Yazar: Ahmed OZAN ÖZBEKEN
Giriş; bu makaleyi niçin yazdık?
İslam Alemi, Osmanlı’nın imzaladığı Karlofça antlaşmasından itibaren siyasi bir gerileme süreci yaşamaktadır. Bu süreçte, Müslümanlar muhtelif fikir çatışmaları yaşadılar. Ancak su götürmez bir gerçek olarak söylemek gerekir ki üç asırlık dönemde, mutasavvıflar kadar acımasız, sert ve insafsız tenkide uğrayan bir başka zümre yoktur.
Asr-ı Saadette ve Selef-i Salihin devrinde, İslamî İlimler bugünkü gibi dallara ayrılmamış, sınırları çizilmemişti. Zaten o devirde, ilim tahsili bugünkü gibi de değildi. Selef uleması, ilmi başkaları için değil kendi kemalatları ve yaşantılarını düzeltmek için tahsil ediyorlardı. Ne amelî ne itikadî mezhepler vardı, ne de tarikatlar mevcuttu.
Bu devrede tasavvuf, zühd hayatı olarak algılanmış ve yaşanmış, zaman içinde sistemleşmesini tamamlamış ve bugünlere ulaşmıştır. Bu tarihsel süreç; fıkıh için de, hadis için de böyledir. Zaman içinde fıkıh ilmi nasıl sistemleşip mezhepler zuhur ettiyse, tasavvufun da sistemleşmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir
İslam Coğrafyasını bir uçtan bir uca dolaştığınızda, göze çarpan şey çoğunlukla tasavvufi nefeslerdir. Ümmet-i Muhammed'in 1400 senelik tarihinde, tasavvuf ilmi kadar yaygın alaka gören bir başka ilim olmadığı gibi; asrımızda da tasavvuf kadar tartışılan bir başka ilim dalı olduğunu söylemek çok zordur.
Orta Asya steplerinden, Basra çöllerine; Mağribden Tuna boylarına kadar ümmetin ayak seslerinin duyulduğu her yerde, mutasavvıflar da vardır. Orta Asya steplerinde ‘Pir-i Türkistan’ olur tasavvuf. Göçebe Kırgız ve Kazakların sinelerine İslamî nefesleri, hikmetleri saçar Hace Ahmed Yesevi (ks). Divan-ı Hikmet’i bugün bile okunur. İnsanlara Hakk’ı ve hakikati aşılamaya devam eder. Buhara’da Şah-ı Nakşibend (ks) olur. Kalpleri ALLAH kelamıyla dantel dantel işler. İşlediği kalplerin esintileri günümüzde bile ölü gönülleri diriltmektedir.
Gah Necmeddin-i Kübra (ks) olur. Kılıç elde cihada çıkar putperest Cengiz Han’a karşı. Kanı sular toprakları. Bazen Hindistan’da İmam-ı Rabbani (ks) olur. İkinci bin yılın müceddidi olmakla kalmaz; o devrin çile ve direniş timsali olur. Ekber Şah’ın İslam’dan, Budizm’den ve Hıristiyanlık’tan devşirdiği ‘Din-i İlahi’ adlı uydurma dinine geçit vermez. Dahası Mektûbat’ı bugün bile ümmetin başvuru kaynağıdır.
Libya'da Ömer Muhtar'dır (r.aleyh) tasavvuf. Senusiyye Dervişleri, Ömer Muhtar'ın liderliğinde şimşek olur İtalyanların üstüne. Kafkaslar'da Gazi Muhammed'dir (r.aleyh); Şeyh Şamil'dir (ks). Şimşeklerin adı bu sefer Nakşibendiyyedir. Mısır'da Hasan el Benna'nın (r.aleyh) şahsında kıyam eder Şazeliler. İhvan-ı Müslimin sonradan tasavvuf karşıtı bir olguya dönüşse de aslında bir Şazeli dervişi Şehid Hasan-el Benna’nın kurduğu teşkilattır.
Basra çöllerinde Ahmed-Er-Rufai olur; Bağdat’ta Abdulkadir Geylani; Endülüste Muhyiddin-i Arabi. Macaristan’da Gül Baba’dır; Dobruca’da Sarı Saltuk. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı’dan 150 sene önce salmıştır Sarı Saltuk’u Romanya’ya. (ALLAH sırlarını âlî eylesin)
Sadece cihad da önder değildir dervişler. Hangi ilim dalına bakarsanız bakın bir sufi tacı göreceksiniz. Şeyh Galib'i mi sayalım yoksa Itriyi mi? İsmail Hakkı Bursevi'yi mi söyleyelim, Aziz Mahmud Hüdayi’yi mi? (ALLAH sırlarını âlî eylesin) Her asırda İslam coğrafyasına mührünü tasavvuf vurmuştur. Bir iki istisna hariç tutulursa (Kadızadeliler gibi), yıllarını ilme vermiş ulemadan itiraz da yükselmemişti tasavvufa.
Çıkarın sufileri tarihten, bakalım geriye ne kalacak?... Mevlana'yı Konya'dan; Şeyh Şaban-ı Veli'yi Kastamonu'dan alın. Bakalım ortada ne kalacak? Fatih'e Konstaniyye sevdasını aşılayan Bayrami Şeyhi Akşemseddin değil miydi? (ALLAH sırlarını âlî eylesin)
İstanbul'un manevi fatihi başkası mıydı? Geçmiş böyle de bugün farklı mı sanki?
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma ve Avrupalılaşma rüzgarlarının önündeki setler değil miydi meşayıh? Sahi, I. Dünya Savaşı’nda Ruslara ve Ermenilere karşı Bitlis’te dervişleri ile beraber silaha sarılan Nurşinli Şeyh Muhammed Diyauddin (ks)’ya bizzat Atatürk teşekkür mektubu göndermemiş miydi?
Mehmed Zahid Efendi; rahlesinde iki cumhurbaşkanı, dört başbakan, sayısız bakan ve milletvekili yetiştirmişti. Süleyman Hilmi Efendi'nin Arapça ve Kur’an öğretme gayretini; Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve takipçilerinin sünnete ittibasını; Seyyid Abdülhakim Hüseyni'nin alkolikleri adam etmesini görmezlikten gelebilir misiniz? Alın bakalım Necip Fazıl'ın kalbinden Seyyid Arvasi'yi? Ortada ‘Çile’ mi kalacak ‘Çöle İnen Nur’ mu? (ALLAH sırlarını âlî eylesin)
Her alandaki manevi ve kültürel birikimi, bir kalemde İslam dışına itmek, ne iman ve insaf sahibi insanların, ne de vicdan ve izanı olan şahısların yapacağı bir iştir. Ancak, son dönemde türeyen bazı guruplar var ki, tasavvufu İslam dışı gösterme gayreti içerisindedirler. Özellikle bu görüş sahiplerine ve onlardan etkilenerek tasavvufa şüpheyle bakan kişilere cevap olması bakımından, bir kaç sayı devam edecek bir yazı dizisi hazırlamak istedik.
Bu tür bir gayret içerisindeki zümrelerin hepsini aynı kefeye koymak elbette doğru değildir. Bir kısmının tasavvuf karşıtlığı, cehaletten veya kulaktan duyma sözlerden ibarettir ki izalesi gayet kolaydır. Bu anlayışta olan Müslümanları ilmi ve akli deliller göstererek aydınlatmak mümkündür.
Bir diğer zümre ise meşrebi görüşlerinden hareket etmektedir. Kendilerini ‘tevhidi çizgi’ olarak tarif eden bu kategorideki gruplara baktığımızda, temel anlamda tasavvufu anlamaktan uzak, ayetlerin iniş sebebini gündeme getirmeyen, siyak-sibak (öncelik-sonralık) bütünlüğüne önem vermeyen bir anlayışta olduklarını görürsünüz.
İleride tekrar değinmek üzere kısa bir örnek verelim ki Bedir’de ölen müşrikler hakkında inen bir ayeti, müminler hakkında kullanmaktan çekinmezler. Bahse konu ikinci kategorideki kişilerin eserlerinde, geçmiş ulemaya atıfların hemen hemen hiç yapılmadığı veya sınırlı sayıda, uç noktada denebilecek ulemadan nakil yapıldığı göze çarpar.
Biz bu yazı dizisinde, batılı tasvir etmekten, hatalı görüşleri dile getirmekten özellikle kaçınmaya dikkat ettik. Doğrudan doğruya tasavvuf ehline en çok sorulan soruların cevapları üzerinde durduk. Şunu da ifade edelim ki tasavvufu tam olarak anlatmak, ne bizim nakıs bilgimizle yapabileceğimiz bir iştir, ne de dergi sayfaları bu iş için yeterlidir. Bu çalışma, sadece Kur’an ve Sünnet’te tasavvufun izini sürmekten ibarettir.
Tasavvuf ehli neden bu kadar çok zikreder ?
Mutasavvıfların en çok karşılaştıkları suallerden bir tanesi budur. Neden çok namaz kılmıyorsunuz veya Kur’an okumuyorsunuz da zikrediyorsunuz? Elbette bu soruyu soranların bir kısmı, Kur’an’ın bir isminin de ‘zikr’ olduğunu bilmiyor olabilirler. Ancak, sufilerin kalp ve dil ile yaptıkları zikr, hem Kuran tilavetinden hem de namaz ibadetinden farklı bir ilahi emirdir.
“Şüphesiz ben ALLAH'ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve benim zikrim için namaz kıl.” (Taha, 14)
Bu ayet-i celilede, namaz da ‘zikrullah’dan sayılmıştır. Namaz kılmanın bir hikmeti de Mevla Teala’yı zikretmektir. Ancak esas anlamda ‘zikrullah’ (ALLAH’ı zikretmek) namazdan başka manaları da kapsar ki:
“O korkulu zamanda namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep ALLAH'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisa, 103)
Görülmektedir ki ALLAH-u Teâlâ, bu ayet-i celilede umumi namaz ile zikri birbirinden ayırmıştır ve kendisinin zikrine her halde ve durumda devam edilmesini istemiştir. Elbette her emr-i ilahi de olduğu gibi bu emirde de pek çok ilahi hikmetler ve faydalar gizlidir. Ancak kişinin her ahvalinde devam etmesi istenilen zikir, muhakkak ki insan ruhuna pek çok hassalar kazandıracaktır.
“Ey iman edenler! ALLAH'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab, 41- 42 )
Dikkat edilirse, Kur’an’da ne namaz, ne de oruç ya da hac gibi hiçbir ibadet için ‘çokça yapın’ diye bir emir yoktur. Bu tür bir emir, sadece zikr-i ilahi için gelmiştir. Elmalılı Hamdi Efendi’nin beyanına göre, tesbih, zikirlerin temelidir ve ‘sabah–akşam’ denmesinin sebebi de devam anlamında kinayedir. Bu ayetten maksat; sufilerin ‘zikr-i sultani’ olarak isimlendirdikleri, her daim ALLAH’ı zikretme ve nefsin bir an bile O’ndan gafil olmaması halidir. Zikir konusuna ileri de daha detaylı döneceğiz. Şimdilik bu kadarıyla yetinelim.
Neden özellikle istiğfar edilir? Neden mürşidle birlikte tövbe edilir?
“Ey müminler! Hep birden ALLAH'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)
Kurtuluşun, felaha ermenin anahtarlarından birisi olarak bizlere günahlarımızdan tövbe etmemiz gösterilmiştir. Ayrıca, bu ayette ima edilen kurtuluşu Peygamber-i Zişan Efendimiz (sav) şöyle ifade etmektedir: “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, ALLAH Teâlâ ona, her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”(1)
‘İsmet’ sıfatı ile mücehhez, yani günaha düşmekten korunan Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “VALLAHi ben, günde yetmiş defadan fazla ALLAH’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim“ buyurmuşlardır.(2) Bir başka hadiste de Efendimizin (sav) tövbe sayısı, yüzden fazla olarak beyan edilmektedir.(3)
Alemlere rahmet olarak gönderildiği ALLAH’ın kelamıyla sabit olan Rahmet Nebisi, günde yüz defa ‘istiğfar’ ediyorsa, günde yüz defa ALLAH’tan af ve bağışlanma diliyorsa; bizler gibi günahtan korunmamış, aciz ve gafil kulların kaç defa ‘istiğfar’ etmeleri gerekir, bunu takdirlerinize bırakıyorum.
Üstelik emredilen tövbenin, ferdi olarak değil umumi, toplu olarak yapılması emredilmiştir ki burası gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Günahkar ve bozuk bir toplumun, istiğfar etmediği müddetçe kurtuluşa ermesinin de mümkün olmadığı bu ayetten çıkacak bir diğer neticedir.
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide, 2)
Dikkat edilirse, müminlerden takvada da birbirlerine yardımcı olmaları emrediliyor. Bir mü’mini salih amel işlemeye teşvik etmek ve ibadetlerinde yardımcı olmak, Kur’an’ın amir hükümlerinden birisidir. İşte meşayıhın insanlara tövbe ettirmeleri de bu ayetin emrinin ifasından ibarettir.
“Ey iman edenler! ALLAH'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tövbe, 119)
Müminler, verilen emir gereği imanlarında, Din-i İslam’a bağlılıklarında, takvaca önde olanlar ile beraber olmak zorundadır. İnsanları kötü yola iten, özü sözü farklı, açıkça haram işlemekten çekinmeyenler ile bir arada bulunmak, insana nasıl zarar verirse; ehl-i takva olan ve istikametten ayrılmayanlar ile beraber olmanın da fayda getireceği açıktır.
Bir kimse tek başına şeytanın hileleri ve nefsinin afetleri ile başa çıkamaz. Bu durum, günümüzde genel bir kanaat haline gelmiş bulunmaktadır. Açıkça ortadadır ki cemaat halinde İslam’ı yaşayan kimse, hem şeytana hem de nefsine karşı muazzam bir kale edinmiş olacaktır.
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de ALLAH'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette ALLAH'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa, 64)
Tefsir-i Kebir’de bu ümmet için en hayırlı tövbenin ALLAH Resulünün huzurunda yapılan tövbe olduğu naklediliyor. Dikkate şayandır ki hem günah işleyen tövbe ediyor, hem de Efendimiz (sav) onun için istiğfarda bulunup şehadet ediyor ve bağışlanması için de tazarruda bulunuyor.
İbn-i Kesir tefsirinde ise ALLAH Resulü’nün mübarek kabr-i şerifleri yanına bu ayeti okuyarak gelen bedevinin affedildiği, bizatihi Peygamber-i Zişan tarafından rüyada haber verildiği anlatılıyor. Ümeyye el Mahzumi (ra), hırsızlık haddi (cezası) uygulanan bir kişiye, Efendimizin (sav) tövbe etmesi hususunda nasihatte bulunup, o şahsın tövbesinden sonra; istiğfarın kabulü için dua ettiği, hadis kitaplarının ‘Hadd-i Sirkat’ bölümünde kayıtlıdır.
Efendimiz (sav)’den başlayarak gelen silsileye mensup, amil-i alim; tahsil ettiği zahiri ve batini ilimleriyle varis-i Nebi olma sıfatına hak kazanmış; takvaca sadık, duaca makbul olan bir mürşid-i kamilin şahitliğinde tövbe etmenin neresi yanlıştır? Üstelik, sadık kul da tövbe eden için istiğfarda bulunmakta, tövbenin kabulü içinde ALLAH’a tazarru ve yakarış içindedir.
Bu tür tövbe etmeyi, Hıristiyanlıktaki günah çıkarma ayinlerine benzetmek ise hem sufileri bilmeme cehaletinden kaynaklanır; hem de tasavvufa karşı muazzam bir önyargı ve üstün çıkma psikolojisinin getirisidir. Çünkü hiçbir şeyh efendi, günah affetme yetkisine haiz olduğu iddiasında bulunmadığı gibi; hiçbir derviş de benim şeyhim günahlarımı bağışlıyor düşüncesine kapılmamıştır. Hıristiyanlıkta günahı affeden papazdır; İslam’da ise günahları bağışlama yetkisi yalnızca ALLAH’a aittir.
“Onlara: ‘Gelin, ALLAH'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.” (Münafikun, 5)
Ayetinin iniş sebebi Medineli münafıklardır. Ancak umuma şamil olduğunu göz önüne alırsak, kıyamete kadar, tövbe ve istiğfar davetinden kaçanların da bu ayetin kast ettiği gruba dahil olmayacakları garantisini kim verebilir?
DEVAMI GELECEK (yakında)
Dipnotlar:
1- Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
2- Buhârî, Daavât, 3.
3- Müslim, Zikir, 42.
AKLI KARIŞIKLAR İÇİN TASAVVUF MÜDÂFÂSI -II-
Ayet ve Hadislerde Tasavvufun İzleri
Kimi sufiler, tasavvufu; içinde bulunulan zamanı en iyi değerlendirme ilmi olarak anlatmışlardır. Dün geçmiştir, düne ait işlerde yapılabilecek ve düzeltilebilecek bir şey yoktur. Yarın ise muhaldir, yani belirsizdir. İşte bu sebeple, içinde bulunulan vakti en iyi şekilde değerlendirmek, boşa vakit harcamamak gerektiği üzerinde durmuşlardır. Tasavvufi terbiye, kalpten kalbe aksetme ile gerçekleştirildiğinden, hayatta olan kamil ve ehil bir mürşide beyat etme mecburiyeti vardır.
‘Bey’at’ kelimesi lügatte ‘kabullenmek, onaylamak’ gibi manalar içeren Arapça bir kelimedir. Günümüz mutasavvıfları tarafından ‘inabe, biat etme, el alma, tevbe etme’ gibi muhtelif ve değişik şekillerde ifade edilen bey’at, tasavvufta derviş ile şeyh arasında yapılan bir nevi mukaveledir, sözleşmedir.
Bu iki taraflı ahitleşmede; şeyh müridin terbiye ve ıslahını taahhüt edip üzerine alırken, derviş veya sofi de ona ittiba ve emir/tavsiyelerine uymakla mükellef olur. Beyat ile derviş, İslam'ı yaşama, Sünnete uyma ve nefsin afetlerinden kurtulmada mürşidi kendisine rehber ve delil edinmiş olur. Emirleri hoşuna gitsin veya gitmesin, beyat eden derviş şeyhine ittiba etmek ve sadık kalmak ile mükelleftir.
Burada şunu ifade etmekte fayda var ki, beyatın konusu ferdin dinini yaşamasıyla alakalıdır. Şeyhin müridine emir ve tavsiyeleri de tabii olarak bu sahadadır. Görülmektedir ki, bazı kesimler bu ilişkiyi kulluk alanının dışında, toplumu ilgilendiren, siyaset, ideoloji veya ticari gibi sahalarla irtibatlandırmaktadırlar. Bundan dolayı da bir müridin mürşidine olan teslimiyetinden kuşkuya düşmektedirler. Oysa düşünülmelidir ve kabul edilmelidir ki, mürşid de bir sofidir ve tasavvuf kurumu tamamen kulluğun icapları ve incelikleriyle ilgilidir. Bunun dışındaki sahalar, diğer sahalarla iştigal eden hizmet erbabı Müslümanların ilgi alanına girer.
Beyat Kur’an, Sünnet-i Seniyye ve icma ile sabit bir ameldir. Nitekim Kuran-ı Kerim'de Resulullah Efendimize (sav) hitaben: "Herhalde sana bey'at edenler ancak ALLAH'a bey'at etmektedirler. ALLAH'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de ALLAH'a verdiği ahde vefa gösterirse, ALLAH ona büyük bir mükâfat verecektir. " (Fetih / 10 ) buyrulmuştur. Efendimize (sav)'e yapılan beyat, ALLAH'a söz vermek olarak kabul edilmiş ve müfessirlerin icması ile beyat edene ALLAH'ın kuvveti ve yardımı vaad edilmektedir. Bu ayet, Hudeybiye'de ağacın altında beyat edenler hakkındaysa da müfessirler umuma şamil olduğunda müttefiktirler.
Yani, Resulüllahın manevi ilminin varisleri olan mürşidler, yine onun adına, ümmetin manevi sahadaki beyatlarını kabul etmektedirler.
Bey'atu'r Rıdvân
‘Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken ALLAH, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.’ (Fetih,18)
Hicretin altıncı senesinde, Resulullah (sav) ve sayılarının bin dört yüze baliğ olduğu bildirilen sahabe, umre maksadıyla Mekke'ye gidiyorlardı. Hudeybiye’ye geldiklerinde, Mekkelilere gönderdiği ilk elçinin dövülerek edilerek geri gönderilmesi üzerine, Hz. Osman (ra) ikinci elçi olarak gönderildi. Hz. Osman Mekkeliler tarafından göz hapsine alınınca, Sahabe arasında Hz. Osman'ın şehit edildiği şayiası yayılması üzerine, Resulullah bir haberci tayin ederek, ashabına şöyle dedi: "Haberiniz olsun ki Resulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey'atı emretti." Ve ashabı Resulullah'a bey'ata davet etti.
Bütün Ashab, ALLAH adına ona bey'at ettiler. Bey'atleşme, Semire Ağacı altında olmuştu. Resulullah, ağacın altında oturmuş, ashabından bey'at alıyordu. Ashab, Hz. Peygamber'e, "Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere söz verdiler." Resulullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız. "
Ashabından savaştan kaçmamak üzere bey'at alan Resulullah (sav) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup; "Bu da Osman'ın bey'atı" demesi Hudeybiye'deki müminleri çok heyecanlandırdı. (1) Elmalılı Hamdi Efendi'nin Behyaki'nin Delail'inden yaptığı nakle göre, bey'at Efendimiz (sav)'in elini tutmak suretiyle yapılmıştır.
Burada şu duruma dikkat etmelidir ki; Hudeybiye'ye beyatına bakarak, bey'atin yalnız devlet başkanı olan ‘ulul emr’e veya halifeye olacağını savunanlar, İslam tarihinde ilk beyatin Akabe'de gerçekleştirildiğini unutmamalıdırlar. Akabe Bey'ati, Mekke devrinin sonlarında gerçekleştirilmiş; hicretin önünü açmış bir olay olduğu gibi beyat gerçekleştirildiğinde, Resulullah (sav) devlet reisi de değildi.
Nübüvvetin on ikinci yılının Hac Mevsiminde, on iki Medinelinin Mekke'de Akabe mevkiinde, Resulullah'a (sav) yaptıkları beyata baktığımızda; temel esasın İslam'ı yaşama ve Efendimize (sav) sadakat ve emirlerine uyma olduğunu görüyoruz. Özellikle Birinci Akabe Beyatı, ümmetin maneviyat/tasavvuf büyüklerine delil teşkil etmiş ve asırlar boyu kendilerine tabi olanlardan bu beyatı almışlardır.
“Ey iman edenler! ALLAH'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; ALLAH'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu ALLAH ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa,59)
Fahreddin-i Razi ayette geçen emir sahiplerinden kastın, ayetlerden hüküm çıkarma ilmine sahip olan alim ve fakihler olduğunu beyan etmiştir. Tefsirinde, kendilerine itaatin vacip olduğu ‘emir’lerin, sadece askeri ve sivil idareciler değil, aynı zamanda, ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve Sünnet’ten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması lazım geldiğini, ALLAH ve Resulullah'a itaat etmekten sonra, en mutlak itaatin ancak bunlara olabileceğini açıklamaktadır.
Bu noktada beyat edilecek kişi önem taşımaktadır. Günümüz toplumu arıya bile glikoz içirip sahte bal yaptırdığı gibi maalesef sahte mürşitler de piyasayı kaplamış vaziyettedir. Hakiki mürşit etrafına gül rayihaları saçarken, sahteleri ise maalesef insanımızı istismar etmektedir. Osmanlı devrinde bu iş Meclis-i Meşayihin kontrolünde olduğu içinde sahte şeyhler yok denecek seviyedeydi. Günümüzde ise maalesef ehil olmayan ellerde ümmetin namusundan ruh sağlığına ve en önemlisi de imanına kadar her alanı birer muazzam tehlike altındadır. Bu durumdan en çok muzdarip olan da tabiatiyle samimi tasavvuf ehlidir.
Kamil mürşid her şeyden önce kendisi terbiye olmuş; nefsini tezkiye etmiş; kalbi ve ruhi hastalıklardan kurtulmuş, her fiili, kavli ve ameli Resulullah sav. Efendimizinki gibi olup, aykırı ve aksi hareketi kabul etmesi mümkün değildir (2) Adab-ı Fethullah'ta zikredildiğine göre şeyh olanların hem alimi şeriat olmaları hem de amili şeriat olmaları gerekmektedir. Hem dini ilimlerde yetişmiş bir otorite olacak, hem de tahsil ettiği ilimleri bizatihi kendi nefsinde tatbik edecektir.
Huzuruna varıldığı zaman gamın, kederin gider, içinde bir ferahlık uyanır. (3)Nitekim Resulullah sav. " Salih meclis arkadaşı, misk sahibine benzer. Kokusundan sana vermese bile onun (üzerindeki) kokusundan sana (yine de) isabet eder." (4) buyurmuştur. Kendi kalbinden masivayı uzaklaştırmış ; dünyevi hiçbir korku ve üzüntünün olmadığı bir kalp sahibinin meclisinde bulunanın kalbindeki gam ve kasavetin gideceği bu hadisi şeriften beyan olmaktadır .
Yine Miftahul Kulub'de Ahmed Şemdseddin Marmaravi Hz.leri k.s. kamil mürşidin alametlerini sayarken " Ziyaretine gelen herkes, büyük veya küçük genç veya ihtiyar, hatta devlet reisi bile olsa elini öpmeye mecbur ve hayır duasını niyaz ile mesrur olurlar. " buyurmaktadır. Çünkü Hadis-i şerifte buyruldu ki: " Evliyaullah o kimselerdir ki görüldükleri zaman ALLAH hatırlanır. " (5)
Hakiki şeyh ile sahtesi nasıl ayırt edilir ?
Osmanlı devrinde Meclis-i Meşayih bu işle alakadar olurdu. İcazet müessesi bu meclisin en önem verdiği husustu. Bununla beraber icazeti olup da İslam'ı yaşamada farz ve haramlar noktasında gevşeklik gösterenler veya mensuplarını harama yöneltenler postnişinlikten atılırdı. Bu uygulamadan da anlaşılacağı üzere şeyhlik iddiasında olanların da farzların edasında ve haramlardan sakınmakta gevşeklik göstermemeleri gereklidir. Özellikle hanımlar ile münasebetlere dikkat edilmemesi ve mahremsiz onlar ile görüşmek bizler için birer ipucudur. Bir diğer nokta da maddi ilişkilerdir. Çünkü uyulması gereken kişiler irşad ve ıslah faaliyetleri neticesinde hiçbir ücret talep etmeyenlerdir. (6) Tarikat-ı Aliyye'nin adabına uymayan davranışlar ve edebe muğayir hareketler de bizler için birer numunedir.
Hayatta olan bir mürşide beyat etmenin lüzumu nedir?
İnsanın kendi nefsindeki hastalıkları gösterecek, tedavi yollarını tavsiye ve izah edecek, yeri geldiği zaman içine düştüğü manevi sıkıntıları atlatma çarelerini tavsiye edecek hayatta olan bir insan-ı kamile ihtiyacı vardır. Gerçekten de kendi nefsini terbiye etmiş, nefsin ve şeytanın hilelerini ve kurtuluş yollarını bilen insan sayısı hususiyetle asrımızda son derece azdır. İşte şeyhe beyatin lüzumu da bu noktadadır.
Nefsin belki de en büyük hastalığı kendini beğenmektir. Kendini beğenen ve mükemmel sayan bir nefsin diğer hastalıkları görme ihtimali var mıdır ? Kendini beğenen bir nefs "Bende riya vardır " diyebilir mi ? Bu soruya evet diyebilecek insan yoktur. O zaman mecburdur ki nefsini terbiye ve tezkiye etmiş bir şeyhe beyat etsin, O'nun manevi terbiye halkasına dahil olsun.
Bir insan tıp kitaplarını okuyabilir. Tıpta belli bir uzmanlık elde edebilir. Hatta bu kitabi bilgisi ile grib gibi birtakım basit hastalıkları tedavi de edebilir. Ancak apandist gibi basit bir ameliyatı yapmaya kalkıştığında hastayı operasyonun daha ilk dakikalarında öldüreceği kesindir. Yalnız kitap okumak suretiyle kimse doktor olamaz, doktorluk iddiasında bulunamaz. Mecburdur ki tıp fakültesine gitsin, eğitim alsın ve uzman bir doktor olduğuna dair üniversitedeki hocalarından diploma alsın.
Şeyhe beyat etmeden, manevi terbiyesine girmeden kendi nefsini kitaplar okuyarak tek başına terbiye etmeye kalkanın hali de böyledir. Bu yolda bir ömür sarf etse bile bir arpa boyu yol alamayacağı aşikardır. Nefis tezkiyesi ve ahlak tezhibi, kişinin tek başına şeyhi olmadan yapabileceği bir iş değildir. Bir başka ifadeyle; nefsinin kötü sıfatlarını iyi sıfatlara dönüştürmek ve ahlakını güzelleştirmek kişinin kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Sahabe-i Kiram nasıl Resulullah Efendimiz tarafından ıslah ve terbiye edildiyse, her Müslüman da böyle bir yardım almak durumundadır.
Nasıl diğer dini ilimlerini; itikadı, fıkhı, tefsiri, hadisi ve kelamı bir alimden öğrenmek gerekiyorsa, tasavvuf ilmini de ehlinden öğrenmek zorunluluğu vardır.
Nefis mücahedesinin ne kadar tehlikeli ve dolambaçlı olduğu meşayıhın eserlerinde tafsilatlı olarak anlatılmıştır. Yola kendi başına yola çıkanların halleri, ağlanacak durumdadır. Nitekim bu hususta en ibret verici örneklerden birisi Gulam Ahmed Kadıyani'dir. İslam'ın Budizme üstünlüğünü ispat etmek için riyazet ve mücahede yoluna girişmiş, ancak yolun sonuna bile varamadan kendisini maalesef Nebi ilan etmiştir.
İşte bu tür neticelere maruz kalmamak için girift ve dolambaçlı yollardan kendimizi salimen geçirecek bir güvenilir mürşide, tecrübeli bir rehbere beyat etmek mecburiyetindeyiz.
KAYNAKLAR
1. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120.
2. Miftahul Kulub.
3. Miftahul Kulub.
4. Ebu Davud Edeb: 19
5. Nesai Tefsir 6 / 362
6. Yasin Suresi 21
Giriş; bu makaleyi niçin yazdık?
İslam Alemi, Osmanlı’nın imzaladığı Karlofça antlaşmasından itibaren siyasi bir gerileme süreci yaşamaktadır. Bu süreçte, Müslümanlar muhtelif fikir çatışmaları yaşadılar. Ancak su götürmez bir gerçek olarak söylemek gerekir ki üç asırlık dönemde, mutasavvıflar kadar acımasız, sert ve insafsız tenkide uğrayan bir başka zümre yoktur.
Asr-ı Saadette ve Selef-i Salihin devrinde, İslamî İlimler bugünkü gibi dallara ayrılmamış, sınırları çizilmemişti. Zaten o devirde, ilim tahsili bugünkü gibi de değildi. Selef uleması, ilmi başkaları için değil kendi kemalatları ve yaşantılarını düzeltmek için tahsil ediyorlardı. Ne amelî ne itikadî mezhepler vardı, ne de tarikatlar mevcuttu.
Bu devrede tasavvuf, zühd hayatı olarak algılanmış ve yaşanmış, zaman içinde sistemleşmesini tamamlamış ve bugünlere ulaşmıştır. Bu tarihsel süreç; fıkıh için de, hadis için de böyledir. Zaman içinde fıkıh ilmi nasıl sistemleşip mezhepler zuhur ettiyse, tasavvufun da sistemleşmesiyle tarikatlar meydana gelmiştir
İslam Coğrafyasını bir uçtan bir uca dolaştığınızda, göze çarpan şey çoğunlukla tasavvufi nefeslerdir. Ümmet-i Muhammed'in 1400 senelik tarihinde, tasavvuf ilmi kadar yaygın alaka gören bir başka ilim olmadığı gibi; asrımızda da tasavvuf kadar tartışılan bir başka ilim dalı olduğunu söylemek çok zordur.
Orta Asya steplerinden, Basra çöllerine; Mağribden Tuna boylarına kadar ümmetin ayak seslerinin duyulduğu her yerde, mutasavvıflar da vardır. Orta Asya steplerinde ‘Pir-i Türkistan’ olur tasavvuf. Göçebe Kırgız ve Kazakların sinelerine İslamî nefesleri, hikmetleri saçar Hace Ahmed Yesevi (ks). Divan-ı Hikmet’i bugün bile okunur. İnsanlara Hakk’ı ve hakikati aşılamaya devam eder. Buhara’da Şah-ı Nakşibend (ks) olur. Kalpleri ALLAH kelamıyla dantel dantel işler. İşlediği kalplerin esintileri günümüzde bile ölü gönülleri diriltmektedir.
Gah Necmeddin-i Kübra (ks) olur. Kılıç elde cihada çıkar putperest Cengiz Han’a karşı. Kanı sular toprakları. Bazen Hindistan’da İmam-ı Rabbani (ks) olur. İkinci bin yılın müceddidi olmakla kalmaz; o devrin çile ve direniş timsali olur. Ekber Şah’ın İslam’dan, Budizm’den ve Hıristiyanlık’tan devşirdiği ‘Din-i İlahi’ adlı uydurma dinine geçit vermez. Dahası Mektûbat’ı bugün bile ümmetin başvuru kaynağıdır.
Libya'da Ömer Muhtar'dır (r.aleyh) tasavvuf. Senusiyye Dervişleri, Ömer Muhtar'ın liderliğinde şimşek olur İtalyanların üstüne. Kafkaslar'da Gazi Muhammed'dir (r.aleyh); Şeyh Şamil'dir (ks). Şimşeklerin adı bu sefer Nakşibendiyyedir. Mısır'da Hasan el Benna'nın (r.aleyh) şahsında kıyam eder Şazeliler. İhvan-ı Müslimin sonradan tasavvuf karşıtı bir olguya dönüşse de aslında bir Şazeli dervişi Şehid Hasan-el Benna’nın kurduğu teşkilattır.
Basra çöllerinde Ahmed-Er-Rufai olur; Bağdat’ta Abdulkadir Geylani; Endülüste Muhyiddin-i Arabi. Macaristan’da Gül Baba’dır; Dobruca’da Sarı Saltuk. Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli, Osmanlı’dan 150 sene önce salmıştır Sarı Saltuk’u Romanya’ya. (ALLAH sırlarını âlî eylesin)
Sadece cihad da önder değildir dervişler. Hangi ilim dalına bakarsanız bakın bir sufi tacı göreceksiniz. Şeyh Galib'i mi sayalım yoksa Itriyi mi? İsmail Hakkı Bursevi'yi mi söyleyelim, Aziz Mahmud Hüdayi’yi mi? (ALLAH sırlarını âlî eylesin) Her asırda İslam coğrafyasına mührünü tasavvuf vurmuştur. Bir iki istisna hariç tutulursa (Kadızadeliler gibi), yıllarını ilme vermiş ulemadan itiraz da yükselmemişti tasavvufa.
Çıkarın sufileri tarihten, bakalım geriye ne kalacak?... Mevlana'yı Konya'dan; Şeyh Şaban-ı Veli'yi Kastamonu'dan alın. Bakalım ortada ne kalacak? Fatih'e Konstaniyye sevdasını aşılayan Bayrami Şeyhi Akşemseddin değil miydi? (ALLAH sırlarını âlî eylesin)
İstanbul'un manevi fatihi başkası mıydı? Geçmiş böyle de bugün farklı mı sanki?
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma ve Avrupalılaşma rüzgarlarının önündeki setler değil miydi meşayıh? Sahi, I. Dünya Savaşı’nda Ruslara ve Ermenilere karşı Bitlis’te dervişleri ile beraber silaha sarılan Nurşinli Şeyh Muhammed Diyauddin (ks)’ya bizzat Atatürk teşekkür mektubu göndermemiş miydi?
Mehmed Zahid Efendi; rahlesinde iki cumhurbaşkanı, dört başbakan, sayısız bakan ve milletvekili yetiştirmişti. Süleyman Hilmi Efendi'nin Arapça ve Kur’an öğretme gayretini; Ahıskalı Ali Haydar Efendi ve takipçilerinin sünnete ittibasını; Seyyid Abdülhakim Hüseyni'nin alkolikleri adam etmesini görmezlikten gelebilir misiniz? Alın bakalım Necip Fazıl'ın kalbinden Seyyid Arvasi'yi? Ortada ‘Çile’ mi kalacak ‘Çöle İnen Nur’ mu? (ALLAH sırlarını âlî eylesin)
Her alandaki manevi ve kültürel birikimi, bir kalemde İslam dışına itmek, ne iman ve insaf sahibi insanların, ne de vicdan ve izanı olan şahısların yapacağı bir iştir. Ancak, son dönemde türeyen bazı guruplar var ki, tasavvufu İslam dışı gösterme gayreti içerisindedirler. Özellikle bu görüş sahiplerine ve onlardan etkilenerek tasavvufa şüpheyle bakan kişilere cevap olması bakımından, bir kaç sayı devam edecek bir yazı dizisi hazırlamak istedik.
Bu tür bir gayret içerisindeki zümrelerin hepsini aynı kefeye koymak elbette doğru değildir. Bir kısmının tasavvuf karşıtlığı, cehaletten veya kulaktan duyma sözlerden ibarettir ki izalesi gayet kolaydır. Bu anlayışta olan Müslümanları ilmi ve akli deliller göstererek aydınlatmak mümkündür.
Bir diğer zümre ise meşrebi görüşlerinden hareket etmektedir. Kendilerini ‘tevhidi çizgi’ olarak tarif eden bu kategorideki gruplara baktığımızda, temel anlamda tasavvufu anlamaktan uzak, ayetlerin iniş sebebini gündeme getirmeyen, siyak-sibak (öncelik-sonralık) bütünlüğüne önem vermeyen bir anlayışta olduklarını görürsünüz.
İleride tekrar değinmek üzere kısa bir örnek verelim ki Bedir’de ölen müşrikler hakkında inen bir ayeti, müminler hakkında kullanmaktan çekinmezler. Bahse konu ikinci kategorideki kişilerin eserlerinde, geçmiş ulemaya atıfların hemen hemen hiç yapılmadığı veya sınırlı sayıda, uç noktada denebilecek ulemadan nakil yapıldığı göze çarpar.
Biz bu yazı dizisinde, batılı tasvir etmekten, hatalı görüşleri dile getirmekten özellikle kaçınmaya dikkat ettik. Doğrudan doğruya tasavvuf ehline en çok sorulan soruların cevapları üzerinde durduk. Şunu da ifade edelim ki tasavvufu tam olarak anlatmak, ne bizim nakıs bilgimizle yapabileceğimiz bir iştir, ne de dergi sayfaları bu iş için yeterlidir. Bu çalışma, sadece Kur’an ve Sünnet’te tasavvufun izini sürmekten ibarettir.
Tasavvuf ehli neden bu kadar çok zikreder ?
Mutasavvıfların en çok karşılaştıkları suallerden bir tanesi budur. Neden çok namaz kılmıyorsunuz veya Kur’an okumuyorsunuz da zikrediyorsunuz? Elbette bu soruyu soranların bir kısmı, Kur’an’ın bir isminin de ‘zikr’ olduğunu bilmiyor olabilirler. Ancak, sufilerin kalp ve dil ile yaptıkları zikr, hem Kuran tilavetinden hem de namaz ibadetinden farklı bir ilahi emirdir.
“Şüphesiz ben ALLAH'ım, benden başka hiçbir ilâh yoktur. Onun için bana kulluk et ve benim zikrim için namaz kıl.” (Taha, 14)
Bu ayet-i celilede, namaz da ‘zikrullah’dan sayılmıştır. Namaz kılmanın bir hikmeti de Mevla Teala’yı zikretmektir. Ancak esas anlamda ‘zikrullah’ (ALLAH’ı zikretmek) namazdan başka manaları da kapsar ki:
“O korkulu zamanda namazı kıldınız mı, gerek ayakta, gerek otururken ve gerek yanlarınız üzerinde hep ALLAH'ı zikredin. Korkudan kurtulduğunuzda namazı tam erkanı ile kılın. Çünkü namaz müminlere belirli vakitlerde yazılı bir farzdır.” (Nisa, 103)
Görülmektedir ki ALLAH-u Teâlâ, bu ayet-i celilede umumi namaz ile zikri birbirinden ayırmıştır ve kendisinin zikrine her halde ve durumda devam edilmesini istemiştir. Elbette her emr-i ilahi de olduğu gibi bu emirde de pek çok ilahi hikmetler ve faydalar gizlidir. Ancak kişinin her ahvalinde devam etmesi istenilen zikir, muhakkak ki insan ruhuna pek çok hassalar kazandıracaktır.
“Ey iman edenler! ALLAH'ı çokça zikredin. Ve O'nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzab, 41- 42 )
Dikkat edilirse, Kur’an’da ne namaz, ne de oruç ya da hac gibi hiçbir ibadet için ‘çokça yapın’ diye bir emir yoktur. Bu tür bir emir, sadece zikr-i ilahi için gelmiştir. Elmalılı Hamdi Efendi’nin beyanına göre, tesbih, zikirlerin temelidir ve ‘sabah–akşam’ denmesinin sebebi de devam anlamında kinayedir. Bu ayetten maksat; sufilerin ‘zikr-i sultani’ olarak isimlendirdikleri, her daim ALLAH’ı zikretme ve nefsin bir an bile O’ndan gafil olmaması halidir. Zikir konusuna ileri de daha detaylı döneceğiz. Şimdilik bu kadarıyla yetinelim.
Neden özellikle istiğfar edilir? Neden mürşidle birlikte tövbe edilir?
“Ey müminler! Hep birden ALLAH'a tövbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31)
Kurtuluşun, felaha ermenin anahtarlarından birisi olarak bizlere günahlarımızdan tövbe etmemiz gösterilmiştir. Ayrıca, bu ayette ima edilen kurtuluşu Peygamber-i Zişan Efendimiz (sav) şöyle ifade etmektedir: “Bir kimse istiğfarı dilinden düşürmezse, ALLAH Teâlâ ona, her darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir ve ona beklemediği yerden rızık verir.”(1)
‘İsmet’ sıfatı ile mücehhez, yani günaha düşmekten korunan Efendimiz (sav) bir hadis-i şeriflerinde: “VALLAHi ben, günde yetmiş defadan fazla ALLAH’tan beni bağışlamasını diler, tövbe ederim“ buyurmuşlardır.(2) Bir başka hadiste de Efendimizin (sav) tövbe sayısı, yüzden fazla olarak beyan edilmektedir.(3)
Alemlere rahmet olarak gönderildiği ALLAH’ın kelamıyla sabit olan Rahmet Nebisi, günde yüz defa ‘istiğfar’ ediyorsa, günde yüz defa ALLAH’tan af ve bağışlanma diliyorsa; bizler gibi günahtan korunmamış, aciz ve gafil kulların kaç defa ‘istiğfar’ etmeleri gerekir, bunu takdirlerinize bırakıyorum.
Üstelik emredilen tövbenin, ferdi olarak değil umumi, toplu olarak yapılması emredilmiştir ki burası gözden kaçırılmaması gereken bir husustur. Günahkar ve bozuk bir toplumun, istiğfar etmediği müddetçe kurtuluşa ermesinin de mümkün olmadığı bu ayetten çıkacak bir diğer neticedir.
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide, 2)
Dikkat edilirse, müminlerden takvada da birbirlerine yardımcı olmaları emrediliyor. Bir mü’mini salih amel işlemeye teşvik etmek ve ibadetlerinde yardımcı olmak, Kur’an’ın amir hükümlerinden birisidir. İşte meşayıhın insanlara tövbe ettirmeleri de bu ayetin emrinin ifasından ibarettir.
“Ey iman edenler! ALLAH'tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tövbe, 119)
Müminler, verilen emir gereği imanlarında, Din-i İslam’a bağlılıklarında, takvaca önde olanlar ile beraber olmak zorundadır. İnsanları kötü yola iten, özü sözü farklı, açıkça haram işlemekten çekinmeyenler ile bir arada bulunmak, insana nasıl zarar verirse; ehl-i takva olan ve istikametten ayrılmayanlar ile beraber olmanın da fayda getireceği açıktır.
Bir kimse tek başına şeytanın hileleri ve nefsinin afetleri ile başa çıkamaz. Bu durum, günümüzde genel bir kanaat haline gelmiş bulunmaktadır. Açıkça ortadadır ki cemaat halinde İslam’ı yaşayan kimse, hem şeytana hem de nefsine karşı muazzam bir kale edinmiş olacaktır.
“Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de ALLAH'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette ALLAH'ı affedici, merhametli bulurlardı.” (Nisa, 64)
Tefsir-i Kebir’de bu ümmet için en hayırlı tövbenin ALLAH Resulünün huzurunda yapılan tövbe olduğu naklediliyor. Dikkate şayandır ki hem günah işleyen tövbe ediyor, hem de Efendimiz (sav) onun için istiğfarda bulunup şehadet ediyor ve bağışlanması için de tazarruda bulunuyor.
İbn-i Kesir tefsirinde ise ALLAH Resulü’nün mübarek kabr-i şerifleri yanına bu ayeti okuyarak gelen bedevinin affedildiği, bizatihi Peygamber-i Zişan tarafından rüyada haber verildiği anlatılıyor. Ümeyye el Mahzumi (ra), hırsızlık haddi (cezası) uygulanan bir kişiye, Efendimizin (sav) tövbe etmesi hususunda nasihatte bulunup, o şahsın tövbesinden sonra; istiğfarın kabulü için dua ettiği, hadis kitaplarının ‘Hadd-i Sirkat’ bölümünde kayıtlıdır.
Efendimiz (sav)’den başlayarak gelen silsileye mensup, amil-i alim; tahsil ettiği zahiri ve batini ilimleriyle varis-i Nebi olma sıfatına hak kazanmış; takvaca sadık, duaca makbul olan bir mürşid-i kamilin şahitliğinde tövbe etmenin neresi yanlıştır? Üstelik, sadık kul da tövbe eden için istiğfarda bulunmakta, tövbenin kabulü içinde ALLAH’a tazarru ve yakarış içindedir.
Bu tür tövbe etmeyi, Hıristiyanlıktaki günah çıkarma ayinlerine benzetmek ise hem sufileri bilmeme cehaletinden kaynaklanır; hem de tasavvufa karşı muazzam bir önyargı ve üstün çıkma psikolojisinin getirisidir. Çünkü hiçbir şeyh efendi, günah affetme yetkisine haiz olduğu iddiasında bulunmadığı gibi; hiçbir derviş de benim şeyhim günahlarımı bağışlıyor düşüncesine kapılmamıştır. Hıristiyanlıkta günahı affeden papazdır; İslam’da ise günahları bağışlama yetkisi yalnızca ALLAH’a aittir.
“Onlara: ‘Gelin, ALLAH'ın Resulü sizin için mağfiret dilesin.’ denildiği zaman, başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.” (Münafikun, 5)
Ayetinin iniş sebebi Medineli münafıklardır. Ancak umuma şamil olduğunu göz önüne alırsak, kıyamete kadar, tövbe ve istiğfar davetinden kaçanların da bu ayetin kast ettiği gruba dahil olmayacakları garantisini kim verebilir?
DEVAMI GELECEK (yakında)
Dipnotlar:
1- Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
2- Buhârî, Daavât, 3.
3- Müslim, Zikir, 42.
AKLI KARIŞIKLAR İÇİN TASAVVUF MÜDÂFÂSI -II-
Ayet ve Hadislerde Tasavvufun İzleri
Kimi sufiler, tasavvufu; içinde bulunulan zamanı en iyi değerlendirme ilmi olarak anlatmışlardır. Dün geçmiştir, düne ait işlerde yapılabilecek ve düzeltilebilecek bir şey yoktur. Yarın ise muhaldir, yani belirsizdir. İşte bu sebeple, içinde bulunulan vakti en iyi şekilde değerlendirmek, boşa vakit harcamamak gerektiği üzerinde durmuşlardır. Tasavvufi terbiye, kalpten kalbe aksetme ile gerçekleştirildiğinden, hayatta olan kamil ve ehil bir mürşide beyat etme mecburiyeti vardır.
‘Bey’at’ kelimesi lügatte ‘kabullenmek, onaylamak’ gibi manalar içeren Arapça bir kelimedir. Günümüz mutasavvıfları tarafından ‘inabe, biat etme, el alma, tevbe etme’ gibi muhtelif ve değişik şekillerde ifade edilen bey’at, tasavvufta derviş ile şeyh arasında yapılan bir nevi mukaveledir, sözleşmedir.
Bu iki taraflı ahitleşmede; şeyh müridin terbiye ve ıslahını taahhüt edip üzerine alırken, derviş veya sofi de ona ittiba ve emir/tavsiyelerine uymakla mükellef olur. Beyat ile derviş, İslam'ı yaşama, Sünnete uyma ve nefsin afetlerinden kurtulmada mürşidi kendisine rehber ve delil edinmiş olur. Emirleri hoşuna gitsin veya gitmesin, beyat eden derviş şeyhine ittiba etmek ve sadık kalmak ile mükelleftir.
Burada şunu ifade etmekte fayda var ki, beyatın konusu ferdin dinini yaşamasıyla alakalıdır. Şeyhin müridine emir ve tavsiyeleri de tabii olarak bu sahadadır. Görülmektedir ki, bazı kesimler bu ilişkiyi kulluk alanının dışında, toplumu ilgilendiren, siyaset, ideoloji veya ticari gibi sahalarla irtibatlandırmaktadırlar. Bundan dolayı da bir müridin mürşidine olan teslimiyetinden kuşkuya düşmektedirler. Oysa düşünülmelidir ve kabul edilmelidir ki, mürşid de bir sofidir ve tasavvuf kurumu tamamen kulluğun icapları ve incelikleriyle ilgilidir. Bunun dışındaki sahalar, diğer sahalarla iştigal eden hizmet erbabı Müslümanların ilgi alanına girer.
Beyat Kur’an, Sünnet-i Seniyye ve icma ile sabit bir ameldir. Nitekim Kuran-ı Kerim'de Resulullah Efendimize (sav) hitaben: "Herhalde sana bey'at edenler ancak ALLAH'a bey'at etmektedirler. ALLAH'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdi bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de ALLAH'a verdiği ahde vefa gösterirse, ALLAH ona büyük bir mükâfat verecektir. " (Fetih / 10 ) buyrulmuştur. Efendimize (sav)'e yapılan beyat, ALLAH'a söz vermek olarak kabul edilmiş ve müfessirlerin icması ile beyat edene ALLAH'ın kuvveti ve yardımı vaad edilmektedir. Bu ayet, Hudeybiye'de ağacın altında beyat edenler hakkındaysa da müfessirler umuma şamil olduğunda müttefiktirler.
Yani, Resulüllahın manevi ilminin varisleri olan mürşidler, yine onun adına, ümmetin manevi sahadaki beyatlarını kabul etmektedirler.
Bey'atu'r Rıdvân
‘Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken ALLAH, müminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.’ (Fetih,18)
Hicretin altıncı senesinde, Resulullah (sav) ve sayılarının bin dört yüze baliğ olduğu bildirilen sahabe, umre maksadıyla Mekke'ye gidiyorlardı. Hudeybiye’ye geldiklerinde, Mekkelilere gönderdiği ilk elçinin dövülerek edilerek geri gönderilmesi üzerine, Hz. Osman (ra) ikinci elçi olarak gönderildi. Hz. Osman Mekkeliler tarafından göz hapsine alınınca, Sahabe arasında Hz. Osman'ın şehit edildiği şayiası yayılması üzerine, Resulullah bir haberci tayin ederek, ashabına şöyle dedi: "Haberiniz olsun ki Resulullah'a Ruhu'l-Kudüs indi. Ona bey'atı emretti." Ve ashabı Resulullah'a bey'ata davet etti.
Bütün Ashab, ALLAH adına ona bey'at ettiler. Bey'atleşme, Semire Ağacı altında olmuştu. Resulullah, ağacın altında oturmuş, ashabından bey'at alıyordu. Ashab, Hz. Peygamber'e, "Ölmek pahasına da olsa savaştan kaçmamak ve asla çekinmemek üzere söz verdiler." Resulullah onlara şöyle dedi: "Siz bugün yeryüzündekilerin en hayırlısısınız. "
Ashabından savaştan kaçmamak üzere bey'at alan Resulullah (sav) en sonunda sağ elini öbür eli üzerine koyup; "Bu da Osman'ın bey'atı" demesi Hudeybiye'deki müminleri çok heyecanlandırdı. (1) Elmalılı Hamdi Efendi'nin Behyaki'nin Delail'inden yaptığı nakle göre, bey'at Efendimiz (sav)'in elini tutmak suretiyle yapılmıştır.
Burada şu duruma dikkat etmelidir ki; Hudeybiye'ye beyatına bakarak, bey'atin yalnız devlet başkanı olan ‘ulul emr’e veya halifeye olacağını savunanlar, İslam tarihinde ilk beyatin Akabe'de gerçekleştirildiğini unutmamalıdırlar. Akabe Bey'ati, Mekke devrinin sonlarında gerçekleştirilmiş; hicretin önünü açmış bir olay olduğu gibi beyat gerçekleştirildiğinde, Resulullah (sav) devlet reisi de değildi.
Nübüvvetin on ikinci yılının Hac Mevsiminde, on iki Medinelinin Mekke'de Akabe mevkiinde, Resulullah'a (sav) yaptıkları beyata baktığımızda; temel esasın İslam'ı yaşama ve Efendimize (sav) sadakat ve emirlerine uyma olduğunu görüyoruz. Özellikle Birinci Akabe Beyatı, ümmetin maneviyat/tasavvuf büyüklerine delil teşkil etmiş ve asırlar boyu kendilerine tabi olanlardan bu beyatı almışlardır.
“Ey iman edenler! ALLAH'a itaat edin, Peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahibine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz; ALLAH'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız, onu ALLAH ve Resulüne arz edin. Bu, daha iyidir ve sonuç bakımından da daha güzeldir.” (Nisa,59)
Fahreddin-i Razi ayette geçen emir sahiplerinden kastın, ayetlerden hüküm çıkarma ilmine sahip olan alim ve fakihler olduğunu beyan etmiştir. Tefsirinde, kendilerine itaatin vacip olduğu ‘emir’lerin, sadece askeri ve sivil idareciler değil, aynı zamanda, ittifakları bütün ümmeti temsil ederek Kur'ân ve Sünnet’ten sonra başlı başına bir şerî delil meydana getiren icma ehli olması lazım geldiğini, ALLAH ve Resulullah'a itaat etmekten sonra, en mutlak itaatin ancak bunlara olabileceğini açıklamaktadır.
Bu noktada beyat edilecek kişi önem taşımaktadır. Günümüz toplumu arıya bile glikoz içirip sahte bal yaptırdığı gibi maalesef sahte mürşitler de piyasayı kaplamış vaziyettedir. Hakiki mürşit etrafına gül rayihaları saçarken, sahteleri ise maalesef insanımızı istismar etmektedir. Osmanlı devrinde bu iş Meclis-i Meşayihin kontrolünde olduğu içinde sahte şeyhler yok denecek seviyedeydi. Günümüzde ise maalesef ehil olmayan ellerde ümmetin namusundan ruh sağlığına ve en önemlisi de imanına kadar her alanı birer muazzam tehlike altındadır. Bu durumdan en çok muzdarip olan da tabiatiyle samimi tasavvuf ehlidir.
Kamil mürşid her şeyden önce kendisi terbiye olmuş; nefsini tezkiye etmiş; kalbi ve ruhi hastalıklardan kurtulmuş, her fiili, kavli ve ameli Resulullah sav. Efendimizinki gibi olup, aykırı ve aksi hareketi kabul etmesi mümkün değildir (2) Adab-ı Fethullah'ta zikredildiğine göre şeyh olanların hem alimi şeriat olmaları hem de amili şeriat olmaları gerekmektedir. Hem dini ilimlerde yetişmiş bir otorite olacak, hem de tahsil ettiği ilimleri bizatihi kendi nefsinde tatbik edecektir.
Huzuruna varıldığı zaman gamın, kederin gider, içinde bir ferahlık uyanır. (3)Nitekim Resulullah sav. " Salih meclis arkadaşı, misk sahibine benzer. Kokusundan sana vermese bile onun (üzerindeki) kokusundan sana (yine de) isabet eder." (4) buyurmuştur. Kendi kalbinden masivayı uzaklaştırmış ; dünyevi hiçbir korku ve üzüntünün olmadığı bir kalp sahibinin meclisinde bulunanın kalbindeki gam ve kasavetin gideceği bu hadisi şeriften beyan olmaktadır .
Yine Miftahul Kulub'de Ahmed Şemdseddin Marmaravi Hz.leri k.s. kamil mürşidin alametlerini sayarken " Ziyaretine gelen herkes, büyük veya küçük genç veya ihtiyar, hatta devlet reisi bile olsa elini öpmeye mecbur ve hayır duasını niyaz ile mesrur olurlar. " buyurmaktadır. Çünkü Hadis-i şerifte buyruldu ki: " Evliyaullah o kimselerdir ki görüldükleri zaman ALLAH hatırlanır. " (5)
Hakiki şeyh ile sahtesi nasıl ayırt edilir ?
Osmanlı devrinde Meclis-i Meşayih bu işle alakadar olurdu. İcazet müessesi bu meclisin en önem verdiği husustu. Bununla beraber icazeti olup da İslam'ı yaşamada farz ve haramlar noktasında gevşeklik gösterenler veya mensuplarını harama yöneltenler postnişinlikten atılırdı. Bu uygulamadan da anlaşılacağı üzere şeyhlik iddiasında olanların da farzların edasında ve haramlardan sakınmakta gevşeklik göstermemeleri gereklidir. Özellikle hanımlar ile münasebetlere dikkat edilmemesi ve mahremsiz onlar ile görüşmek bizler için birer ipucudur. Bir diğer nokta da maddi ilişkilerdir. Çünkü uyulması gereken kişiler irşad ve ıslah faaliyetleri neticesinde hiçbir ücret talep etmeyenlerdir. (6) Tarikat-ı Aliyye'nin adabına uymayan davranışlar ve edebe muğayir hareketler de bizler için birer numunedir.
Hayatta olan bir mürşide beyat etmenin lüzumu nedir?
İnsanın kendi nefsindeki hastalıkları gösterecek, tedavi yollarını tavsiye ve izah edecek, yeri geldiği zaman içine düştüğü manevi sıkıntıları atlatma çarelerini tavsiye edecek hayatta olan bir insan-ı kamile ihtiyacı vardır. Gerçekten de kendi nefsini terbiye etmiş, nefsin ve şeytanın hilelerini ve kurtuluş yollarını bilen insan sayısı hususiyetle asrımızda son derece azdır. İşte şeyhe beyatin lüzumu da bu noktadadır.
Nefsin belki de en büyük hastalığı kendini beğenmektir. Kendini beğenen ve mükemmel sayan bir nefsin diğer hastalıkları görme ihtimali var mıdır ? Kendini beğenen bir nefs "Bende riya vardır " diyebilir mi ? Bu soruya evet diyebilecek insan yoktur. O zaman mecburdur ki nefsini terbiye ve tezkiye etmiş bir şeyhe beyat etsin, O'nun manevi terbiye halkasına dahil olsun.
Bir insan tıp kitaplarını okuyabilir. Tıpta belli bir uzmanlık elde edebilir. Hatta bu kitabi bilgisi ile grib gibi birtakım basit hastalıkları tedavi de edebilir. Ancak apandist gibi basit bir ameliyatı yapmaya kalkıştığında hastayı operasyonun daha ilk dakikalarında öldüreceği kesindir. Yalnız kitap okumak suretiyle kimse doktor olamaz, doktorluk iddiasında bulunamaz. Mecburdur ki tıp fakültesine gitsin, eğitim alsın ve uzman bir doktor olduğuna dair üniversitedeki hocalarından diploma alsın.
Şeyhe beyat etmeden, manevi terbiyesine girmeden kendi nefsini kitaplar okuyarak tek başına terbiye etmeye kalkanın hali de böyledir. Bu yolda bir ömür sarf etse bile bir arpa boyu yol alamayacağı aşikardır. Nefis tezkiyesi ve ahlak tezhibi, kişinin tek başına şeyhi olmadan yapabileceği bir iş değildir. Bir başka ifadeyle; nefsinin kötü sıfatlarını iyi sıfatlara dönüştürmek ve ahlakını güzelleştirmek kişinin kendi başına yapabileceği bir iş değildir. Sahabe-i Kiram nasıl Resulullah Efendimiz tarafından ıslah ve terbiye edildiyse, her Müslüman da böyle bir yardım almak durumundadır.
Nasıl diğer dini ilimlerini; itikadı, fıkhı, tefsiri, hadisi ve kelamı bir alimden öğrenmek gerekiyorsa, tasavvuf ilmini de ehlinden öğrenmek zorunluluğu vardır.
Nefis mücahedesinin ne kadar tehlikeli ve dolambaçlı olduğu meşayıhın eserlerinde tafsilatlı olarak anlatılmıştır. Yola kendi başına yola çıkanların halleri, ağlanacak durumdadır. Nitekim bu hususta en ibret verici örneklerden birisi Gulam Ahmed Kadıyani'dir. İslam'ın Budizme üstünlüğünü ispat etmek için riyazet ve mücahede yoluna girişmiş, ancak yolun sonuna bile varamadan kendisini maalesef Nebi ilan etmiştir.
İşte bu tür neticelere maruz kalmamak için girift ve dolambaçlı yollardan kendimizi salimen geçirecek bir güvenilir mürşide, tecrübeli bir rehbere beyat etmek mecburiyetindeyiz.
KAYNAKLAR
1. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 120.
2. Miftahul Kulub.
3. Miftahul Kulub.
4. Ebu Davud Edeb: 19
5. Nesai Tefsir 6 / 362
6. Yasin Suresi 21