Ali Aytaç ŞENOL: Şeyh NAZIM Hazretleri Yakın Geleceği Müjdeledi

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Şeyh Hazretleri Yakın Geleceği Müjdeledi

Ali Aytaç ŞENOL


Şub 5, 2011


İpleri İsrâil’in elinde olan kukla yönetimler geniş halk kitleleri tarafından deşifre olunca ve âdaletsiz gelir dağılımı tahammül edilemez boyutlara ulaşinca müslümân coğrafyadaki halklar demokrasi ve cumhuriyet saltanatlarını bitirmeye karâr verdi.

Wikileaks’in yüzde yüz yahûdî organizasyonu olduğunu önceki yazılarımda belirtmiştim. İsrâil tarafından hesâb edilmeyen bir etkiyi tetikleyen Wikileaks belgeleri, Mısır’daki kıyâmı alevlendirdi. Güçleri, akla değil kurnazlığa, helâl kazanca değil düzenbazlığa dayananlar, yine kendi ayaklarına kurşun sıktılar. Halbuki bu Wikileaks belgeleriyle neler neler murâd etmişlerdi. 200 yıldır Dünyâ halkları üzerinde cânîce oyunlar oynamayı âdet edinenlerin ıstakası bu sefer çıt yaptı. Wikileaks tezgâhı aleyhe döndü.

İdâredeki kuklaları bünyeden söküp atmak için, Lübnan ve Tunus’tan sonra Mısır da kıyamda… Mısır’da iktidârdaki Ulusal Demokrasi Partisi’nin genel merkezi ateşe verilmişti. Ölümü göze alan yüzbinler meydanlarda toplanınca, bütün dünyâ anladı ki hiç bir şey eskisi gibi olmayacak..

Müslümân coğrafyadaki bu gelişmeler, kısa bir süre önce, Şeyh Nâzım Kıbrîsi‘nin nette izlediğim sohbetini şaşkınlıkla hatırlattı.

Sohbet târihi: 23 Kasım 2010

Link: http://saltanat.org/player/TabId/266/VideoId/965/Mehdi-Hznin-zuhur-Etmesi-23-Kasım-2010.aspx

“Bize gelen habere göre” diye başlıyor mübârek… Önümüzdeki Muharrem’den sonraki Muharrem’e kadar, Şam, Mısır, Sudan, Libya, Bağdat, Hicâz, İran, Yemen, Somali, Pakistan, Kafkaslar çökecek. rejimler bitecek…" "Demokrasi de çâre yok, hiyerarşi, saltanat gelecek… Saltanat sisteminde bir kişinin idâresini bu sistemde 1000 kişi yapamıyor."

"Demokratik sistem test edildi, beceremediler, idâre edemediler, demokrasiden millet memnûn kalmadı, zulüm sistemi oldu. Bitti işleri, milleti hep aldattılar. Geçmiş saltanat idâresine yaklaşamadılar bile… “Bunların ne adâleti var, ne insafları var, ne merhametleri var, ne akılları var, ne fikirleri var, ne düşünceleri var, ne ilimleri var ne hilmleri var. Bunların işi bitti, bunlar süprüntüdür. Bunlar ayaktır, ayak başın yerini tutamaz. baş baş olacak, ayak ayak olacak. Demokrasi başları ayak ayakları baş yaptı. Zâlimler tükenecektir, tükensin.. Âkibet müttâkîlerindir.”

Bu tâdîlâtı bir kişi mi yapacak diye soruluyor. Mübârek, şöyle cevap veriyor. “Eskiden muska derdik, birbirine bağlı,, biri patlar arkasından ardısıra diğerleri patlar… Vaktin sâhibi bu Haccu’-l-ekberde çıkmalı, eğer çıkmazsa 7 sene sonraya kalır. Dünyâ’nın 7 seneye tahammülü kalmadı. Bu sene vakfe cuma günüdür. Ümid ederim vaktin sâhibi çıksın tekbîr çeksin”.

Bu sohbetin yapıldığı târihten yaklaşık bir ay sonra bu videoyu izleme fırsatı bulmuş fakat pek önemsememiş, çok dikkatle dinlememiştim. Şeyh Nâzım Kıbrısî’yi çok sevmeme rağmen, bâtın ile irtibâtı olduğuna inanmama rağmen,, şöhretler serisinde inceleyeceğim yahudi güdümlü bir şahıs hakkında şimdiye kadar olumsuz bir açıklama yapmamış olması sohbeti dikkatle dinlememeye beni sevketmişti.

Müslümân coğrafyada vuku bulan mâlum hâdiselerden sonra şaşkınlıkla sohbeti hatırladım. Videoyu tekrâr ve dikkatle dinledim. Şeyh efendi, verdiği bilgilerin ilâhî menşeli olduğunu kısaca belirtiyor ve sohbetin sonunda bunu yazın (yayımlayın) korkmayın diyordu.

Kıbrısî, sohbetinde demokrasi ve cumhûriyetlerin yıkılıp saltanata dönüşeceğini, hattâ Avrupa’da bile böyle bir değişim yaşanacağını haber veriyordu. İlk dinlediğimde terddütle karşılamıştım sonra dikkatle bir daha dinledim ve bu konuyu düşündüm. Ve gördüm ki, hazretin mevcut cumhuriyet ve demokratik rejimden kasdettiği aslında gizli saltanat… Ve gelecek saltanattan murâdı ise gerçek demokrasi ve gerçek cumhûriyetin ana gâyesi olan insân hakları ve insân (toplum) mutluluğu idi… Ya’nî yanlış anlamamak lâzım…

Yazımın başında da belirttiğim gibi Müslümân coğrafyada adı cumhuriyet ve adı demokrasi olan saltanat sistemlerinin yıkılması ve yerine saltanatın gelmesi,, daha doğrusu adı saltanat içi ise insân hakları ve adâlet ve cumhûrun mutluluğu olan sistemlerin inşâsı muhtemeldir. Biz biliyoruz ki, en kötü sistem, ceberut salanat sistemi olduğu gibi, en iyi sistem de nebevî rûhun mutlak hükümrânlığına boyun eğmiş mütevâzı bir kulun ferdî idâresidir. İki yönetimin adı saltanat veyâ mutlakıyyet olsa da dış cihetten benzer olan bu iki yönetim arasında iç yüz i’tibâriyle muazzam bir fark vardır… Osmanlı’nın en çalkantılı zamânlarlarında bile II. Abdülhamid Han hazretleri, 33 yıllık iktidarının 30 yıl beş aylık döneminde şahsî idâreyi elinde tutmuş olmasına rağmen. Türkiye târihine en uzun sulh dönemini yaşatmış. Büyük fakülteleri o kurmuş, büyük eserler bırakmış, bizi batağa götüren dış borçların çoğunu ödemiştir. Çanakkale müdâfasındaki başarımızda bile Sultan Hamid devrinde gerçekleştirilen Çanakkale boğazı tahkimâtlarının katkısı büyük olmuştur. 30 küsûr yıllık idârede bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az, adi suçlunun idam hükmünü onaylamıştır. Sonraki rejimi anlatmaya gerek yok. İstiklal mahkemelerinde en az 5 bin kişi idam edilmiş. Yunan savaşında 17 bin şehîdimiz olmasına rağmen iç karışıklıklarda 500 bin vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Dikkat edin Öncekinin adı saltanat ve hilâfet, sonrakinin adı cumhuriyet ve demokrasidir..

Böyle olunca, Şeyh Efendi’nin saltanat deyince demokrasi ve cumhûriyetin rûhunu, ya’nî insân hakları ve insân mutluluğunu anladığını ve cumhûriyet ve demokrasi deyince de cumhurîyet ve demokrasi maskesi ardındaki bürokratik oligarşiyi, diktatörlüğü ve gizli saltanatı anladığını belirtmeliyiz.
(Not: Müslümânlar,yönetimlerinde, bütün insânların ve kendilerinin dünyevî mutluluğunu istese ve insânî hakları gözetse de, rejimlerindeki asıl ölçü ve belirleyici husûs âhiret sâadetidir. Âhiret saadetini tehlikeye düşürecek dünyevî mutluluklara, müslümân rejimde elbette izin verilmez. Dikkatle incelenirse, âhiret saadetini temin için koyulmuş dîni yasaklar, aslında dünyâ saadetinin de gerekleridir. Ya’nî Müslümânca yönetim her insânın lehinedir. İster bilsin ister bilmesin.)

Sohbette Şeyh Kıbrısî, Avrupa’da da rejimlerin değişeceğinden bahsediyor… Müslümân coğrafyayı anladık fakat Avrupa’da dahî rejimlerin değişmesi çok olağan dışı bir varsayım gibi gözükse de, Müslümân coğrafyada son yaşanan hâdîseler de gerçekleşmesi pek muhtemel gözükmüyordu. En azından ben sohbeti ilk dinlediğimde pek muhtemel görmemiştim. Avrupa’da ne olacağını, bekleyip göreceğiz.

Cumhûriyet ve demokrasinin toplumun aleyhine bir saltanata dönüşmesi Müslümân coğrafyada açık seçik görülür iken. Avrupa için de aynı tesbîtin yapılması ve Avrupa’da da mutlakiyete doğru rejimlerin değişeceğinin belirtilmesi. Orada da halkın mutlu olmadığının, orada da gelirin kartellerde ve gizli yahûdî sermâye guruplarında toplandığını gösteriyor. Nisbeten Avrupa toplumunda gözüken refâh düzeyi yüksekliğinde ise sömürgeciliğin ve kendi halklarının hâricindeki halklara yapılan zulümün katkısı da büyük olsa gerek. Eski zulmetme imkânlarını kaybeden Avrupa’nın bunalıma doğru ilerlediği de bir gerçek..
Dikkat edince sohbette enteresan inceliklere vâkıf oldum. Rejim değişmesinin önce Türk’ten başlayacağı haber veriliyor. Uzatmaya gerek yok, ergenekon süreciyle patırtısız başlangıcın bize âit olduğu malum. Patırtı yok ama rejim değişiyor. Belli bir zümrenin hizmetine tahsîs edilmiş sahte değerler (demokrasi, insân hakları, cumhuriyet, laiklik, hukuk devleti vb.) gerçeğine inkılab ediyor.

Sohbeti dikkatle dinlediğimde bir ince mesaj daha vardı.Allah dilerse en âciz, en yoksul bir kulu bu temizlik işine memur eder. Hani derler ya Allah rezili vezîr eder… Şeyh Efendi’nin “Hacı Ömer’e (Hacı Ömer herhâlde dergâhta herkes tarafından tanınan bir temizlik görevlisi veyâ yine herkes tarafından tanınan zekâ özürlü biri olsa gerek) izin verilse o da süpüğrür” benzetmesi bana Mehdî âleyhisselâm’ın “bir gecede ıslâh edileceği” hadîs-i şerîfini çağrıştırdı.

Fefhem cidden.

Ali Aytaç Şenol ([email protected])
- Haber Lotus -

http://www.haberlotus.com/2011/02/seyh-hazretleri-yakin-gelecegi-mujdeledi/
 

Aykenza

Üye
Katılım
30 Eki 2006
Mesajlar
94
Tepkime puanı
2
Puanları
0
Konum
İstanbul
İlliminitanin alt örgütlerinden CIA ve İngiliz Gizli Servisi iyi çalışıyor. Önden bilgileri vermek konusunda.. dikkat buyurun bazı ülkelerin adını unutuyor mübarek videoda yandaki adam kağıttan okuyup söylüyor. Daha bu bir şey değil..6 ay içinde çok büyük insan kaybının olacağını göreceksiniz.

Atom bombası, yapay deprem, göktaşı, yanardağ, sel, tsunami, terör saldırısı vb., (Tamamen İllimünati operasyonu olacak).
Bunuda yine (videodan bir kaç öncesinden söyleyecek) şeyh nazım önden Uçurulan bilgiyle.

tıpkı şilideki cia adamlarının kıbrısa getirilip madenciler diye yutturulması gibi.

Efendi hz. atılan iftira..erenköy cemaatine atılan iftira vb.. hepsi planın parçası.

daha neler neler var.. neler var..

2012 ye doğru büyük bir felaket (tamamen yapay) adnan hocanın duasıyla güya engellenecek ve Adnan hoca mehdi ilan edilecek ve milyonlarca insan adnan hocayı mehdi sanacak... bu oyun çok büyük bir oyun..

müslümanlar uyanık olun..

amaç müslümanların illiminati tarafından kontrol altına alınması.... bu plan tam 20 yıldır çalışılıyor.. şu an bakmayın darwin mücahidininin tüm cemaatlara gül dağıttığına... bu yazıyı ALLAH için silmeyin.. Müslümanlar uyanık olsun..

Ben Şeyh Nazımın cemaatinin samimiyetine tüm yürekten inanıyorum.. hatta islama çok hizmeti olan Şeyh nazımın bile belki bu işin bilincinde değildir.. Ama genç halifesine dikkattt.... malum TELEGRAM diye birşey var şeyh efendiyi kontrol altında tutmak için...

Size illiminuatinin her yıl toplantılarını amerikanın hangi eyelatinde yaptıgını söylesem duadaklarınız uçuklar.. Aytunç Altundal vb. okuyalım biraz

AMAÇ ILLIMUNATİ nin islam dünyasındaki en sadık adamı ADNAN HOCA yı mehdi yapmak.. ve kontrolü ele geçirmek.. büyük savaş var mana aleminde. herkes bsğlı olduğu kapısına sımsıkı sarılsın
[/SIZE]
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Yakın ya da uzak gayb'ı yalnızca ALLAH bilir :)
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
tıpkı şilideki cia adamlarının kıbrısa getirilip madenciler diye yutturulması gibi...

:)

Güler misin ağlar mısın?

File.ashx


KKTC'ye gelerek Şeyh Nazım Kıbrısî'yi ziyaret eden 2 madenci:
Dario Segovia: Üst sıra sağdan 3.
Omar Reygadas: Alt sıra sol başta.


Kimmiş bu CIA adamları, bizi kandırmak için yeraltında aylarca mahsur kalmayı göze alan bu yiğitler ??

RESMİN KAYNAĞI: cnnturk.com


İlgili Konu: Şili'li madencilerden, Hz. Şeyh M. Nazım Kıbrısi'ye teşekkür ziyareti

http://www.ihvanforum.org/showthread.php?t=93103&highlight=
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Oktar'ın ve kendini Kıbrısi'ye yamayan Bursalı Ahmed Yasin'in çıkarları için Kıbrısi'yi sonuna kadar kullandıklarını görmekte ve üzülmekteyiz. Kıbrısi, sesini duyurma imkanına sahiptir. Kıbrısi'nin, bu konulardaki istismarı bitirmek, Oktarın ve davasının önüne sed olmak için bir AÇIKLAMA yapması zorunlu hale gelmiştir. Bağlılarından rica ediyoruz; bu istimarı en kısa zamanda Kıbrısi'ye bildirip beklediğimiz İZAHATINI netten yayınlamalıdırlar. Ves'selam.
 

alanyali07

Kıdemli Üye
Katılım
11 May 2008
Mesajlar
6,968
Tepkime puanı
845
Puanları
0
Oktar'ın ve kendini Kıbrısi'ye yamayan Bursalı Ahmed Yasin'in çıkarları için Kıbrısi'yi sonuna kadar kullandıklarını görmekte ve üzülmekteyiz. Kıbrısi, sesini duyurma imkanına sahiptir. Kıbrısi'nin, bu konulardaki istismarı bitirmek, Oktarın ve davasının önüne sed olmak için bir AÇIKLAMA yapması zorunlu hale gelmiştir. Bağlılarından rica ediyoruz; bu istimarı en kısa zamanda Kıbrısi'ye bildirip beklediğimiz İZAHATINI netten yayınlamalıdırlar. Ves'selam.
daha yeni yapılmış olarak Şeyh Nazımla sohbet yayınladılar, Şeyh Nazım yine Adnan Oktar'a desteklerini beyan etti..daha geçen gün izledim
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Bir de BAZEN ve BAZI bildirdikleri...

:)

Bkz. Sure-i Kehf: 65-82.ayetler...


" Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik./ derken salih kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir." Kehf 65


" Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi." Kehf 82


:)
 
Katılım
19 Ocak 2011
Mesajlar
440
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
35
Şeyh Nazım övgüyü hak eder, bi arkadaşımız Adnan Oktar şeyhin üzerinden rant elde ediyor gibi bir iddiada bulunmuş, gerçi cevabı verilmiş şeyh Nazım Adnan Oktar'ın ismi geçerse her zaman sevgi ve hürmetlerini yollar zaten her ne ise...

Bazı kişiler abd'yi gözünde öyle büyütmüş ki, iyi ve güzel bir şey olsun, müslümanların adına, hemen "bu işten abd'nin haberi olurda buna nasıl izin verir?" diyorlar...


Yok kardeşler abd'nin hesaba katmadığı şeyler var inşaAllah...

Onların bir planı varsa Allah'ın da var hemde hiç bilmeyecekleri hiç ummayacakları bir plan...
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
" Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik./ derken salih kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir." Kehf 65


" Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi." Kehf 82

:)

66'dan 81 dahil ayetler de 65-82 kapsamındadır..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Ahmet Yasin'nin eski Makedonya halifesi, onun gerçek yüzünü görüp, yalanlarından bıkınca ondan ayrılmıştır. Bu ayni halife, Şeyh Abdulkerim Efendiye telefon açıp onu internetten takip ettiğini ve ona biat etmek istediğini söylemiştir. Bu telefon görüşmesi dışında Balkanlardan hiç kimseyle herhangi bir temasa geçilmemiştir.

Islam'a ve tarikatlara karşı açıktan başlatılan dış saldırılara, içerden de Bursalı Ahmet Yasin gibiler bu şekilde destek veriyorsa, bu konu üzerine daha dikkatli eğilmek gerektiğini düşünüyoruz.

Akl-ı Selim, firaset sahibi insanların halen mevcut olması ümid vericidir. Keşke, bütün unsurlarıyla bu çevre, Ahmed Yasin ve Oktar'ın içini dışına çıkarsa... Da insanların daha fazla zarar etmesine engel olsalar.
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
derken salih kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik. Bazıları bu zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.

İbnü Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış görünüşlerini gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır'ın yaşadığını söyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin yüceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır'ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer Hz. Ali'nin "söyleyene bakma, söylediğine bak" dediği gibi söyleyen kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufçulara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya akla göre bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir dava tasavvufçularca da kabul edilmez.

Biz de şunu söylemek isteriz ki, bu konu görünen hayat açısından üzerinde düşünülürse Hızır'ın yaşadığını kabul etmeyen âlimlerin sözü açık olduğunda şüphe yoktur. "Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir" (Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret, şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. Şeyh Sadreddin İshak Konevî "Tebsıratü'l- Mübtedî ve Tezkiretü'l-Müntehî" isimli eserinde: "Hızır (a.s)ın varlığının misal âleminde" olduğunu nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: "Hızır, ruhun ferahlığından, İlyas ruhun sıkıntısından ibarettir" demiş. Bazıları da Hızriyyetin, Hızır (a.s)ın derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği bir rütbe olduğunu söylemiştir ki, bu üç sözü, bu konunun anahtarı olmak üzere kabul edebiliriz.

LEDÜNN: "yanında" gibi bir zarftır. Türkçede katımızdan veya tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki ilmin değil, öğretmenin kaydıdır. Bununla beraber öğretmenin, O'nun katından olması, ilmin de O'nun katından olmasını gerektirmez değildir. Şüphe yok ki bütün peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahiy ve öğretmek itibarı ile Ledünnî (Allah katından)dir. Fakat burada dikkate değer bir husus şudur ki "ve kendisine tarafımızdan ilim öğrettik." kaydı ile Hızır'a öğretilmiş olan ilim, Musa'nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah tarafından öğretilen ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karinesi (ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu "Gayıplar ilmi ve gizli ilimlerin sırları" diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir ifade ile demişlerdir ki: "Musa'nın ilmi, şer'î hükümleri bilmek ve dış görünüşe göre fetva vermekti. Hızır'ın ilmi ise işlerin iç yüzünü bilmekti." Sahih-i Buharî'de rivayet edilmiştir ki, Hızır şöyle demiş: "Ey Musa! Ben Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği bir ilim üzeresinki ben onu bilmem." Bu şekilde ilm-i ledünnî (Allah bilgisi) deyimi, bu özel ilimde en özel bir mânâ ile terim olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve batın (gözle görülmeyen şeyler) ilmi de denilmiş ve tasavvufçular, bu kıssaya bir delil olarak tutunmuştur. Özetle ledünnî ilim, kafa çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Etkiden etki yapana, duygudan varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize), varlıktan duyguya gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin olagelene geçişi değil, olagelenin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat ledünnî deyimi, bunun özellikle Allah'ın sırlarına ait olanından daha fazla deyim olmuştur. Türkçede bir işin ledünniyatı demek iç yüzündeki gizli incelikleri ve sırları mânâsında herkesçe bilinir. Bu kıssada ilim için araştırma yapmak ve yolculuğa çıkmaya bir teşvik delili ve bununla beraber ledünnî ilmin çaba harcamak ve istemekle kazanılmasının mümkün olmadığını anlatmak vardır.

66- Bakınız Musa ile delikanlısı Allah'tan böyle bir rahmet ve ilme erişmiş özel bir kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"

RÜŞD, hayrı, doğru yolu bulmaktır. Bu sözde âlime karşı alçak gönüllülüğün gereğine ve ilim tahsilinden esas maksadın rüşdü kazanmak olduğuna ve ilim öğrenmede gönül alçaklığı, edeb, nezaket, ardına düşme ve hizmetin şart olduğuna delalet vardır.

67-69-Bu izin istemeye cevap olarak o kul; Musa'ya dedi ki: "Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin." Bu sözle Hızır, Musa'nın psikolojik durumu hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyordu ki, sonunda doğruluğu gerçekleşecektir. Gerçekten bu istekle Musa'nın alacağı ders, kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktan ibaret olacaktır. Yani bu konuda çok sabır lazımdır. Senin ise şüphesiz ki benimle beraber sabretmek elinden gelmez ve bunda mazursun. Çünkü iç yüzünü bilemediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?

Yani beraberimde birtakım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre ise iyi görünmeyecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle onları dış görünüşlerine göre uygun göremeyip itiraz etme gereğini duyacaksın.

70- Musa dedi ki: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım." dedi. Allah dilemezse başka.

71- "Hızır dedi ki: "Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrını anlatmadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sorma." Yani tartışma, itiraz şöyle dursun, sorup anlama için bile soru sorma! Demek ki başka ilimlerde meseleyi ortaya koyarak bilginin yarısını oluşturan soru, bu ilimde yasaktır. Bunda öğrencinin nefsi, faaliyetten çok kabiliyette hazırlanacaktır.

72-75- Böylece ikisi yola koyuldular. Demek ki, bu ilimden bir şey bellenirse bir yerde oturup söyleşmek veya düşünmek yoluyla değil, gerçekten işleri yapmakla bellenecektir. Sözleşme tamamen olur olmaz ikisi birlikte hareket etmişler. Görülüyor ki burada delikanlı zikredilmemiştir. O, Musa'ya uyduğu için, artık kendisinden söz edilmemiş ve onu bir yerde bırakmış da olabilirler. İkisi denize doğru gemiye bininceye kadar gittiler. Nihayet gemiye bindiklerinde, Ebu Hatem'in Rebi' b. Enes'ten rivayet ettiğine göre yer korkunç idi, gemiciler bunlardan şüphelendiler, bindirmek istemediler. Fakat başkanları: "Ben bunları yüzleri nurlu adamlar görüyorum, bindireceğim" dedi, bindirdi. Buharî ve Müslim ve diğer hadis bilginlerinin İbnü Abbas'tan rivayetinde ise "Hızır'ı tanıdılar, ücretsiz bindirdiler. Gemiyi yaraladı. Bunun bazı rivayetlerde zikredildiği gibi keser veya balta gibi aletler ile olağan bir iş şeklinde olması muhtemeldir. Ve gemiciler Hızır'ı tanıdıklarından dolayı belki ses çıkarmamışlardır. Fakat nazmın beyan zevkine ve gemicilerin ses çıkarmamasına göre bir harika şeklinde sessizce yapılıvermiş olması daha uygundur. "Musa : "Gemiyi yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" dedi. Yine gittiler, yani özrünü kabul etti de gemi ile sahile çıktıktan sonra yine gittiler. Nihayet bir oğlana rastladılar. Hızır onu hemen öldürdü. Oğlan deyimi gibi gulâm deyimi de çoğunlukla buluğ çağına ermeyenler de yaygın olarak kullanıldığından dolayı, Cumhur bunun henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk olduğunu söylemişlerdir. Fakat İbnü Ebî Hatem, Said b. Abdülaziz'den yirmi yaşında bir genç olduğunu rivayet etmiştir.(1) Gerçekten böylelerine de gulam denilebilir. Musa dedi ki: "Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana nasıl kıydım? Yani bir kısas hakkın yok iken, bir masum veya suçsuz kimseyi mi öldürüverdin? Demişlerdir ki, maksat, öldürmenin haksız yere olduğunu söylemektir. Yalnız kısas hakkının olmaması bu duruma en uygun olması itibariyledir. Veyahut Musa'nın şeriatinde çocuğu (öldürmede) de kısas gerektiğini bildirmektir. Doğrusu çok fena bir şey yaptın"

Meâl-i Şerifi

75- Hızır dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?"

76- (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.

77- Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın" dedi.

78- Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."

79- "Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı."

80- "Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk."

81- "İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin."

82- "Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur."

76-77- Nihayet bir köy halkına vardılar. İleriden anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi. Birçokları Antakya olduğunu söylemiş. Şehre Antakya ismi sonradan verilmiş olduğuna göre eski isminin başka bir şey olması gerekir. Bundan başka Übülle denilmiş. Berka denilmiş. Hıristiyanların nisbet edildiği Nasıra denilmiş, Bacırvan denilmiş. Rum topraklarında bir köydür denilmiş, Endülüs'te Hadrâ adasıdır denilmiş. Şu halde bu köyün sağlam bir şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Aslında Kur'ân'da köyün belirlenmesi istenmediğinden dolayı belirsiz gösterilip yalnız şöyle bir niteliği anlatılmıştır:

Öyle bir köy ki halkından yiyecek istediler (köy halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Burada in iki defa söylenmesi, birisi şehrin asıl hükümeti, biri de genel halkı olması gibi iki mânâya işaret olsa gerektir. İkisinden de kastedilen, aynı mânâ ile halk demek olduğuna göre kelimesinin tekrarlanması sırf onları ayıplamak için olmuş olur. Gerçekten bu köyün ileri gelenleri ve halkıyla, bütün halkı o kadar alçak imişler ki, iki kişiyi konuklamaktan çekinmişler.

Bu alçaklığa karşı gösterilen büyüklüğe bakınız: O vakit orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular; (Hızır) hemen onu doğrulttu. Nakledildiğine göre bu bir kale duvarı gibi yüksek ve kalın bir duvar imiş. Bazılarının zannettiği gibi bunu yıkmış ve durup yeniden yapmış olabilir. Fakat böyle bir memlekette o tuhaf durumda bulunan bir duvarı yıkmaya kalkışmak bile olağan bir şey olamayacağı dikkatle düşünülürse, sözün gelişinden bunun bir mucize şeklinde hemen doğrultulduğunu anlamak gerekir. Nitekim İbnü Abas'tan ve İbnü Cübeyr'den rivayet edildiğine göre: "El ile dokunmuş ve (duvarın) hemen doğrultulmuş olduğu" söylenmiştir. Gerçekten peygamberlerin durumlarına ve kıssanın meydana gelmesine yakışan da budur.

Bunu gören Musa dedi ki: İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın. Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa'ya anlamsız göründü de sabrını tutamadı. Şu kadar ki bu defa öncekiler gibi öfke ile değil, yumuşaklıkla itiraz etti ve yukarıdaki sözü gereğince, arkadaşlığın sona ermesi gerekeceğinden çekinmedi. Onun için Hızır da:

78- Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Artık sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana söyleyeceğim." Yani gemi, oğlan ve duvar hakkında yaptığım şeylerin sana gizli kalan mânâ ve maksadını, gizli olan sebep ve hikmetini anlatacağım.

79-Şöyle ki: "Gemi, denizde çalışan bir takım yoksullarındı. Ben onu ayıplandırmak istedim. Çünkü ötelerinde bir melik vardı" Bu melik Gassân hükümdarı Cülendâ b. Kerber idi denilmiş. Endülüs yarımadasında Mıkvâd b. el-Cülbend idi denilmiş. Ünü böyle zulüm ile destan olmuş olan bu kral her gemiyi gasbederek alıyordu. Yani sağlam, kusursuz olan her gemiyi zorla alıyordu. Bundan dolayı gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak, o gasptan kurtarmak için iki kötülüğün en az zararlısını seçmek ile, o yoksullara yardım cinsinden yararlı bir iş idi. İşte Allah'ın hükümlerinde böyle dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylere rastlanır ki, Allah katındaki sırları bilinirse onların zarar değil, fayda olduğu anlaşılır.

80- Oğlana gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bundan dolayı bunları azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk. Yani sakındık. Yani oğlan göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi. Büluğa ermiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının istilası altına almak üzere idi. Yahut henüz çocuk ise de öyle küfür ve azgınlığa kabiliyetliydi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak, onları da küfre bürüyecekti. Halbuki o ana ve babanın imanlarındaki samimiyyeti Allah tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layık ve onun çocuk iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi.

81- İstedik ki: bu iki müminin Rableri kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin. Hem oğlanın yüzünden görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem de onun ölümüyle duyacakları acıya karşılık daha sevimli bir oğlana erişeceklerdir ki, o oğlan ölmeyince bu olmayacaktı. Rivayet edildiğine göre onun yerine Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet, hidayete ermiştir.

82- Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi.

Özetle iki oğlu yetim kalmış olan o iyi babanın iyiliği Allah katında boşa gitmeyecekti. Bu yüzden Rabbin o iki yetimin büluğ çağına ve erginliğe erişmelerini ve erişip hazinelerini çıkarabilmelerini istedi. Bunlar büyümeden duvar yıkılmış olsaydı, o hazineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı. Düşünmeli ki o durum ve vaziyette yıkılmak üzere bulunan bir duvarın altında, iki yetime ait bir hazinenin var olduğunu bilip de onun belirli zamanına kadar korumasını temin etmek ne kutsal bir iştir. Bunlar hep Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ve ben bunu, bu yaptıklarımı kendiliğimden yapmadım. Yani kendi görüş ve ictihadımdan değil, Rabbinin bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bu benim bir görevimdi. İşte senin, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.

Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki bu açıklamaya karşı Musa bir şey dememiştir. O halde bu açıklama ve yorumda reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki Musa'nın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler gerçekte öyle değilmiş. Onun beğenmemesi, gözünden gizli olan sebepleri ve hikmetini anlamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler, açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, Allah'ın hükmünde çelişme kalmıyor. O halde demek oluyor ki iç yüzün gereği, görünüşün gereğine aykırı olabilir. Fakat bundan dolayı hakikat ile şeriatın uyuşmazlığı gerekmez. Çünkü şeriat, Hakk'ın hükmüdür. Hakk'ın hükmü de hakikatte (gerçekte) ne ise odur. Onun için iç yüze göre emredilmiş olan Hızır, Hakk'ın emri olan şeriat ile âmel ettiği gibi; şeriatla emrolunmuş bulunan Musa da hakikat (gerçek) açıklandığı zaman şeriat bakımından itiraza yer olmadığını görüyor. Bunun için İmam-ı Rabbanî Mektûbât'ının birinci cildinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki: "Bazı insanlar dinsizlik ve zındıklığa meylederek esas gayenin şeriatın ötesinde olduğunu hayal etmişlerdir. Asla ve hayır, sonra asla ve hayır böyle kötü bir inançtan Allah'a sığınınız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar uyumsuzluk yoktur. Şeriata aykırı olan herşey reddedilir ve şeriatin reddettiği her hakikat iddiası bir zındıklıktır."

Yine aynı ciltte kırk birinci mektupta şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde demiştir ki: "Mesela dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını yok etmek eğer zorlanıp çalışmakla olursa tarikat ve eğer külfetsiz yapılması kolay olursa hakikattir. Kısacası bâtın (gizli) olan tarikat ve hakikat, görünen şeriatın tamamlayıcısıdırlar. Şu halde tarikat ve hakikat yoluna girenlerden, yol esnasında görünürde şeriata aykırı ve ona ters düşen işler görünürse hep bunlar, o anki sarhoşluktan ve kendini kaybetmektendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o şeriata aykırı olan durum tamamen ortadan kalkar ve o zıd ilimler tamamıyla dağılmış olur."

Ancak burada dikkate değer bir nokta vardır ki o da Hızır'ın öldürdüğü çocuk meselesidir. Eğer bu çocuk büluğ çağına ermiş idiyse derhal küfür ve azgınlığına hüküm vermek şeriata uygun olur. Fakat âlimlerin çoğunun dedikleri gibi, henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk idiyse, onun kâfirliği ve azgınlığı nihayet gelecekte meydana çıkacak bir gerçektir. Hızır, Allah'ın kendisine bağışladığı ilim ile, onun o zamanki ve gelecekteki bütün gizli bilgilerini bilmiş dahi olsa, bir çocuk şöyle dursun bir ergini bile ileride yapacağı suçtan dolayı öldürmek şüphe yok ki İslâm hukukuna aykırıdır. Çünkü Hz. Ömer (r.a) Muğire'nin kölesini görünce: "Bu beni öldürecek" demiş, kendisinin katili olacağını bilmişti. "O halde niye bırakıyorsun, ey müminlerin emiri!" dediklerinde "Ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır. Ve yalnız kalbindeki şeyden dolayı da şeriata göre sorumlu olunmaz" dedi. Ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızır'ın öldürdüğü eğer çocuk ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir uyumsuzluk noktası meydana getirmez mi? Ve bu durumda Musa bu yoruma nasıl kanaat etmiş olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki tarzdan birisi olabilir:

1- Musa'nın yoruma itiraz etmemesinden açıkça anlaşılan şudur ki onun diye bir masum (suçsuz) zannettiği oğlan, çocuk değil, ergin azgın bir kâfir, öldürülmesi vacib bir genç imiş. Bu ipucu karşısında çocuktu sözü kabul edilemez.

2- Şeriatın hakikatı Allah'ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiş. Musa'nın itiraz etmemesine sebep de bu olmuştur. Çünkü bu şekilde Hızır, özel durumlarda özel bir şeriat ile emredilmiş bir peygamber olduğunu anlatmış demektir. Bundan dolayı o çocuk hakkında gerçekleştirdiği öldürme hükmü, genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için özel vahye dayanan özel bir şeriat olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir uyuşmazlığa değil, iki peygamberin şeriatleri arasında bir farka dayanır. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en önemli nokta da bu farktır. Açıklanan üç olaydan, üçü de Hızır'ın hem ilminin şeklinde, hem de yaptığı işin şeklinde başka bir özellik gösterdiği gibi, bilhassa çocuk olayı onun şeriatında da bir özellik göstermektedir:

Birincisi, ilim açısından bakıldığı zaman onun gemi, genç ve duvar hakkındaki ilminde olduğu gibi, eşyanın görünmeyen şeylerle ilgili olan Allah bilgi ve sırlarını, gelecekteki takdir edilmiş şeyleri, geçmişteki gizli hususları, şimdi gözönünde olduğu gibi hemen bildiği anlaşılıyor. Onun için buna gayb ilmi, gizli ilim, özel mânâsı ile Ledünnî (Allah'ın bilgisi ve sırları) ilmi demişlerdir.

İkincisi, fiil yönünden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan Hakk'a doğru giden işler değil, Hak'tan (Allah'tan) halka doğru olan fiillerdir. Bundan dolayı Musa gibi halkı Hakk'a götürmeye emredilmiş değil, Hak'tan halka olan mukadderatın (yazılmış olanların) yerine getirilmesine emredilmiş demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de, Allah'ın emri ile ölen çocukların ruhlarını almaya vekil tayin olunmuş olan Azrail'in görev ve sorumluluğu gibi olur.

Üçüncüsü, İslâm şeriatına uygun olmak, başka bir ifade ile güzellik ve çirkinlik açısından bakıldığı zaman Hızır'ın yaptıkları, gözle görülmeyen gizli sebeplere dayandığı için görünürde çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Sebeplerinin açıklanmasıyla gerçeğe uygun olduğu zaman ise, üçte ikisi genel kurala uygun ve biri genel kurala aykırı bir istihsan (güzel sayma) olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki özelliği, daha önce Allah'ın ilmi ve sırrından haber almış, ondan doğruyu bulmasına yardımcı olacak ilmi öğrenmeye gelmişti. Gördüğü örnek ise ona, amel ve şeriat yönünden kendisinin memurluğuna uymayan ve bununla beraber itiraz etmeye de hak vermeyen özellikler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında birbirinden ayrılma gereği gerçekleşmiştir. Demek ki Musa, ilmini tebliğ ve ortaya koymaya emredilmiş Ulü'l-azim bir peygamber olduğu halde Hızır, tebliğe değil, verilen emirleri hemen yerine getirmeye emredilmişti. Bundan dolayı Hızır'ın bir peygamber değil, bir veli olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat yalnız veli olsaydı oğlanı öldürmek için özel hükme sahip olamazdı. Bu şekilde kıssa Hızır'ın Musa'dan daha faziletli olduğunu gerektirmez. Ancak Musa'nın herşeyi bilen (bir peygamber) olmadığını ve Allah ilminden Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızır'ın, hem Musa'nın Allah'ın lutfuna nail olduklarını toplayan bir zü'l-cenaheyni (dünya ve ahirete ait bilgisi geniş olan kimse) göz önüne getirmeyi telkin ile Hz. Muhammed'in makamının en mükemmel bir makam olduğunu anlatmak için bir giriş yapılmış demektir.


Kehf suresi 65 - 82 . ayetler
:)
 
Katılım
19 Ocak 2011
Mesajlar
440
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
35
Orada şeyh nazım gaybı bilir mi yazıyor :D
Hayır yazmıyor, yalnız gülünecek bir durum olduğunu sanmıyorum, ortamı yatıştırmak içinde gülmüyorsunuz hayır, samimiyetsiz bir gülücük, alaycı bir üslup görüyorum, nezaketli olmanızı istirham ediyorum, özellikle böyle konularda böyle bir üslup kullanıp sonuna da bir gülücük koymanız sizin üslubunuzu düzeltmez, ben öyle düşünüyorum...
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Meşreb içindeki bazı meselelerin , net ortamına taşınması üzüntü verici olmuştur...
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Kehf 65 "Nihayet kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik./ derken
salih kullarımızdan birini buldular ki biz nezdimizde ona bir rahmet vermiş ve tarafımızdan bir ilim öğretmiştik. Yani vahiy ve peygamberlik nimeti ile nimetlendirmiş ve tarafımızdan kendisine ilim öğretmiştik.

Bazıları bu zatın kim olduğu hakkında ihtilaf etmişlerse de tefsir bilginlerinin çoğu Hızır olduğunu nakletmişler ve açıklamışlardır. Tasavvufçular, hadis bilginlerince sahih olarak kabul edilmeyen bazı haberlerle Hızır'ın hiç vefat etmediğini ve arasıra görüldüğünü söylemişlerdir. Onun için buradaki rahmeti, uzun süre yaşamak ile tefsir edenler olmuştur. Muhyiddin-i Arabi hazretlerinin "Futuhât-ı Mekkiyye" sinde Hızır'ın hayatına dair birtakım bahisler ve hikayeler görülür. İbnü Salâh ve Nevevî gibi bazı yüce zatlar, Hızır'ın yaşadığı hakkında büyük âlimlerin görüş birliğini nakletmişler, fakat takip olunmuşlardır. (eleştiriye uğramışlardır.) Buna karşılık bir çok âlimler de bazı hadislerle "Ey Muhammed! Biz senden önce hiçbir insana ebedilik vermedik..." (Enbiyâ, 21/34) âyetiyle akla ve nakle dayanan bazı deliller getirerek vefat etmiş olduğunu söylemişlerdir. Ebu Hayyân, bunun cumhur sözü olduğunu kaydetmiştir. Gerçekten tefsir bilginlerinin çoğu, birçok yerlerde olduğu gibi buradaki rahmeti de vahiy ve peygamberlik ile tefsir etmişlerdir.

İbnü Kayyim-i Cevzî, Hızır (a.s)ın hayatı hakkında zikrolunan hadislerin hepsi yalandır. Yaşadığına dair sahih bir hadis bile yoktur demiş. Alûsî de bu konuyla ilgili sözleri ve delilleri uzun uzadıya inceleyip araştırdıktan sonra demiştir ki: Her türlü hesaptan sonra Hz. Peygamberin sahih hadisleri ve aklın tercih ettiği deliller, vefat etti diyenlerin sözüne tamamen uygun ve iddialarını tamamen desteklemektedir. Ve bu haberlerin dış görünüşlerinden sapmayı gerektiren bir şey yoktur. Olsa olsa çok hayırlı bazı salihlerden -ki sahih olduğunu Allah bilir rivayet edilen hikayelerin dış görünüşlerini gözetme ve Muhyiddîn-i Arabî gibi Hızır'ın yaşadığını söyleyen bazı tasavvuf ulularına iyi fikir besleme meselesi kalır ki, bu da bir delil meydana getirmez. Eğer yalnız söyleyen kimsenin değerinin yüceliğinden ve onun hakkındaki iyi kanaatten dolayı, o gibi sözlere değer verip de kabul edersen kıyamete kadar Hızır'ın yaşadığına inanabilirsin. Eğer Hz. Ali'nin "söyleyene bakma, söylediğine bak" dediği gibi söyleyen kimsenin onurunun yüceliğine aldanmayıp da sözü, delilin bulunması ve bulunmamasına göre kabul veya reddedeceksen iki tarafın delillerini, faydasına ve zararına olan delilleri öğrendikten sonra, vicdanından fetva sor, vereceği fetva ile amel et. Sakın birtakımlarının yaptığı gibi, bir konuda tasavvufçulara uymayanı hemen doğru yoldan sapıtmaya kalkışma. Çünkü İslâm hukukuna göre veya akla göre bir delilin, red edemeyeceği konularda ehlinden işitilen bir söze inanmamak bir mahrumiyet olabilirse de şer'î veya aklî delilin reddettiği bir dava tasavvufçularca da kabul edilmez.

Biz de şunu söylemek isteriz ki, bu konu görünen hayat açısından üzerinde düşünülürse Hızır'ın yaşadığını kabul etmeyen âlimlerin sözü açık olduğunda şüphe yoktur. "Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir" (Maide, 5/75) âyeti bu konuda yeterli bir delildir. Fakat işaret, şiarları olan tasavvufçuların sözlerini de dış görünüşü üzere tartışma konusu yapmamak icab eder. Özellikle Musa ve Hızır kıssası bir zâhir ve bâtın kıssası olduğuna göre o bâtın (gizlilik), Hızır meselesinin konusunu meydana getirir. Tasavvufçuların sözünde buna delil de yok değildir. Şeyh Sadreddin İshak Konevî "Tebsıratü'l- Mübtedî ve Tezkiretü'l-Müntehî" isimli eserinde: "Hızır (a.s)ın varlığının misal âleminde" olduğunu nakletmiş. Abdurrezzak-ı Kâşî: "Hızır, ruhun ferahlığından, İlyas ruhun sıkıntısından ibarettir" demiş. Bazıları da Hızriyyetin, Hızır (a.s)ın derecesi üzere bazı salih kimselerin erdiği bir rütbe olduğunu söylemiştir ki, bu üç sözü, bu konunun anahtarı olmak üzere kabul edebiliriz.

LEDÜNN: "yanında" gibi bir zarftır. Türkçede katımızdan veya tarafımızdan demek gibidir. Ve görülüyor ki ilmin değil, öğretmenin kaydıdır. Bununla beraber öğretmenin, O'nun katından olması, ilmin de O'nun katından olmasını gerektirmez değildir. Şüphe yok ki bütün peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahiy ve öğretmek itibarı ile Ledünnî (Allah katından)dir. Fakat burada dikkate değer bir husus şudur ki "ve kendisine tarafımızdan ilim öğrettik." kaydı ile Hızır'a öğretilmiş olan ilim, Musa'nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah tarafından öğretilen ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, âyetteki kıssalar karinesi (ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu "Gayıplar ilmi ve gizli ilimlerin sırları" diye tefsir etmişlerdir. Diğer bir ifade ile demişlerdir ki: "Musa'nın ilmi, şer'î hükümleri bilmek ve dış görünüşe göre fetva vermekti. Hızır'ın ilmi ise işlerin iç yüzünü bilmekti." Sahih-i Buharî'de rivayet edilmiştir ki, Hızır şöyle demiş: "Ey Musa! Ben Allah'ın ilminden bana öğrettiği bir ilim üzereyim ki, sen onu bilmezsin. Sen de Allah'ın ilminden sana öğrettiği bir ilim üzeresinki ben onu bilmem." Bu şekilde ilm-i ledünnî (Allah bilgisi) deyimi, bu özel ilimde en özel bir mânâ ile terim olmuştur ki, buna hakikat ilmi ve batın (gözle görülmeyen şeyler) ilmi de denilmiş ve tasavvufçular, bu kıssaya bir delil olarak tutunmuştur. Özetle ledünnî ilim, kafa çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan bir mukaddes kuvvetin tecellisidir. Etkiden etki yapana, duygudan varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize), varlıktan duyguya gelen birinci derecede bir ilimdir. Nefsin olagelene geçişi değil, olagelenin nefiste meydana çıkmasıdır. Doğrudan doğruya bir keşiftir. Fakat ledünnî deyimi, bunun özellikle Allah'ın sırlarına ait olanından daha fazla deyim olmuştur. Türkçede bir işin ledünniyatı demek iç yüzündeki gizli incelikleri ve sırları mânâsında herkesçe bilinir. Bu kıssada ilim için araştırma yapmak ve yolculuğa çıkmaya bir teşvik delili ve bununla beraber ledünnî ilmin çaba harcamak ve istemekle kazanılmasının mümkün olmadığını anlatmak vardır.

66- Bakınız Musa ile delikanlısı Allah'tan böyle bir rahmet ve ilme erişmiş özel bir kulu bulduklarında ne yaptılar: Musa ona dedi ki: "Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"

RÜŞD, hayrı, doğru yolu bulmaktır. Bu sözde âlime karşı alçak gönüllülüğün gereğine ve ilim tahsilinden esas maksadın rüşdü kazanmak olduğuna ve ilim öğrenmede gönül alçaklığı, edeb, nezaket, ardına düşme ve hizmetin şart olduğuna delalet vardır.

67-69-Bu izin istemeye cevap olarak o kul; Musa'ya dedi ki: "Sen benimle arkadaşlığa asla sabredemezsin." Bu sözle Hızır, Musa'nın psikolojik durumu hakkındaki ilk keşfini göstermiş ve ona kendini anlatmış oluyordu ki, sonunda doğruluğu gerçekleşecektir. Gerçekten bu istekle Musa'nın alacağı ders, kendi yerini tanımak ve bir sabır dersi almaktan ibaret olacaktır. Yani bu konuda çok sabır lazımdır. Senin ise şüphesiz ki benimle beraber sabretmek elinden gelmez ve bunda mazursun. Çünkü iç yüzünü bilemediğin bir şeye nasıl sabredeceksin?

Yani beraberimde birtakım şeyler göreceksin ki, sır ve hikmetinden haberin olmayacak, dış görünüşe göre ise iyi görünmeyecek. Sen bir şeriat sahibi olman itibariyle onları dış görünüşlerine göre uygun göremeyip itiraz etme gereğini duyacaksın.

70- Musa dedi ki: "İnşallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiçbir işte karşı çıkmayacağım." dedi. Allah dilemezse başka.

71- "Hızır dedi ki: "Eğer bana uyacaksan, ben sana sırrını anlatmadıkça hiçbir şey hakkında bana soru sorma." Yani tartışma, itiraz şöyle dursun, sorup anlama için bile soru sorma! Demek ki başka ilimlerde meseleyi ortaya koyarak bilginin yarısını oluşturan soru, bu ilimde yasaktır. Bunda öğrencinin nefsi, faaliyetten çok kabiliyette hazırlanacaktır.

72-75- Böylece ikisi yola koyuldular. Demek ki, bu ilimden bir şey bellenirse bir yerde oturup söyleşmek veya düşünmek yoluyla değil, gerçekten işleri yapmakla bellenecektir. Sözleşme tamamen olur olmaz ikisi birlikte hareket etmişler. Görülüyor ki burada delikanlı zikredilmemiştir. O, Musa'ya uyduğu için, artık kendisinden söz edilmemiş ve onu bir yerde bırakmış da olabilirler. İkisi denize doğru gemiye bininceye kadar gittiler. Nihayet gemiye bindiklerinde, Ebu Hatem'in Rebi' b. Enes'ten rivayet ettiğine göre yer korkunç idi, gemiciler bunlardan şüphelendiler, bindirmek istemediler. Fakat başkanları: "Ben bunları yüzleri nurlu adamlar görüyorum, bindireceğim" dedi, bindirdi. Buharî ve Müslim ve diğer hadis bilginlerinin İbnü Abbas'tan rivayetinde ise "Hızır'ı tanıdılar, ücretsiz bindirdiler. Gemiyi yaraladı. Bunun bazı rivayetlerde zikredildiği gibi keser veya balta gibi aletler ile olağan bir iş şeklinde olması muhtemeldir. Ve gemiciler Hızır'ı tanıdıklarından dolayı belki ses çıkarmamışlardır. Fakat nazmın beyan zevkine ve gemicilerin ses çıkarmamasına göre bir harika şeklinde sessizce yapılıvermiş olması daha uygundur. "Musa : "Gemiyi yolcularını boğmak için mi deldin? Doğrusu çok kötü bir iş yaptın" dedi. Yine gittiler, yani özrünü kabul etti de gemi ile sahile çıktıktan sonra yine gittiler. Nihayet bir oğlana rastladılar. Hızır onu hemen öldürdü. Oğlan deyimi gibi gulâm deyimi de çoğunlukla buluğ çağına ermeyenler de yaygın olarak kullanıldığından dolayı, Cumhur bunun henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk olduğunu söylemişlerdir. Fakat İbnü Ebî Hatem, Said b. Abdülaziz'den yirmi yaşında bir genç olduğunu rivayet etmiştir.(1) Gerçekten böylelerine de gulam denilebilir. Musa dedi ki: "Bir can karşılığı olmaksızın masum bir cana nasıl kıydım? Yani bir kısas hakkın yok iken, bir masum veya suçsuz kimseyi mi öldürüverdin? Demişlerdir ki, maksat, öldürmenin haksız yere olduğunu söylemektir. Yalnız kısas hakkının olmaması bu duruma en uygun olması itibariyledir. Veyahut Musa'nın şeriatinde çocuğu (öldürmede) de kısas gerektiğini bildirmektir. Doğrusu çok fena bir şey yaptın"

Meâl-i Şerifi

75- Hızır dedi ki: "Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin demedim mi sana?"

76- (Musa) dedi ki: "Eğer bundan sonra sana bir şey sorarsam bana arkadaş olma! Hakikaten benim tarafımdan ileri sürülebilecek son mazerete ulaştın.

77- Bunun üzerine yine yürüdüler. Nihayet bir köy halkına varıp onlardan yemek istediler. Ancak köy halkı onları misafir etmekten kaçındılar. Derken orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular. Hızır hemen onu doğrulttu. Musa: "İsteseydin elbet buna karşı bir ücret alırdın" dedi.

78- Hızır dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Şimdi sana o sabredemediğin şeylerin içyüzünü haber vereceğim."

79- "Gemi, denizde çalışan bir kaç yoksula aitti. Onu kusurlu kılmak istedim, çünkü onların ilerisinde her sağlam gemiye zorla el koyan bir hükümdar vardı."

80- "Oğlana gelince, onun ana-babası mümin kimselerdi. Çocuğun onları azgınlık ve inkâra sürüklemesinden korktuk."

81- "İstedik ki Rabbleri onun yerine kendilerine ondan temizlikçe daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin."

82- "Duvar ise, o şehirde iki yetim oğlana ait idi. Duvarın altında onların bir hazinesi vardı. Babaları da iyi bir kimse idi. Onun için Rabbin istedi ki o iki çocuk erginlik çağlarına ersinler ve Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarsınlar. Ve ben bunların hiçbirini kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin içyüzleri budur."

76-77- Nihayet bir köy halkına vardılar. İleriden anlaşılacağı üzere bu bir şehir idi. Birçokları Antakya olduğunu söylemiş. Şehre Antakya ismi sonradan verilmiş olduğuna göre eski isminin başka bir şey olması gerekir. Bundan başka Übülle denilmiş. Berka denilmiş. Hıristiyanların nisbet edildiği Nasıra denilmiş, Bacırvan denilmiş. Rum topraklarında bir köydür denilmiş, Endülüs'te Hadrâ adasıdır denilmiş. Şu halde bu köyün sağlam bir şekilde belirlenmesi mümkün değildir. Aslında Kur'ân'da köyün belirlenmesi istenmediğinden dolayı belirsiz gösterilip yalnız şöyle bir niteliği anlatılmıştır:

Öyle bir köy ki halkından yiyecek istediler (köy halkı) onları konuklamaktan kaçındılar. Burada in iki defa söylenmesi, birisi şehrin asıl hükümeti, biri de genel halkı olması gibi iki mânâya işaret olsa gerektir. İkisinden de kastedilen, aynı mânâ ile halk demek olduğuna göre kelimesinin tekrarlanması sırf onları ayıplamak için olmuş olur. Gerçekten bu köyün ileri gelenleri ve halkıyla, bütün halkı o kadar alçak imişler ki, iki kişiyi konuklamaktan çekinmişler.

Bu alçaklığa karşı gösterilen büyüklüğe bakınız: O vakit orada yıkılmak üzere olan bir duvar buldular; (Hızır) hemen onu doğrulttu. Nakledildiğine göre bu bir kale duvarı gibi yüksek ve kalın bir duvar imiş. Bazılarının zannettiği gibi bunu yıkmış ve durup yeniden yapmış olabilir. Fakat böyle bir memlekette o tuhaf durumda bulunan bir duvarı yıkmaya kalkışmak bile olağan bir şey olamayacağı dikkatle düşünülürse, sözün gelişinden bunun bir mucize şeklinde hemen doğrultulduğunu anlamak gerekir. Nitekim İbnü Abas'tan ve İbnü Cübeyr'den rivayet edildiğine göre: "El ile dokunmuş ve (duvarın) hemen doğrultulmuş olduğu" söylenmiştir. Gerçekten peygamberlerin durumlarına ve kıssanın meydana gelmesine yakışan da budur.

Bunu gören Musa dedi ki: İsteseydin buna karşılık bir ücret alırdın. Yiyecek istemek gibi acı bir ihtiyacın gerçekten olduğu bir sırada, mümkün olan bir kazancı bırakıp boşu boşuna bir iyilik yapmaya kalkışmak Musa'ya anlamsız göründü de sabrını tutamadı. Şu kadar ki bu defa öncekiler gibi öfke ile değil, yumuşaklıkla itiraz etti ve yukarıdaki sözü gereğince, arkadaşlığın sona ermesi gerekeceğinden çekinmedi. Onun için Hızır da:

78- Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aramızın ayrılmasıdır. Artık sabredemediğin şeylerin içyüzünü sana söyleyeceğim." Yani gemi, oğlan ve duvar hakkında yaptığım şeylerin sana gizli kalan mânâ ve maksadını, gizli olan sebep ve hikmetini anlatacağım.

79-Şöyle ki: "Gemi, denizde çalışan bir takım yoksullarındı. Ben onu ayıplandırmak istedim. Çünkü ötelerinde bir melik vardı" Bu melik Gassân hükümdarı Cülendâ b. Kerber idi denilmiş. Endülüs yarımadasında Mıkvâd b. el-Cülbend idi denilmiş. Ünü böyle zulüm ile destan olmuş olan bu kral her gemiyi gasbederek alıyordu. Yani sağlam, kusursuz olan her gemiyi zorla alıyordu. Bundan dolayı gemiyi biraz yaralayıp ayıplandırmak, o gasptan kurtarmak için iki kötülüğün en az zararlısını seçmek ile, o yoksullara yardım cinsinden yararlı bir iş idi. İşte Allah'ın hükümlerinde böyle dış görünüşe göre zarar gibi görünen şeylere rastlanır ki, Allah katındaki sırları bilinirse onların zarar değil, fayda olduğu anlaşılır.

80- Oğlana gelince, onun anası babası mümin insanlardı. Bundan dolayı bunları azgınlık ve nankörlüğe sokmasından korktuk. Yani sakındık. Yani oğlan göründüğü gibi masum (günahsız ve suçsuz) değildi. Büluğa ermiş, azmış bir kâfir idi ki, anasını babasını da küfür ve azgınlığının istilası altına almak üzere idi. Yahut henüz çocuk ise de öyle küfür ve azgınlığa kabiliyetliydi ki, sağ kalırsa ileride anasını babasını bile azıtacak, onları da küfre bürüyecekti. Halbuki o ana ve babanın imanlarındaki samimiyyeti Allah tarafından böyle bir kötülükten korunmaya layık ve onun çocuk iken ölmesi hepsi hakkında hayırlı idi.

81- İstedik ki: bu iki müminin Rableri kendilerine ondan daha temiz ve daha merhametli birini versin. Hem oğlanın yüzünden görecekleri kötülükten kurtulacaklar, hem de onun ölümüyle duyacakları acıya karşılık daha sevimli bir oğlana erişeceklerdir ki, o oğlan ölmeyince bu olmayacaktı. Rivayet edildiğine göre onun yerine Allah, bunlara bir kız vermiş ve bu kız bir peygamber annesi olmuş ve o peygamberin eliyle ümmetlerden bir ümmet, hidayete ermiştir.

82- Duvara gelince şehirde iki yetim çocuğun idi altında bunlar için bir hazine vardı. Yani bunlar, için saklanmış bir altın ve gümüş hazinesi vardı. Bunun bir takım hikmet ve öğütleri kapsadığı, bir altın levha olduğu da rivayet edilmişse de birincisi açıktır. Ve babaları iyi bir kimse idi. Yani o hazine onlara iyi bir babanın mirası idi. Helalinden kazanılmış ve Allah yolunda harcanmak için iyi niyet ile konmuştu. "Altın ve gümüşü biriktirip de onu Allah yolunda sarfetmeyenleri acıklı bir azab ile müjdele" (Tevbe, 9/34) âyetinde kötülenen yerilmiş hazinelerden değildi. O iki yetim, yalnız yetim olduklarından dolayı değil, babalarının iyiliğinden faydalanarak o hazineyi elde edeceklerdi. Bu zatın iyi bir insan olması misallerinden biri olmak üzere denilmiştir ki; O çok güvenilir bir adamdı. İnsanlar ona emanetleri bırakırlar, o da verdikleri gibi teslim ederdi.

Özetle iki oğlu yetim kalmış olan o iyi babanın iyiliği Allah katında boşa gitmeyecekti. Bu yüzden Rabbin o iki yetimin büluğ çağına ve erginliğe erişmelerini ve erişip hazinelerini çıkarabilmelerini istedi. Bunlar büyümeden duvar yıkılmış olsaydı, o hazineyi başkaları bulacak ve zayi olacaktı. Düşünmeli ki o durum ve vaziyette yıkılmak üzere bulunan bir duvarın altında, iki yetime ait bir hazinenin var olduğunu bilip de onun belirli zamanına kadar korumasını temin etmek ne kutsal bir iştir. Bunlar hep Rabbinden bir rahmet olarak yapılmıştır. Ve ben bunu, bu yaptıklarımı kendiliğimden yapmadım. Yani kendi görüş ve ictihadımdan değil, Rabbinin bildirdiği emri ile, O'nun bir rahmeti olmak üzere yaptım, bu benim bir görevimdi. İşte senin, hakkında sabredemediğin şeylerin içyüzü budur.

Kıssanın burada bitmesinden anlaşılıyor ki bu açıklamaya karşı Musa bir şey dememiştir. O halde bu açıklama ve yorumda reddedilecek bir şey görmemiştir. Demek ki Musa'nın görünürde zararlı ve beğenilmez gördüğü şeyler gerçekte öyle değilmiş. Onun beğenmemesi, gözünden gizli olan sebepleri ve hikmetini anlamamasından ileri geliyormuş. Öyle ki o gizli sebepler, açıklanınca zâhir ve bâtın birleşiyor, Allah'ın hükmünde çelişme kalmıyor. O halde demek oluyor ki iç yüzün gereği, görünüşün gereğine aykırı olabilir. Fakat bundan dolayı hakikat ile şeriatın uyuşmazlığı gerekmez. Çünkü şeriat, Hakk'ın hükmüdür. Hakk'ın hükmü de hakikatte (gerçekte) ne ise odur. Onun için iç yüze göre emredilmiş olan Hızır, Hakk'ın emri olan şeriat ile âmel ettiği gibi; şeriatla emrolunmuş bulunan Musa da hakikat (gerçek) açıklandığı zaman şeriat bakımından itiraza yer olmadığını görüyor. Bunun için İmam-ı Rabbanî Mektûbât'ının birinci cildinde kırk üçüncü mektupta demiştir ki: "Bazı insanlar dinsizlik ve zındıklığa meylederek esas gayenin şeriatın ötesinde olduğunu hayal etmişlerdir. Asla ve hayır, sonra asla ve hayır böyle kötü bir inançtan Allah'a sığınınız. Tarikat ve şeriat birbirinin aynıdır. Aralarında kıl ucu kadar uyumsuzluk yoktur. Şeriata aykırı olan herşey reddedilir ve şeriatin reddettiği her hakikat iddiası bir zındıklıktır."

Yine aynı ciltte kırk birinci mektupta şeriat, tarikat ve hakikat bahsinde demiştir ki: "Mesela dilin yalan söylememesi şeriat, kalbden yalan hatırasını yok etmek eğer zorlanıp çalışmakla olursa tarikat ve eğer külfetsiz yapılması kolay olursa hakikattir. Kısacası bâtın (gizli) olan tarikat ve hakikat, görünen şeriatın tamamlayıcısıdırlar. Şu halde tarikat ve hakikat yoluna girenlerden, yol esnasında görünürde şeriata aykırı ve ona ters düşen işler görünürse hep bunlar, o anki sarhoşluktan ve kendini kaybetmektendir. O makamı geçip ayıldıkları vakit, o şeriata aykırı olan durum tamamen ortadan kalkar ve o zıd ilimler tamamıyla dağılmış olur."

Ancak burada dikkate değer bir nokta vardır ki o da Hızır'ın öldürdüğü çocuk meselesidir. Eğer bu çocuk büluğ çağına ermiş idiyse derhal küfür ve azgınlığına hüküm vermek şeriata uygun olur. Fakat âlimlerin çoğunun dedikleri gibi, henüz büluğ çağına ermemiş bir çocuk idiyse, onun kâfirliği ve azgınlığı nihayet gelecekte meydana çıkacak bir gerçektir. Hızır, Allah'ın kendisine bağışladığı ilim ile, onun o zamanki ve gelecekteki bütün gizli bilgilerini bilmiş dahi olsa, bir çocuk şöyle dursun bir ergini bile ileride yapacağı suçtan dolayı öldürmek şüphe yok ki İslâm hukukuna aykırıdır.

Çünkü Hz. Ömer (r.a) Muğire'nin kölesini görünce: "Bu beni öldürecek" demiş, kendisinin katili olacağını bilmişti. "O halde niye bırakıyorsun, ey müminlerin emiri!" dediklerinde "Ne yapayım henüz bir şey yapmamıştır. Ve yalnız kalbindeki şeyden dolayı da şeriata göre sorumlu olunmaz" dedi. Ve dediği gibi ertesi gün şehid oldu. Şu halde Hızır'ın öldürdüğü eğer çocuk ise bundaki hüküm, hakikat ile şeriat arasında bir uyumsuzluk noktası meydana getirmez mi? Ve bu durumda Musa bu yoruma nasıl kanaat etmiş olur? Buna söylenebilecek cevap şu iki tarzdan birisi olabilir:

1- Musa'nın yoruma itiraz etmemesinden açıkça anlaşılan şudur ki onun diye bir masum (suçsuz) zannettiği oğlan, çocuk değil, ergin azgın bir kâfir, öldürülmesi vacib bir genç imiş. Bu ipucu karşısında çocuktu sözü kabul edilemez.

2- Şeriatın hakikatı Allah'ın emridir. Hızır da bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiş. Musa'nın itiraz etmemesine sebep de bu olmuştur. Çünkü bu şekilde Hızır, özel durumlarda özel bir şeriat ile emredilmiş bir peygamber olduğunu anlatmış demektir. Bundan dolayı o çocuk hakkında gerçekleştirdiği öldürme hükmü, genel kurala aykırı olmakla beraber, Hızır için özel vahye dayanan özel bir şeriat olur. Bu ise şeriat ile hakikat arasında bir uyuşmazlığa değil, iki peygamberin şeriatleri arasında bir farka dayanır. Ve Musa'yı Hızır'dan ayıran en önemli nokta da bu farktır. Açıklanan üç olaydan, üçü de Hızır'ın hem ilminin şeklinde, hem de yaptığı işin şeklinde başka bir özellik gösterdiği gibi, bilhassa çocuk olayı onun şeriatında da bir özellik göstermektedir:

Birincisi, ilim açısından bakıldığı zaman onun gemi, genç ve duvar hakkındaki ilminde olduğu gibi, eşyanın görünmeyen şeylerle ilgili olan Allah bilgi ve sırlarını, gelecekteki takdir edilmiş şeyleri, geçmişteki gizli hususları, şimdi gözönünde olduğu gibi hemen bildiği anlaşılıyor. Onun için buna gayb ilmi, gizli ilim, özel mânâsı ile Ledünnî (Allah'ın bilgisi ve sırları) ilmi demişlerdir.

İkincisi, fiil yönünden bakıldığı zaman yaptığı şeyler, halktan Hakk'a doğru giden işler değil, Hak'tan (Allah'tan) halka doğru olan fiillerdir. Bundan dolayı Musa gibi halkı Hakk'a götürmeye emredilmiş değil, Hak'tan halka olan mukadderatın (yazılmış olanların) yerine getirilmesine emredilmiş demektir. Ve şu halde oğlanı öldürmesi de, Allah'ın emri ile ölen çocukların ruhlarını almaya vekil tayin olunmuş olan Azrail'in görev ve sorumluluğu gibi olur.

Üçüncüsü, İslâm şeriatına uygun olmak, başka bir ifade ile güzellik ve çirkinlik açısından bakıldığı zaman Hızır'ın yaptıkları, gözle görülmeyen gizli sebeplere dayandığı için görünürde çirkin ve hikmetsiz görünüyor. Sebeplerinin açıklanmasıyla gerçeğe uygun olduğu zaman ise, üçte ikisi genel kurala uygun ve biri genel kurala aykırı bir istihsan (güzel sayma) olduğu anlaşılır. Musa onun ilmindeki özelliği, daha önce Allah'ın ilmi ve sırrından haber almış, ondan doğruyu bulmasına yardımcı olacak ilmi öğrenmeye gelmişti. Gördüğü örnek ise ona, amel ve şeriat yönünden kendisinin memurluğuna uymayan ve bununla beraber itiraz etmeye de hak vermeyen özellikler bulunduğunu öğrenmiş ve bunun üzerine aralarında birbirinden ayrılma gereği gerçekleşmiştir. Demek ki Musa, ilmini tebliğ ve ortaya koymaya emredilmiş Ulü'l-azim bir peygamber olduğu halde Hızır, tebliğe değil, verilen emirleri hemen yerine getirmeye emredilmişti. Bundan dolayı Hızır'ın bir peygamber değil, bir veli olduğunu söyleyenler olmuştur. Fakat yalnız veli olsaydı oğlanı öldürmek için özel hükme sahip olamazdı. Bu şekilde kıssa Hızır'ın Musa'dan daha faziletli olduğunu gerektirmez. Ancak Musa'nın herşeyi bilen (bir peygamber) olmadığını ve Allah ilminden Musa'ya verilmeyen şeyler bulunduğunu anlatmış olur. Bu da hem Hızır'ın, hem Musa'nın Allah'ın lutfuna nail olduklarını toplayan bir zü'l-cenaheyni (dünya ve ahirete ait bilgisi geniş olan kimse) göz önüne getirmeyi telkin ile Hz. Muhammed'in makamının en mükemmel bir makam olduğunu anlatmak için bir giriş yapılmış demektir.

Kehf suresi 65 - 82 . ayetlerdeki gelecek zaman kipli cümleleri işaretledim...

Görüldüğü gibi Hızır olarak bilinen salih kul GAYBÎ bilgi ile eylemler yapmıştır...

Hatta verilen rivayete göre Hz. Ömer'in katili olacağını GAYB bilgisinden keşfettiği kişiye yapmaktan imtina ettiği işlerdir bunlar...

Şimdi Kur'an'da bu ayetler dururken GAYBÎ bilgiye değil sahip olmak; bu bilgilere göre davranıp ADAM ÖLDÜRMEK fiilini işleyen bir İNSANı; bir kulunu RABB-i HAKÎM "kullarımızdan bir salih kul" olarak takdim etmektedir...

"Sözü Allah'ın sözünden daha güzel olan kim vardır ?"
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
Hayır yazmıyor, yalnız gülünecek bir durum olduğunu sanmıyorum, ortamı yatıştırmak içinde gülmüyorsunuz hayır, samimiyetsiz bir gülücük, alaycı bir üslup görüyorum, nezaketli olmanızı istirham ediyorum, özellikle böyle konularda böyle bir üslup kullanıp sonuna da bir gülücük koymanız sizin üslubunuzu düzeltmez, ben öyle düşünüyorum...

Yok o gayet samimi bir gülümseme ama siz dar açıdan baktığınız için öyle görüyorsunuz....

Ben Nazım Kıbrisi nin gaybı bilemeyeceğine inanıyorum ve bu şekilde düşünüyorum bana ayet-i kerimeleri getirerek inandıklarınızın işareti gibi göstermeniz yanlış.... siz nazım kıbrisi gaybı bilir diyor ve öyle inanıyor olabilirsiniz ama ben aksini düşünüyorum, sizin gibi düşünmek zorunda değilim değil mi :)
 

sufi7007

Profesör
Katılım
24 Nis 2007
Mesajlar
1,161
Tepkime puanı
15
Puanları
0
Önce bunda anlaşalım; Kazım'ı, Hazım'ı bir kenara bırakıp...

Allah'ın "kullarından bir kulun" gelecekten haber vermesi Kur'an-ı Kerim işareti ile mümkün ise diğer bazı kullarının da "gelecekten haber vermeleri" mümkündür...

Anlaştık mı?
 
Katılım
19 Ocak 2011
Mesajlar
440
Tepkime puanı
17
Puanları
0
Yaş
35
Yok o gayet samimi bir gülümseme ama siz dar açıdan baktığınız için öyle görüyorsunuz....

Ben Nazım Kıbrisi nin gaybı bilemeyeceğine inanıyorum ve bu şekilde düşünüyorum bana ayet-i kerimeleri getirerek inandıklarınızın işareti gibi göstermeniz yanlış.... siz nazım kıbrisi gaybı bilir diyor ve öyle inanıyor olabilirsiniz ama ben aksini düşünüyorum, sizin gibi düşünmek zorunda değilim değil mi :)
Ben benim gibi düşüneceksiniz demedim, saygım sonsuz, yalnız ben benim gibi düşünmediğiniz için size dar açıdan bakıyorsunuz da demedim, hakaret etmeden konuşursak sizde bende mutlu oluruz inşaAllah.
İkincisi, Şeyh Nazım Kıbrısi gaybı bilir gibi saçma bir lafta söylemedim, deliliniz yoksa bunu üzerime atılmış bir çamur bilirim...
Bir diğeri, ayetleri kanıt olarak ben şahsım sunmadı, delil olarak ayet göstereceksem daha çok düşünürüm...
Ve diğeri, eğer böyle bir durum varsa üstad cevabını güzel bir şekilde veriyor zaten;
"Evliyâullah Allah’ın bildirdiği şeyleri bilirler. Allah bildirmezse bilmediklerine delil, Ashab-ı Kiram arasındaki kavgalardır."
 

ummuhan

Kıdemli Üye
Katılım
1 Eyl 2007
Mesajlar
12,943
Tepkime puanı
1,042
Puanları
0
Konum
Arz
O da hakaret değil açınızı biraz genişletin tavsiyesi, yalnızca Nazım Kıbrisi den ibaret değil :)

Ve her söz her zaman açık açık dillendirilmez bazen isim verilmeden, açık ve direk söylenmeyen ama gene de söylenen vardır.
 
Üst