dedekorkut1
Doçent
AKŞAMSEFASI AY DEDE
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c); “Allah’ın yedi göğü birbiri ile nasıl uyumlu yarattığını görmüyor musunuz? Ay’ı, bunlar içinde bir nur yaptı ve güneşi bir kandil haline getirdi” (Nuh,16) diye beyan buyurmakla ay ışığının bir ışık nuru, güneşi de aydınlık kandili kıldığını biz aciz kulların dikkatine sunup tefekkür etmemizi murad ediyor. Mademki Yüce Allah (c.c) gündüzümüzü aydınlık kılan Güneş ile gecemizi nurlandıran Ay’ı tefekkür etmemizi diliyor, o halde konu başlığımızın gereği olarak çocukların ‘Ay dede’ gözüyle baktıkları, yetişkinlerinse batmakta olan Güneşin ardından gelen akşamsefası gözüyle baktığı Ay ışığımızı yüce şanına layık bir şekilde kalemimize dökerekten tefekkür etmek düşer bize.
Malumunuz akşamsefası iki çeneklilerden bir otsu bitki türü olup o güzel küçücük kokulu çiçeklerini akşamleyin açmakla meşhurdur. İşte bizde bu meşhur güzel kokulu bitki çiçeklerini gündüz değil akşamleyin açtığı içindir ki isminden ilham alaraktan aynı şekilde güneş battığında nöbeti devralıp gecemizi nurlandıran ve çocukların Ay dede gözüyle baktıkları Ay için de akşamsefamız demekten kendimizi alamayız. Öyle ki birincisi bir bitki olarak akşam misk gibi kokan açan çiçeği ile ruhumuza ferahlık verirken ikincisi de adeta gece lambamız olarak gecenin karanlığında ışığıyla kalbimize ve gönlümüze nur saçıp huzur vermekte. Düşünsenize geceleyin gökyüzünde bir yandan bizi selamlayan Ay dedemizi temaşa ederekten her daim esenlik içerisinde kalırken diğer yandan da hafif esen bir rüzgâr eşliğinde çiçeklerini açmış akşamsefasını koklamakla bir ömre bedel diyebileceğimiz bir huzur yaşamaktayız. Gerçekten de Ay’ın şavkı gönlümüze ve kalbimize vurduğunda akşamları sefamız bir bambaşka olur. Hele bilhassa gökyüzüne Ay’ın şavkı Dolunaya dönüştüğü zamanki hali var ya, işte o anı temaşa edenleri kendinden geçirip kendine getirircesine seyrine doyum olmazda. Nitekim gönül abidesi ‘Dolunay’ın seyrine doyulamayan ışık saçan nur yüzlülüğünden dolayıdır ki adından ‘mehtap’ olarak söz ettirir de hep. Hatta bir bakıyorsun bu nur yüzlülüğünün etkisinden olsa gerektir nice edebiyatçılara ilham kaynağı olaraktan hakkında hikâyeler, masallar, destanlar yazdırtırken, nice şairlere de şiirler döktürtmektedir. Keza bir bakıyorsun nice müzisyenlere nağmeler, şarkılar ve Türküler söylettirirken nice mimarlara da birbirinden güzel hilal ve dolunay tasarımında köprü, han, kervansaray, kubbe, kümbet, mihrap, minber vs. türünden eserler yaptırtabiliyor. Tabii bu arada Astronotlar da boş durmayıp Ay’ın o ışıldayan şavkı karşısında aşka gelip Ay’a ilk ayak basanlardan olabiliyor. Bu öyle bir tutku aşktır ki; bir bakıyorsun 8 gün, 3 saat, 17 dakikalık süren ay yolculuğu gerçekleştiğinde yankısı tüm dünyayı saracak bir şekilde sevinç çığlıklarına sahne olabiliyor. Ama ne ilginçtir ki, astronotların Ay’a ayak bastıklarının haberini alan insanlar bulundukları ülkelerde sevinç çığlıklarını atmosfer tabakası sayesinde kendi aralarında paylaşıp dünya sathında duyulurken, Ay’a giden astronotların ise daha Ay’a ilk adım atar atmaz attıkları zafer çığlıklarını değil kendi aralarında, kendi kendilerine bile duyuramıyorlardı. Kendi aralarında ki iletişimi ancak başlarına taktıkları gaz maskelerinin altına yerleştirilmiş güçlü frekans dalgalı radyo vericilerle yapabiliyorlardı. Zaten dedik ya, Ay’da atmosfer yoktu, onun için iletişimin gaz maskesi altında radyo dalgalarıyla sağlamaları son derece gayet tabii bir durumdur. Kaldı ki, Ay dünya gibi iki ayrı zırhla korunaklı da değildir. Nitekim Ay’ın böylesi korunaklı zırhları olmadığından üzerine sağanak halde yağan taşlar nedeniyle yüzey kısımları delik deşiktir de. Zira Ay’da krater alanların bolca olması ve metrelerce derinliklerde ki çukurluklarla kaplı olması bunun bariz bir göstergesidir zaten. İşte o an yoğun meteor bombardımanları altında Ay’da bulunmuş olsak biliniz ki hiçbir gürültüyü kulaklarımızla duyuyor olamayacaktık.
Öyle ya, ses dalgaları havanın bulunduğu alanlarda yayılıp duyulabiliyor olduğuna göre, bu demektir ki Ay’da büyük şiddette sarsılmalarda olsa, kızılca kıyamet kopsa da hava (atmosfer) yoksa gürültü denen bir hadiseden bihaber olunacaktır. Neyse ki yaratılışından bugüne onca üzerine yağan meteor taşlarıyla delik deşik olmasına rağmen, yine de Yüce Allah’ın huzurunda ‘kahrında hoş lütfunda hoş’ niyazıyla her türden bombardımanlar karşısında sesini çıkartmayıp nur yüzünü somurtmamayı başaran bir Ay dedemizdir o. Bizim açımızdan ise dünyamız gibi koruyucu atmosfer şemsiyesi olmadığı için bizi rahatsız edecek ne gürültüsüne maruz kalmaktayız ne de bombardımanına maruz kalmaktayız. Sadece bize görüntü olarak üzerine yağan meteor bombardımanların ardından geriye içi boş taş yığınları, kayalıklar, çorak, susuz ve kurak sahalar kalmakta. Yine de siz bizim Ay sathının içi boş çorak dememize bakmayın, sonuçta hatırı sayılır derecede çok miktarda oksijen mevcut ya, bu Ay dedemiz için elbette ki kayda değer lütuftur. Ancak bir nebzecik oksijenin varlığı hayatın olabileceğine işaret teşkil etmez, bilakis serbest halde olmayan mineral bileşiklerine tutunmuş halde oksijenin varlığına işaret teşkil eden bir durumdur bu. Kim bilir belki de oksijenin varlığı çocuklara şirin görünüp Ay dede olmak için vardır. Sadece çocuklara mı, biz yetişkinler içinse Ay’ın şavkı mehtaplı gecelerde gönlümüze kalbimize dokunup huzur kaynağı olmak için vardır elbet.
Her neyse asıl üzerinde durmamız gereken Ay’ın ışık saçan nur yüzlü olmasından ziyade bilim dünyasında ne ifade ettiği çok mühimdir. Malumunuz bilim dünyasında Ay’ın nasıl meydana geldiği konusunda çok çeşitli görüşler ortaya konulmuştur. Nitekim kimi bilim adamları Ay’ın tıpkı dünyamız gibi sıcak bir gaz küre halden zamanla soğuyaraktan bugünkü halini aldığını şeklinde görüş serdederken, kimi bilim adamları da Ay başlangıçta dünya ile birlikte bitişik halden zaman içerisinde birbirinden bir kütle halinde kopmasıyla birlikte dünyanın uydusu hale geldiği yönünde bir görüş serdetmişlerdir. İki ana görüşten hangisi daha kabul gören bir görüştür derseniz, Ay’ın dünyadan git gide uzaklaşma eğilimi göstermesi, dünyanın 2/3’ünün sularla kaplı olması, geriye kalan 1/3’lük kısmın ise Pasifik okyanusun doldurduğu derin çukurla kaplı olması gibi bir takım emareler ikincisinin daha kabul edilebilir ağırlıkta görüş olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer önemli emare ise Pasifik okyanusun geri kalan bölümünü oluşturan granit tabakasının yok denecek kadar bütünlüğünü yitirmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle granit oluşumunda ki eksiklik Ay’ın dünyadan koptuğunu kendiliğinden ele veren önemli bir göstergelerden biridir diyebiliriz. Hatta daha da önemli gösterge diyebileceğimiz emarelerden biride hiç kuşkusuz Ay’a ilk ayak basan astronotlardan Neil Armstrong ve Buzz Aldrin, Apollo 11 uzay aracıyla aydan getirdikleri kaya parçalarının yeryüzündeki kaya parçalarıyla karşılaştırması yapıldığında hem element ve mineral bakımdan benzer konumda oldukları hem de yaşça hemen hemen aynı olduğunun belirleniyor olmasıdır. Her ne kadar yapı bakımdan tam olarak birebir eşleşmese de bu hipotezi doğrular gibi. Şurası da muhakkak astronomi, adeta kimyanın element bazında âlemşümul bir bilim olduğunu ortaya koymakta. Gerçektende dünyada bütün okyanuslarda benzer bir yapı söz konusu olduğu halde, Pasifik okyanusu bundan istisnadır. Nitekim George Gamow “Dünyamızın Hayat Hikâyesi” adlı eserinde, bu durumu ay yüzeyindeki üst kabuğun granit, alt tabakasının ise bazalt içermesinden hareketle; “Okyanustaki bir sürü ada üzerinde tek bir granit parçasına rastlanılmaz. Pasifik alanının dibi sadece bazalt kayalardan meydana gelmiş olduklarından şüphe yok gibidir. Sanki kozmik bir el, bu geniş alanın her tarafından granit tabakasını kaldırıp götürmüştür. Şu halde Pasifik Okyanusun şimdi kapladığı alan, Ay’ı meydana getiren madde yığınının koptuğu yerin ta kendisidir” şeklinde bir görüş ifade ederek meseleye açıklık getirmiştir.
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c); “Allah’ın yedi göğü birbiri ile nasıl uyumlu yarattığını görmüyor musunuz? Ay’ı, bunlar içinde bir nur yaptı ve güneşi bir kandil haline getirdi” (Nuh,16) diye beyan buyurmakla ay ışığının bir ışık nuru, güneşi de aydınlık kandili kıldığını biz aciz kulların dikkatine sunup tefekkür etmemizi murad ediyor. Mademki Yüce Allah (c.c) gündüzümüzü aydınlık kılan Güneş ile gecemizi nurlandıran Ay’ı tefekkür etmemizi diliyor, o halde konu başlığımızın gereği olarak çocukların ‘Ay dede’ gözüyle baktıkları, yetişkinlerinse batmakta olan Güneşin ardından gelen akşamsefası gözüyle baktığı Ay ışığımızı yüce şanına layık bir şekilde kalemimize dökerekten tefekkür etmek düşer bize.
Malumunuz akşamsefası iki çeneklilerden bir otsu bitki türü olup o güzel küçücük kokulu çiçeklerini akşamleyin açmakla meşhurdur. İşte bizde bu meşhur güzel kokulu bitki çiçeklerini gündüz değil akşamleyin açtığı içindir ki isminden ilham alaraktan aynı şekilde güneş battığında nöbeti devralıp gecemizi nurlandıran ve çocukların Ay dede gözüyle baktıkları Ay için de akşamsefamız demekten kendimizi alamayız. Öyle ki birincisi bir bitki olarak akşam misk gibi kokan açan çiçeği ile ruhumuza ferahlık verirken ikincisi de adeta gece lambamız olarak gecenin karanlığında ışığıyla kalbimize ve gönlümüze nur saçıp huzur vermekte. Düşünsenize geceleyin gökyüzünde bir yandan bizi selamlayan Ay dedemizi temaşa ederekten her daim esenlik içerisinde kalırken diğer yandan da hafif esen bir rüzgâr eşliğinde çiçeklerini açmış akşamsefasını koklamakla bir ömre bedel diyebileceğimiz bir huzur yaşamaktayız. Gerçekten de Ay’ın şavkı gönlümüze ve kalbimize vurduğunda akşamları sefamız bir bambaşka olur. Hele bilhassa gökyüzüne Ay’ın şavkı Dolunaya dönüştüğü zamanki hali var ya, işte o anı temaşa edenleri kendinden geçirip kendine getirircesine seyrine doyum olmazda. Nitekim gönül abidesi ‘Dolunay’ın seyrine doyulamayan ışık saçan nur yüzlülüğünden dolayıdır ki adından ‘mehtap’ olarak söz ettirir de hep. Hatta bir bakıyorsun bu nur yüzlülüğünün etkisinden olsa gerektir nice edebiyatçılara ilham kaynağı olaraktan hakkında hikâyeler, masallar, destanlar yazdırtırken, nice şairlere de şiirler döktürtmektedir. Keza bir bakıyorsun nice müzisyenlere nağmeler, şarkılar ve Türküler söylettirirken nice mimarlara da birbirinden güzel hilal ve dolunay tasarımında köprü, han, kervansaray, kubbe, kümbet, mihrap, minber vs. türünden eserler yaptırtabiliyor. Tabii bu arada Astronotlar da boş durmayıp Ay’ın o ışıldayan şavkı karşısında aşka gelip Ay’a ilk ayak basanlardan olabiliyor. Bu öyle bir tutku aşktır ki; bir bakıyorsun 8 gün, 3 saat, 17 dakikalık süren ay yolculuğu gerçekleştiğinde yankısı tüm dünyayı saracak bir şekilde sevinç çığlıklarına sahne olabiliyor. Ama ne ilginçtir ki, astronotların Ay’a ayak bastıklarının haberini alan insanlar bulundukları ülkelerde sevinç çığlıklarını atmosfer tabakası sayesinde kendi aralarında paylaşıp dünya sathında duyulurken, Ay’a giden astronotların ise daha Ay’a ilk adım atar atmaz attıkları zafer çığlıklarını değil kendi aralarında, kendi kendilerine bile duyuramıyorlardı. Kendi aralarında ki iletişimi ancak başlarına taktıkları gaz maskelerinin altına yerleştirilmiş güçlü frekans dalgalı radyo vericilerle yapabiliyorlardı. Zaten dedik ya, Ay’da atmosfer yoktu, onun için iletişimin gaz maskesi altında radyo dalgalarıyla sağlamaları son derece gayet tabii bir durumdur. Kaldı ki, Ay dünya gibi iki ayrı zırhla korunaklı da değildir. Nitekim Ay’ın böylesi korunaklı zırhları olmadığından üzerine sağanak halde yağan taşlar nedeniyle yüzey kısımları delik deşiktir de. Zira Ay’da krater alanların bolca olması ve metrelerce derinliklerde ki çukurluklarla kaplı olması bunun bariz bir göstergesidir zaten. İşte o an yoğun meteor bombardımanları altında Ay’da bulunmuş olsak biliniz ki hiçbir gürültüyü kulaklarımızla duyuyor olamayacaktık.
Öyle ya, ses dalgaları havanın bulunduğu alanlarda yayılıp duyulabiliyor olduğuna göre, bu demektir ki Ay’da büyük şiddette sarsılmalarda olsa, kızılca kıyamet kopsa da hava (atmosfer) yoksa gürültü denen bir hadiseden bihaber olunacaktır. Neyse ki yaratılışından bugüne onca üzerine yağan meteor taşlarıyla delik deşik olmasına rağmen, yine de Yüce Allah’ın huzurunda ‘kahrında hoş lütfunda hoş’ niyazıyla her türden bombardımanlar karşısında sesini çıkartmayıp nur yüzünü somurtmamayı başaran bir Ay dedemizdir o. Bizim açımızdan ise dünyamız gibi koruyucu atmosfer şemsiyesi olmadığı için bizi rahatsız edecek ne gürültüsüne maruz kalmaktayız ne de bombardımanına maruz kalmaktayız. Sadece bize görüntü olarak üzerine yağan meteor bombardımanların ardından geriye içi boş taş yığınları, kayalıklar, çorak, susuz ve kurak sahalar kalmakta. Yine de siz bizim Ay sathının içi boş çorak dememize bakmayın, sonuçta hatırı sayılır derecede çok miktarda oksijen mevcut ya, bu Ay dedemiz için elbette ki kayda değer lütuftur. Ancak bir nebzecik oksijenin varlığı hayatın olabileceğine işaret teşkil etmez, bilakis serbest halde olmayan mineral bileşiklerine tutunmuş halde oksijenin varlığına işaret teşkil eden bir durumdur bu. Kim bilir belki de oksijenin varlığı çocuklara şirin görünüp Ay dede olmak için vardır. Sadece çocuklara mı, biz yetişkinler içinse Ay’ın şavkı mehtaplı gecelerde gönlümüze kalbimize dokunup huzur kaynağı olmak için vardır elbet.
Her neyse asıl üzerinde durmamız gereken Ay’ın ışık saçan nur yüzlü olmasından ziyade bilim dünyasında ne ifade ettiği çok mühimdir. Malumunuz bilim dünyasında Ay’ın nasıl meydana geldiği konusunda çok çeşitli görüşler ortaya konulmuştur. Nitekim kimi bilim adamları Ay’ın tıpkı dünyamız gibi sıcak bir gaz küre halden zamanla soğuyaraktan bugünkü halini aldığını şeklinde görüş serdederken, kimi bilim adamları da Ay başlangıçta dünya ile birlikte bitişik halden zaman içerisinde birbirinden bir kütle halinde kopmasıyla birlikte dünyanın uydusu hale geldiği yönünde bir görüş serdetmişlerdir. İki ana görüşten hangisi daha kabul gören bir görüştür derseniz, Ay’ın dünyadan git gide uzaklaşma eğilimi göstermesi, dünyanın 2/3’ünün sularla kaplı olması, geriye kalan 1/3’lük kısmın ise Pasifik okyanusun doldurduğu derin çukurla kaplı olması gibi bir takım emareler ikincisinin daha kabul edilebilir ağırlıkta görüş olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer önemli emare ise Pasifik okyanusun geri kalan bölümünü oluşturan granit tabakasının yok denecek kadar bütünlüğünü yitirmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle granit oluşumunda ki eksiklik Ay’ın dünyadan koptuğunu kendiliğinden ele veren önemli bir göstergelerden biridir diyebiliriz. Hatta daha da önemli gösterge diyebileceğimiz emarelerden biride hiç kuşkusuz Ay’a ilk ayak basan astronotlardan Neil Armstrong ve Buzz Aldrin, Apollo 11 uzay aracıyla aydan getirdikleri kaya parçalarının yeryüzündeki kaya parçalarıyla karşılaştırması yapıldığında hem element ve mineral bakımdan benzer konumda oldukları hem de yaşça hemen hemen aynı olduğunun belirleniyor olmasıdır. Her ne kadar yapı bakımdan tam olarak birebir eşleşmese de bu hipotezi doğrular gibi. Şurası da muhakkak astronomi, adeta kimyanın element bazında âlemşümul bir bilim olduğunu ortaya koymakta. Gerçektende dünyada bütün okyanuslarda benzer bir yapı söz konusu olduğu halde, Pasifik okyanusu bundan istisnadır. Nitekim George Gamow “Dünyamızın Hayat Hikâyesi” adlı eserinde, bu durumu ay yüzeyindeki üst kabuğun granit, alt tabakasının ise bazalt içermesinden hareketle; “Okyanustaki bir sürü ada üzerinde tek bir granit parçasına rastlanılmaz. Pasifik alanının dibi sadece bazalt kayalardan meydana gelmiş olduklarından şüphe yok gibidir. Sanki kozmik bir el, bu geniş alanın her tarafından granit tabakasını kaldırıp götürmüştür. Şu halde Pasifik Okyanusun şimdi kapladığı alan, Ay’ı meydana getiren madde yığınının koptuğu yerin ta kendisidir” şeklinde bir görüş ifade ederek meseleye açıklık getirmiştir.