Âkifçe

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
İsmail Seyidoğlu 1996 senesinde Mehmet Akif Ersoy'u kaleme almış Altınoluk köşesinde. Bizde bu köşeye ortak olalım istedim. Ara ara Akifçe köşesinden alıntılar olacak bir köşe burası.

İlk alıntım, Teceddüd/ değişim. Akifçe yorumlardan ilk dikkatimi çeken konu.

Evet, bismillâh...



Değişim/ Teceddüd

Değişimi tabiî ve süregelen bir olay olarak değerlendiren ve yenilikçi fikirleriyle dikkat çeken Âkif, İslâm'ı gelişmeye engel gibi gören ve göstermek isteyenlere karşı verdiği amansız bir mücâdelenin şerefini taşımaktadır.

Ona göre değişim ve gelişim sürecinde İslâm'ı tetkik edebilmek için "neş'et-i İslâm'a yakın bir devri" ele almak gerek. Böyle davranmak günümüz İslâm ülkelerinin durumuna bakarak İslâm hakkında yanlış hüküm vermekten kurtulmanın yegâne yoludur. Çünkü


"Müslümanlık" denilen ruh-i ilâhî, arasak,

"Müslümanız" diyen insan yığınından ne uzak!"

Eğer değişime, daha doğrusu gelişime açık olmasaydı İslâm, "en büyük bir medeniyeti" tarihe hediye edemezdi. Bu temel düşünce üzerinde üretilen fikirlerin şiirsel ifadesi Âkifçe şöyledir:

Dîni tetkik edeceksek, dönelim haydi geri;

Alalım neş'et-i İslâm'a yakın bir devri:

O nedehşetli terakkî, o ne müthiş sur'at!

Öyle bir harika gösterdi mi insâniyyet?

Devr-i fetrette kalan, hem de asırlarca kalan;

Vahşetin, gılzatin a'mâkına daldıkça dalan;

Gömerek dipdiri evlâdını kum çöllerine,

Bunda bir neşve duyan hiss-i nedamet yerine!

Önce dağdan getirip yonttuğu taş parçasını,

Sonra hâlık tanıyan bir sürü vahşî yığını;

Nasıl olmuş da, otuz yılda otuz bin senelik

Bir terakki ile dünyâya kesilmiş mâlik?

Nasıl olmuş da o fâzıl medeniyyet, o kemâl,

Böyle bir kavmin içinden doğuvermiş derhal?

Nasıl olmuş da zuhûr eyleyebilmiş Sıddîk!

Nereden gelmiş o Haydar'dakı irfân-ı amîk?

Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da, Ömer,

Sonra bir adle sarılmış ki: Değil kâr-ı beşer?

Hâil olsaydı terakkiye eğer şer'-i mübîn,

Devr-i mes'ûd-i kudûmuyle giren asr-ı güzîn,

En büyük bir medeniyyetle mi eylerdi zuhûr?

Mündemic olmasa ruhunda onun nâ-mahsûr

Bir tekâmül, o kadar hârika nerden doğacak? (1)

Akif, değişim ve gelişimin önünde iki ciddi engel görür. Biri, aydınların Avrupayı (bugün batıyı) hiç bir seçim ve denetim fikri taşımaksızın körü körüne taklidi; ötekisi, göreneğin hükmüne bağlanıp kalmaktan ibâret olan halkın katı tutumu...

"Mütefekkir" geçinenler ne diyor sizde bakın:

"Medeniyyette tealisi umûmen Şark'ın,

Yalınız bir yolu ta'kib ederek kaabildir;

Başka yollarda selâmet gözeten gâfildir.

Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,

Aynı izden sağa, yahûd sola hiç sapmamalı.

Bir de din kaydını kaldırmalı, zira o belâ,

Bütün esbâb-ı terakkîmize engel hâlaâ!"

Gelelim şimdi ne merkezde avâmın hissi...

Şüphe yoktur ki tamâmiyle bu fikrin aksi:

Görenek neyse, onun hükmüne münkaad olarak,

Garb'ın efkârını, âsârını düşman tanımak;

Yenilik namına vahy inse kabul eylememek,

Şöyle dursun o teceddüd ki dışardan gelecek,(2)

Akif, çilesi çekilmemiş, şartları yerine getirilmemiş ehl-i tarafından gerçekleştirilmemiş her şeye kuşkuyla bakar. Her konuda işin ehlini, uzmanını önde görmek ister. Yenilik ve gelişmeyi yürekten arzu etmesine rağmen, yenilik heveslilerini, ahkâm kesenleri, müctehid geçinenleri de paylamaktan aslâ geri durmaz.

Bakın ne günlere kaldık: Ya beş, ya altı kopuk,

Yamaklarıyla beraber ki hepsi kılkuyruk,

Utanmadan çıkıyor, içtihada kalkışıyor!

Bu hale karşı tahammül hakikaten pek zor.

Kilitli bir kapı var orta yerde anlasana,

Harem-saray-ı şerî 'at değil dalan dalana.

Nasıl ki her kapının ayrı bir anahtarı var,

Onun da var. Bunu idrak eder birinci nazar.

Nedir mi? Anlatayım: Sizde olmıyan irfan.

Biraz haya edin öyleyse şaklabanlıktan?

Kilitlidir kapı "ümmî duhat" için, amma

Kıyam-ı haşre kadar ictihad eder "ulema".

Evet, şeraiti mevcud olunca insanda;

Ne kaldı men' edecek ictihadı, meydanda?

Düşünmüyor bu kopuklar ki: müctehid geçinen,

Zamanının olacak muktedası irfanen.

Kitab'ı, Sünnet'i, icma'ı sağlam anlıyacak;

Hilafı yoklıyacak, ihtiyacı kollıyacak

Ne ictihadı yapar yoksa, bir alay -zımmî

Kadar nasîbe- i fıkhîsi olmıyan- ümmi?

Kuzum, eşek nalı yapsan: Bir usta çingenenin

Yanında uğraşacaksın, başında mengenenin.

Peki! Liyakat-i fıtrîsi ademin sade,

Kifayet eylemiyorken bu en hasîs işde,

Ya ictihada nasıl kalkıyor bu sersemler?

O ictihada ki: Dünya kadar ulûm ister!

Akif de bir çokları gibi, haklı olarak gelişme anlamındaki ve usûlüne uygun gerçekleştirilen değişimden değil, değiştirmecilerden şikayetçidir.

Sabahleyin mütefelsit, ikindi üstü fakîh;

Sular karardı mı pek yosma bir edîb-i nezîh;

Yarın müverrih; öbür gün siyasetin kurdu;

Bakarsın: Ertesi gün ictihada pey vurdu!..

Hülasa bukalemun fıtratinde züppelerin

Elinde maskara olduk... Deyin de hükmü verin!(13)

Sonuç yine Akifçe,

Sokarsa burnunu herkes düşünmeden her işe,

Kalır selamet-i milliyemiz öbür gelişe!

Dipnotlar: 1. Safahat, s 171, 2. Safahat, s. 168 3. Safahat s 244

Düzeltme: Geçen sayıdaki yazıda "Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat" mısraındaki "cihatler", "yönler" demek olan cihat kelimesi, cihad olarak çıkmış. Düzeltir, özür beyan ederiz.
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Mü'min Kimliği

Akifçe mü'min, "iman dolu göğüs"tür. Ya da yegane cevheri sinesinde taşıyan adamdır,

"İmandır o cevher ki, ilahi ne büyüktür.
İmansız olan paslı yürek sinede yüktür."


Hakka taraf olmak nerede ve kime karşı olursa olsun mü'min kimlik ve kişiliğinin gereğidir.

Müslüman hakka zahîr olmaya her an mecbur,
Sarsılır varlığı, göstermeye başlarsa fütur!


Mü'mine imanı bunu, bu kahramanlığı emreder. Mü'minin ne korkaklıkla ne de pısırıklıkla bir alış-verişi olamaz. Çünkü İslâm'ın ruhu bu tür kusurlarla bağdaşmaz.

Şehamet dini, gayret dini ancak Müslümanlıktır;
Hakîkî müslümanlık en büyük bir kahramanlıktır.
Cebanet, meskenet, dünyada sığmaz ruh-i İslâm'a


Mü'minin hak yanlısı olma niteliği onu, tam bir hayırhahlıkla yöneticilere gerçeği duyurma cihadına sevk eder.

Hakkı bir zalime ihtar, o ne şahane cihad!
"En büyüktür" dedi Peygamber-i pakize -nihad


Çünkü hakkı üstün tutmak, her şeyden ve herkesten üstün tutmak, hakkın hakkı; milletin, ümmetin hatta dünyanın düzeni ve dirliğinin şartıdır. En büyük zillet, hakkın zelil olmasıdır. Bir toplumda ki hak ve haklı zelildir, orada izzet ve şeref aranmaz. Aransa da bulunmaz. Çünkü yoktur. Böyle bir arayış kelimenin tam anlamıyla beyhudedir.

Hak zelil oldu mu millet de , hükümet de zelil
"Hangi ümmette ki müşkildir edilmek tahsîl,
Acizin hakkı kavilerden... O, kuvvetlenemez"


Hakkı ayakta tutmak, haklıya destek çıkmak için öncelikle "gerçek mü'min" olmak lazımdır. Gerçek mü'minler mezara sığınırsa, "hakiki müslümanlık" da göklere çekilir. Bu ise, bütünüyle bir ümmetin ve dünyanın iflası demektir. Tek kelime ile kıyamet dense yeridir.

Kaç hakîkî müslüman gördümse hep makberdedir.
Müslümanlık bilmem amma galiba göklerdedir.

Akif, düşündüğü mü'min kimliğinin hassasiyetlerini hemen hemen Safahat'ındaki her beyitte dile getirmeye çalışmıştır. Kimi zaman ağlayan kimi zaman coşup haykıran mısralar hep dünyayı mutlu edecek mü'min özleminin terennümleridir. O, mü'min kimliğinin en temel çerçevesini şu beyitlerde özetlenmiştir Akifçe:

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.


...

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam

...

Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum
Kesilir belki fakat çekmeye gelmez boyunum.
Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim.
Adam aldırmada geç git, diyemem, aldırırım;
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım.

Mü'min kimliği ye'si, ümitsizliği asla kaldıramaz. Çünkü ye's ile şirk'in alçaklığı aynıdır. Bu sebeple de "Ye'se hiç düşmeyecek zerrece imanı olan". Mü'min, bu mel'un şirk ve ye's çirkinliğinden uzak kalacak, büyük bir ümitle çalışacak ve sonuna kadar dayanacaktır:

Atiyi karanlık görerek azmi bırakmak...
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Dünyada inanmam, hani, görsem de gözümle:
İmanı olan kimse gebermez bu ölmle..


...

Kurtulmaya azmin, niye bilmem ki, süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa, ümidin mi yüreksiz?


...

Ye's öyle bataktır ki: Düşersen boğulursun
Ümmide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!


Mü'min kimliğinin hazmedemeyeceği tavırları da şöyle sıralamak mümkün Akifçe.

Zulme tapmak, adli tepmek, hakka hiç aldırmamak;
Kendi asüdeyse, dünya yansa, baş kaldırmamak;
Ahdi nakzetmek, yalan sözden tehaşî etmemek;
Kuvvetin meddahı olmak, aczi hiç söyletmemek;
Mübtezel bir çok merasim: inhinalar, yatmalar,
Şaklabanlıklar, riyalar, muttasıl aldatmalar;
Fırka, milliyet, lisan namıyla daim ayrılık;
En samimî kimseler beyninde en ciddî açık;
Enseden arslan kesilmek, cepheden yaltak kedi
Müslümanlık bizden evvel böyle zillet görmedi!


İdealden asla vazgeçmeyen ama acı gerçekleri de görmezden gelmeyen Akif, aradığı mü'min kimliği, şiddetle karşı çıktığı ye's kokan bir halk deyiminde görür ve şöyle seslenir:

Cemaatin arasından "kalırsa, el beğenir;
Ölürse, yer beğenir" dört adam çıkarsa, getir!


Çıkar mı dersiniz, bu kıratta dört adam, aziz okuyucular?
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Cami ve Mabed Tasvirleri

İman şairi Âkif, o imanın ana müesssesi camilere hem ifade ettikleri mana hem de şehadet ettikleri ecdadın san'at dehası ve bir medeniyetin sonsuzluğa uzanan asarı olarak bakar. O bir başka hayrandır camilere... Safahat'ını "Fatih Camii" ile açar okuyucusunun önüne... Onu anlatabilmek için adeta çırpınır. Neler söylemez, hangi değerlendirmeleri yapmaz ki "Fatih Camii"nin şahsında İslam mabedlerine. Şu ifadelere bakın Âkifçe:

Heykel-i ikrar..
Kutsî ma'bed..
Ulvî kubbe
Kalb-i rüranisi leylin..
Evet bir kalp ki cevfinden yükselir bin nale-i ezkar...

Bu bir ma'bed değil, Ma'bud'a yükselmiş ibadettir.
Semadan inmemiştir şüphesiz, lakin semavîdir.
Böylesi bir ma'bede gidiş, doyumsuz bir zevktir

Âkifçe:

"Zalamı sîneye çekmiş yatan sokaklardan
Kemal-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan
Göründü: Fatih'e gelmiştim anladım, azıcık
Gidince, ma'bede baktım ki bekliyor uyanık!
Sokuldum artık onun sîne-i münevverine,
Oturdum öndeki maksureciklerin birine...


[Saf. s. 8)

Âkif, Fatih Camii"ni "Ma'bud'a yükselmiş ibadet" olarak görürken Süleymaniye'yi baştanbaşa bir iman diye niteler:

"Dur da Ma'bud'una yükselmek için ilme basan
Ma'bed'in halini gör, işte serapa iman!" (Saf. S. 142)

O ziya alemi bilmez ki karanlık ne demek.
- Hakikat öyle! Şu ma'bed nedir? şu haşmete bak!

Evet, medaris o vahdet-seray-ı muhteşemin
Önünde; Hürmetidir dine her zaman ilmin.
Bütün şu kubbelerin mevce mevce silsilesi;
Huzur-ı Hak'ta kapanmış sücud kafilesi...

(Safahat, s.213-4)

Yeni Camii

"- Aman, şu mabed-i feyyazın ihtişamına bak:
Bakar bakar doyamam: Aşık olmuşum mutlak!"


(Saf. s. 209)

Edirne- Selimiye Camii

Şu dört minareli cami' ki yoktu hiçbir eşi
Ki parlıyordu hilalinde san'atın güneşi..

O şanlı ma'bedi Sultan Selîm-i mağfûrun
Ki ihtişamına benzerdi subh-i mahmurun.

(Fatih Kürsüsünde, s. 257)

Her bir camiyi büyük bir vecd ile yorumlayan Âkif, bir zamanlar o mabedlerin uğradığı hakareti de dile getirir.

İşin en acı yönü de bu hakaretlerin düşmanlardan çok yerli yönetimler tarafından yapılmış olmasıdır.

" Sen işin yoksa namaz kılmak için mescid ara,
Kimi camilerin artık kocaman bir opera"
Kiminin göğsüne haç, boynuna takmışlar çan,
Kimi olmuş balo vermek için a'la meydan!
Vuruyor bando şu karşımda duran minberde;
O, sizin secdeye baş koyduğunuz, mermerde,
Dişi, erkek bir alay murdar ayak dans ediyor;
İşveler, kahkahalar kubbeyi gümbürdetiyor!
Avlu baştan başa binlerce dilenciyle dolu..
Eski sahipleri mülkün kapamışlar da yolu,
El açıp yalvarıyorlar yeni sahiplerine!"

(Saf. s. 166)

Bir ma'bed şairi için dayanılmaz olan bu kahredici manzara, elbette kendiliğinden düşüvermiş değildi. Bunun sebebini bir beyitte şöyle özetledi:

"Neden uhuvvetiniz böyle münhasır namaza?
Çıkınca avluya herkes niçin boğaz boğaza?"


(Saf. s. 251)

Safahatta en çok Fatih Cami ile ilgili gözlem, özlem ve tespitlerin bulunması Âkif'in, herhalde çocukluk yıllarının bu semtte geçmiş olmasının yanında fetih hasretini cihat duygularını daha kolaylıkla ifadeye imkan vermesinden olsa gerektir.
 

girdap

Ordinaryus
Katılım
8 Şub 2007
Mesajlar
2,541
Tepkime puanı
252
Puanları
0
Teşekkürler, güzel bir Akif köşesi olacak gibi..
 
Katılım
27 Mar 2010
Mesajlar
512
Tepkime puanı
120
Puanları
0
Olmaz ya... Tabii...

'Hiç bilenle bilmeyen bir olurmu? '
(Kuran-ı Kerim)

Olmaz ya... Tabii... Biri insan, biri hayvan!
Öyleyse > denilen yüz karasından

Kurtulmaya azmatmeli baştan başa millet.
Kafi değilmi, yoksa bu son ders-i felaket?

Son ders-i felaket neye mal oldu? Düşünsen:
Beynin eriyip yaş gibi damlardı gözünden!

'Son-ders-i felaket' ne demektir? Şu demektir:
Gelmezse eğer kendine millet, gidecektir!

Zira, yeni bir sadmeye(çarpma) artık dayanılmaz;
Zira, bu sefer uyku ölümdür, uyanılmaz!

Coşkun, koca bir sel gibi, daim beşeriyyet,
Müstakbele koşmakta verip seyrine şiddet.

Dağlar, uçurumlar, ona yol vermemek ister...
Lakin o, ne yüksek, ne de alçak demez örter!

Akvam(kavimler, milletler) o büyük nehre katılmış birer ırmak...
Elbet katılır... Hangisi ister geri kalmak?

Bizler ki bu müthiş, bu muazzam cereyanla
Uğraşmaktayız... Bak, ne kadar çılgınız anla!

Uğraş bakalım, yoksa işin, hey şaşkın!
Kurşun gibi sur'atli, denizler gibi taşkın

Bir çağlayanın menba-i dehhasına(gayet dehşetli) doğru
Tırmanmaya benzer, yüzerek, başka değil bu!

Ey katre-i avare(zavallı damla) , bu cüsun, bu hüruşun
Ahengine uymazsan, emin ol, boğulursun!

Yillarca, asırlarca süren uykudan artık,
Silkin de muhitindeki zulmetleri yak, yık!

Bir baksana: gökler uyanık, yer uyanıktır;
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır!

Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehalet, sana düşmekte bu millet,

Bir hale getirdin ki, ne din kaldı, ne namus!
Ey sine-i islam'a çöken kapkara kabus,

Ey hasm-i hakiki, seni öldürmeli evvel:
Sensin bize düşmanları üstün çıkartan el!

Ey millet uyan! Cehline kurban gidiyorsun!
islam'ı da > diye tutmuş yediyorsun!

Allahtan utan! bari bırak dini elinden...
Gir leş gibi topraklara kendin, gireceksen!

Lakin, ne demek bizleri Allah ile iskat(susturmak) ?
Allahtan utanmak da olur, ilim ile... Heyhat!

Nadide şairlerden biri Mehmet akif ersoy.. uslubuna hayran kadığım bir şair..
Teşekkürler eylül..
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Çıkar Yol - Halâs İmkânı

Akif, çilelerin şairi. Yangınların, bozgunların, haksızlıkların şahidi. Hisli bir yürek. Ye'si, ümidi, isyanı, nazı, niyazı, göz yaşı ve tükürüğü ile mazlum bir ümmetin dili, tercümanı...

"Geçerken, ağladım geçtim; dururken ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum."1


Bugün, Akifce ifadesiyle "Garbın emriyle yatıp kalkmaya mahkum"2 bir dünyanın uyanması için, tekrar o eski şevket günlerine yol bulabilmesi için söylenecek her sözün, yaşaracak her gözün, terleyecek her alnın, akıtılacak her kanın, yorulacak her kafanın, harcanacak her paranın elbette çok büyük anlamı var... Ancak bu uğurda heder edilmiş kaç ömür var? Bu vadide her şeyini gerçekten ortaya koymuş Akif gibi kaç kişi çıkar?...

Dünden bugüne acı gerçek bir beyitte Akifçe, şöyle dile gelmekte..

"Koşarken Avrupa ta'cile ihtizarımızı
İçerde bir sürü hain kazar mezarımızı.."3


Bir başka mısra bir başka yarayı, iç yaramızı gözler önüne sermekte...

"Gaza" namıyla dindaş öldüren biçare dindaşlar!"4

"Bugünden de beterdi" onun zamanı.. O şartlarda bulmaya ve göstermeye çalıştı, ümmet-i İslam için bir halas imkanı... "Safahat', bize göre, baştan sona bu arayışın, ümmete adamsın destanı... Ancak biz yine de seçelim, günümüzün buhranlı ortamından çıkış yolunu gösteren bir kaç mısrayı...

"Sade bir sözdür fakat hikmetlerin en mücmeli
Bir halas imkanı var: Ahlakımız yükselmeli!5


Çünkü milletlerin ikbali için evladım,
Ma'rifet, bir de fazilet... İki kudret lazım!

Ma'rifet kudreti olmazsa bir ümmette eğer,
Tek faziletle teali edemez za'fa düşer.

Ma'rifet, farz edelim, var da, fazilet mefkuud
Bir felaket ki cemaatler için, na-mahdüd!6


Ta 1915'lerden Akifce bir sesleniş, bir haykırış ve bir çağrı yankılanır zamanın kulaklarında.

Ey koca Şark, ey ebedî meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et!

Korkuyorum, Garb'ın elinden yarın
Kalmayacak çekmediğin mel'anet!7


Tesbit, teşhis ve teşvik hepsi isabetli, hepsi yerli yerinde ve hepsi de geçerli günümüzde.. İsterseniz bu mısraları delil getirebilirsiniz " mü'min feraseti" ya da Akif'in kerameti üstüne...

"Ey cemaat, yeter Allah için olsun, uyanın...
Sesi pek müdhiş öter sonra kulaklarda çanın!" 8


Şark'ı baştan başa yıllarca gezip durumu yerinde tetkik ve tesbit eder sonra da gördüklerini ve beklentilerini mısralara döker ve sonuçta Akifçe şunları söyler:

Bu uzun boylu mesaî, bu uzun boylu sefer,
Bir kanaat verecekmiş bana dünyada meğer:

O kanaat da şudur: Sırr-ı terakkînizi siz,
Başka yerlerde taharriye heveslenmeyiniz.

Onu kendinde bulur yükselecek bir millet;
Çünkü her noktada taklîd ile sökmez hareket! 9

Derdine aşina çıkılmasından bile sıkılan bir büyük muztarip yüreğin duygu damlalarından vücut bulmuş yanık sayfalar bütünü "Safahat', ümmete tutulan ışık, gösterilen yoldur artık,

Allah'a dayan, sa'ye şarıl, hikmete ram ol,
Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol!10

Her konuda olduğu gibi halas imkanı da Kur'an'da aranmalıdır.

Hani, Ashab-i kiram, ayrılalım derlerken,
Mutlaka "süre-i ve'l-asr"ı okurmuş, bu neden?

Çünkü meknün o büyük sürede esrar-ı felah
Başta iman-ı hakikî geliyor, sonra salah

Sonra hak sonra sebat. İşte kuzum insanlık
Dördü birleşti mi yoktur sana hüsran artık!11


Bütün bir Safahatı tek bir kelime ile nitelemek gerekse, "reçete" ya da "tebliğ" demek gerekir bence... Onun takdimi ve tesbiti de yine Akifçe:

İşte dert, işte deva, ben de ne var? Bir tebliğ...
Size aid sizi tahlis edecek sa'y-i beliğ!...12

"Bekaayı hak tanıyan sa'yi bir vazife bilir;
Çalış çalış ki bekaa sa'y olursa hakkedilir."13


Dipnotlar: 1. Safahat, s. 413, 2. Safahat, s. 406, 3. Safahat, s. 306, 4. Safahat, s. 413, 5. Safahat, s. 278, 6. Safahat, s. 406, 7. Safahat, s. 270, 8. Safahat, s.164, 9. Safahat, s. 172, 10. Safahat, s., 11. Safahat, s. 382, 12. Safahat, s. 173, 13. Safahat, s. 220,221,225,226,228
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Beyin ve Yürek Çatışması

Aydın - halk çatışması da diyebileceğimiz toplumda bütün dengeleri altüst eden, her olumlu gelişmenin önüne aşılmaz setler çeken ve güvensizlik ortamını temellendiren sosyal sıkıntı, Akif'in Safahat'ta yana yakıla anlatmaya çalıştığı soylu çilesinin gerçek sebebidir. O bu çilesini ve tabiî milletimizin ve daha ötede ümmet-i Muhammed'in ızdırap kaynağını tahlil etmekte fevkalade isabet kaydetmiştir. Sözü uzatmadan, gelin, mes'eleyi onun mısralarıyla birlikte takip edelim.

Önce tesbit ve teşhis:

Sizde erbab-ı tefekkürle avamın arası
Pek açık.. İşte budur bence vücudun yarası.
Milletin beyni sayarsak mütefekkir kısmı,
Bilmemiz lazım olur halkı da elbet cismi.
Açılıp gitgide artık iki hizbin arası,
Pek tabiî olarak geldi nizam sırası.
Yıldırımlar gibi indikçe "beyin"den şiddet,
Bir yanardağ gibi fışkırdı "yürek"ten nefret.
Öyle müthiş ki husumet: Mütefekkir tabaka,
Her ne söylerse fena gelmede artık halka;

Hem onun zıddını yapmak ebedî mû'tadı.
Bir felaket bu gidiş...Lakin işin berbadı:
Mütefekkir geçinenlerdeki taşkınlıktan,
Geldi efkar-ı umûmiyye ye mühlik bir zan:
"Bu fesadın başı hep fen okumaktır" dediler;
Onu mahvetmeye kalkıştılar artık bu sefer.


Sonra, işi bu beyin-yürek çatışması noktasına getiren tutum ve davranışların tahlili:

Mütefekkir geçinenler ne diyor sizde bakın:

"Medeniyyette teâlisi umûmen Şark'ın,
Yalınız bir yolu ta'kîb ederek kaabildir;
Başka yollarda selâmet gözeten gafildir.
Bakarak hangi zeminden yürümüş Avrupalı,
Aynı izden sağa, yahud sola hiç sapmamalı.
Garb'ın efkarını mal etmeli Şark'ın beyni;
Duygular çıkmalı hep aynı kalıptan; yani:
İçtimaî, edebî, hasılı her mes'elede,
Garb'ı taklid edemezsek, ne desek beyhude.
Bir de din kaydını kaldırmalı, zira o bela
Bütün esbâb-ı terakkimize engel hala."

Gelelim şimdi ne merkezde avamın hissi..
Şüphe yoktur ki tamamıyla bu fikrin aksi.
Görenek neyse onun hükmüne münkaad olarak,
Garb'ın efkârını, asarını düşman tanımak;
Yenilik nâmına vahy inse kabul eylememek,
Şöyle dursun o teceddüd ki, dışardan gelecek.
Müşterek hissi budur işte avamın sizde.

Mütefekkirleriniz tuttuğu yanlış izde,
Öyle saplandı ki aldırmadı bir başkasına.
Hiç o gitsin de dönüp bakmıyarak arkasına,
Nâsın efkârı - ki efkâr-ı umûmiyye odur -
Gitmesin kendi yolundan.. Bu nasıl kaabil olur?

Şimdi de bu çatışmanın temelinde yatan acı gerçekler ya da asıl sebepler

Mütefennin tanınan üç kişinin kıymeti de,
Münhasır anlamadan, dinlemeden taklide.
Nazariyyata boğulmakla geçen ömre yazık;
Amelî kıymetidir kıymeti ilmin artık.
Bu hakikatleri lakin kim okur, kim dinler?
Sivrilen zübbelerin hepsi beş on söz beller,
Düşünür "Dini nasıl yıkmalı bunlarla?" diye.
Böyle bir maksad için çok bile i'dadiyye!

Mütefekkirleriniz dini de hiç anlamamış;
Rûh-i İslam'ı telakkîleri gayet yanlış.

Mütefekkirleriniz, anlaşılan, pek korkak
Yahud ahmak.. İkisinden bilemem hangisidir?
Sanıyorlar ki: "Bugün Avrupa tekmil kafir.
Mütedeyyin görünürsek, diyecekler barbar!
"Libri pansör" geçinirsek, değişir belki nazar!
Üdebânız hele gayetle bayağ mahlükat...
Halkı irşad edecek öyle mi bunlar? Heyhat!
Kimi Garb'ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar.
Eski divanlarınız dopdolu oğlanla şarab,
Biradan, ******den başka nedir şi'r-i şebab?
Serseri: Hiç birinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah'a söver... Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!

Bir tasvir.. Dünün mü günün mü? Yoksa, hem dünün hem bugünün mü?

Dünün kalem erbabı, yazarları bugünün medya mensupları..Kuşkusuz onların da var bu kavgada payları. İşte Akif'in ölümsüz mısraları:

Türlü adlarla çıkan nâ-mütenâhî gazete,
Ayrılık tohumu bol bol atıyor memlekete.
İt yetiştirmek için toprağı gayet münbit
Bularak, fuhş ekiyor salma gezen bir sürü it!
Yürüyor dîne beş on maskara, alkışlanıyor,
Nesl-i hazır bunu hürriyyet-i vicdan sanıyor!

Ve çare

Alınız ilmini Garb'ın, alınız san'atini;
Veriniz hem de mesâînize son sür'atini.
Kendi "mahiyyet-i rühiyye"niz olsun kılavuz
Çünkü beyhudedir ümmîd-i selamet onsuz.
Şimdi, bir kavmin içinden mütefekkir geçinen
Zümre evvelce bu "mahiyyeti takdir ederek,
Sonra kaç safhası mevcûd ise tenvîr ederek,
Çekecek oldu mu önden o ilahî feneri;
Arkasından da cemaat yürür artık ileri.

Kimlik yozlaşmasını, toplumdaki sistem ve halk ikilemini ve çaresini Akifçe sunmaya çalıştık. Üzerinde düşünülerek bir kaç kez okunması halinde, bir edebiyat operatörünün beyin-yürek çatışması diye fevkalade dikkat çekici bir tarzda belirlediği sosyal yaranın korkunç mahiyetini ve sonucunu açık seçik görmek mümkün olacaktır.

Bir sosyoloji hekîm-i hâzıkının, bir iman şairinin, bir hisli ve millî yüreğin ıstırabını, irşadını (ve dolayısıyla Altınoluk'un bu sayısının özünü, özetini) içimize sindirebilmek için tekrar tekrar Akif'in mısralarını terennüm edip onu can kulağıyla dinlemeliyiz. Kim bilir belki kendimize gelir, özümüzü, yönümüzü, yolumuzu ve gerçek gücümüzü keşfeder de bize ait güçlü ve mutlu toplumu yeniden inşaya soyunuruz. Sözü Akifçe bitirelim:

İşte dert, işte deva, bende ne var? Bir tebliğ...
Size aid sizi tahlis edecek sa'y-i belîğ.
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Toprağın Kimliği

Mekân ve makamların değeri orada bulunanların değer ve şerefi ile ölçülür anlamına gelen arapça güzel bir deyim vardır: Şerefu'l-mekân bi'l-mekîn. Toprağın kimliği de topraktakilerin kimliği demektir. Topraktakiler ise, toprağın üstündekiler ile altındakilerdir. Üstündekiler insanlar ve eserler gibi halen yaşayanlar, altındakiler, önceden yaşamış olanlardır.Akif'e göre, toprağın kimliği daha çok yerin altındakilerle ilgilidir.

Bastığın yerleri "toprak" diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.

...

Enbiya yurdu
bu toprak; şüheda burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevla titrer.
Dışı baştan başa bir nesl-i kerîmin yadı,
İçi boydan boya milyonla şehid ecsâdı.(1)

...

Ne hüsrandır ki: Şark'ın ben vefasız, kansız evladı
Serâpâ Garb'a çiğnettim de çıktım hak-i ecdadı!

Toprağa kimlik kazandırmak, oraya hakim kılınacak anlayış, kurulacak sistem ve yetiştirilecek nesil ile mümkündür. Kutsallık da işte bu gayretlerden doğacaktır. Nitekim Allah Teala bir ayette şöyle buyurmaktadır: "O mü'minlere, eğer yeryüzünde iktidar verirsek onlar namazı kılar, zekatı verir, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler.."(2)

Akif'in,

"Ruhumun senden ilahî şudur ancak emeli,
Değmesin ma'bedimin göğsüne namahrem eli;
Bu ezanlar -ki şehadetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.."

mısraları herhalde bu vurgudan dolayı içimizin sesi, yüreklerimizin tercümanı olmaktadır. Nitekim,

Ecdadımızın kanları seller gibi akmış..

Maksatları diniyle beraber yaşamakmış(3)

İnsan, aç-açık da kalsa, yine varlığını hissettiği, kimliğini yaşayabildiği yeri yurt bilir. Çünkü toprak inananlar için sadece doyum yeri değildir. Uğrunda ölünecek cennet vatandır. Fatiha toprağı'dır.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda...

...

Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,
Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler
Hakk'ın bu veli kulları taş türbeye girmez,
Gufrana bürünmüş, yalınız Fatiha bekler(4)

İnsan, kimliğini bulduğu ve toprağa yansıtabildiği yerde mutludur. Kişi, inançlarını yaşayamıyor, kendini ifade edemiyorsa, dünyanın neresinde olursa olsun, gurbettedir, yadeldedir, kafestedir. Akşamın hüznüne bürünmüş "yetim ufuklar"da, öksüz topraklarda avare dolaşır.

Döner döner çıkamam, ye's içinde kıvranırım;
Mezara canlı giren bir zavallıyım sanırım(5)

Dünyayı kendisiyle tanıdığımız köyümüzü ya da doğduğumuz yeri bir başka türlü sevmemizin sebebi, oraların kendi kendimizin farkına vardığımız yerler olmasıdır.

Toprak,
verileni inkar etmez, besler büyütür, arttırır ve günün birinde geri verir. Hele verilen can, akıtılan kansa asla yerde kalmaz.

Daha kuvvetleniyor kanla sulanmış toprak.
Ekilen gövdelerin hepsi yarın fışkıracak.(6)

1968'lerde Türkiye Yüksek İslam Enstitüleri Talebe Federasyonu yönetim kurulu üyeleri olarak o tarihlerde Yeşilay Cemiyeti Başkanı Avukat Kemalettin Nomer Beyefendiyi ziyaret etmiş ve o günlerin anarşik ortamından ve olaylarından üzüntü ve kuşkularımızı dile getirmiştik. O da bize," meraklanmayın gençler. Bu vatanın sahipleri vardır. Siz sanıyor musunuz ki bu toprakları biz koruyoruz? Hayır bu toprakları, bu yerin altındakiler koruyor" demişti. Doğrusu ya, o gün bu sözlere içimden "ne ucuz teselli" diye tepki gösterdiğimi bugünkü gibi hatırlıyorum. Ama itiraf edeyim ki, o günden bu yana yaşadıklarımız, beni de ikna etti. Artık ben de öyle düşünüyorum. Toprağın üstündekiler kadar hatta onlardan da fazla altındakiler hesaba alınmalıdır. Evet, toprak onlarla kimlik kazanmakta, onlarla vatanlaşmakta, onlarla korunmaktadır.

Dipnotlar
:1) Safahat s. 165, 2) Hacc sûresi(22), 41, 3) Safahat s. 267, 4) Safahat s. 446, 5) Safahat s. 481, 6) Safahat s. 150
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Din adamı kimliği

Akif'e göre din adamı, cami görevlisi anlamındaki din adamından ziyade "din alimi"dir.

Akif'e göre "din adamı", bilgili, merhametli, birinci sınıf yani "vasıflı ve tavırlı adam"dır. Önüne çıkan bir fakir kadıncağızın isteğini yerine getirmek için, davetine gidip mevlit okumaya söz verdiği Valide Sultan'ı misafirleriyle birlikte saatlerce bekletebilen Said Paşa imamı bunlardan biridir. Bir diğeri, Sultan Abdülmecid'in, saraya davet için gönderdiği adamlarını, reddeden Hüsam Efendi Hoca'dır(1).

Akif ayrıca " tacı yok, tahtı da yok kendine malik sultan" dediği Mandal Hoca'yı adeta birilerine örnek gösterir:

Ne güzel söyledin, oğlum, Hoca sultandı evet,

Yoktu dünyada esir olduğu hiçbir kuvvet(2).

Hoca'nın sultanlığına delil olarak Köse İmam'ın zikrettiği olay da oldukça dikkat çekicidir. Hoca kışın ortasında Trabzon'a sürülmüştür. O sırada Erzurum'a sürülmüş olan Köse İmam île Trabzon rıhtımında karşılaşırlar. Her ikisini birden makamına kabul eden Trabzon vâlisi Kadri Bey'e, Yıldız Camiinde verdiği vaazda devrin padişahına çattığı için sürüldüğünü çok canlı mısralarla anlatır.

Olayın anlatımı bittikten sonra takdirini Akif şöyle ifade eder:

-İşte gördün ya, hocam, millet için lazım olan,

Hoca Mandal'daki iman gibi sağlam bir iman!(3)

Daha sonra bu tesbitine şu mısraları da eklemeden edemez;

Oflu'nun ilmi de olsaydı o imana göre

Şimdi baştanbaşa tevhid ile dolmuştu küre

O nasıl kalb, o nasıl azm, o nasıl itmînan?

İşte tevfîk-i ilahî'ye yürekten inanan;

İşte "la havfe aleyhim" diye Kur'an-ı Hakîm,

Bu velî zümreyi etmektedir ancak tekrîm (Safahat, Asım, s.382)

Akif'e ve Safahat'a dair araştırma ve yayınlarıyla tanıdığımız muhterem E. Düzdağ Bey'e göre, "Köse İmam" Akif Bey'in düşündüğü örnek din adamını temsil eder(4). Mithat Cemal Kuntay'a göre Köse imam, Akif'in, tok sözlülüğünden ötürü sevip saydığı Ali Şevki Hoca'dır.(5) Nitekim Akif, Köse İmam'ı Safahat'ında, "Köse İmam" ve "Asım" da konuşturur. Köse İmam, muhafazakar fikirleriyle olayları yorumlar ama bilgi ve otoritesiyle çevresinde saygın, vasıflı ve ağırlığı olan bir din adamıdır. Biraz da zor beğenen biridir.

Öte yandan Akif, Selimiye Camii minaresinden okuduğu sabah ezanını, ta Karaağaçtan duyduğu Bursalı Hafız Emin'i de sırf sesinin gür ve güzel olması dolayısıyla,"Bizim Bursalı" deyip yanından ayırmayacaktır.(6)

Akif Abdürreşid İbrahim Efendi'nin ağzından "Süleymaniye kürsüsünde" vaaz etmektedir. Aslında Akif'in aradığı vaiz tipi de budur. Yani "gayret-i diniyye" sahibi, dünyayı tanıyan bir din adamı. Onun bu kürsüden yaptığı değerlendirmeler, tenkidler kimleri nasıl görmek istediğini ifade eder. Özellikle din adamlarıyla ilgili tasvirler onun gözündeki din adamı kimliğini tesbite imkan verir(7).

Akif, son dönemde gördüğü bazı hocaları şöyle tenkid eder: "Arapçanın edebiyatından bahsederler, sonra kunut duasını doğru okuyamazlar!(8)

Akif, bir taraftan medreseleri savunur ama bir yandan da, hocaların dinî konulardaki tembellik ve cehaletlerini de yermekten kendini alamaz.(9)

Bütün bu olumsuzluklara rağmen dünyadaki müslümanların maruz kaldığı bir de hristiyanlık propagandası vardır. Gayret-i diniyyeleri gevşek olan din adamlarına misyonerleri misal gösterir.

Misyonerler gece, gündüz yeri devretmedeler

Ulema.vahy-i ilahîyi mi bilmem bekler?(10)

Abdurreşid İbrahim'in, Hind diyarına dair verdiği bir müjdeyi ise, yüksek sesle şöyle dile getirir:

Rûh-i edyânı görür, hikmet-i Kur'an'ı bilir

Ulema var ki huzurunda bugün Garb eğilir.(11)

Bu mısralar Akif'in, müctehid din adamı aradığını göstermektedir. Nitekim o, bir başka yerde bu düşünce ve arayışını daha açık şekilde şöyle ifade eder:

Medresen var mı senin? Bence o çoktan yürüdü

Hadi göster bakayım şimdi de İbnür-Rüşd'ü?

İbn-i Sîna niye yok? Nerde Gazalî görelim?

Hani Seyyid gibi, Razî gibi üç beş alim?(12)

Akif, bu çapta olmadıkları halde içtihada kalkan kimseleri hicvetmekten ve paylamaktan da geri durmaz. Böylece o, aradığı din adamını daha iyi tanımamıza yardımcı olur:

Bakın ne günlere kaldık: Ya beş ya altı kopuk,

yamaklarıyla beraber ki hepsi kılkuyruk,

Utanmadan çıkıyor, içtihada kalkışıyor!

Bu hale karşı tahammül hakikaten pek zor.

Harîmi şer-i mübinin ahır değil... Oradan

Çekil de kendine bir saha bul, behey nâdân.

kadar ictihad eder "ulema".

Düşünmüyor mu bu kopuklar ki: Müctehid geçinen

Zamanının olacak muktedâsı irfânen

Kitab'ı, Sünnet'i, İcma'ı sağlam anlıyacak

Hilafı yoklıyacak, ihtiyacı kollıyacak.

Netice

Sözlerimi küçük bir anı ile bitirmek istiyorum:

İmam-Hatip'te öğrenci olduğum yıllarda bir hocamın "Elmalı'nın tefsiri, A.Naim ve K. Miras'ın Tecrid Terceme ve şerhi bir de Akif'in Safahat'ı benim kütüphanem olarak yeter" demişti. O zaman hayretle karşıladığım bu söz, pek az şeye razı olmak gibi gözükmüştü bana. Ancak günümüzde bu üç eseri okuyup anlayan ve yaşayan kimsenin yeterli din kültürü almış iyi bir din görevlisi sayılabileceği kanaatini taşımaktayım. Bu sözlerimle Safahat'ın din kültürü ve din hizmetlerinde ne ölçüde önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamak istiyorum.

Düzeltme:

Geçen sayıdaki yazıda "İşin duygu yönünü... " diye başlayan paragraf şöyle olacaktı Düzeltir, özür dileriz.

"İşin duygu yönünü bir tarafa bırakacak olsak bile, Akif'in aldığı bilgi ve ortaya koyduğu uygulamayı günümüzde çoğu ihtisas erbabı ulemada bile müşahede etmek mümkün değildir"

Dipnotlar: l. Safahat, s 455, 2. Safahat, s 376-377, 3. Safahat, s 376-380 (Asım) , 4. Düzdağ, M.Akif Hakkında Araştırmalar s 94, 5. M Cemal Kuntay, M Akif, s 53 6. M.Cemal Kuntay, M.Akif, s 179-181, 7. Bk Safahat s 149, 153 , 8. M.Cemal, M.Akif, s 219, 9. M.Cemal, M.Akif, s 348, 10. Safahat s 156, (istanbul, 1987), 11. Safahat, s 157 12. Safahat, s. 381
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Yönetimin Kimliği

Yönetim sistemleri, kurum ve kadroları, milletlerin, millet olarak seviyelerini ve insana bakışlarını, dünya ve ahireti kavrayışlarını yansıtır. İsterseniz siz buna "milletlerin gelişmişlik düzeylerinin göstergesi" de diyebilirsiniz. Ama işin, insan ve toplumların dünya ve ahiret hayatlarını ilgilendiren yönlerini unutmadan, göz ardı etmeden.

Yönetim, özde Allah kullarının sevk ve idaresi demektir. Sistemin ana karakteristiğini tayin eden gerçek bu olmalıdır ki "insani" olabilsin. "İnsani" olabilen kavram, kurum ve uygulamalar -kim ne derse desin- her zaman çağdaştırlar. "İnsanilik" ise "vahyi" bir öz ve kökten kaynaklanır. "Beşerî" karakter ve kaynak, çıkar hesaplarının dışına taşarak soyut _"insani"liği yakalayamaz. Bu beşerin kabileyetleriyle ilgili değiştiremeyeceği bir özelliği ya da zaafıdır. Ancak vahyî ve külli değerler, evrensel çapta insaniliği yakalayabilirler.

Bu sebeple yönetici, şu derin sorumluluğu üstlenen kişidir. Yönetimin kimliği bu sorumluluk çizgisinde belirginleşmektedir

- Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine aiddir İbni Hattab'ın.
Kadın ne söyledi Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın, huzur-ı ilahide, kimseler, Ömer'in
Şerik-i heybeti olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilafeti yüklenmiyeydi vaktiyle.
Kenar-ı Dicle'de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-ı ilahî sorar Ömer'den onu!
Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes'ul!
Yetîmi, girye-i hüsran alır, Ömer mes'ul!
Bir aşiyan ı sefalet bakılmayıp göçse,
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri;
O damla bir koca girdap olur boğar Ömer'i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisarından;
Ömer koğulmada her matemin civarından!
Ömer halife iken başka kim çıkar mes'ul?
Ömer ne yapsın, ilahi, beşer zalüm u cehû'l!
Ömer'den isteniyor beklenen Muhammed'den...
Ömer! Ömer! nasıl aldın bu barı sırtına sen?(1)


Yönetimler böylesine sorumlu, adil, hakşinas olmaları gerektiği gibi, iktisaden güçlü de olmak zorundadırlar. Özellikle uluslararası ilişkilerde bu büyük önem taşımaktadır.

Dilencilikle siyaset döner mi hey budala?

Siyasetin kanı: Servet, hayatı Satvettir.

Zebûn-kûş Avrupa bir hak tanır ki: Kuvvettir.(2)


İdare ya da yönetimden yana hak yanlısı yüreklerin sıkıntısı ne yazık ki, sürekli olmuştur. İdarî sistem ne olursa olsun, hangi adla anılırsa anılsın, sürekli daha iyiyi, daha güzeli arayanlar ya da aradığını söyleyenler yönetimleri eleştirmişlerdir. Her eleştirilerinde mutlak haklı olduklarını söylemek gibi genel bir hüküm vermek imkanı da yoktur. Ancak, düşünce dünyasını vahyî temellere ve esaslara dayandırmış, mutlak güzellik düzeninin kriterlerini benimsemiş, daha açıkçası, İslam'ı her kademede kurtuluş reçetesi bilmiş aydınların, yönetimden yana şikayetleri, hakka olan bağlılıkları ve ümitleri ölçüsünde sürekli olmuştur. Çünkü şiddet ve baskı ancak zulmü sevdirmenin yoludur:

O zamanlar Rusya'da hakimdi yaman bir tazyik

Zulmü sevdirmek için var mı ya bir başka tarîk?


Hükümetlere ve yönetimlere yakışmayan tutum, "zabtiye ruhu"dur:

Ya kuzum, zabtiye ruhuyla hükümet sürenin

Yeri altındadır, üstünde değildir kürenin!(3)


Hem hiç unutmamak gerektir ki,

Bilmiyorlar ki bu şiddetlerin olmaz hükmü

Göz yılar önce, fakat, sonra kanıksar ölümü!


Akif, mü'mince bir nazlanma ile yönetimden yana yorumlayamadığı bir toplum gerçeğini Rabb'ına şöyle arzeder:

Bir şahsa esir olmayı bir koskoca millet,

Mekrinle mi ya Rab sanıyor kendine devlet?"
(4)

Bu içli mü'min serzenişi, dün mutlakiyet yönetimi kimliğini teşhis ediyor idiyse, bugün herhalde adı değişmiş de olsa, uygulama olarak aynı çizgiyi sürdüren ve üstüne üstlük bir de hukukî zırha bürünüp tartışmaya bile tahammül edemeyen demokratik ve çağdaş(!) yönetimlerin gerçek ve pek tabiî olarak çirkin yüzünü de teşhir etmektedir. Yönetimlerin kimliğini merak edenlerin önündedir şimdi bu soru

Bir şahsa esir olmayı bir koskoca millet,

Mekrinle mi ya Rab sanıyor kendine devlet?


Akif döner, tüm zamanların zalim yönetim ve yöneticilerine Acem Şahı'nın şahsında şöyle seslenir:

Nasibin yok mudur bir parça olsun ademiyyetten
Nasıl aldırmıyorsun yükselen feryada milletten?
Emin ol bunca mazlumun yüreklerden kopan ahı,
Tependen indirir elbette birgün la'netullahı
! (5)

....

Şehamet gösterip binlerce beytullahı bastırdın
Şecaat arz edip birçok ricalullahı astırdın!
Ne Allah'tan hayha ettin, ne peygamber'den ar ettin;
Devirdin ka'be-i ulya-yı dîni, hak-sar ettin!
(6)



Dipnotlar:
1. Safahat, s. 85-86, 2. Safahat, s. 233, 3. Safahat, s. 399, 4. Safahat, s. 17, 5. Safahat, s. 71, 6. Safahat, s. 72
 

eylül

Veled-i kalbî
Katılım
15 Ara 2006
Mesajlar
5,223
Tepkime puanı
1,026
Puanları
0
Konum
mavera...
Şevk-ı Şehadet

Safahat'ta en sık ve en yanık duygularla işlenmiş konulardan biri şehidliktir. Yaratılıştan babayiğit bir yapı ve kafaya sahip olan Âkif, iş mukaddes değerler uğruna can vermeye geldi mi bir başkalaşır ve mısraları çok farklı bir canlılık kazanır. O düşmana karşı şehidler safında mısralarıyla savaşır. Ona göre şehidlik, kahramanların ölümü değil, ölümün kahramanlığıdır. Bu sebeple takdir edilmesi gerekir.

Siz ey başındaki destan etmeyip de fedâ,

Onunla âlem-i lâhûta yükselen şühedâ!

Ne mutlu sizlere: dünYâda çok ölüm gördüm;

Tahattur etmiyorum böyle kahraman bir ölüm.
(1)

Şehitliği yücelten onun temelinde yatan gâyedir. Akıtılan kanlar da bu niyet ve gâyeden dolayı mukaddestir.

Ecdâdımızın kanları seller gibi akmış...

Maksadları dininle beraber yaşamakmış..
(2)

Amaç bu olunca, insan Hakka varan bir yolu bulunca, başka değerlerin kaygısı ve derdi derd olmaktan çıkar. Bu sebeple şehâdet şerbetini içmeye koşanların hali, o duygudan yoksun olanlarla asla kıyaslanamaz.

Artık gidiyor Hakka varan bir yolu tutmuş,

Allah'a bakan gözleri dünyayı,unutmuş.

Yâdında değil doğduğu, ter döktüğü toprak;

Yâdında kalan hatıra bir şey, o da ancak:

Gökten ona "yüksel!" diyen ecdâd-ı şehidi
!

Âkif, Çanakkale harbi arslanlarının şahsında, kanı Tevhid'i kurtaran şehidi öylesine coşku ve duyguyla selamlar ki, onu anlatmakta değilse bile ,ona ikram etmekte fevkalade zorluk çeker. Onu yere göğe koyamaz, şehide dar gelmeyecek makberi kimselere kazdıramaz, tarihe gömmeğe kalkar, oraya da sığdıramaz. Ebediyyetleri, sonsuzlukları çağırır imdada. Kevnî ve İslâmî ne kadar yüksek değer varsa, hepsiyle şehide bir türbe yapıp ona hizmette bulunmaya çalışır ama sonuçta itiraf etmek zorunda kalır:

"Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana!"

Gerekçesini de yine kendisi Âkifçe söyler:

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihad!

Neticede mü'min Âkif, şehide yakışan bir yer bulabilmiş olmanın huzuru içindedir: Peygamber âğûşu...

Ey şehid oğlu şehid! İsteme benden makber

Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber
!(4)

Allah'ın bu velî kulları şehidlerin, geride kalanlardan beklentileri, uğruna can verdikleri dinin değer ölçüleri içinde ve tamamen manevîdir:

Gök kubbenin altında yatar, al kan içinde,

Ey yolcu, şu topraklar için can veren erler.

Hakk'ın bu velî kulları taş türbeye girmez;

Gufrâna bürünmüş, yalnız Fâtiha bekler.
(5)

Şehidlik şevki, şehâdet terbiyesi nesillerin ve milletlerin hem özgürlük hem istiklal hem de izzet ve şeref garantisidir. Yüce değerleri uğruna ölümü göze alamayanların haysiyetli bir hayat yaşamaları mümkün değildir. Ölüm göze alındığı zaman hayat anlam kazanmaktadır.

Bu sebeple de Âkif , daima şehâdet aşkıyla yanan, coşan kan arar. Felaket yaşanıyor, zillet paylaşılıyor, toprak kaybediliyor, bâtıla iktidar olma şansı veriliyorsa, ona göre işte bu, şevk-ı şehâdet'den yoksunluğun hem göstergesi hem de sonucudur.

Ey, bu toprakta birer na'ş-ı perişân bırakıp,

Yükselen, mevkîb-i erâah! Sakın arza bakıp

Sanmayın Şevk-i şehâdetle coşan bir kan var..

Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
(6)

Yüce ve mukaddes değerler uğruna gerektiğinde can vermenin en büyük bir erdem ve gerçek şeref ve kurtuluş olduğu öğretilmemiş gönül ve beyinlerden fedâkârlık beklemek elbette beyhûdedir. Âkif'e göre, hem böyle bir nesle ve hem de böyle bir beyhude bekleyiştekilerin yüzüne tükürmek gerekmektedir.

Bakmayın hem tükürün çehre-i murdârımıza

Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!


Şehitlik ülküsü ve özleminin müslüman milletlerde ne büyük bir irade ve fedâkârlık beslediğini çok iyi bilen yeni dünya düzeninin patronları, o terbiyeyi, anlamsız ve gereksiz bir şartlanma olarak kötülemekte, böyle bir ülkünün gereği olarak ortaya konan masum eylemlere de terör damgası vurmakta, böylece en büyük mukâvemet unsurunu daha başlangıçta, zihin ve gönüllerde yok etmek istemektedirler. Âkif'e göre böyle bir kalleşliğe de sadece tükürmek gerek:

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün,

Tükürün maskeli vicdanına asrın tükürün!(7)


Gerçekten Şevk-ı şehâdetle coşan kanın önünde durmak en modern ve gelişmiş imkanlara sahip düzenli ordular için bile söz konuşu değildir.

Alınır kal'a mı göğsündeki kat kat imân?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?


Can'dan, yârdan ve kârdan vazgeçebilmek... Bu terbiye ile yetişmek, yetiştirilmek... İşte asıl mes'ele bu. Şehid, bunlardan vazgeçen kimse gibi gözükmekte ise de, aslında bunlara kavuşan kimsedir o...

Mukaddesâtı için can pazarına atılmış kahramanları selamlamak, onların soyundan aynı yüreklilikte nesillerin gelmesini dilemektir. Sonuç ise, ya şehâdet ya da devlettir...

Dipnotlar: 1. Safahat, s. 259, 2. Safahat, s. 267, 3. Safahat, s. 268, 4. Safahat, s. 390, 5. Safahat, s. 446, 6. Safahat, s. 183, 7. Safahat, s. 183
 
Üst