin odasının hemen altında toplandık. O zaman babamın dayısı, köy imamı Kâtibi Efendi ile beni imam hatip okuluna göndermeye karar verdiler. 17 yaşımdaydım. Sevinçten uçuyordum, duyduklarıma ve gördüklerime inanamıyordum. Nüfus cüzdanımı aldılar, Elazığ'da edebiyat öğretmeni, Elazığ Lisesi'nde müdür başyardımcısı olan, büyük dayım Kâtibi Efendi'nin büyük oğlu Nurettin Hasköylü'ye teslim ettiler. Valilikten özel izin alınarak okul kaydım yapıldı. İki yıl paralı yurt ücretimin bir bölümünü ikisi, bir bölümünü de okul karşıladı. Okuluma başladıktan sonra Nurettin Hasköylü dayım cumartesi ve pazar günleri beni evci yazdırdı. Hafta sonu evde derslerimi tamamlardım. Beni çocuklarından ayırmadılar. İki yıl ne kent yalnızlığı ve yabancılığı çektim, ne de zorlandım. Dayımın tayini Ankara'ya çıkınca o zaman kendimi çok yalnız hissettim.

Kimi edebiyat dergilerine abone oldum
Yazları köye gider, köy işlerini yapardım. Çobanlık, ziraat, köyle ilgili akla ne gelirse... Tarlaya giderken, hayvan güderken, bir yere giderken kitaplarım koltuğumun altındaydı. Soluklandığım sıralarda kitap okurdum. Kitaba çok açtım, âdeta yutuyordum, maymun iştahlıydım, ondan ona geçip duruyordum. Annem, bize gelen fitre ve zekât paralarını bana gönderirdi, ben de kitap alırdım. Sanki zengin bir aile çocuğuydum. Kitapçılara her zaman borçlu kalırdım. Köye her gidişimde valizler ve koliler dolusu kitap taşırdım.
Elbette, yukarıda isimlerini andığım Türkçe öğretmenlerimin çok katkısı oldu. Diğer taraftan Türkçe ve edebiyat öğretmeni olan dayım Nurettin Hasköylü'nün üzerimde çok hakkı ve emeği var. O sırada iki üç defter dolusu öykü yazmış ona götürmüştüm; kırmızı kalemle satır satır okumuş, çizmiş, karalamıştı. O defterlerimi yitirdim. Kimi edebiyat dergilerine abone oldum. Dayım yaz tatillerinde köye gelirdi; ben çayırda tırpanla ot biçerken o da bana ders anlatırdı.
Lisede iken üç yıl edebiyat derslerimize gelen Ahmet Başpınar hocamın da çok katkısı oldu. Nurettin dayım Ankara'ya gittiği için artık ondan yararlanamıyordum. Yazdan yaza buluşabiliyorduk. Ahmet Başpınar iyi bir edebiyat öğretmeni idi. Bana kitaplar önerirdi. "Şu romanı oku ama yazarın siyasal görüşü ve bakışı şöyledir, dikkat et. O tarafından etkilenme." derdi. Bugün için birinci sınıf diye niteleyebileceğim yazarların eserlerini o bana okuttu. Hem şiir, hem de öykü yazardım. O da beni yönlendiriyordu.

Yazarlığımın dönüm noktası
Bir gün bir önerisi oldu. Yazı hayatımda bir dönüm noktasıdır o. "Okuduğun bir kitabın beğendiğin yerlerinin altını çiz, onları bir deftere dikte et. Bir süre sonra aynı kitabı bir daha oku. Bakalım dikkat ve beğenilerin değişmiş mi?" O yıl sömestr tatilinde Jack London'ın Martin Eden romanını, karların çok yağdığı bir zamanda okudum. Altını çizdiğim bölümleri büyük boy harita metot defterime dikte ettim. Sonra tekrar okudum. Yıllar sonra bu kitabı kütüphanemde buldum yeniden okudum. Altını çizdiğim yerleri tekrar çizdim. O zamandan farklı olarak çok az yerini çizdim. Bu kitapta kenara bir not düşmüşüm. Bunu unutmuşum, yeniden okurken fark ettim: "Ben yazar olacağım" demişim. Bir kitabı bir dostum istedi okumak için, sonra da kaybettiğini söyledi, üzüldüm tabiî. Her yazdığımı hocama götürürdüm. O da kimi çalışmalarımı yeniden yazmamı isterdi: "Bunları sakla, bir süre sonra tekrar bak, bakalım olmuş mu olmamış mı sen kendin karar ver" derdi.

İlk öyküm Millî Gazete'de yayımlandı
Köyde iken Tahsin Öz'ün Topkapı Sarayı müzesi ve kutlu emanetleri, tarihi belgeleri anlatan bir kitabı vardı, onu döne döne okurdum. Aklımda kalan ve belleğimde yer eden Sezai Karakoç'un "Ey Yahudi" şiiridir. Diriliş ve Büyük Doğu dergilerini okurdum. Yeni İstanbul, Sabah ve Anadolu gazetelerini alırdım. Millî Gazete çıkınca ondan hiç vazgeçmedim. Ulusal bir yayın olarak ilk öyküm "Tıkırtı" Millî Gazete'de yayımlandı. Sonra Edebiyat dergisini tanıdım. Bunların birçoğuna el yordamıyla ulaştım.
Tabiî ki insan ilk eserini görünce heyecanlanır. Adını bir mevkûte üzerinde görmek ve artık bir kervana katıldığını anlamak önemli. Ulusal anlamda ilk şiirim Düşünce dergisinde çıkmıştı. Filistin ile ilgiliydi o şiir. Sonra Erzurum'da Milli Türk Talebe Birliği'nde çıkardığımız Talebe gazetesinin sanat sayfasını ben yönetiyordum. Orada şiir ve öykülerim yayımlanıyordu. Yeni Devir gazetesi çıktığında orada şiir, öykü ve denemelerim yayımlandı. Bütün bunlar bende birer heyecan yaratıyordu. Mutluydum ve bir kervana katılmıştım, azmim beni bu yola koydu.

Yazının aşk yolu
1980'de Mavera dergisine katıldım. Bu, 1987 yılına kadar sürdü. O gün bugündür hep aynı heyecanı duyarım. Bugün de bir yazım yayımlandığında hemen okurum. Artık dışarıdan biri olarak bakarım. Yazı hayatım verimli geçti. Bu bir doyumsuzluk değil bir azmin ve aşkın eseridir.
Ben yazının aşk yoluna girdikten sonra artık oradan hiç ayrılmadım. Yolumu sürdürdüm. İlle yazar olacağım diye bir hırsım olmadı. Yazdım yayımlandı. Çok okudum, çok çalıştım. Zamanla kapılar bana açıldı. Geri dönüşü olmayan bir yola girdim. Bana sorumluluklar yüklendi, üstlendim. Bütün bunları bir aşk ve dava uğruna yapıyorum. Kaderim beni bu yola koymuş, ben de ona tabiyim. Başka ne diyebilirim ki?

Dünya Bizim
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Kadının edilgenliği aşkta neye dönüşür?



Ali Haydar Haksal ile yeni romanı ‘Anzelha ile İbrahim’ ve aşk üzerine konuştuk.



Ali Haydar Haksal modern dünyada kafamızda önemli soru işaretleri bırakacak bir kitaba daha imza atmış. Anzelha İle İbrahim’i okuduktan sonra bugünümüzün en önemli sorunlarından aşksızlık, sevgisizlik, bağlanamamazlık gibi insanların korktuğu duyguları, kendi düşüncemizde tekrar sorgulamamıza vesile olacak önemli ve bir o kadar da akıcı bir eser Anzelha ile İbrahim. Kapital bir rejimin her çarkının, her duygusunun sahte olduğu bir dünyada ihtiyacımız olan duyguları korkmadan fıtratımızdan çekip gün yüzüne çıkarıyor Ali Haydar Haksal.
Bunu yaparken de aslında bize ayna tutuyor ve kentteki insan olarak yansıtıyor bizleri kitabına. Bizi, kentteki insanı bizden daha iyi anlatıyor. İbrahim kendi iç dünyasında fırtınalar içerisinde. Kenttekiler tarafından da mancınıkla ateşe atılıyor. Hâlbuki güllerin içerisinde fakat bunu atanlar ne bilir. O Anzelha’sının özlemi ile yanıp tutuşurken onun aşkına sahip olduğu için de Yaradanına şükretmekte, O’nu büyük bir huzurla zikretmekte.
Yeni romanı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik Ali Haydar Haksal ile…
Romandaki İbrahim karakterini kenttekilerin anlayamadığını görüyoruz. Gerçek hayatta da toplumumuzun aşkı anlayamaması gibi mi bu da acaba?
Biz aşkı vasıtalarla yaşıyoruz. Cenab-ı Hakk somut bir varlık olarak gözümüzün önünde değil. Elle dokunamıyoruz, gözlerimizle göremiyoruz. Yaratmış olduğu her nesnede, her durumda, her olayda, her varlıkta Cenab-ı Hakk’ı hissediyoruz, var olduğunu biliyoruz. Tabii Kur’an’ın varlığı, peygamberin tanıklığı da bizim için yeterlidir.
İnsan olarak Cenab-ı Hakk’a olan aşkımızı söylediğimizde çok soyut bir kavram olarak ifade etmek durumunda kalıyoruz. Oysaki biz, Allah’a olan aşkımıza vesileler üzerinden giderek varıyoruz. Peygamber Efendimize aşığız diyelim, sevgiliye aşığız, sevgili de sevgilisine âşık, Cenab-ı Hakk kendi sevgilisine âşık… Bu, silsile şeklinde ilerliyor. Sevgi halkadan halkaya geçiyor.
Dolayısıyla iç içe geçen böyle bir aşk yapısı var. Burada da en somut veri olarak da insanın birbirine çok yakın olabileceği iki şey; erkek ile kadın olgusunu göz önünde bulundurmak gerekiyor. Şimdi erkeğin erkeğe tasavvufî bağlamda, düşünsel bağlamda baktığınızda, dostluk bağlılığı vardır, ona çok yakın olma durumu var, fakat o yakınlığın da sınırları var. Oysa kadına olan aşk çok somut, çok daha ileri bir adım oluyor. Yani birebir bir insanın bir erkekle teması, münasebeti, ilişkisi olmayacak kadar bir yakınlık. Burada O’na bir yakınlıkta kendimizi hissederiz. Burada biz kendimizi Cenab-ı Hakk’a doğru götüren bir takım güzellikler, bir takım unsurlar, bir takım hisler vasıtasıyla hissedebiliriz. İnsanlık tarihinde de başlangıçtan günümüze kadar ilahi aşka giden yolun bu çizgide olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir imgedir aşk…
Tabiî İbrahim’in imgesi bir peygamber ismidir, sıfatıdır, varlığıdır, somutudur. İbrahim’in bizim kendi ruh dünyamızda çok özel bir yeri var. Sevgili Efendimiz, İbrahim Efendimizin soyundan olduğunu ifade eder. Neden İbrahim, Hz Âdem değil de… Diğer peygamberler değil de daha çok Hz İbrahim öne çıkartılıyor. Hz Süleyman ile Belkıs arasında bir yakınlaşmanın, bir aşkın varlığını görüyoruz, işte o soyut dünyada çok uzakta olan bir varlığın bir takım ilahi güçler tarafından, cinler tarafından alınıp huzura getirilmesi, insanların kavrayamayacağı bir durum. Belkıs’ın dahi bir takım insanların kavrayamayacağı bir dünyası olduğunu görüyoruz. Züleyha da bir kavram olarak Hz Yusuf ile özdeşleşen bir durum. Bu ikisi arasında dünya ile ahiret arasındaki çizgiyi kavramak bakımından iki farklı unsuru, İbrahim İle Züleyha’yı bir araya getirdik. Dolayısıyla İbrahim’in bugünün insan anlayışında, kavrayışında çok fazla olmayışı doğal. Bugünün insanı, kent hayatı, modern hayat ile o günki hayat arasında çok büyük farklar var.
Kitabı biraz okumaya başlayınca diğer bir hissedilen de Efendimiz ile Hz Hatice’nin sevgisi…
Elbette o da var. Biz bu romanı yazarken kendi iç dünyamıza bir bütünsellik ile baktık. Bir soyutlamaya gittik. Doğrudan doğruya işte az önceki söylemek istediğim, başlangıçta İbrahim ile o başlangıç imgesi böyle tebessüm ettirebilecek bir imgeyle başlıyor. Urfa yöresinde bir vaiz efendi vaaz kürsüsünde İbrahim aleyhisselamın mancınıkla ateşe atılış hadisesini betimlerken, onu bugünün algısı içerisinde tanımlamaya çalışıyor. Orada diyor ki vaiz efendinin anlatışında “Hz İbrahim mancınığa gerildikten sonra büyük bir ateş yakılıyor ve bu ateşin ortasına doğru atılıyor.” Bugünün insanının kavrayabileceği bir şekilde “Ortasına atıldığında ateşler suya, balığa dönüşmeye başladı. Hz İbrahim orada kalktı, üzerindeki külleri silkeledi ve yürümeye başladı. Yürüyünce Nemrut’a döndü “Nasııl?” diye soruyor, Nemrut’ta “Belii” diye cevap veriyor. Ben senin peygamber olduğunu biliyorum demek istiyor. Hz İbrahim’de “O halde ey kafir iman etsene!..” dediğinde Nemrut da “Peki ben iman edersem bu ahmakları kim yönetecek?” şeklinde anlatıyor. Romanın başlangıç imgesi bu ve birdenbire bu modern hayattaki İbrahim’e dönüşüyor. Modern hayatta yaşayan İbrahim’i bugünki hayattan soyutlayıp farklı bir İbrahim portresi olarak sunmaya çalıştık.
Hz İbrahim’in güle kavuşmasını da şöyle mi yorumlamalıyız: İnsan dünyaya geliyor, üzerindeki külleri silkeleyip yoluna devam ediyor ve sevdiğini bulduğu zaman da her yeri gül bahçesi sarıyor.
Burada tabiî ki hayatın çok keskin bir çizgisi var. Zaman zaman bunu ben de işliyorum yazılarımda ve düşüncelerimde. İnsan kılıcın keskin yüzünde duruyor, çok dikkatli yol almak ve yürümek zorunda. Hz Adem ile başlayan bir olay. Trajedi Müslümanın hayatında olur mu olmaz mı diye de tartışılıyor. Trajedi bir Müslümanın bir peygamberin hayatında da var. Burada trajik bir oluş ile karşı karşıyayız. Hz İbrahim’in ateşe atılması trajik bir olaydır. Burada biz iki sonuç elde ediyoruz. Hem hayra yorulma sonucu var hem de bir ateşe atılış, ateşten kurtuluş olayı var ve burada bir Nemrut olayı da var. Bu sadece Hz. Adem ile Hz. Havva arasında geçen, haram edilen bir nesnenin veya bir günahın işleniş anındaki cezalandırma olayı olarak da düşünülebilinir. Veya Hz. Yusuf’un Züleyha tarafından kralın sarayında gömleğinin sırtından yırtılması olayında da benzer bir durum var. Bunlar her insanın yaşayabileceği durumlar. Dolayısıyla bu keskin taraftan insanın kendini kurtarabilmesi durumu bugünün insanı için de en önemli olan nokta.
Bu zamanda aşkın ve sevginin bu kadar basite indirgenmesinin nedenleri ne olabilir peki?
Şu yaşadığımız dönemde ciddî manada bir kırılma yaşanıyor biz Müslümanlar açısından. Müslümanların ciddi bir biçimde sekülerleştiğini görüyoruz. Nasıl devletle din işleri birbirinden ayrılıyorsa insan hayatında da, sekülerizm dediğimiz şeyde, dünya ile ahiret işlerinin birbirinden ayrılması noktası dediğimiz sürece doğru götürülüyor. Bu, Batı düşüncesinin insanlara abandığı bir durum. İnsan tekleri de böyle bir duruma doğru yol alıyorlar. Ben günah işliyorum diyor, bu günah benim nefsimi ilgilendirir, sizi ilgilendirmez diyor. Ben günah da işlerim, hayır da işlerim diyor. Burada ince bir nokta var. Bu ince noktayı bizim ciddî anlamda kavramamız gerekiyor. Yoksa bunun altından kalkamayız. Mesela Hz. Peygamber kendi kızlarını Ebu Leheb’in çocuklarına veriyor. Hem Ümmü Gülsüm’ü hem de Rukiye’yi veriyor. Ebu Leheb Müslümanlara zulmettikten sonra bununla ilgili sure inince onlar şiddetini arttırıyorlar. Sevgili Efendimizin kızlarını boşuyorlar. Mekke geleneğinde bir kadının boşanması, bir nişandan vazgeçilmesi ağır bir durumdur. Hz. Osman Peygamberimizin kızlarının Ebu Leheb’in oğullarına verildiğini duyuyor ve çok üzülüyor. Ebu Leheb’in oğullarının Sevgili Efendimizin kızları Rukiye ile Ümmü Gülsüm’ü boşamaları Müslümanlar üzerinde olumsuz bir etki uyandırmıyor, hatta seviniliyor. Cenab-ı Hakk lütfediyor, Peygamberimiz de kendi kızlarını gelişmeler sürecinde Hz Osman’a veriyor. Bir gün onların evine gelirken Hz Rukiye, Hz Osman’ın saçlarını tarıyor, hizmet ediyor. Bu Peygamber efendimizi çok mutlu ediyor. Burada insanların birbirine olan sevgisi, muhabbeti, aşkı dünyevî bir algı içerisinde düşünülmemeli.
Dolayısıyla bugünün insanının hayata bakışı, sevgisi, aşkı seküler anlamda farklı bir düzlemde gelişiyor. Yani insanların birbirine olan bağlılık çizgilerinde ciddi anlamda kırılmalar yaşıyor. Bu da ancak sekülerizm ile izah edilebilir. İnsanlar artık kendi benlerini yaşıyorlar. Kadını da böyledir, erkeği de böyledir. Aile kurumu dediğimiz sistem çöküyor. İnsanların birbirlerine karşı olan sevgisi, muhabbeti çöküyor. İnsanlar kendilerini ilahi aşka götürecek edimlerden giderek yoksunlaşıyor. Dolayısıyla, aşkın bugünki anlamda zaafa uğraması bu gibi sorunlarla karşı karşıya kalması ile açıklanabilir.
Peki, aşkın böyle bir ortamda hâlâ yaşayabilmesinin sebebi nedir?
Bu aşk mıdır peki? Böyle sormak lâzım. Tabii kesinlikle vardır; bu kapitalist dünyada olsun, Hıristiyanlık dünyasında olsun birbirine aşk ile bağlı olan, bir ömür boyu beraber geçiren insanlar olması kaçınılmaz. Fakat yakın zamandan beri bu durum çok daha farklı bir sürece girdi. Az önce de söylemeye çalıştığım; devletler yönetiminde de, tekil insan hayatlarında da sekülerizm insanı bencilleştirmeye götürüyor, benmerkezciliğe götürüyor. Sadece kendi nefsi üzerinden hareket ettiriyor. Bunu artık bir bağlılık, bir aşk, bir yuva, bir aile olarak düşünmüyor, sadece kendi heyecanı ve hevesi olarak düşünüyor. Bunu da kısa süre için düşünebiliyor. Yani bir kadını sevdiğini söylüyor, sonra ondan vazgeçip başkasına âşık oluyor. Bunu ancak cinsellikle ifade edebiliriz. Cinsellik de bu ilahi aşka götüren edimler, aşamalar ile değil insanın birbirini tüketmesi noktasına sürüklüyor. Dolayısıyla birbirinden de koparıyor. Modern hayata alışan insanlar tek olarak yaşamayı arzu ediyorlar. Bir odası, bir mutfağı olan küçük bir daire. Çok odalı, çok insanlı bir hayat olarak düşünülmüyor. Bizim burada Anzelha ile İbrahim romanımızda yapmaya çalıştığımız, bu modern hayatın içerisinde insanı ondan kurtarıp somut aşktan veya somut dünyadan metafizik dünyaya, kendi dünyamıza doğru bir yükselişe götürmek. Oradaki dağ da onu tasvir ediyor. Kentin gürültüsünden koparıp huzura götürmek. Dağ bir yükseliş metaforudur.
Anzelha’nın, İbrahim’in aksine, kafası daha çok soru işaretleri ile dolu gibi. Anzelha’nın kafasındaki soru işaretlerinin ve bu durumun gerçek hayattaki karşılığı ne?
Bu pek hoşa gitmeyecek bir ifade olabilir fakat gerçekte de böyledir, kadın her zaman edilgendir. Erkek ise etkendir. Bu hayatımızın gerçeği. İnsan doğasında olan da bu. Bu edilgenlik ve aşk noktasında daha çok sevilen, âşık olunan, daha çok bağlanılan, güzelliği temsil eden kadındır. Cenab-ı Hakk ona daha farklı bir özellik ihsan etmiştir. Mesela Hz Ümmü Gülsüm vefat ettiği zaman Hz Osman çok üzülüyor ve ağlıyor. Peygamberimiz de ona, “Ey Osman üzülme, ağlama. Eğer benim yüz tane kızım olsaydı ve hepsi ölseydi ben sonuncusunu yine de sana verirdim” diyor. Bu, güzellik, bir ihsan ve bir tercih. Bunu lütuf olarak da görmek gerekiyor. Kaldı ki kadın erkeğe daha çok sığınıyor. Erkeğin kendine daha hâkim, daha güçlü olarak da yaratıldığı aşikâr.
Kitapta saatçinin aşkı ise daha farklı bir şekilde tezahür ediyor, Anzelha’yı bir sahiplenme duygusu gibi…
Şunu göz ardı edemeyiz. İnsan yaratılış itibari ile, belli bir çerçeve içerisinde, nikâh düşmeyen insanlar içerisindeki her insan birbirini sevebilir. Bu da hayatın bir gerçeği. Burada tabii bir kader olgusu da var. Kaderin insanı götürdüğü bir süreç de var. Biz onun ötesini çok fazla kurcalayamıyoruz. Ama içinde yürümekte olduğumuz bir yol bulunuyor. İnsan sevdiğini kıskanır. Anzelha, güzellik timsali bir yaratılışa sahip. Orada saatçi dediğimiz o portre iyi bir usta, evli bir adam. Oysa İbrahim de evli değil, Anzelha da evli değil. Ama bunları kader birbirine yakınlaştırıyor ve onlar birbirini tamamlayan iki ayrı unsur şeklinde beliriyorlar. Orada saatçi bir sevgi hissediyor. Fakat saatçinin sınırları var. O sınırların ötesine geçemiyor. Geçemeyişinin nedenlerini bugünki dünya koşulları da gösteriyor. Birden fazla evliliğin zor olduğu bir ortam. Burada biz o aşkı, güzelliğe olan bir sevgi olarak da gösteriyoruz. Ama o sevginin de sınırları var.
Modern zamandaki aşk tasvirini sizin ağzınızdan kısaca duymak istiyoruz.
Günümüzde en çok ihtiyaç duyulanlar sevgi, aşk ve bağlanış… Bunlar en önemli ihtiyaç. İnsan sevgisiz yaşayamaz. Yaşayanların hâline bakarak onlar için yaşıyorlar denemez. İnsan insanın sığınağı. Her zaman için sevgiye muhtaç. Bu sevgi insanı mutlak olana götürüyor. Bir Müslüman için bu böyledir.
Her dönemin bir modern anı vardır, 19. yüzyılın da bir modern anı vardır, 17. yüzyılın da, vd. Ama bugünki dünyada insan çok iç içe geçti. Kültürler çok iç içe geçti. Dünyalar çok iç içe geçti. Günler bile neredeyse artık birbirine karışmış bir durumda. Dolayısıyla bizim burada aşk algılayışını anlatmamızın temel nedeni ise bu dünya içerisinde anıt bir aşk portresi çizmeye çalışma gayretimizdir. Bunu ifade etmeye çalıştık.

Abdurrahman Oğuz sordu
 
Üst