Alevilik

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
ALEVİLİK
ALPEREN GÜRBÜZER

Allah Resulü hem dini, hem ruhani, hem siyasi, hem devlet başkanlığı görevlerini kendisinde toplamış bir elçiydi. Dolayısıyla İslam’ın ilk devirlerinde cemaat küçük olduğundan doğrudan Resulü Kibriya’nın dilinden sadır olan söz veya ortaya koyduğu uygulamaları takip edebilme imkânı vardı. Daha sonrasında İslam halkasının genişlemesiyle birlikte bu imkân ortadan kalktığı gibi bazı meselelerin nasıl olacağı noktasında farklı izahlara ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu ihtiyaca binaen İslam dünyasında sanıldığının aksine ilk ihtilaf ilk halifenin seçimi yönündeki tartışmalarla başlamamış, bilakis siyasi iddiaların odağındaki Hz. Ebubekir’in seçilmesiyle alakalı bir husus olduğu anlaşılmıştır. Şöyle ki; Allah Resulünün vefatının şokunu atlatan birkaç Hazrecli insan kendi aralarında ‘kim halife olacak’ konusu yerine, yangından mal kaçırırcasına ‘halife hangi kabileden olacak’ sorusunu gündeme getirmişler, derken halife meselesini Ensar mı, yoksa Muhacir mi olsun eksenine kaydırmışlardır. Hatta bununla kalmamışlar Sa’d’ı halife olarak düşünmüşler, ancak onu hasta yatağından kaldırıp; ‘İşte, Rasulüllah’ın halifesi Sa’d…’ diyecekleri o esnada Hz. Ömer (r.a) devreye girer ve:
Ey Ebubekir! Sen ki Allah Resulüne içimizde en yakın bulunmuşsun, o halde halifeliğe layık sensin, bu görev sana uygun düşer deyip herkesin gözü önünde elinden biat almasıyla birlikte bütün ümitleri boşa çıkmıştır. Ardından Muhacir, Ensar ve her kabile birlikte itaatlerini bildirip biat etmişlerdir. Zira mezheplerin ve meşreplerin doğuşu da böyle başlamıştır. Malum mezhep zehap (zan, sanı) kökünden türemiş bir kavram. Yani mezhep bir fıkhı yorum olup itikatla ilgisi yoktur. Zaten mezhep imamlarının kendi aralarındaki görüş ayrılıkları iman itibarı ile değil, sadece ibadet, muamelat vs. konulara ait farklı değerlendirmeler itibariyle ortaya çıkmıştır. Buna rağmen her nedense mezhep denilince; ayrımcılık veya bölünme anlaşılıyor. Oysa mezhep yerine pekâlâ içtihat farklılığı denilebilirdi. Madem her mesele farklı yoruma muhtaç, o halde içtihat gerektiren konular ayrılık gayrılık anlaşılmamalı, bilakis İslam toplumunun düşünceye ipotek koymadığının delili olarak görmeli. Keza bu durum İslam ümmetinin fikri zenginliğe sahip olduğunun bir göstergesidir.
Sözün özü, Allah Resulü vefat edince İslam toplumunun idarecisinin kim olacağı konusu gündeme gelmiş, akabinde Ensar ve Muhacir topluluklarının bir arada oturup tartışmaları sonucu nihai karara varılıp Ebubekir Sıddık (r.a) halife seçilmiştir. İşte bu noktada bir kısım Sünni ulema ve bir kısım tarihçilerin tereddütleri olsa gerek ki, Hz. Ali'nin (k.v) bu müzakere ve tartışmalar esnasında hilafet için kendisinin seçilmesini umduğunu belirtirler. Onlar öyle düşünedursun şu bir gerçek; Hz. Ali (k.v) bu konuda hiçbir mesele çıkarmadığı gibi seçilen halifeye biat etmişte. Sadece Allah Resulü vefat ettiğinde, o hengâmede hilafet meselesi kendisinden habersiz şekilde görüşüldüğü zannıyla Hz. Ebubekir’e beyatı geç olmuştur. Bir başka nedense Fatıma’nın babasını kaybetmenin hemen akabinde beyat ettiği zaman üzüleceği ihtimalini göz önünde bulundurup bu konuda 6 ay sessiz kalmayı yeğlemiştir. Sonunda Hz. Ali, Hz. Ebubekir’in yanına varıp; ‘Bu göreve layık olan sensin, ama Allah Resulü’nün daha henüz vücudu ortada iken halifelik görüşmelerinin bana haber verilmediği için kırılıp geciktirmiştim, yarın mescitte herkesin huzurunda beyat edeceğim’ sözünü vermeyi ihmal etmeyecektir, beyat eder de. Hatta o, beyat etmekle kalmamış, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’ın halifelik dönemlerinde (her üç halifenin) her bir halifeye yâr ve yardımcı da olmuştur. Bilhassa ihtilafların doruk noktaya ulaştığı Hz. Osman döneminde bile onun çok koşturmuşluğu inkâr edilemez bir gerçek, ama gel gör ki; Halife etrafındaki Emevi dayanışma ağını kırıp bir türlü aşamamıştı. Kaldı ki o’nun hep bu samimi girişimleri yanlış algılanıp Hz. Osman’a karşı tavır olarak gösterilmiştir. Yinede o, sanki hiçbir şey olmamışçasına Hz. Osman’ı şehit olması anına kadar ümmetin birliği ve dirliği adına ortaya koyduğu şahsi gayretlerini esirgemediği gözlerden kaçmamıştır.
Aslına bakarsak Peygamberimizin dar-ı bekaya irtihalinin ardından ilk halifenin Kureyş’ten olması birlik ve dirlik adına yerinde bir karar olmuştur. Şayet halife başka bir kabileden olsaydı ilerisinde tarihin seyri bir başka yörüngeye kayıp bir takım önü alınmaz olaylara gebe kalınabilirdi. Bu yüzden Araplar için Kureyş ne ise, Türkler içinde Oğuz boyu o derece kıymet ifade eder. Her iki kabile de kendi tarihi seyri akışında mühim rol üstlenmişlerdir. Anlaşılan Allah’ın Habib-i her türlü kabileciliğinin İslam’a aykırı olduğunu beyan etmesinin arka planında yatan ana neden unsur, kan bağına göre teşkilatlanmış bir Müslüman topluluğunun varlığından dolayıdır.
Peki ya Yahudiler! Malum onlarda her devirde sıkıntı oluşturmuş topluluklardır. Şöyle ki, Hz. Muhammed'in (s.a.v) yüzüne karşı açık açık; “Cebrail bizim düşmanımızdır. Şayet sana gelen Mikail olsaydı iman ederdik” demişlerdir. İşte bu düşünceden hareketle, güya Kur’an Hz. Ali'ye gönderilmişte, Cebrail (a.s) onu Muhammed'e (s.a.v) getirmiş diye tevil etmişlerdir. Oysa zırva tevil götürmez. Belli ki; bu tür iddiaların temelinde öteden beri Yahudilerin Cebrail’e karşı besledikleri kin, nefret ve düşmanlık duygularının yansıması vardır. Biz biliyoruz ki; Hz. Ömer’in teklifiyle Kur’an ayetleri Hz. Ebubekir döneminde kitap haline getirilip adına Mushaf denilmiştir. Hatta Kur'an’ın Mushaf haline getirilmesi ashap arasında yetişen hafızların gözetimi altında ve Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Böylece sahabeyi kiram herhangi bir kuşkuya mahal bırakmaksızın Hz. Peygambere indirilen Ku'ran’ın, aynı Kur’an olduğuna şahitlik etmişlerdir. Üstelik hali hazırda Hz. Ali'nin (k.v) kendi eliyle yazdığı Kur’an ortada iken nasıl oluyor da bu tür zırvalara başvuruyorlar pes doğrusu. Kaldı ki bugüne kadar okuduğumuz Kur’an, Hz. Osman’ın miras bıraktığı Kur’an’ın aynısıdır. Tabii mesele burada noktalanmıyor. Bir başka iddia ise; Kur’an'daki ayetler aslında mevcut ayetlerden fazlaymışta, Hz. Osman zamanında bazı ayetler çıkarılıp şimdiki hale dönüştürülmüş güya. Onlar iddia ede dursun, şu an okuduğumuz Mushaf’ın Hz. Ebubekir döneminden tek farkı tertip üzerine yazılmış olmasıdır.
Özetle Kur’an Hz. Ebubekir döneminde Mushaf haline getirilmiş ve bu konuda kurulu heyetin çalışmalarıyla o güne kadar değişik lehçelerde yazılı olan Kur’an nüshaları ashabın şahitliğinde yakıldıktan sonra kaynağına uygun sadece Hz. Hafsa’nın evin duvarında asılı duran Kur’an’dan 6 adet büyük İslam merkezlerine gönderilmesiyle birlikte çoğaltılıp günümüze ulaşmış tek kutsal kitaptır. Maalesef günümüze dek tahrif olmayan tek kutsal kitap olmasına rağmen hala deli saçması cin fikirlerin ortalıkta dolaşmasına kızmamak elde değil. İster istemez bu cin fikirlerin arka planında Yahudilerin olabileceği akla takılıyor. Dün nasıl ki birçok olayın altından Yahudi parmağı çıktıysa bugünde aynı parmağın Müslümanları bölük parça etmeye yönelik bir başka oyunu sahneye koyup devam ettirdiğini düşünüyoruz. İşte Filistin, İşte Mısır, İşte Irak, İşte Türkiye vs. üzerinde oynanan oyunlar bunun en tipik misali.

Hz. Osman’ın Şahadeti
İslam toplumunda müspet anlamda olduğu gibi menfi anlamda da ilklerimiz var, bu ilk menfi hareketlerden biri hiç kuşkusuz Hz. Osman'ın (r.a) hilafeti döneminde İbn-i Sebe’nin provokatif girişimlerinin bir sonucu ortaya çıkan eylemlerdir. İbn-i Sebe, eski bir Yemenli Haham başı olup görünüşte Müslüman, gerçekte kışkırtıcı bir komiteciden başkası değildir. Nitekim o, Hz. Osman döneminde fitne çıkarmak amacıyla Medine’ye geldiğinde ilk yaptığı iş istismara müsait “Haşimilik ve Emevilik” konusunu kaşıma ve provoke etme planını uygulamaya koymak olmuştur. Hakeza o, Hz. Osman ve devlet erkânı hakkında bir sürü iftira listesi hazırlamayı ihmal etmeyecek kadar da kurnaz bir tiptir. Dahası o tahriklere kapılmaya müsait etkin konuma haiz yerlere gönderdiği mektuplarla Hz. Osman’ın hal edilmesi senaryosunu adım adım yürürlüğe koyar da. Derken bu mektuplar kısa zamanda semeresini verip isyancılar Medine’ye çıkarma yaparlar da. Sadece baskın yapsalar yine gam yemeyiz, Hz. Osman'ı (r.a) evinde Kur’an okurken şehit edecek kadar gözü kara olurlar bile. İşte isyancıların gerçekleştirdiği ilk kanlı eylem bu hadisedir. Yani ciddi anlamda fitne hareketi Halifenin şehit edilmesiyle start alır. Öyle ki bu işlenen cinayet zincirinin ilk halkası zamanla etrafa sıçrayıp ortalığı dalga dalga kasıp kavurmaya yeter de.
Malum, bundan sonraki merhalede ise Emevilerle Haşimileri birbirine düşürecek planı hayata geçirmek vardır. Nitekim sosyal ve siyasi olaylar zincirinin bu aşaması Hz. Osman’ın kan davasını gütme şeklinde seyredecektir. Zira plan gereği Hz. Osman’ı Hz. Ali'nin (k.v) öldürttüğü şaibesi yayılacak, akabinde Emevilerin bam teline dokunulup kışkırtılması sağlanacaktır. Bilindiği üzere Kureyş’in en önemli iki kolu, Haşimilik ve Emeviliktir. Öyle ya, madem Hz. Ali (k.v) Kureyş’in Haşimi kolundan, o halde onun halife olması hilafetin Emevilerin elinden çıkması demektir. İşte bu mantıktan hareketle bir yandan Emeviler tahrik edilmeye çalışılacak, diğer taraftan Hz. Ali (k.v)’in halife olması için gayret gösterilecektir. Ancak Hz. Osman’ın şehit olmasının ardından Basralılar Talha b. Zübeyir’i, Kufeliler Zubeyr b. Avvam’ı, Mısırlılar da Hz. Ali’yi halife olma konusunda ikna edemeyeceklerdir. Hatta Sa’d b. Vakkas ve Abdullah b. Ömer’e başvurup onlardan da netice alamazlar. İsyancılar baktılar olmayacak bu defa sağa sola ültimatom yağdırıp; “Şayet yarına kadar ashabın ileri gelenlerinden herhangi biri halife çıkmazsa boyunlarını vuracağız” tehdidini savuracaklardır. Neyse ki bu elim vaziyette Ensar-Muhacir grubundan bir topluluğun ikna etme girişimleri nihayet netice verir; Hz. Ali (k.v) ertesi gün mescitte beyat alacaktır. Anlaşılan o ki; Hz. Ali (k.v) önce halifeliği kabul etmez, ancak yoğun ısrarlar neticesinde halifeliğe geçmek zorunda kalmıştır. Artık bundan böyle Hz. Ali dördüncü halifedir.
Şimdi Müslümanları derinden yaralayan ve İslam âleminde ihtilafa sebep olan şu üç olaya göz atalım. Bu üç olay ana başlıklar itibarıyla:
- Cemel Vakası,
- Sıffın Vakası,
-Kerbela Vakası” diye kategorize edilir. Ki; bugün bile bu üç tarihi olayı sanki yaşamışcasına yüreğimizde hissederiz.

Cemel Vakası

Hz. Ali (k.v) halifeliğe seçildi seçilmesine ama, kendisini uzun bir mücadele dönemi bekliyordu. Daha işe başlar başlamaz içlerinde Talha ve Zübeyir’in de bulunduğu bir heyet Hz. Ali’nin huzuruna geldiklerinde önce Yüce Allah'ın ahkâmını tatbik için beyat ettiklerini hatırlatırlar, sonra Hz. Osman’ın kanını döküp helal sayanların cezalarının verilmesini talep edeceklerdir. Hakeza aynı düşünceleri şiddetle Şam’da ki Muaviye de savunuyordu. Onlar savuna dursun, Hz. Ali (k.v) tam tersi daha henüz yeni işe koyulduğu kaotik bir havada hemen ceza yoluna gitmenin doğru olmadığını, suların durulmasını beklemekte fayda olduğunu, devlet işlerini rayına oturttuktan sonra hep birlikte halledilmesi kanaatini taşıyordu. İşte Hz. Ali fitneyle iç içe bir coğrafyada Emir’ül Mümin olarak görev üstlendiğinde Hz. Aişe, Hz. Zübeyir ve Hz. Talha'nın fitne eylemlerine katılan tüm isyancıların öldürülmesi noktasında fikri taleplerine muhatap kalarak işbaşı yapmıştır. Tabii İlim ve hikmet kapısı Hz. Ali bu fikre katılmadığını belirttikten sonra bu konuda:
“-.. Bir kişinin hatasıyla grubun bütününün sorumlu kılınamayacağını” beyan etmiştir. Böylece deha çapındaki bu fikriyle suçların şahsiliği prensibini hatırlatmıştır.
Hz. Zübeyir ve Hz. Talha bu sözler karşısında sanki ikna olmuşcasına:
-Eğer Ali birlik ve beraberlikten yana ise o zaman aramızda mesele yok demektir” deyip öyle huzurdan ayrılmışlardır.
Hz. Ali (k.v) bu arada boş durmayıp birlik ve dirlik adına Şam ve Kufe şehirlerine mektuplar gönderip kendisinin Rasulüllah’ın halifesi olduğunu tasdik etmelerini bildirecektir. Ne var ki; her defasında elçiler vasıtasıyla gönderilen mektuplar karşılık bulmayacaktır. Sadece Muaviye’den tek bir mektup gelse de, gelen bu mektup hiçte iç açıcı değildi. Zira mektupta; ‘Muaviye b. Ebu Süfyan’dan Ali b. Ebi Talib’ ibareli umursamaz bir satırlık cevap vardı ki, o ibare Hz. Ali’nin moralini alt üst etmeye yetmiştir. İşte bu moral bozukluğu içerisinde geçirdiği halifeliğin ilk günlerinde her ne oluyorsa o arada bir zamanlar İslam adına aynı emeller uğruna beraberce mücadele verdikleri iki dava arkadaşı çıka gelip umre için izin isteyeceklerdir. Tabii hoşbeş sohbetin ardından Hz. Ali (k.v), Talha ve Zübeyir’in kafalarına koydukları “Medine’ye bir daha hiç dönmeme” düşüncesini bilmeksizin vedalaşıp öyle uğurlayacaktır. Üstelik dost sandığı bu arkadaşlar Mekke’ye varıp umrelerini yaptıktan sonra Hz. Ayşe ile buluştuklarında Hz. Ali’ye isteksiz beyat sözü verdiklerini bildireceklerdir. Aslında bu sözlerle bir anlamda beyattan vazgeçtiklerini itiraf etmiş oluyorlardı. Tabii bu tür görüşmeler her geçen gün Hz. Aişe etrafında kümelenmenin gitgide artmasına yarayacak, derken karar aşamasına gelinip her kim Osman’ın katillerinden intikamını almak istiyorsa Basra’ya doğru sefere gelsin çağrısı yapılır da.
İşte bu çağrı üzerine Hz. Aişe ve ordusu yola koyulacaktır. Öyle ki; Hayber yakınlarında Evtas denilen yerde konakladıklarında Said b. As;
— Ey Müminlerin annesi nereye? diye sorduğunda,
Hz. Aişe:
— Osman’ı şehit edenleri cezalandırmak için Basra’ya gidiyorum deyince,
Said b. As:
— Osman’ın katillerini uzaklarda aramana gerek yok, yanı başındakilere bakman kâfi, der.
Aslında Said bu sözlerle Zübeyr ve Talha’yı kastedip, onların hilafeti Hz. Ali’ye kaptırmanın hırsıyla Hz. Osman’ın derdine düştükleri rolüne büründüklerini ima etmiş oluyordu, ama Hz. Aişe güttüğü davada hala kararlıydı. Neyse ki Aişe annemiz Have’b denilen yere geldiğinde köpek ulumalarını işittiğinde biranda aklına Efendimizin (s.a.v) bir zaman hanımlarına söylediği; “Bana öyle geliyor ki sizden birine Have’b köpekleri uluyacak” sözleri düşüverecektir. İster ister istemez bu sözleri hayal meyal hatırladığında kendine gelip gönlünde geri dön duygusu ağır basar da. Ama ne var ki Abdullah b. Zübeyr’in imdat çığlığı, yani; ‘Ali b. Ebi Talib geldi! Çabucak Basra’ya yetişin, neydik edip kendinizi kurtarmaya bakın’ tarzında avaz avaz çığlıklar bu duyguları bertaraf edecektir. Artık atılan çığlık yerini bulup Basra’ya yakın Hufeyr denilen yere varılır bile. Yine de Hz. Ali son kez bir girişimle Ka’ka b. Amr’ı görevlendirip muharebe öncesi bir dizi müzakerelerle barış umutlarını bir nebze olsun yeşertmeyi başarır ama fitne yeniden gardını alıp, bu kez ilginç bir gelişme yaşanacaktır. Şöyle ki; yine İbn-i Sebe şeytanca planla yürürlüğe koyduğu senaryonun gereği her iki tarafın çadırlarına yerleştirdiği adamlar vasıtasıyla ani baskınlar tertiplediğinde uykularından ayılanlar gördüğü manzara karşısında şoka uğrayacaklardır. Böylece uykularından ayılanlar karşı tarafın hışmına uğradık düşüncesiyle kılıçlarını kınından çıkardıklarında Cemel vakası vuku bulur. İşte tarihlerin Cemel vakası diye kaydettiği ve yaklaşık 10 bin insanın ölümüne bir o kadar da yaralanmasına sebep olan muharebe budur. Hz. Ali zaferle çıkmıştı bu savaştan. Artık sıra ganimetlere gelmişti ki Hz. Ali (k.v) derhal müdahale edip:
Müminlerin annesi Aişe ganimetlerden kime isabet edecek sorusunu yönelttiğinde ganimet isteklerinden vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Elbette ki, ilmin kapısı Hz. Ali (k.v) haklıdır, sonuçta kazananda, kaybeden de Müslüman. Dolayısıyla Emirü'l Müminin bu çıkışıyla ganimet sadece gayrimüslimlerden alınır mesajını vermiştir.
Kelimenin tam anlamıyla Cemel vakası, hem galibi hem de mağlubunun pişman olduğu bir çarpışmaydı. Çünkü Hz. Osman döneminde isyan boyutunda kalan mücadelenin Hz. Ali dönemiyle iç savaşa dönüşmesi yürekleri yakmıştır hep. Üstelik bu savaşta iki güzide sahabe Hz. Zübeyir ve Hz. Talha’da şehit düşmüşlerdir.
Bu yüzden Bediüzzaman Said-i Nursi Hz.leri: “Cemel Vakası denilen Hz. Ali ile Hz. Talha ve Hz. Zübeyir ve Hz. Aişe-i Sıddıka arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin mücadelesidir...” (Mektubat, 15. Mektup Sh.53 1986 İst.) sözleriyle Cemel Vakasının gerçek ruhunu ortaya koymuştur. Hatta satır aralarında İslâm ulemasının şu sözlerine de yer verip: “Sahabelerin muharebesinde kıyl-û kâl etme. Çünkü hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i cennettirler.” (a.g.e. sh.53) diye notta düşmüştür. Zaten hiç bir Ehl-i Sünnet erbabı yerinden doğrulup Hz. Ali (k.v.) hata yapmıştır dememiş, diyemez de. Çünkü ortada Resulullah (s.a.v)'ın: “Benim ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız kurtulursunuz” diye beyan buyurduğu ölçü var.

Sıffın Savaşı

Hz. Ali (k.v), Cemel hadisesinden sonra birliği ve dirliği kurmak adına Suriye’ye yönelir. Yani Hz. Ali Basra’da işleri hal yoluna koyduktan sonra yüzünü Kufe’ye çevirir, böylece burada Şam’a yakın bir yerde konaklayıp Muaviye’ye; 'Sıra sana geldi' mesajı verilecektir. Ne var ki Hz. Muaviye her zaman ki gibi Hz. Ali’ye biat etmeyecektir, hatta kendisine sunulan barış yollarını da tıkayacaktır. İster istemez hal vaziyet böyle olunca her iki ordu Cemel vakasından bir sene sonra Emeviliğin Haşimiliğe karşı bir başka tepki modu diyebileceğimiz olay vuku bulup Sıffın’da karşı karşıya geleceklerdir. Belki de Sıffın’da ne için savaştıklarını bilmeyen boğaz boğaza gelen nice can yiğitler bir bir toprağa düşüp her iki tarafta büyük kayıplar verecektir. Öyle ki; Resulüllah’ın yıllar öncesinde söylediği; ‘Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine çarpışacaksın’ buyurduğu mucizevî hadis-i şerifin doğruluğu gerçekleşir. Bu yüzden İslam âlimleri Hz. Ali ve Hz. Muaviye’nin arasında geçen mücadelenin içtihada dayalı savaş olduğunu belirtirler. Yani ulemamız bu olayı tenzil ve tevil üzerine göze alınan mücadele diye tarif etmişlerdir.
Sıffın vakası, büyük kayıpların yanı sıra Haricilerin Hz. Ali'den kopmasına da vesile olan bir savaştır. O güne kadar sadakatle bağlı kalan Hariciler bir anda hakemlik meselesiyle ihtilafa düşüp, Hz. Ali (k.v) ile yollarını ayıracaklardır. Sadece yollarını ayırsalar gam yemeyiz, muhalif kanatta olurlar. Maalesef onlar Kur'an'da ki; ‘Hüküm Allah’ındır’ ayetini Hz. Ali'ye karşı kalkan olarak kullanmaktan bile çekinmemişlerdir. Hz. Ali (k.v) ise bu suçlamalar karşısında:
Bu sözlerle emirlik Allah’ındır demek istiyorsunuz. Oysa emirlik olmalı ki, onun vasıtasıyla bütün işler görülebilsin..” deyip ayetin hakiki manasını ortaya koyacaktır. Hariciler aynı zamanda iyi Kurrâ, yani Kur’an’ı iyi hıfz etmiş okuyuculardı. Tabii ki Kur’an’ı iyi okumak yetmiyor, özüne de vakıf olmak gerekirdi. Zaten onlar Kur'an'ın mana ve ruhundan uzak okuyucular olmaları hasebiyle karşılarına çıkan her kim olursa kâfir ilan etmekten çekinmemişlerdir. Halkın Haricilere Hz. Ali’den niye ayrıldıklarını sorduklarında; 'Sıffın’da hakeme başvurmayı' gerekçe gösterip öyle cevap vermişlerdir. Oysa Hz. Ali başlangıçta Kur’an sahifelerinin mızraklara takılmasının bir hile olduğunu defalarca telkin etmişliği var, ama gel gör ki; bir türlü inatlarından vazgeçmemişlerdi, üstelik hakem tayin hususunda Hz. Ali’yi kabul etmeye mecbur bırakmışlardır. Derken tarihi fırsat kaçmış olur. Zira bilgisizlik ve cehalet kanlı yılların yaşanmasını beraberinde getirmiştir. Yani Hz. Ali hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye'de saltanat içtihadıyla giriştikleri mücadelede bedevi (Harici) kılıçlarına maruz kalınan bir süreç yaşanmıştır. Hariciler, kuşkusuz İslamiyet’e derinden bağlıydılar, ne var ki derinden bağlılık kifayet etmiyor, bilgi sahibi olmakta gerekiyordu. Demek ki, samimiyet tek başına kurtarıcı amil olamıyor. Bakın bugün bile geldiğimiz noktada yaşadığımız kanlı kavgaların ardında hep ilimsizlik ve koyu cehalet yatmaktadır.
Anlaşılan, Sıffın Vakası Hz. Ali'nin (k.v.) hilafet içtihadıyla, Hz. Muaviye’nin de saltanat içtihadıyla karşı karşıya geldiği bir savaştır. Dahası, biri hilafet adına, diğeri saltanat adına İslâmiyet’e hizmet etmek istemişlerdir, asla iddia edildiği üzere sırf imamlığı elde etmek için yapılan bir mücadele değildi. Hz. Ali (k.v), Hz. Osman'ı (r.a) katledenlerin hemen tesliminin yanlış olacağı içtihadı, Hz. Muaviye’nin ise bir an evvel katillerin cezasının verilmesi gerektiği hususuna dair içtihatta bulunması aralarında birtakım olayların vuku bulmasına sebep teşkil etmiştir.

Ehl-i Beyt

Şurası muhakkak; Sıffın savaşı fitne odaklarını tatmin etmemişti. İbn-i Sebe, Sıffin savaşından sonra yeni bir planı yürürlüğe koymak için kollarını çoktan sıvamıştı bile. Bu sefer ki senaryonun adı: Ehli Beyt Muhabbetini istismar etme planıdır. Zira İbn-i Sebe başkanlığında bir grup Hz. Ali’nin huzuruna çıkıp:
“ -Sen Rabbimizsin, ilahımızsın..” deme cüretini gösterebilmiştir. Tabii Hz. Ali (k.v) bu duruma üzülse de, İbn-i Sebe’yi ordu içinde taraftarlarının çokluğu nedeniyle, ya da fitne ve zaafa yol açacağı endişelerinden hareketle onu öldürmek yerine, sadece Medayin’e sürmekle yetinmiştir. Ancak İbn-i Sebe sürgün gittiği yerde de boş durmamış, vaktiyle Hz. Ali’den kaçan birtakım Harici gruplar ve reisleri Evfa Oğluyla kontakta bulunmayı ihmal etmeyecektir. Zaten her ne oluyorsa bu görüşmelerden sonra oluyor ve alınan kararlar doğrultusunda Hz. Ali, Hz. Muaviye ve Amr İbnü'l As’ı öldürmek üzere Muharrem ayının 17. günü üç suikastçı yola çıkarılır. Takdiri ilahi bu ya; Hz. Muaviye ve Amr İbnü'l As bu suikast girişiminden kıl payı kurtulacaktır. Hz. Ali (k.v) ise hilafetin gereği Hz. Muaviye gibi yanında yaver, ya da koruma olmadığından İbn-i Mülcem isimli suikastçının zehirli kılıcına maruz kalıp yatağa düşecektir. Hasta yatağında kendisine;
“ -Hz. Hasan’a biat edelim mi?” sualini sorduklarında cevaben:
“- Size bunu ne tavsiye ederim, ne de yapmayınız derim” sözleriyle aslında hilafetin seçimle olabileceği imasında bulunmuştur.
Hz. Ali (k.v) Allah Resulünün buyurduğu tenzil mücadelesinde şehit düşüp sevdiklerine kavuşmuştu, ama ahrete irtihalinin ardından bile fitne güruhu Hicretin 39. yılında (Miladi 660) hac mevsiminde bir grup Harici kararıyla İbn-i Sebe’nin telkinleri doğrultusunda naaşına bile hulul getirilip ‘ulûhiyet’ isnat edilecektir. Ölen bir bedene saygısızlıkta ölçü tanınmayacaktı, böylece bu olayla Şiilik tohumlarının atılmasına vesile olacaklardır.
Hz. Muaviye ise Hz. Ali’nin şehit olmasının ardından o’na olan düşmanlığını mescitlerde Hz. Ali’ye lanet varı başlanılan hutbelerle tutumunu devam ettirecektir. Hz. Hasan ise tıpkı babası gibi ümmetin birlik ve dirlik hassasiyetine sahip bir ruh yapısına sahip olması hasebiyle hilafet hakkını Muaviye’ye devreder. Böylece davasının Hz. Osman’ın katillerinin intikamını alma davası olmadığını, asıl derdinin hilafetin baki kalması olduğu mesajını verip, bu dosyayı burada kapatmak istemiştir. İyi ki de kapatmış, Allah Resulünün çok önceden; “Benden sonra halifelik otuz senedir ondan sonrası mülktür” diye beyan buyurduğu mülk (saltanat) dönemlerinin eşiğine gelinir de. Bu yüzden Corci Zeydan; Hilafetin babadan oğla geçiş sürecinin Hz. Muaviye tarafından başlatıldığını ve esasen İslam'da hilafetin seçime dayalı olduğunu belirtir. Zira Allah Resulünden sonra dünyevi liderliğe Hz. Ebubekir seçilmişti.
Hâsılı kelam; Allah Resulünün; “Ey Ali ben Kur’an'ın tenzili üzerine, sen ise tevili üzerine mücadele edeceksin” beyan buyurduğu devir böyle geçmiştir.

Kerbala

Üçüncü fitne olayı denilen Kerbelâ olayı ise, içtihat meselesi olmayıp, doğrudan doğruya Emevi ırkçılığına karşı gösterilen tepkiden doğmuş bir harekettir. Yani, vakıanın temelinde din ve milliyet çatışması söz konusudur. Ki; Said-i Nursî Hz.leri bu mevzuda: “Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in Emeviler’e karşı mücadeleleri ise din ve devlet muharebesi idi. Yani Emeviler Devlet-i İslâmiye’yi Arap milliyeti üzerine istinad ettirip Rabıta-ı İslâmiyet’i, Rabıta-ı milletten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler... Rabıta-i diniyye yerine Rabıta-i millet ikame edilemez; edilirse adalet edilmez, hakkaniyet gider” (a.g.e. Sh.55) diye aydınlatır bizleri. Tabii netice malum, Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezit zulmüne maruz kalıp şehit olmuşlardır. İşte bu vahim olay Müslümanlar arasında ciddi boyutta ayrılıklara yol açmıştır. Dahası ayrılığın temelinde tarafların birbirini tanımamaları ve karşılıklı ön yargıya dayalı suçlamalar yatmaktadır. Oysa hiçbir Sünni aile çocuklarına Yezit ismi vermemiştir. Tam aksine çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin ismi vermişlerdir. Demek ki; ayrılığımız ve gayriliğimiz yok. Yeter ki, birbirimizi tanımaya çalışalım, ‘İri olalım, diri olalım, gelin canlar bir olalım’ diyen arifibillah’ın sözlerine kulak verelim gerisi kolay, hasmani tutumları bir kenara atıp, İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah kılığında aramızda dolaşan tahrikçi unsurlara meydan vermemek en doğrusu. İşi kolay kılmak varken birbirimizin kuyusunu kazmak niye?
Kerbelâ Vakası’nın neticeleri üzerinde Bediüzzaman Said Nursî: “Kader nokta-i nazarında feci akıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevi bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevi saltanatın cem’i gayet müşkildir, onun için onları dünyadan küstürdü, dünyaya karşı alâkaları kalmasın, onların elleri muvakkafat ve sûri bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimi bir saltanat-ı maneviyyeye tayin edildiler. Adı valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular” (a.g.e. sh.55) diye yorumda bulunmuştur.
Gerçekten de evliya aktabları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin kanalıyla günümüze kollarıyla birlikte uzanmış, bu arada bir kısım tarikat silsile kollarının nisbetleri kesilmişken (manevi yönden halife bırakmayan kollar), bir kısım kollar da devam eden silsileyi şerife sayesinde manevi süluk yolunu kıyamete kadar devamını sağlayacak manevi sistem kurmuşlardır. Nitekim Cafer-i Sadık Hazretleri gibi nice mürşitler Ehl-i Beyt’in manevi kanalından gelmiş, daha sonraları Mevlâna Halid, Abdülkadir Geylânî, Ahmed El Rufaî, Şah-ı Nakşibendî, Piri Türkistan Ahmet Yesevi, Mevlâna gibi zatlar hep bu velayet pınarından yetişmişler ve böylece çağları aydınlatmışlardır.
Ayrıca Ehli Beyti Dursun Ali Erzincanlı'nın o akıcı lisanından ‘Kerbala’ albümünden yer alan dizeleri hep birlikte izleyelim:
“Hicretin dördüncü yılı, birer yıl arayla Medine'de iki doğum, iki bayram, iki ay parçası, yeryüzünün en hayırlı dedesinin göz bebekleri doğuyor, Fatımat’üz Zehra’nın körpecik fidanları, Ali’yyül Mürt’eza’nın eşsiz kahramanları, ehli beytin nazlı çiçekleri, merhaba diyor o incecik sesiyle, isimlerini rahman koyuyor Cebrail nefesiyle. Siz onlara Allah'ın lütfü deyin birinin Hüseyin diğerinin Hasan. Onlar cennet gençliğin iki Seyyid'i, onlar peygamber dizinde büyüdüler, zaten onlar semada büyüktüler.
Bir gün peygamberimiz oturuyorlar, Hasan'la Hüseyin birbirlerini yakalamak için uğraşıyorlardı, buyurdular;
—Ha gayret Hasan göreyim seni, yakala Hüseyin’i diyordu.
Hz. Ali:
—Ya Resulullah! Hüseyin'den yana taraf olman gerekmez mi, Hüseyin daha küçük.
Server'i Kâinat Efendimiz (s.a.v) buyuruyorlar:
— Baksana Cebrail de Hüseyin’i tutuyor, ha gayret Hüseyin göreyim seni diyor.
Yine bir gün Efendimiz ashabıyla yürüyorlardı. Hz. Hüseyin arkadaşlarıyla oynuyordu, Peygamberimiz ellerini açıyor, Hz. Hüseyin bir oraya bir buraya kaçıyordu, Resulüllah gülerek onu yakılıyor Nebiler Server'i, öpüyor kokluyor, sonra zaman ve mekâna sesleniyor; Hüseyin bendendir, bende Hüseyin’denim Allah’ı seven Hüseyni sever Hüseyin torunlardan bir torundur.
Bir gün Cebrail bir haber veriyor; Hüseyin Fırat kıyısında şehit edilecektir, orası üzüntülü, tasalı, mihnetli ve belalı bir yerdir, Kerb-ü beladır, orası Kerbala’dır.
Hicretin 61. yılı. Aylardan Muharrem. Kan renginde Fırat. Ve dudaklar susuz, yürekler susuz. Kerbela’da bir oğul var, yoluna oğullar feda, bir torun Kerbela’da, dedesinden elli yıl uzakta, onun gibi bembeyaz giyimli, bembeyaz yüzlü. Atının üzerinden sesleniyor merhametten yoksun olanlara;
Ben Peygamberinizin kızının oğlu değil miyim?
Ben Hz. Muhammed Mustafa’nın torunu değil miyim?
Şehitler Seyyidi Hamza, babamın amcası değil mi?
Çift kanatlı şehit Cafer, benim amcam değil mi?
Kerbela’da bir oğul var, çevresinde yeminler ediliyor şahadete ve bir bir toprağa düşüyor yiğitler. Ehli beytin solan ilk çiçeği Aliyyul Ekber’dir, sonra sıra sıra soldu civanlar; Muhammed bin Abdullah bin Cafer, Abdurrahman bin Akil, Cafer bin Akil vs.
İşte bakın biri daha yürüyor ölüme. Hz. Hasan'ın oğlu Kasım. Onunda yüzü ay parçası, elinde kılıç, üzerinde gömlek, lekeleri, ayak sandallarından birisinin bağı kopmuş, başına kılıç iniyor ve amca diyerek yüz üstü düşüyor Kerbela’ya.
Kerbala’da bir oğul var, bir şahin var, kucağında üç yaşında bir seyyid, adı Abdullah. Ve bir ok Abdullah’ı boğazından vuruyor. Hz. Hüseyin kanla dolan avuçlarını yere boşaltıyor, ‘Yarab! Bize göklerden yardım etmeyeceksen hakkımızdan ondan daha hayırlısını ihsan et.’
Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının onu, bir şehit var Kerbela’da, tam otuz üç mızrak yarası, otuz dört kılıç yarası. Ey Muhammedim! Nerdesin, nerede. Hüseyin’in başı bir yerde gövdesi bir yerde... Bu Hz. Zeynep’in feryadıdır dedesine;
—Ey Muhammedim, Ey Muhammedim! Sana göklerde ki Melekler Selatü selam getiriyorlar, Hüseyin ise şu otsuz bozkırda, çölde, tozlara topraklara, kanlara bulanmış azaları kesilmiş yatıyor. Ey Muhammedim! Senin kızların esir edilmiş, zürriyetin hep öldürülmüş sabah yelleri onların üzerine toz toprak savuruyor.
Abdullah b. Abbas o gün Medine’de Rasulüllah (s.a.v)’ı görür rüyada. Yanında içi kan dolu cam bir bardak ve şöyle buyurdular;
—Benden sonra ümmetimin yaptığı şeyi biliyor musun? Hüseyin’i şehit ettiler. Bu onun ve ashabının kanlarıdır, bunu Allah’a sunacağım.
—Ya Rasulüllah! Biz asırlar sonra geldik. Eğer o gün olsaydık Kerbela’da, Allah'a kasem olsun ki ashabının seni koruduğu gibi korurduk ehli beytini, ya da o uğurda verirdik canımızı. Bu sözümüzün bir ispatı olarak bu gün biz senin kapındayız. Taşıdığımız ehli beyt isimleri; kimimiz Ali, kimimiz Fatıma, kimimiz Hasan ve Hüseyin ve iftiharla senin ismini taşıyor çoğumuz. Allah ruhumuzu senin kapında, Ehli beytine layık olduğumuz bir anda alsın. Aliyyi Azharla, Zeynel Abidinle her asırda Hüseyni çiçekler açarken, yanaklarında peygamber busesi ve her biri senden bir koku taşırken çağlara, Allah bizi onlardan ayırmasın. Bizi senden ve rızasından ayırmasın.” (Bkz. Dursun Ali Erzincanlı-Kerbela albümü)
Malum, Hz. Ali (k.v) sonrasını tufan demiştik. Nasıl ki İbn-i Sebe Hz. Ali (k.v) ve oğullarını istismar etmişse, İbn-i Meymun’de evladı resul olan Caferi Sadık Hz.leri ve oğlu İsmail’i istismar etmiştir. Oysa Ehli Beyt sevgisi ayrılık konusu olmamalıydı. Ehlisünnet yolunun ilk imamı sayılan Hasan-ı Basri (r.a) Hz. Ali (k.v)’in yetiştirdiği tabiin’dendir. Ehlisünnet yolu imamlarının çoğu Ehli Beyt’ten istifade etmişlerdir Mesela İmamı Azam Ebu Hanife, İmam Cafer Sadık Hz.lerinin talebesidir. Öyle ki; İmamı Azama onu şu sözlerle över; ‘Son iki yılımı İmam Cafer’in elinden tutmasaydım Numan helak olurdu.’ İşte gerçek anlamda Ehli Beyt sevgisi bu sözlerde gizli. Ebu Hanife Ehli Beyt sevgisini açıklamaktan yüksünmemiş, bu yüzden zindanda ölmüştür. Keza İmamı Ahmed İbn-i Hanbelî de öyleydi. Hatta İmamı Şafii’nin Arafat hutbeleri de bu kapsamda düşünülürse Hz. Ali ve ehli beytin kadir kıymetini belki de onun kadar candan öven kimseye bu cihanda rast gelinmemiştir. Hakeza İmam-ı Malik hakkında da aynı mütalaalar mevcut. Çünkü o da Ehli Beyt sevgisi taşıyan bir âlimimizdi. Hâsılı dört mezhep imamının beyan ve yaşantılarına baktığımızda Ehli Beyte olan bağlılık şeksiz şüphesiz tamdır. O halde; her kim Sünni’dir biliniz ki alevidir, herkim Alevidir biliniz ki Sünni’dir. Zaten İslam vahdet dinidir, birliği esas unsur kabul eder. Bu yüzden Allah Resulü; “Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır” buyurmuşlardır.

Şia
Şia kitaplarında (El-Kaife’de), 12 imam ve Cafer Sadık’a atfen İslam’ın beş şartı arasına 'imamet' konusu da dâhil edilmiştir. Bu kitaptan hareketle güya; Allah Kur’an’ın gizli manalarını Hz. Ali vasıtasıyla (Cafer ilmi) 12 imam ve Mehdiye bildirmiş, arada olan imamlarda onlardan bu ilmi aldıkları tarzında bir inanışın hızla yayılması sağlanmıştır. İşte Şia inancında imamların ruhban haline gelmesi bu görüşler doğrultusunda şekillenmiştir. Dahası El Kâfi eserinde, “Mehdi (a.r) kaim olunca ortaya çıkacak..” bağlamında ifadelerde yer alır. Oysa Sünni siyasette imamın hüküm sıfatı yoktur, ancak ve ancak Peygamberler Allah tarafından ilahi vazifelidirler. İslam’da seçim ashabın icma'sı, yani toplu kararı ile müesseseleşmiştir.
Maalesef Şia akımının en uç akımı Sebiler ve Gulat-ı Şia olup bu tip akımlar Hz. Ali’ye (hâşâ) sen Allah'sın diye hitap edecek kadar aşırıya kaçmışlardır. Keza öteki Şiilerde üç aşağı beş yukarı şu kanaati paylaşıyorlar; güya Hz. Ali’nin imamlığı veya halifeliği Allah tarafından vahiyle belirlemişte, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer bunu gizleyip hilafeti gasp etmişler. İşte bu tür sakat görüşler Sünni siyaset usulüne taban tabana zıttır. Üstellik bu tür zırva teviller ayan beyan bir şekilde “İmamı Allah tayin ediyor” iddiasına kadar varacaktır. Tabii bitmedi dahası var; 'İmamlar masumdur', yani “İmamlar yanılmaz” kültü yerleşecektir zihinlerde. Oysa Allah ve Resulünün hakikatleri dışında her şey tartışılmaya muhtaçtır.
Bu arada unutmamamız gereken husus; Şia akımıyla Aleviliğin aynı şeyler olmadığıdır. Her ikisinin ortak paydası Hz. Ali’ye bağlılık gibi gözükse de yaşayışta meşrep ve mezhebi farklılık söz konusudur. Şia akımında mollalar varken Alevilikte dede geleneği vardır. Biri medreseyi, diğeri dergâhı hatırlatan bir ayırımdır bu. Keza birinde kitabilik diğerinde sazlı sözlü cem olmak söz konusudur. Kaldı ki; her iki ekolünde kendi içinde farklılıkları var. Tıpkı bu durum alevilik çatısı altında yürütülen Hz. Ali'yi (k.v) samimi sevenler ve siyasi tarafgirliğe dayalı farklılıkta olduğu gibidir. Hakeza Şia akımının bayraktarlığını yapanlar da işi siyasete dökmüşlerdir. Hz. Ali'yi sevme noktasında karar kılanlar ise Ehl-i Beyt sevgisiyle yetinmişlerdir. İşte bu yüzden siyasete kaçmadan bir kararda kalanlar Kur’an ve sünnet çizgisine en yakın kesim olarak dikkat çekmişlerdir. Malum, aşırılıkta sınır tanımayan siyasi taraftarlar aşırlığa çok kaçtıkları şundan belli ki; kendi aralarında birçok fraksiyonlara ayrılmışlardır:
—Hariciler,
—Münafık ve Yahudi dönmeleri,
—Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin taraftarları,
—İran’daki Şiiler,
—İran’da Mecusi dininin ruhanileri vs.” diye adlar almıştır. Zaten siyasi taraftarlar öteden beri bölük pörçük bir yığını andırır hep. Hasbi taraftarlar öyle değildir, bilakis Hz. Aliye olan teveccüh, yüksek kemalat ve ehli beyte büyük bir bağlılık göstererek yollarına devam etmişlerdir. Bu noktada ehlisünnet kesimle ayrılık ve gayrilikleri yok, ancak Aleviliğin yanlış yorumlanmasından kaynaklanan birtakım nüans farklılıkları söz konusu. Aslında Alevilik ne bir mezhep, ne de bir fırka, daha çok tarikata benzer bir ekoldür.
Yukarıda da belirttiğimiz üzere İbn-i Sebe; Hz. Ali ile birlikte Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i istismar edip kullanmış, İbn-i Meymun ise Evladı Resul Caferi Sadık ve oğlu İsmail’i istismar etmiştir. İçlerinde bu istismarın en tahripkâr cenahı İsmailiyye (Bâtıni) grubudur. Hele siyasi taraftarlık büyümeye görsün, bu tarafgirlik zaman içerisinde radikalleşip başta İran olmak üzere yirmiden fazla Şii grupların türemesine yol açabiliyor. Bunlar sırasıyla:
‘ —Sebeiyye,
—Kamiliyye,
—Ulyaniyye,
—Muğariyye,
—Hatabiyye,
—Mensuriyye,
—Numaniyye,
—Yunusiyye,
—Nasriyye,
—Cenahiyye,
—Gurabiyye,
—Zekariyye,
—Zerramiyye,
—Mufavvize,
—Bedaiyye,
—Benaniyye,
—Salihiyye,
—Süleymaniyye,
— Carudiyye,
—İmamiyye
İsmailiyye’ fırkasıdır.

Hasan Sabbah

Madem İbn-i Sebe’den bahsettik, Hasan Sabbah’tan bahsetmemek olmaz. Malum o, Asya’da ilk fitne kazanı kaynatıp, anarşizmin piri olarak tarihe geçmiş biridir. O anarşistliğin reisliğini yapmakla kalmamış müesseseleştirmişte. Bu yüzden o Selçuklunun amansız düşmanıydı. Hasan Sabbah, Alamut kalesinde yetiştirdiği fedaileriyle İslam âlemini kana bulamak istemiş, ne var ki bu amacının gerçekleşmesi karşısında tek engel Selçuklu vardı. Bâtıniler Alamut kalesini Selçukluya karşı karargâh olarak kullanmışlardı hep. Bu kale'de tam 33 yıl konuşlanan Hasan Sabbah’ın efsunladığı esrarkeş serseriler o günün şartlarında adeta ölüm yemini yaparcasına intihar timleri oluşturup habire etrafa korku salıyorlardı. Sadece korku salsalar gam yemeyiz, çirkin emeller uğruna Selçuklunun o dünyaca meşhur veziri Nizam-ül Mülk'ü bile şehit edecek kadar gözü karadırlar. İşte fırka böyle bir şeydir, vezir filan dinlemez. Zaten Hasan Sabbah, Hz. Ali'yi ilah kabul eden Gulat fırkasının en ateşli müntesibidir, başka ne beklenebilirdi ki. İşte böyle bir adam Alamut kalesinde oluşturduğu genç intikam tugayları üzerinden o sinsi dessas planlarını gerçekleştirmiş oluyordu. Neyse ki İmamı Gazali adında bir ehlisünnet âlim çıkıp, onun soluğuyla İslam dünyası bir nebze olsun nefes almış olacaktır. Çünkü İmam-ı Gazali Selçuklu'nun İslam siyaseti ve nizamına hizmet eden bir zattır. O bu hizmetiyle Hüccetü'l İslam olmayı çoktan hak etmişti bile. Gazali sadece manevi kargaşalığın müsebbibi müfrit Şiiler ve Bâtınilere karşı mücadele etmekle kalmamış, birçok konularda hataya düşmüş ve imanı sarsılmış filozoflara karşıda mücadele vermiş, fikirleriyle onları hezimete uğratmıştır.
Tarih derinlemesine iyi incelendiğinde Selçuklunun İslam endeksli siyaset ve nizam anlayışında ayrılık ve gayriliğe yer olmadığı görülecektir. Kaldı ki Türk’ler alevi şeyhi, Sünni şeyhi, ya da Seyyid, Seyyid olmayan ayırmaksızın onların zaviyelerine hürmet gösterip onlar adına habire vakıflar inşa ediyordu. Nitekim Şii âlim Abdülcelil Kazvini; “Cihana hâkim Türkler sayesinde hürriyet ve himaye gördüklerini, Rafızî ve Mülhitlerin bertaraf edildiğini, bütün fenalıkların onların uğurlu kılıçları ile yok edildiğini” tafsilatıyla anlatır. Türklerin tek tahammül edemediği husus fitne tohumu odaklarının ortalığı velveleye vermeleridir. Maalesef Emeviler’de Selçuklu hoşgörü anlayışını göremiyoruz. Ki; Emevi Devleti aşırı ırkçılıkları yüzünden tarih sahnesinde çekildiğinde onun yerine Abbasiler hükümran olacaktır. Ne var ki Abbasi Halifeliği de mezhep ve sınıflar arası uçurumları yatıştırmayacaktır. Bu dönemde daha çok dini mücadeleler baş gösterecektir. Anlaşılan Selçuklu döneminde müfrit Şii ve Hasan Sabbah türü militan hareketler baş ağrıtırken, Osmanlı döneminde daha çok hoşgörü ortamı göze çarpmaktadır.

Sultan Tuğrul

Tuğrul Bey, devletini kuvvetlendirip Anadolu yolunu açan seferleriyle ilgi odağı olan hakanımızdır. Bu konuma gelen bir hakan, elbette ki Abbasi Halifesinin yardım isteğine muhatap kalması gayet tabiidir. O da zaten gereğini yapıp Hilafeti Şii Büveyhîler'in elinden almak ve Râfızîler'in şerrinden kurtarmak amacıyla harekete geçecektir. Derken 1055 yılında işgal altındaki Bağdat'ta Şii Büveyhîler'in (Fatımîler) saldırısına son verir de. Böylece Sünni halifelik Şii Büveyhîler'in esareti altından bu sayede kurtulmuş olur. Tabii halife bu iyiliği karşılıksız bırakmaz, derhal Tuğrul Bey’i doğu ve batı’nın hükümdarı ilan ettiğini bir mektupla bildirir de. Hatta onu İslam’ın dirilticisi, Sultanü’l Müslim’in (Müslümanların Sultanı) ve Kasım Emir’ül Müminin (her hususta Halifenin ortağı) unvanıyla taltif eder. Bu da yetmez Tuğrul Bey’i dünya hakanı ilan edip onun şahsında Türkler büyük bir itibar kazanır. Artık bundan böyle XI. yüzyılda İslam dünyasının lideri Tuğrul Bey’dir. Hatta o Bağdad'da halifenin kızıyla evlenme şerefine de nail olur. Zaten hakanlarımız kendilerini hep, ‘İslam’ın hadimi’ (İslam’ın hizmetkârı) olarak görmüşlerdir, aksi durum olsaydı bu noktalara gelinemezdi elbet.


Alparslan

Alparslan, Çağrı Bey’in oğludur. Tuğrul Bey’in oğlu olmadığı için ister istemez Sultanlık yolu Alparslan’a açılmış olur. İyi ki öyle olmuş, Selçuklu onun döneminde adını tarihin altın sayfalarına yazdırır. Bakın Alparslan devletin başına geçer geçmez hemen ilk iş kendisiyle uyumlu ve gerektiğinde kendisine yön verecek düzeyde bir vezir tayin etmek olur. Bu vezir Nizam-ül Mülk’ten başkası değildir elbet. Gerçekten de Nizam-ül Mülk’ün işbaşına getirilmesi yerinde bir karardı. Nitekim Nizam-ül Mülk daha işin başında açtığı medreseyle adından söz ettirir de. Bu yüzden o geleceğe ışık saçan bir bilge şahsiyet olarak anılır. Anlaşılan Selçuklunun gelişim evresinde Hakanların payı olduğu kadar müşavirler arasında bilhassa Nizam-ül Mülk’ün deha çapında icraatlarının kayda değer etken faktör olduğu muhakkak.
Alparslan’da tıpkı diğer Selçuklu hakanlar gibi İslam’ın iç düşmanlarına karşı mücadele vermekten geri durmamıştır. Dahası o, içte Fatımilere, dışta Bizanslılara karşı iki büyük sefer düzenleyerek dikkatleri üzerine çekmiştir. Keza en dikkat çeken bir yönü var ki; yediden yetmişe herkesin bildiği kısa süren saltanat süreci (1063–1072) boyunca Selçukluya en parlak dönem kazandırmış olmasıdır. Demek ki kısa süren bir saltanat dönemi boyunca hem Karahanlı hakanı dâhil irili ufaklı emir, melik, yabgu türü ne kadar hükümdar varsa Selçuklu tabiiyetine alınabiliyor, hem de içte Fatımilere, dışta Bizans’a karşı girişilen seferlerle Selçuklu güç kazanabiliyormuş. Onun kıymeti şundan belli ki Fırat nehrini geçerken Buharalı Ebu Cafer Muhammed Alparslan hakkında:
—Efendimiz! Nimetinden dolayı Allah’a hamd ederim. Zira köleler müstesna, bu nehri eski zamanlarda geçen yok, İslam devrinde bir Türk padişahı olarak ilk defa siz geçiyorsunuz diye iltifatta bulunmuştur. Alparslan’da bu sözler karşısında ellerini açıp Allah’a şükredecektir. Zira bu kutlu yolda övünmek yok, tevazu vardır. Keza o, Romanos Diogenes’i 200 bin kişilik ordusuyla Malazgirt’te hezimete uğrattığında da son derece âlicenap bir davranış sergileyip ona esir muamelesi yapmamıştır. Artık bu fetih sayesinde Anadolu kalıcı vatanımızdır, bundan sonrası merhale için emaneti oğlu Melikşah devralacaktır. Zira Alparslan ruhunu Allah’a teslim etmiştir. Ne var ki ölümü bir ecnebi tarafından değil, içeriden gizli bir Şii batini hançeriyle gerçekleşecektir. Onun böyle bir trajik hadiseyle katledilip hayata veda etmesi elbette ki hazin bir durum. Düşünsenize Doğu Roma’yı fiilen tarihten silip Malazgirt’te Romen Diojen’i ayağına kapanmaya mahkûm eden böyle bir yiğit hakan, 42 yaşında iç bünyemizi saran Şii batini hançeriyle katledilebiliyor. Hiç kuşkusuz bu olay Selçukluyu can evinden vurmuştur. Dikkat edin işin içinde Bizans hançeriyle hançerlemek yok, Bâtıni hançeriyle şehit düşmek vardır. Belki de Selçuklu için tek teselli edici durum Alparslan’ın birçok evladı arasında devleti daha önceden veliaht tayin ettiği oğlu Melikşah’a teslim etmesi ve ardından Nizam-ü’l Mülk gibi tecrübeli bir devlet adamını bırakmış olmasıdır. Ki; bu iki isim acıları unutturacaktır.

Melikşah-Muhammed Tapar

Gerek Melikşah, gerekse veziri azam Nizamü’l Mülk’ün beraberce yürüttükleri o üstün siyasi performans sayesinde Selçuklu kısa zamanda ilim, kültür, ziraat, sanayi ve ticari hayatta çok ileri noktalara gelmiştir. Anlaşılan o ki; Nizamü’l Mülk, Melikşah’a vezir-i azam olmanın ötesinde hem can dost, hem de ışık kaynağı olmuş. Hatta o, ışık kaynağı olurken aktaracağı görüşleri tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktan çekinmezdi. Dolayısıyla bir gün Sultan Melikşah’a:
İsmaili’lerin amacı İslamiyet’i ve devletimizi yıkmak olup tarihi süreç içerisinde bunlar kadar sahtekâr ve tehlikeli bir zümre mevcut değildir. Onlar bir gün davul sesleri ile şehirleri işgal ettikleri ve mümtaz insanları kuyulara attıkları zaman benim sözlerimin ne anlama geldiği anlaşılacaktır deyip önceden gerekli uyarılarda bulunabilmiştir. İşte sözü ve özü bir olan böyle bir vezirin başarılarına tahammül edemeyenler onu Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesine yerleştirmiş olduğu fedaileri tarafından sinsice katledeceklerdir. Yani o, Bağdat’ta zehirlenerek şehit edilmiştir.
Gerçekten de Melikşah’ın ölümünü müteakip dışta Haçlılar, içte Bâtınilerin çıkardığı cinayet ve kargaşalıklar İslam dünyasını dehşete düşürdüğü gibi uzun süre Selçukluya baş yoldurtacak cinsten bir gelişme yaşatmıştır. Şöyle ki, bu ölümle birlikte başlayan saltanat kavgalarının ortaya koyduğu tabloda; bilhassa Sultan Berkyaruk zamanında Anadolu’nun çeşitli yerlerinde Türkmen Beylikleri ve Atabegliler’in ortaya çıktığına şahit oluruz. Böylece Selçuklu iki devlete ayrılmış olur. Ayrıca buna Selçuklu Türkiye'sini de kattığımızda ortaya üç başlı Selçuklu Sultanı bir tabloyla karşı karşıya kaldığımızı görürüz. Tabii bu durum çok uzun sürmeyecek ve saltanat çekişmelerinin son halkasında en son yarış Tutuş ve Berkyaruk arasında kalacaktır. Derken birçok emir Berkyaruk tarafına geçiş yapar. Hatta Tutuş’un ölümünün ardından Berkyaruk’un adına Bağdat’ta hutbe irad edilir bile.
Peki, Berkyaruk ölünce ne oldu derseniz, malum bu seferde oğlu Melikşah ve Muhammed Tapar arasında kıyasıya saltanat mücadelesi nüks edecektir. Sonunda mücadeleyi kazanan Muhammed Tapar olup, idari mekanizmanın başına geçer. Artık o bundan böyle Selçuklu Sultanıdır. Bu arada karışıklılardan istifade eden küffar, I. Haçlı seferini müteakip Suriye’de bir dizi Haçlı Devletleri kuracaktır. Elbette ki, Sultan Muhammed Tapar bunu görmezden gelemezdi. Derhal harekete geçip bir yandan Haçlı seferi hazırlıklarına koyulmuş devletlerin hevesini kırmak için sefere çıkacak diğer taraftan Bâtınilerle mücadele edecektir. Bu girişimler kısmende olsa meyvesini verir de. Nitekim Bâtıniliğin merkezi Alamut Kalesini kuşatıp çok sayıda birçok militan öldürülür de. Amma velâkin bu fitne odağını kökünden kaldırmaya ömrü yetmeyecektir. Bu iş Moğollara kalacaktır. Bu yüzden tarihçiler bize Hulagu'nun bir yıkıcı olduğu kadar, bir kurtarıcı görevi de ifa ettiğini bildiriyor. Çünkü Hulagu istilası olmasaydı fitne odağı Alamut Kalesi içerisinde yuvalanan Bâtınilik İslam dünyasını her an bütünüyle kuşatabilirdi. Bu kale ancak Moğol-Hülagu kasırgasıyla düşebilmiştir. Elbette bu mühim bir hadisedir, ama yinede Bâtınilik tam manasıyla tarih sahnesinden silinmiş sayılmaz. Öyle ki, ileride Şah İsmail vasıtasıyla İslam dünyasına en etkili öldürücü darbeyi vurmuş olacaklardır. Yani Bâtınilik taktikleri her daim Sünni âlemi derinden yaralayan bir baş ağrımız olmaya devam edecektir hep.
Öyle veya böyle Selçuklu kendi içinde iki büyük devlet çıkarmış olsa da sonuçta tarihte çok büyük rol üstlenmişlerdir. Bu ikisi arasında en belirgin fark Türkiye Selçuklularının Büyük Selçuklulardan bir asır daha fazla tarih sahnesinde yer almasıdır. Malum, Alaaddin Keykubad’ın vefatının ardından İkinci Gıyaseddin Keyhüsrev'in Kösedağ'da (1243) Moğollara teslimiyle birlikte aslında Selçuklu ömrünü tamamlamış oluyordu. Neyse ki; Horasan Erenlerinin aşıladığı gaza ruhu Moğol kasırgasından hicret edip Anadolu sınır uçlarına yerleşen Türkmen boyları üzerinde etkisini göstermeye yetmiştir. Derken Türkmen boyları Ertuğrul Gazinin açtığı sancağın altında toplanıp Osmanlının doğuşuna vesile olacaklardır. Böyle bir girişimin etkisi kısa zamanda Moğol yaralarını sarmaya yeter artar da.
Artık tarih sahnesinde, Osmanlı vardır. Bu 6 asrı kapsayacak ulu çınara dönüşür de. Bugün bile o ulu çınarın kolları gönüllerde yaşıyor, yaşayacakta.


Timur

Moğol kasırgasının ardından Türkistan’ın (Maveraünnehir) yeniden hayat bulmasında en büyük pay sahibi hiç kuşkusuz Emir Timur’a ait bir şan. O Harezmî ve Altın ordu devletlerine karşı açtığı mücadelelerde büyük zafer kazanmışlığı bir yana hem saltanatlarına son vermiş hem de yönetimi boyunca bir dizi reformlara imza atmış bir liderdir. Şayet onda bir eksiklik aranacaksa, belki Osmanlıya karşı bir dizi kıyasıya yaptığı savaşlar eleştirilebilir. Ankara savaşı bunun en tipik misali zaten. Maalesef Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki umut kaleleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamayı yeğlemişlerdir. Kaldı ki Timur’un Anadolu’yu istilasını fırsat bilen küffar boşluktan istifade mal bulmuşçasına Selanik ve başka beldeler Müslümanların elinden çıkmış olur. Bu yüzden Osmanlı kaynaklarında “Timur fitne zuhur” sıfatı ile anılmıştır. Belli ki Osmanlı, ‘Fitne küfürden daha şiddetlidir’ (El-fitne eşeddein min el-küf) ayetini kendine rehber edinmiş ve her daim bu ayetin hükmüne sadık kalmışlar da. Ama şu bir gerçek; Osmanlıyı hariç tuttuğumuzda Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece gözü kara, içe karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Yani o dışa karşı çetin ve zor, kendi içinde ise merhamet abidesidir. Bakın bir defasında Meşhur tarihçi İbn-i Haldun’la baş başa otağında buluştuklarında, o bilge insan, Timur hakkında bir takım kaynaklara dayanarak övgüler yağdırmıştır. Ancak bu övgüler karşısında Timur islimini bozmaksızın; Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim diye cevap vermesi mütevazı yönünü ortaya koymasına yetmiştir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; Timur sülalesini Çağataylardan Barlaslara (Moğollara) dayandırılsa da sonuçta ailesiyle birlikte Türkleşmiş olduklarından, Türk Hakanı olarak yâd edilir hep.
Timur dindar bir kişiliğe sahip olmanın ötesinde her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar bir ruh iklimine sahip emirdir. Keza aynı hassasiyet gönül sultanları içinde geçerlidir. Öyle ki o toplumun önem verdiği manevi önderlerin mezarlarını inşasını yapmış ve ziyaretlerde bulunmuştur. Nitekim Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin mezarını vakıf müessesesi adı altında türbe haline getirip korumaya almıştır. Nasıl korumaya almasın ki, baksanıza kıymet verdiği Meşayih-i Kiramın manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ona güç katmış olsa gerek ki bir anda medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleşmiştir. Zaten onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından o evliyayı izamın merkatları ziyaret edilir durumda hala canlı ve dipdiri günümüze ışık saçmaktadır.
Timur’un hayatında net iki dönem görülür; Müslümanları kasıp kavuran Moğol kasırgasına karşı verdiği mücadele birinci dönem, diğeri ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı ikinci imparatorluk dönemidir. İşte o, ikinci altın dönemin zirvesine eriştiğinde bile bu kadarı yeter demeyip gözünü Çin’e dikmiş, ama ansızın gelen ölümle bu hedefini gerçekleştiremeden kelebek misali ebedi âleme göç eylemiştir.
Neyse gelelim asıl konumuza. Şayet Osmanlı; şarktaki Türk Devletleri, bilhassa Timur gailesi, Akkoyunlu ve Safevi İran’ın arka taarruzlarının yanı sıra Hıristiyan devletlerinin kendisine karşı oluşturdukları ittifakıyla karşılaşmasaydı, belki de Avrupa’nın tamamını fethedebilir konuma erişebilirdi. Hakeza Timur’un Yıldırım'ı mağlup etmesi de Osmanlının hedeflerini altüst edecek cinsten büyük sarsıntıydı. Üstelik Timur kazandığı bu savaşın ardından Anadolu’dan aldığı 300 bin esiri İran’a götürüp Erdebil Şeyhine teslim edecektir.

Erdebil Şeyhi-Şah İsmail
Erdebil Şeyhinin gerçek adı Ali’dir. Erdebil Şeyhi'nin Timur’dan bir isteği olup esirlerin kendisine verilmesini talep eder. Bu istek karşılık bulur da. İşte bu serbest bırakılan esirler o günden bugüne Anadolu Alevi adı altında anılır. Aslında esirler Erdebil Tekkesine gelmeden önce Ehlisünnet itikadı üzerine yaşayan neferlerdi. Belli ki, Erdebil Şeyhi’nin kendine göre bir amacı vardı. Yani Timur’un verdiği Türkmen esirlerinden yararlanıp irşat postundan saltanat tahtına, oradan şahlığa geçmek arzusunu taşıyordu. Ne var ki Erdebil Şeyhi amacına ulaşamadan bu dünyadan göç edip, yerine oğlu Şeyh Cüneyd posta oturur. Şeyh Cüneyd’de tıpkı babası gibi hayatı boyunca yüreğinde aynı emelleri hissedecek, ama evdeki hesap çarşıya uymayacaktır. Şöyle ki o kafasında tasarladığı gizli emelleri biranda fark eden İran hükümdarı Cihan Şah'ın hışmına uğrayıp, İran’dan sürgün edilecektir. Böylece Anadolu’ya geçmek zorunda kalır. Şeyh Cüneyd’den sonra oğlu Şeyh Haydar'da Şahlık davasında bulunur, tabii o da amacına nail olamaz, artık bu davayı gerçekleştirecek tek bir kişi kalır ki; malum o da yerine geçen oğlu Şah İsmail'den başkası değildir. Öyle ki; Şah İsmail 13 yaşında iken İran’da Akkoyunlu’lara harp ilan edecek kadar cesur yürek bir önder olarak adından söz ettirecektir. Keza onun bu cesurluğu şeyhlikten saltanat postuna oturup Safevi Devletini kurmasına yetecektir. Derken Şahlık unvanını elde etmesiyle birlikte maksat hâsıl olur. Dolayısıyla Şah İsmail ve Şah Tahmasb Safevi Devletinin ilk hükümdarı olarak tarihe geçerler. İlk olmasına ilkler ama ancak bu ikili Sünni kesime karşı zulüm yapmakla işe koyulmuşlardır. Bu da yetmez İmamı Azam gibi büyük zatların türbelerini yıkacak kadar gözü kara icraat sergilemişlerdir. Onların bu tutumları Osmanlı'nın harekete geçmesine yetmiş ve bu tür davranışlar İslamiyet’e hıyanet olarak değerlendirilmiştir. Hatta Kanuni Sultan Süleyman rahatsızlığını Şah’a gönderdiği mektupla bildirip, Şii İran ahdine bağlı kaldığı sürece onlara dokunmayacağını dile getirmiştir.
Malum Safevilerin dayandığı Alevi Türkmen kabileleri başlarına geçirdikleri kızıl külahtan dolayı o gün bugün Kızılbaş olarak anılır hep. Yani İslam dünyasında onların ‘kızıl başı-bed maaş’ tabiriyle hakir görülmesi bir yana ordularıyla birlikte Safeviler tenkil ediliyordu. İşte 'Kızılbaş' kavramı bu şekilde kızıl külaha atfen söylenilmiş bir lakap olarak karşımıza çıkmıştır.
Şu bir gerçek; İran’da Şah İsmail Akkoyunlu Devletinin hâkimiyetine son verip Safevi İmparatorluğunu kurduktan sonra Şah’ın üstünde hiçbir güç tanımamıştır. Oysa Osmanlı sisteminde Divan müzakere için vardır. Safeviler bırakın müzakereyi Şii mezhep dışında hiçbir dini oluşumu tanımadıkları için dini taassuplarını izledikleri politikalara malzeme olarak kullanıyorlardı. Öyle bir taassup ki, Sünnileri ya zorla Şii yapıyorlardı, ya da öldürüyorlardı, böylesine acımasızlardı. Dahası kendileri dışında her tür dini oluşumun özgürlükleri zorla ellerinden alınmaya çalışılıyordu.
Hâsılı Uzun Hasan’la başlayan ve Şah İsmail’le devam eden bu yürüyüşte Türkmen bölünmesini beraberinde getirmiş, hatta Şah İsmail’in şahsında Osmanlılara karşı bir batini muhalefet cephe oluşur. Hatta Şah İsmail ve Erdebil Tekkesi avenesi tarafından coğrafyamıza sürekli ayrılık tohumları ekilip, yeşertilir de. Hiç kuşkusuz bu durum dini bir karar olmayıp, siyasi bir kararın önümüze getirdiği bir oyundu. Ve nitekim olanlar olur, bütün Yörük Türkmen unsurlar Şah İsmail’in etrafında birleşip kendilerini yerleşik Türkmenlere karşı girişilen bir savaşın içinde bulurlar. Böylece Müslümanların bir zamanlar yıktığı Pers imparatorluğu Şah İsmail eliyle yeniden dirilişi gerçekleşir. Malum bu yeni devlet Safevi Devletinden başkası değildir. Ancak yeni kurulan bu devlet devlet olmaktan öte sürekli ihtilaf kaynağı meselelerin körükleme rolü üstelenen bir faaliyet sergileyecektir. Şöyle ki, Yörük Türkmenler kendilerinden olmayanları yozlaşmış ve bozulmuş kesim ilan edip Müslümanlar arasına ayrılık tohumları serpme derdine düşeceklerdir. Oysa tarihin bizlere öğrettiği önemli not; ihtilafların kaynağında göçer-konarlığın yerleşik hayata intibak edemeyişinin yol açtığı bir takım sancıların tepkiye dönüştüğü gerçeği vardır. Belki de Yörükler yerleşik olsaydı büyük ihtimal tepkici olmayacaklardı. Tarih bu yüzden yerleşikliği tercih eden Anadolu Türkmenlerini, Suriye Selçuklularını, Eyyubileri ve Osmanlının kuruluşunu gerçekleştiren Türkmenleri bu konuda haklı çıkarmıştır.
Safevi Türkmenlerden geriye kalan mirasa baktığımızda ise onların bakiyesi sayılan gerek İran, gerekse Anadolu’da hala zaman zaman ciddi olaylara neden olan provoke olmaya her an hazır durumda topluluklar kalmıştır sadece. Tabii meseleye bakışımızı dini hassasiyetimizden ötürü bir ön yargı olarak değerlendirenler ne demek istediğimizi anlayamayacaklardır. Şayet meseleye bakışımız objektif siyasi kriterler yönüyle yapılan bir değerlendirme olduğu anlaşılabilseydi bu denli ateşli tartışmalara gerek kalmayacaktı. Maalesef yanlış değerlendirmelerin arka perdesinde sürekli tekrarlanan suni dış düşman tehdit algısı vardır. Nitekim Türkmen dağılma sebebinin Haçlı ve Moğol saldırılarının bir sonucu olarak gösterilse de, asıl sebep yıllar boyu süren bir türlü bitmek tükenmek bilmeyen “Yerleşik-Yörük” çekişmesidir. Hatta bu iç çekişmeler öyle hal vaziyet alır ki, Sünni Müslümanlığı bırakanlar, bizim topraklarımıza ait olmayan İran kaynaklı Şiiliğin bir değişik versiyonu ekolün peşine takılacaklardır. Allah'tan ki Türkmenlerin yerleşik hayatı seçenleri böyle değiller, onlar tarihin her döneminde özünden taviz vermeyip Türk tarihinde kıymet ifade eden topluluklar olarak yerini almışlardır.
Batı Türklüğünün, ya da bir başka ifadeyle Yerleşik Türkmenlerin Büyük Selçuklularla birlikte başlattıkları Rönesans, Sultan Sencer’in bir iç savaşta yenilip esir edilmesiyle akamete uğrayıp Türkmenlerin intiharı gerçekleşir. Neyse ki, Selçuklunun yıkılışından 300 sene sonra yeniden Fatih Sultan Mehmet’in elinde bir çağ kapatılıp yeni bir çağın kapıları açılacaktır. Yörükler bu çağda da, Şia etkisinden çıkamayacaklardır. Bu nedenle Yörük Türkmenlerce İran, Şiiliğin kalbi olarak görülür. Bu durumun tehlike boyutlarını sezen Osmanlı, Balkan kavimlerinden devşirdikleri askerler vasıtasıyla Anadolu’da yuvalanan Şii Türkmen yayılmasına karşı önleyici tedbirler almayı ihmal etmeyecektir.

Yavuz Sultan Selim

Şimdi, Yavuz Sultan Selim’in neden batıya değil de doğuya doğru sefer düzenlediğini daha iyi anlıyoruz. Öyle ya, doğuyu emniyete almadan batıya yöneliş hiç yoktan koca imparatorluğu maceraya sürüklemek olurdu. Yavuz zaten gereğini yapar da. Bugün Anadolu’nun değişik yörelerinde halkımızın bir kısmı Yavuz’un bu davranışını dini nedene dayandırdıklarından ona pek iyi gözle bakmazlar. Oysa o yaptığı hamlelerle Türk İslam Âlemini büyük bir badireden kurtarmıştır.
Koçi Bey Osmanlı’nın düşüşüne neden olan etken faktörden birinin mezhep imamımız İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin mezarına bile tahammül edilmeyişine, bir diğer faktörün ise Celali eşkıyalarıyla başlayan bazı vilayetlerin viran hale gelmesine bağlar. Koçi Bey tespitinde pekte haksız sayılmazdı. Adı üzerinde eşkıya, yıkıp dökmekten başka elinden ne gelir ki. Zira Anadolu’da Turhal civarında Bozoklu ve kendisini Mehdi ilan eden Şeyh Celal adında birinin çıkmasıyla birlikte etrafına topladığı adamlarla Anadolu’yu tehdit eder durum ortaya çıkmıştır. Tabii böyle bir durum görmezden gelinemezdi. Nitekim 1519 yılında Anadolu’da yuvalanan Celali hareketi bastırılmasının akabinde kesik başı Yavuz'a gönderilir de. Anlaşılan Yavuzun sert çıkışı birlik ihtiyacına binaen olmuş ve bu ihtiyaç temin edildikten sonra Kanuni’nin adalet devri devreye girecektir. Amma velâkin Celali isyanı sonlansa da tarihi süreç içerisinde vuku bulan her ayaklanma ‘Celali isyanı’ diye adlandırılıp, her asi insana da ‘Celali’ denilecektir. Oysa Anadolu’da patlak veren her harekete Celali isyanı demek büyük bir yanılgıydı. Belki bu tür hareketlere gaflet delalet ve hıyanet içerisine düşmüş vezirlerin hâkimiyetine karşı Anadolu evladının giriştiği milli bir duruş, ya da bir tür kıyam dersek daha yeridir. Dahası Celali hareketlerini bir anlamda Türk soyluların, Alevi Türkmen ve Sünni Türkmenlerle girişilen işbirliğinin bir ürünü hareket olarak ta değerlendirebiliriz. İster adından Celali, ister bir başka hareket diye bahsedilsin sonuçta toplumun alt tabanında yer alan farklı inanç kültürüne sahip insanlar bir araya gelip ortak hareket edilebiliyormuş.
Şöyle ki, bu uğurda ilk bayrağı Alevi eğilimli Türkmenler çekmekle beraber, bu tür oluşumlar çevreyle merkez arasında önemli kalın çizgiler ortaya çıkarmıştır. Belli ki devşirmelerin yüksek mevkilere gelmeleri Türkmenlerin çok ağrına gitmiş olsa gerek ki böyle hareketleri metot edinmişlerdir. Bu alanda; devşirmelerin silahlı kolu Yeniçeriler, Türkmenlerin ise sipahilerdir.
Malum, Şah İsmail mezhep taassubuyla Anadolu’ya hâkim olacağına inanıyordu, ama Yavuz bu inancını Çaldıran seferiyle boşa çıkartacaktır. Böylece Osmanlıyla bu devlet arasında sınırlar belirgin şekilde çizilmiş olur. Hatta Şah İsmail’in Anadolu’daki halifeleriyle irtibatının önüne de geçilmiş olunur. Bunun anlamı Erdebil Tekkesi müntesipleriyle Anadolu yakasında kalan Alevi bağlarının kesilmesi demektir. Zira bu tarikatın Anadolu yakasında kalan mensupları buradaki insanların ehli beyte gerektiği kadar muhabbet beslemediği zannına kapılmışlardır. Sadece zanla kalsalar gam yemeyiz, zaman içerisinde bu zan suizana, suizanda ihtilafa dönüşüp alevi Türkmenlerin cami ve eğitim yuvalarından uzak kaldığı bir tablo ortaya çıkmıştır. İşte bu uzak kalma hali neticesinde medresede öğretilen bilgilerden yoksun kalan Aleviler, sadece babadan oğla geçen kulaktan duyma bilgilerle kültürel varlıklarını devam ettirmişlerdir. Kulaktan duyma bilgilerin her zaman diliminde değişikliklere uğradığı da hesaba katıldığında Alevilik konusunun neden bu kadar gündemden düşmeyecek şekilde tartışılır hale geldiğini şimdi daha iyi anlamış oluyoruz.
Yavuz’un ikinci seferi Memluklere karşı olmuştur. Memlukler öteden beri Osmanlıya karşı Şah İsmail’le beraber diş bilemişlerdir. Bunun üzerine Yavuz bir darbeyle Şah İsmail’i saf dışı bıraktıktan sonra ilk iş; yıldırım hızıyla Mısır ordularını Mercidabık ve Ridaniye’de hezimete uğratmak olur. Böylece Memluk devleti sona erip hilafet Osmanlı’ya devr olunur. İşte bir taşla iki kuş vurmak buna denilir. Zira Yavuz, hem Şah İsmail’in gizli hevesini kursağında bırakmış, hem de Ayasofya’da yapılan bir merasimle Abbasilerden hilafeti ve mukaddes emanetleri almıştır. Dahası saltanat ve hilafeti birleştirip İslam’ın hilafet şartlarını da yerine getirmiş oluyordu. Hiç kuşkusuz Yavuz’un bu başarısı Sünni âlemde sevinçle karşılanmıştır.

Al-i Beyt

Çaldıran zaferi neticesinde İran’la Osmanlı devleti arasında kesin hudutların çizilmesiyle birlikte Anadolu yakasında kalan Alevi kültürüyle yoğrulmuş insanlar her nedense bu zafere pek sevinmemişlerdir. Bu insanlar o gün bugündür Sünni Müslümanların Ehli Beyt’e soğuk baktıkları duygusuna kapılmışlardır. Oysa Al-i Beyt’e Allah için muhabbet etmek dinimizce vaciptir. Hatta İmamı Şafii'ye göre farzdır. Anlaşılan Sünni Müslümanların bu konuda sıkıntısı yok, asıl sıkıntı bazı aklı evvel sığ zihinlerde. Bakın Said Nursi; “Al-i Beyt’ten Vazifei Risaletçe muradı Sünnet-i Seniye'sidir. Sünneti Seniyeyi terk eden hakiki Al-i Beyt’ten olmadığı gibi Al-i Beyt’e hakiki dost olamaz” buyurarak gerçekleri gözler önüne sermiştir. Nitekim Allah Resulü; “Sizlere iki şey bırakıyorum Onlara temessük etseniz necat (kurtuluş) bulursunuz. Birisi kitabullah diğeri Al-i Beytimdir” diye buyurmuştur. Hakeza İmam-ı Şer’ani Hz.leri; “Bir beldede Seyyid olduğunu duysam o beldeye girmekten hayâ duyarım” deyip Al-i Beytin kıymetini ortaya koymuştur.
Bir başka meselede Yezit meselesidir. İlla da Sünni kesime Yezidi denilmek isteniliyorsa, şu iyi bilinmelidir ki; tarihte Yezidin işlediği cinayetler yüzünden hiçbir Sünni Müslüman sorumlu tutulamaz. Çünkü Kuran’da; hiç kimse bir başkasının hatasından, günahından, cinayetinden dolayı sorumlu tutulamaz buyruğu var. Kaldı ki hiçbir ehlisünnet Müslüman doğan çocuğuna Yezit ismi vermemiştir, vermezde. Tam aksine çocuklarına Ali, Hasan, Hüseyin ismi verildiği sıkça görülür. Demek ki, sanıldığın aksine Sünni Müslümanlar alevi düşmanı değillerdir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.av); “Ehli Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Onlara tabii olan selamet bulur, olmayan helak olur” buyurmuşlardır.


Aleviliğe Bakış

Alevilik İslâm’ın değişik bir yorumu olmakla beraber Aleviliğin de kendi içerisinde hem hasbi (samimi) yorumu, hem de siyasi yorumu var. Elbette ki, bizim hasbi olanlarla bir meselemiz olamaz. Bizim meselemiz siyasi sembolizm hale gelmiş Alevilikledir. Maalesef siyasi taraftarlarca Alevi vatandaşların iyi niyetleri istismar edilip birçok sol fraksiyonun sloganlarına kurban ediliyor habire. Bu durum Aleviliğin radikal hareket alanına kaydırılması bir yana ayrıca Alevi Sünni çatışmasına yol açacak tezgâhın bir provası gibi gözüküyor.
Hz. Ali’yi sevme noktasında elbette ki hiç bir Ehl-i Sünnet mensubunun itirazı olamaz. Ancak sevmenin de bir ölçüsü olduğunu tayin etmemiz icap eder. Malum, Hıristiyanlar Hz. İsa'yı (a.s.) sevme noktasında aşırıya kaçıp, “İsa Allah’ın oğludur” demişlerdir. Peki, bu ifrat değilse ya nedir? Düşünsenize Hz. İsa'ya atfen yakıştırmalarda olduğu gibi ilmin kapısı Hz. Ali'ye (k.v.) de ulûhiyet isnat edilen bir noktaya gelinmişse o zaman inananlar arasında kardeşçe yaşamaktan bahsedebilir miyiz, bunun fitne sebebi olacağı muhakkak. Anlaşılan İbn-i Sebe ve Hasan Sabbah türü tipler düne mahsus değil, her devirde karşımıza çıkabiliyor. Zaten bu tür odaklarının işi gücü Müslümanlar arasında fitne tohumları ekip, birlik ve beraberliği yok etmektir. Nitekim Hz. Osman (r.a.) zamanında filiz veren ve Hz. Ali (k.v.) devrinde doruğa ulaşan fitne hareketleri bunu doğruluyor. Gerçi Hz. Ali (k.v) zamanında Müslümanlar arasında yapılan savaşların bir kısmı içtihat farklılığından doğan mücadeleler olsa da fitne unsurlarının bu olayda bile boş durmadıkları malum.
Madem Ehl-i Beyt sevgisi sadece Aleviliğe mahsus olmayıp Sünnilere de has bir duygu, o halde bu ayrılık ve tefrika niye? Hem madem Ehlisünnet itikadında Ehl-i Beyt kurtuluş gemisi olarak addediliyor, başka limanlarda demirlemenin anlamı ne? İşte görüyorsunuz bu tür sorulara bir cevap bulamadığımızı varsaydığımızda Cafer-i Sadık Hazretlerinin Hacegân silsilesinin halkasında yer alması bile tek başına delil olarak Alevilerle Sünnilerin aynı muhabbet iklimini paylaştıklarını göstermeye yeter artar da. Malum İmam-ı Azam Ebu Hanife mezhep imamız. O aynı zamanda Cafer-i Sadık Hazretlerinden el almış müntesiptir. Bakın İmam-ı Azam onu keşfettiğinde: “Şayet son iki yılımda Cafer-i Sadık’ın elinde tutmasaydım, Numan helâk olurdu” demiştir. Şurası muhakkak tarihi gerçekler ve Tarikat-ı Aliye’nin silsile basamakları, bizi Mevlâna, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli ve Hacı Bayram-ı Veli’de buluşturmaktadır.
Anadolu’nun İslâmlaşmasında Horasan erenlerinin büyük katkıları olduğunu yediden yetmişe herkesin kabul ettiği bir vaka. Önemli olan bu gönül sultanları hedef saptırmaksızın doğru anlayabilmektir. Onların ağzından sadır olmayan sözleri sanki onlar söylemiş gibi onlara isnat etmek haksızlık olacaktır. Bir kere bu gönül sultanlarının icraatları, sözleri ve eserleri ortada, dolayısıyla gerçekleri saptırmaya gerek yoktur. Peki, şu birtakım kendini bilmez aklı evveller Alevilik konusu işlendiğinde sıkça kullanılır hale getirdikleri “Rejimin emniyet supabıdır” tarzı beyanlarına ne demeli? Belli ki onların derdi üzüm yemek değil bağcı dövmek, bu yüzden bu tür rejim varı girişilen manevraların alevi kesime şirin görünmenin ötesinde yeni bir ayrılık tohumunun yeşertilmesine yönelik bir çaba olarak yorumluyoruz. Oysa din devlet ilişkilerinde devlet taraf olmamalı, bilakis hakem olmalı, dahası hadim (hizmetkâr) rol üstlenmelidir. Zaten sosyal devlet olmanın gereği budur. Ülke sınırları içinde değişik isimlerle anılan alt kimliklerin varlığını ayrılık gayrilik görmeyip olaya sivil toplum örgütlenmesi çerçevesinde bakmakta sayısız fayda var. Böyle bakmaya da mecburuz. Çünkü sosyal devlet anlayışının esprisi bu temel felsefeye dayanır. Kaldı ki nüans farklılıklarının bu ülkenin gerçeği kabul edip, sivil toplum unsurlarının teşkilatlanmalarına ön ayak olmak, yardımcı olmak ve kendilerini ifade edebilecekleri sistemi getirmek insanımıza hizmet olacaktır. Bir başka ifadeyle bu toplumun güvencesi sadece Aleviler değil, Sünnilerde bu ülkenin emniyet supabıdır dersek, asıl o zaman devlet “hakemlik” misyonunu yerine getirmiş olacaktır. Zira Sivil toplum unsurlarından birini övüp, diğerlerini görmemek ciddi manada bölücülüğe çanak tutmak olacaktır.
İslâmiyet, dinler arasında ki farklılığı bir din çerçevesinde değerlendirir. İşte İslâmiyet’in bu engin hoşgörüsü, Vahyin gücüyle alakalı bir durum. Bu yüzden âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.), bu yüceliğin baş tacını oluşturur. Dinlerin kendi içinde bir takım mezhep ve meşrepleri barındırması gayet tabiidir. Normal olmayan söz konusu alt kimlikleri tek unsur olarak takdim edip, işte din budur denilmesidir. İster istemez bu tür hezeyanlar bitmek tükenmek bilmeyen tartışmaları da beraberinde getirmektedir.
Her dinde olduğu gibi, İslâmiyet dairesi içerisinde de çeşitlilik mevcuttur. Ancak bizim çeşitliliğimizin diğerlerinden farkı Kur’an’ı Kerim etrafında zenginlik oluşturmamızdır. İşte bu zenginliğin ilk ayağını içtihat çalışmaları oluşturur. Nitekim içtihat farklılıklarından dolayı mezhepler doğmuştur. Hakeza Allah’ı zikretmede ve nefsi terbiye etme hususunda değişik usullerin tatbikiyle ortaya çıkan tarikatlarda öyledir. Tabii bu arada zenginliğimize gölge düşürecek nitelikte Ehl-i Sünnet çizgisinin dışında nükseden mezhep ve tarikatlar da söz konusudur. Onlar gölge düşüre dursun ölçü; Kur’an ve Sünnet olduğu müddetçe hiç kimsenin dinimize balta vurmaya gücü yetmeyecektir. Kelimenin tam anlamıyla Kur’an ahkâmına ve Sünnet-i Seniye'ye uygun her yolu İslâm’ın kabulü biliriz. Bunun dışında ortaya çıkan fitne kaynaklı ve uydurma fırkalar Firak-ı Dalle (sapık kol) olarak niteleriz.
Tüm bu gerçeklere rağmen, her defasında bitmek tükenmek bilmeyen Alevilik meselesi kamuoyu önününde pişirilip, ayrılık tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Alevilik, bir alt kimlik veya bir yol olarak yorumlanması gerekirken, sanki başlı başına bir dinmiş gibi lanse edilmektedir. Malum cami, sinagog, kilise ibadet yapmak için vardır. Dergâh ve cem evleri gibi teşekküller ise kendi müntesiplerinin semah ve zikir yapmaları için vardır. Dolayısıyla ne dergâh, ne de cemevi caminin alternatifi mekânlar değildir. Bunlar bir nevi manevi sivil toplum teşkilatlarıdır. İşte bütün mesele, cem evinin caminin karşısına alternatif olarak koyulmaya çalışılmasından kaynaklanıyor. Dinimiz İslâmiyet olduğuna göre, mabedi elbette ki camidir. Asla zikir, semah ve cem yapılan dergâh ve cemevleri caminin rolünün üstlenmiş mekanlar değildir, olsa olsa camiye renk katacak gül bahçeleridir. Demek ki, tehlike cemevlerinde değil, asıl tehlike cemevlerinin cami’ye karşı alternatif olarak sunulma temayülüdür. Şayet Alevilik alt bir kimlik ve meşrep olarak değil de Hıristiyanlık veya Yahudilik gibi din olarak ortaya çıksaydı, o zaman cemevini bir kilise, bir havra tarzında yorumlayabilirdik.
Bir kere, gerek din adına, gerek mezhep adına, gerekse meşrep adına ortaya çıkan her teşekkül, kendi tanımlamasını, gayesini, metodunu ve uygulamasını belirtmediği sürece tartışılmaya mahkûmdur. O halde her hareket, kullandığı kavramların tarifini, usulünü, uygulamasını ve amacını ortaya koymalıdır. Aksi takdirde mezheple meşrep, meşreple mezhep, dinle mezhep ve dinle meşrep sapla saman misali birbirine karışıp tam kaotik bir ortam oluşacaktır. Nasıl ki bir kilim üzerinde değişik desenler mevcut olduğundan hiç bir desen tek başına 'kilim' adını alamıyorsa aynen öyle de mezhepler, meşreplerde tek başına İslam’ı temsil eden ekoller değildir. Parçalar bütün olduğunda bir anlam ifade edip ancak o zaman kaynak adıyla anılabiliyor. Sonuçta kilim, değişik ton ve değişik nakışlarla işlenmiş desenlerden bir araya geldiğinden bu ismi almıştır. Keza din de öyledir. Din kiliminin içinde çeşitli yol, mezhep ve meşrepler vardır. Mezhep ve meşrep kilime işlenen desen misali tek başına dini temsil edemez, sadece dinin zengin unsurları olarak telakki edilirler.
Hiç kuşkusuz yeryüzü mescit, bu yüzden her temiz mekânda Allah’a ibadet etmeye engel bir durum söz konusu değildir. Fakat tarihi süreç içerisinde göçerlikten yerleşikliğe geçişte her bir dine mensup insanın ibadet yapmak için cami, kilise ve havra adı altında mekânlar inşa edilip sembolleşmişse, bunların hukukunu hiçe sayıp ta cemevini caminin üstünde bir mevki veya karşısına oturtmak gayreti içerisinde olan her tür girişimi abesle iştigal buluruz. Asla cami dergâh veya cami cemevi birbirlerinin hukukuna tecavüz için kurulmuş mekânlar değildir. Bu yüzden her kurum ve müessesenin haddini hududunu bilmesi gerekir.
Medresenin fonksiyonu başka, dergâh’ın başka, keza cemevinin de başkadır. Bunları bir arada tutacak en üst mekân camidir. Kaldı ki zenginlikleri bir araya toplayan mekânın adıdır camii. Üstelik cami; minaresi, vaaz kürsüsü ve minberiyle birlikte değişik mezhep ve meşrep mensuplarını aynı safta toplayan mabet mahaldir. Keza minber kürsümüz, mihrap bizi ötelere taşıyan remzdir. Hele hele bir de mübarek cuma günümüz var ki, o da Müslümanların cümlesini haftada cem eyleyen birlik meşalesidir. Malum, cuma olduğunda ister medrese, ister tekke, ister dergâh mensubu olsun fark etmez mümin olan her cemaat mensubu camiye koşmak mecburiyetindedir. Zira cuma; ismiyle müsemma toplanmak (cem) demektir.
Bütün bu örnekleri vermekten gaye, cemevi gibi manevi sivil toplum ocaklarının cami gibi umumu kuşatan mabede alternatif ibadet yeri gösterilme çabalarının yanlışlığını ortaya koymak içindir.
Unutmayalım ki; hepimiz aynı kilimin desenleriyiz.

http://www.bayburtpostasi.com.tr/alevilik-1-makale,4305.html
http://www.bayburtpostasi.com.tr/alevilik-2-makale,4379.html
 

ömerusta

Kıdemli Üye
Katılım
16 Ocak 2012
Mesajlar
6,913
Tepkime puanı
239
Puanları
0
hayır bu yazı baştan sona yanlış çelişkilerle dolu bir yazı taraflı bir sünni kalem
bu alavilik sünilik şu mesep bu tarikat islam dininin zenginliği değil parçalanmasına zayıflamasına yol açan gayri meşru hiç bir mesneti dayanağı olmayan
islamla bagdaşmayan yollardır fitne dohumudur müminler arasına serpilmiş
 

ALI25

Kıdemli Üye
Katılım
9 Nis 2015
Mesajlar
7,509
Tepkime puanı
106
Puanları
0
Konum
Almanya
Daha önce bu yaziya baktim bir öyle üstünden durmadan gectim söz konu alevilik diye bir baslik var ve buna sonra deyiniliyor.

Bunu yazan üste kismindaki yaza bakmis görünce bu bir ehli sünnet kaleminden cikmis sanmistim.

Ve bu sözüme sunu da bir ilave edeyim hacim olarak nerden baksak 1 risale orta da yazi var.
 
Üst