Ahmet Keleş: Dine Değil Gülen'in Kaprislerine Hizmet Etmişiz

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
Gülen'den Erbakan Ölsün Duası : Hadi Size Müjde Bir Haftaya Kalmaz Erbakan’ın Fatihasını Okuruz.

Gülen Hareketi'ne 25 yıl hizmet eden Prof. Dr. Ahmet Keleş
ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM

Rahmetli Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum” dedi.

ERBAKAN'A ÖLSÜN BEDDUASI

Necmettin Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.”

BEDDUA VE ÖVGÜ

Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?

Star

ERDOĞAN'I YEDİRMİYORUZ tabiki. Dua ise dua, oy ise oy ne gerekiyorsa o..Halk Başbakanımızla uğraşanlara bir bedduaya başlarsa ceketini çıkaramadan tansiyonunu ölçtürrmek zorunda bırakır adamı, olmadı ceket üstü iğne bile yaptırır.AYAKTA DİKİLECEK DERMAN BIRAKMAZ İNSANDA.

Gece gündüz Başbakan dualarımızda, beddua geridönüşümü için harıl harıl çalışıyor bu millet. İşiniz bitti pabucumun mehdileri.
 

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
Gülen Hareketi'ne 25 yıl hizmet eden Prof. Dr. Ahmet Keleş

Cemaat tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi’nin hırsına ve kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam’ı ve Müslümanları dünya tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz.

Toplanan himmetlerin yüzde 15’i hoca’nın kasasına teslim edilir

-Para kaynağını nasıl açıklarsınız?

Bu beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate; “Bize bir gazete lazım” deyince gerekli finans anında sağlanıyordu. Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit paralar hariç... Gerisini siz düşünün...

Her vilayette kazalar da dâhil “Himmet” denilen yardım toplantıları olurdu. İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10’u istenirdi. Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15’i örtülü ödenek olarak nakde çevrilip Hocaefendi’nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu paradan harcar. Tabii Amerika’daki seçim yardımlarını da... Miktarını sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını bağışladılar... Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç başka hiçbir devirde şahit olmamıştır.

-Peki, bu nasıl mümkün oldu?

Hepimizin büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatleri sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir “Hizmet” algısı oluşturuldu ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık “Hizmet” dendi mi akan sular duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her şey anında caiz hale geliyordu. “Hizmet” de ne istersen yap! Evet, işte bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor. Amirin değil ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle girilebildi. İşte devlet böyle “Klonlandı.” Bu hareketi kim engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke kayıtsız şartsız Hocaefendi’nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu. Hoca da Gölbaşı’ndaki Beyaz Saray’ına oturuyor olurdu.

28 Şubat’ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi

-Sizin için kopuş ne zaman başladı?

Rahmetli Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya başlamıştı.

Refah-Yol koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi... Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti. Erbakan bitirilecekti. Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu. “Bu adamlar mı İslam’ı temsil edecek” diye hafife alıp aşağılıyordu. Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. Kararını verdi. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi.

Gazete ve televizyon hükümet aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler’le alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz anlatılacak, Refah Partisi’nin ilgası için bize ne görev verilirse yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız. Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve “Bir hükümeti düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi” dedi. Bu arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen “Beddua” var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma’da Ramazan himmeti toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri dedi ki, “hocam size bir müjdem var.

Dün gece teheccüt vaktinde hacet namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” Bunu bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan’ın ne kadar yaşadığı malum, bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; “Sayın Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun yaşatıyor.”

Fethullah hoca kavgayı bitirmez

-Bundan sonra ne olur?

Hiç tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde ve dışında Başbakan’ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir kavga değildir. Bu Türkiye’nin geleceği ve Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır...

-AK Parti’nin kurulmasına nasıl baktı?

Hizmet yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu Amerika’da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle ilgileniyordu. Tam AK Parti’nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı. Şöyle dedi: “Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip Erdoğan’ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz, dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: “Ben söylemeyim Kuran söylesin, deyip kalktı Kuran’ı eline alıp rastgele açtı, (buna “Kuran ile Tefeül” denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya “onlar hayal peşinde koşuyorlar” diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez.”

Daha parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti’yi desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz...

STAR

Başbakan'ı yedirmeyeceğiz. Bir meczubun hayallerine Türkiye'yi feda etmeyeceğiz. Saklandığı ininde çürüyüp gidecek. Hayallerinde dünya fatihi olduğunu zan eden nice zavallılar sürüne sürüne çürüdü gitti.



 

ramazan_17

Yasaklı
Katılım
29 Kas 2013
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
43
Puanları
0
ahmet keleşi tebrik ederim helal olsun..akıllı adammış..hatasını anlamış ve dönmüş..darısı diğer cemaat üyelerine..uyanın yıllardır hizmet diye bir sapığa hizmet etmişsiniz..yol yakınken dönün..
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Gülen Cemaati'nin piramit yapısını anlattı
gulen-cemaati-nin-piramit-yapisini-anlatti.jpg

'Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı.'
170320140222241347436_2.jpg

‘Fethullah Gülen Cemaati’nde 25 yıl görev alan Prof. Dr. Ahmet Keleş, paralel yapının piramidini STAR’a anlattı. 5’inci kata kadar çıkan Keleş, cemaatin 1, 2 ve 3’üncü katmanının halk tabakası olduğunu, öğrenciler ve öğretmenlerin oluşturduğunu söyledi.
Prof. Keleş, “4. kat ara kattır. 5, 6 ve 7. katmanlar ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. 6. katta Hocaefendi’nin bildiği ve takip ettiği ‘hayati hizmetler’ yürütülür. Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir tabaka. Bugünkü sorunların nedeni 5. katın abileridir” dedi.
Askeri vesayetin kaldırılmasından sonra kendi vesayetini kurmaya kalkışan paralel yapının gizli yönetim piramiti deşifre oldu. Fethullah Hoca Arşı dışında 7 katmandan oluşan paralel örgütün 5’inci katmanına kadar yükselen ve karanlık yapıya 25 yıl hizmet veren Dicle Üniversitesi’ndoen Prof. Dr. Ahmet Keleş, Fethullah Gülen Cemaati’nin bilinmeyenlerini tüm çıplaklığıyla STAR’a anlattı.
Orta Anadolu Bölgesi’nde 1976 yılında ilk hizmet evini açanlardan biri olan Prof. Keleş, örgütün yönetim şemasını açıkladı: “Piramidin temelini halk tabakası oluşturur. İkinci ve üçüncü katta öğrenciler ve öğretmenler yani hizmet mensupları yer alır. Dördüncü tabaka ara kattır. Hem alt hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci katlar hocaefendinin de içinde olduğu ‘örgüt ve teşkilat’ katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç tabakanın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.”
Prof. Keleş, devletin tüm kurumlarında kadrolaşmayı başaran bu yapı dışındakilerin bu durumu kolay kolay anlayamayacağını belirtti. Hedefe ulaşmak için Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittiklerini söyleyen Prof. Keleş “Net ve açık söylüyorum. Bu hareket sadece ve sadece devleti ele geçirmek için var oldu ve çalıştı” dedi.
Fethullah Gülen’in dinle değil örgüt kurmakla uğraştığının altını çizen Prof. Keleş “O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı” dedi. Oluşturulan hizmet algısı ile her türlü şantajın, kumpasın caiz hale getirildiğini anlatan Keleş, Gülen’in sürekli beddua ettiğini belirtti. Fethullah Hoca’nın kendisini gelmiş geçmiş en büyük Veli, Fatih olarak gördüğünü de kaydeden Keleş “O tüm dünyayı fetheden ilk ve son Fatih olmaya kendisini inandırmıştı” dedi.
-Cemaatle nasıl tanıştınız?
Hizmet serüvenim 1973 yılında başladı ve 1998 yılında sonlandı. Ben kavram karmaşasına uğrayıp, anlaşılamama sorunu yaşamak istemiyorum. İlk kavram “Hocaefendi”. Benim kullanımımda bir övgü ya da imalı bir tahkir söz konusu değil. Tıpkı bir özel isimmiş gibi kullanacağım. Ali, Veli vs. gibi... Diğeri “Cemaat” sözcüğü. Bu sözcük ile şu anlamı kastediyorum: Yedi katmanlı bir piramitten oluşan bir yapının, en temelini ve esasını oluşturan halk tabakasını, öğrenciler ve öğretmenler gibi birinci, ikinci ve üçüncü tabakada yer alan hizmet mensuplarını kastediyorum. Çünkü dördüncü kat ara kattır. Hem alta hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci kat, Hocaefendi’nin kendi katı, tabir yerindeyse onun Arşı, bu katlar artık kelimenin tam anlamıyla bir “örgüt ve teşkilat” katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç katın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.
Alt tabaka ile üst kattakilerin niyeti aynı değil
170320140127051341618_3.jpg

-Hizmet hareketi denince bizler neyi anlamalıyız?
“Hizmet” dediğimde piramidin ilk üç katında yer alanların yaptıkları faaliyetleri kastediyorum. Bunlar, gerçekten Dinî, Ahlâki bir eğitim hizmeti vermektedirler. Yukarıdaki son üç kat ise bu ilk üç katın oluşturduğu toplumsal kabul ve değeri kendi “Örgütsel” hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Yani, alttakilerin niyeti ile üsttekilerin niyeti aynı değil. Bu büyük zıtlığı kamufle eden ve görünmemesini, anlaşılmamasını sağlayan figür ise Hocaefendi’dir. İşte bu iki zıt durumu birden temsil ettiği içindir ki ciddi çelişkiler sergilemekten kurtulamıyor. “Bu ne, bu ne” diye insanı hayrette bırakan halleri, sözleri ve davranışlarının nedeni bu zıtları temsilden kaynaklanmaktadır.
Bu arada şunu da belirtmeliyim, ben aidiyet olarak hep zemin kata, halka mensup oldum ama beşinci kata kadar da yükselme imkânı buldum. Hazır bu kat meselesine girmişken bir hususu daha açıklığa kavuşturmakta yarar görüyorum. Beşinci kat, yurtiçi ve yurtdışı tüm hizmetlerin yürütüldüğü konuşulduğu ana meclisi oluştururdu. Hizmetin her meselesi burada ele alınır, müzakere edilir, karara bağlanır ve uygulama startı verilirdi. Altıncı kat ise, sadece Hocaefendinin bildiği ve takip ettiği “hayati hizmetlerin” yürütüldüğü kattı. Tabiri caiz ise Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların failleri ve yürütücüleri bu katın mensuplarıdır. Bunlar da beşinci katın abileridir.
Bu mukaddime ve kavramsal girişten sonra, asıl konuya geçebilirim. Ancak ben yine yüksek hoşgörülerinize sığınarak, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım bir arka plandan bahsetmek istiyorum.
-Nasıl oluyor da ülkemizde bu tür faaliyetler bu kadar taban ve destek buluyor?
Bence asıl görmemiz geren nokta burasıdır. Çünkü bu nokta, ülkemizin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. Cumhuriyet’in kurucu kadrosu çok önemli bir hususu gözden kaçırdı. O da bu topraklarda yaşayan insanların bin yıldan fazla bir dini geçmişi ve Müslüman kimliğinin olması gerçeği idi. Bu kimliği birden bire yok saymak veya yok edileceğini düşünmek, tıpkı bir fabrikada seri üretim yapıyor gibi toplumu modernleştirmeye kalkışmak son derece yanlıştı. Az sayıdaki elit tabaka hariç, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin büyük bir kısmında “Din elden gidiyor” algısı oluştu. Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun elden gitmemesini sağlayacak dini liderler mutlaka çıkacaktır. Siz böyle bir boşluk ve talep oluşturursanız bu boşluğu mutlaka birileri doldurur ve bu talebe arz eden de bulunur. Hele de bu toplumun kültürel belleğinde “Mehdi”, “Mesih”, “Müceddit” ve “Asrın İmamı” vs. gibi pek çok kurtarıcı figür varsa... Bu ünvan ile ortaya atılan herkesin oldukça büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmazdır. Nitekim karşı karşıya olduğumuz durum tam da budur.
Bir hiç iken kutsal bir davanın neferi olduk
-Siz nasıl bir davet karşılığında cemaate katıldınız?
Benim gibi bir Anadolu köylüsü, kendisini dışlanmış hisseden önemsiz gören biri, birden bire “dini kurtarma davasına gönüllü olma” gibi bir davet alırsa, bu davete hayır deme şansı yoktur. Nitekim ben de diyemedim. İşte toplumun bir kurtarıcı beklediği yıllarda Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar gibi dini önderler bu beklentileri karşılayıp önemli bir altyapı kurdular. Tam da Hocaefendi gibi yeteneklerin, hatiplerin değerlendireceği, istedikleri gibi ekip biçebilecekleri bir zemin... Hocaefendi bu zeminden en iyi mahsulü kaldırmaya soyundu ve bunu da fevkalade başardı. İnsanlara; “Ey insanlar, gelin, sizi ümit ettiğiniz yere götürecek kurtarıcı benim, binin benim gemime sizi Hz. Muhammed limanına taşıyacağım. Acele edin vaktimiz dardır”, diye cami kürsülerinden 1970’lerde seslenmeye başladığında benim gibi Anadolu’nun gençleri koşarak gitti ve “Emret hocam hizmetindeyiz” dedi. Önce bu tarihsel koşulu görmemiz gerekir. Yoksa durup dururken insanlar bu dini cemaatlere katılıp onların peşinden gitmiyorlar. Orada büyük bir manevi değer ve anlam buldukları gibi, kendileri de aynı anda bir anlam ve değer kazanıyorlar. Bir hiç iken, birden bire kutsal bir davanın büyük bir eri haline geliyorlar. Bu azımsanacak ve kaçırılacak bir paye değildir.
Biz de kaçırmadık...
Darbe girişimini bizzat Gülen yürütüyor
-Gülen ile nasıl tanıştınız?
Ben, Hocaefendi’yi 1970 yılında tanıyıp, ardından birkaç yıl yaz kamplarına katılıp Orta Anadolu’da, 1976 yılında ilk hizmet evini açan kişiyim. 1998 yılında ise 28 Şubat süreciyle başlayan gelişmeler ile daha önceden dolmaya başlayan bardağımın taşması sonucu hizmetteki beraberliğime son verdim. Benim gibi bu yapıya içerden bakamayan, bakmaktan da öte bizzat o yapıyla bütünleşmeyen hiç kimse onu tanımlayamaz ve tam olarak anlayamaz. Bugün ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı da bundan kaynaklanıyor. Bu yapı, sosyolojik kurallar ve kalıplar ile anlaşılmayı fazlasıyla aşan bir derinliğe, gizliliğe ve örgütlenme ağına sahiptir. İlginçtir, hizmetten kopuşumda büyük payı olan en önemli olay Hocaefendi’nin 28 Şubat’ta rahmetli Erbakan aleyhine yürüttüğü politika olmuştu. Bugün ki konuşmam da Başbakanımızın hükümetten düşürülmesine yönelik Hocaefendi’nin bizzat yürüttüğünde hiç kuşkum olmayan darbe girişimidir.
Kendini dünyayı fetheden ilk ve son fatih sanıyor
170320140146078399328_3.jpg


-Hareketin amacı tam nedir?
Hocaefendi, kendisinin Üstad Bediüzzaman’dan sonraki görevli olduğunu, aynı zamanda kıyamete kadar kendisinden sonra da kimlerin görevli olacağını bildiğini, gözünü yumsa bunları bir bir sayacağını sıklıkla söylerdi. Hatta askerliği sırasında bir ara kendisine “Gayb” perdesinin açılıp kıyamete kadar nelerin olacağının gösterildiğini, bugüne kadar o gün gördüklerinden farklı bir gelişmeye şahit olmadığını da söylerdi. Kısaca “GÖREVLİ” olduğuna hem kendi hem de biz inanıyorduk. Ancak ona yakınlaştıkça fark ettim ki, Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı.
-Cemaat ne zaman dünyaya açıldı?
80 ihtilalından sonra hizmet sadece öğrenci evi ve yurt açmayı bırakıp, resmi dershaneler ve okullar açmaya da başlayınca Hocaefendi bize; “Görüyor musunuz, Allah şer sandığımız şeyle bize nasıl farklı alanlarda hizmet imkânı açtı” derdi. Nihayet 90’lı yılların başında Rusya dağılınca rahmetli Özal’ın da büyük teşvikiyle Orta Asya’ya gidildi ve orada okullar açıldı. Hocaefendi dünyayı fethetmeye doğru önündeki engellerin bir bir kalktığını, açılan okullar sayesinde Rusya’yı fethettiği gibi bir gün Amerika’yı da fethedeceğini söylüyordu. Tabii kendisi Amerika’ya gidince konuşmalardan bu sözleri çıkarılıp sansür edildi. İlk Amerika’ya gittiği sıralarda cemaatin ilahiyatçı ağabeyleri, hadislerde geçen Kisra’nın “Beyaz Evi” olarak zikredilen İran sarayının Müslümanlar tarafından kıyametten önce mutlaka fethedileceğine dair haberleri Hocaefendi’nin “Beyaz Sarayı” fethetmesine bir işaret olarak yorumladılar. Cemaat artık Fetullah Hoca’yı, Amerika’dan tüm dünyayı fethetmeye giden Müslüman lider olarak algılıyordu.
-Bu bir hayal ve ütopya mıydı?
Bu bir hayal falan değildi. Bu inanılan ve uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayan bir idealdi.Tüm hizmet tam da bu hedefe uygun olarak dizayn ediliyordu. Akıl almaz bir organizasyon vardı. Devletin bile tutamayacağı istatistikler tutuluyordu. Her yılın hizmet planı stratejik olarak planlanıyor, insan gücü, finansman desteği, siyasi destek vs. her şey inceden inceye planlanıyordu. Bu hareket eşi benzeri görülmemiş bir örgütlenme disiplinine ve düzenine sahiptir. Hedefe ulaşmak için tüm Anadolu’nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittik. Bu hareket başka birşey için değil sadece ve sadece devleti ele geçirmek için varoldu ve çalıştı. Öyle hassas bir şekilde çalışıldı ki mesela, bu yıl kaç öğrenci evi açılacak, kaç yurt, kaç dershane, kaç okul ve diğer tüm hizmet alanları tek tek belirleniyordu. Ardından da öğrenciler hizmette duyulan ihtiyaç alanlarına göre üniversitelerde bölümlere yönlendiriliyordu. Ne kadar hukukçuya, öğretmene, doktora vs. ihtiyaç var ona göre başarılı öğrenciler üniversitelere yerleştiriliyordu. İşte bu sistemli çalışma doğru sonuçlar veriyor ve hizmet inanılmaz şekilde büyüyordu. Yurt genelinde ilgilenilen öğrencilere Hocaefendi’ye bağlılık derecesinin ölçüldüğü puanlar verilirdi ve buna biz “beşlik sistem” diyorduk. Hocaefendi hocalıkla, din adamlığıyla değil örgüt kurmak ve planlamakla uğraşırdı. O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı.
Dine değil Hocaefendi’nin kaprislerine hizmet etmişiz
-Taban bunu nasıl görüyor?
Cemaat tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi’nin hırsına ve kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam’ı ve Müslümanları dünya tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz.
Toplanan himmetlerin yüzde 15’i hoca’nın kasasına teslim edilir
-Para kaynağını nasıl açıklarsınız?
Bu beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate; “Bize bir gazete lazım” deyince gerekli finans anında sağlanıyordu. Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit paralar hariç... Gerisini siz düşünün...
Her vilayette kazalar da dâhil “Himmet” denilen yardım toplantıları olurdu. İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10’u istenirdi. Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15’i örtülü ödenek olarak nakde çevrilip Hocaefendi’nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu paradan harcar. Tabii Amerika’daki seçim yardımlarını da... Miktarını sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını bağışladılar... Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç başka hiçbir devirde şahit olmamıştır.
-Peki, bu nasıl mümkün oldu?
Hepimizin büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi’nin vaaz ve nasihatleri sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir “Hizmet” algısı oluşturuldu ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık “Hizmet” dendi mi akan sular duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her şey anında caiz hale geliyordu. “Hizmet” de ne istersen yap! Evet, işte bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor. Amirin değil ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle girilebildi. İşte devlet böyle “Klonlandı.” Bu hareketi kim engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke kayıtsız şartsız Hocaefendi’nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu. Hoca da Gölbaşı’ndaki Beyaz Saray’ına oturuyor olurdu.
28 Şubat’ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi
-Sizin için kopuş ne zaman başladı?
Rahmetli Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya başlamıştı.
Refah-Yol koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi... Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti. Erbakan bitirilecekti. Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu. “Bu adamlar mı İslam’ı temsil edecek” diye hafife alıp aşağılıyordu. Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. Kararını verdi. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Gazete ve televizyon hükümet aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler’le alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz anlatılacak, Refah Partisi’nin ilgası için bize ne görev verilirse yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız. Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve “Bir hükümeti düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi” dedi. Bu arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen “Beddua” var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma’da Ramazan himmeti toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri dedi ki, “hocam size bir müjdem var. Dün gece teheccüt vaktinde hacet namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.” Bunu bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan’ın ne kadar yaşadığı malum, bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; “Sayın Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun yaşatıyor.”
Fethullah hoca kavgayı bitirmez
-Bundan sonra ne olur?
Hiç tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde ve dışında Başbakan’ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir kavga değildir. Bu Türkiye’nin geleceği ve Ortadoğu’nun nasıl şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır...
-AK Parti’nin kurulmasına nasıl baktı?
Hizmet yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu Amerika’da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle ilgileniyordu. Tam AK Parti’nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı. Şöyle dedi: “Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip Erdoğan’ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz, dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: “Ben söylemeyim Kuran söylesin, deyip kalktı Kuran’ı eline alıp rastgele açtı, (buna “Kuran ile Tefeül” denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya “onlar hayal peşinde koşuyorlar” diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez.”
Daha parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti’yi desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz...
GÜLEN'İN GEÇMİŞTE KRİTİK ÇIKIŞLARI
ÖZAL'I SEMT İMAMI BİLE YAPMAM
Rahmetli Turgut Özal’ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: “Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal’ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal’a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum” dedi.
ERBAKAN'A ÖLSÜN BEDDUASI
Necmettin Erbakan’ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta “Eğer İslam’ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam” diyordu. “Hükümet düşecek herkes görevini yapsın” dedi. Biri anlattı: “Hocaefendi Erbakan’a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan’a Fatiha okuruz.”
BEDDUA VE ÖVGÜ
Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği’nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel’e hitaben; “Söz sultanının yanında söz söylenmez...” diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?
TCK 163. Madde kalkmasın diye Özal’a rica etti
-Nasıl bir karaktere sahiptir?
Egosantrik bir karaktere sahip olan Hocaefendi, daha çocukken kendisinin büyük bir insan olacağına inanmış ve kendini hep öyle görmüştür. Bu düşüncesinden olmalıdır ki değer gören herkesi kıskanır ve ondan rahatsızlık duyardı. Bu nedenle, etrafındaki insanların, gözleri başarılı insanlara kaymasın diye sürekli onları küçümserdi. Örneğin, rahmetli Necip Fazıl için hep şöyle derdi; “bizim Abdullah Aymaz hoca ondan çok iyi yazar” derdi. Ama ne zaman ki Necip Fazıl üstat vefat etti, aynen şöyle diyordu: “İslam dünyası Sultan-ı Şuarasını kaybetti. Yeri dolmaz bir şair, hatip ve edipti.” Çünkü artık ölmüştü ve Hocaefendi için rakip olmaktan çıkmıştı. Rahmetli Özal ile ilgili bir bilgiyi daha sizinle paylaşmalıyım. Rahmetli, Müslümanların başının belası 163. Maddeyi kaldırmıştı. 163. Maddeyi kaldırmaması için Özal’a ne kadar ricacı olduğunu anlatamam. Hocaefendi’ye göre 163. Madde kalkarsa her sokak başında bir şeriat partisi kurulacaktı...
İLAHİYATÇI PROF. AHMET KELEŞ’İN CEMAAT YILLARI
Hizmet rotadan sapınca ayrıldım
1973’de bir yaz günü Fetullah Hoca’nın vaaz kasetini dinleyip, aynı yaz İzmir’e giderek kendisiyle tanıştım. İlk tanışmaya da beni, Eski İzmir Otogarı yanındaki camide görevli olan hizmetin en ünlü hocalarından Mehmet Ali Şengül hocam götürmüştü. Her yaz düzenlenen öğrenci yetiştirme kamplarına katıldım: Buca, Edremit kampları başta olmak üzere... Daha Ankara’da ilk hizmet evlerinin açılmaya başladığı yıldı. Meşhur Necati Bey Caddesi’nde açılan ilk hizmet evinde, hizmetin duayenlerinden ve hala da hizmetin kurmay ekibinden olan Naci Tosun’un ile irtibata geçerek Kırıkkale’de ilk öğrenci evini açıp hizmeti başlattım.
Elinden tuttuğumuz isimler
Arkasından çok kıymetli bir hizmet dostum ve arkadaşım olan (M. İ. B.) İle birlikte Yozgat ve civarında, kazalar dâhil evler ve yurtlar açtık. Sayın Ekrem Dumanlı Yozgat’ta ilk elinden tuttuğumuz gençlerdendi. Hizmete kazanılmasında bir ağabeyi olarak çok emeğim vardır ve bunu hiç unutmadığından eminim. Orta Anadolu’nun hemen her yerine gece gündüz koşarken, 1980 İhtilalı oldu. Hocaefendi’nin arandığı yıllar başladı. İhtilal bütün hesaplarımızı bozdu. 1983 de hem Kayseri’deki hizmetlerle ilgilenmem hem de bu arada bir fakülte okuyup askere gitmemem için Kayseri İlahiyat Fakültesi’ne girdim. 1983-1993 yılları arasında tam on yıl Kayseri ve çevresinde hizmette bulundum. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan ile birlikte çalıştık. Kayseri ve civarında o kadar meşhur olmuştum ki, Kayseri’nin en büyük camii Sanayi Camii’nde vaaz ediyordum ve cemaat saatler öncesinden camiyi dolduruyordu. Kayseri’de hizmetler çok gelişince hizmetin az geliştiği yerlerden olan Balıkesir vilayetine tayinim çıktı. 1993 yılında orada göreve başladım. Bölge imamı olarak çalıştım. Hizmetten kopuş sürecim de burada başladı... Açılım süreçleri, siyasete girmeler ve 28 şubat... 1998 yılında Hocaefendi Amerika’ya gitmeden... Kendisine yapılan yanlışları ve hizmetin rotasından saptığını söyleyerek hizmet yolculuğuma son verdim. Yoksa hamdolsun biz her an Allah yolunun hizmetkârlarıyız...
Rektörlüğe aday oldum
Cemaatten ayrılınca bana Balıkesir’i acilen terk etmem söylendi. Gidecek yerim yoktu. Hiçbir sosyal güvencem vs. yoktu. Sadece Kayseri’de yaptığım doktoram vardı. Bana seni Diyarbakır’a aldıralım, başka hiçbir yere giremezsin, dediler. Gerçekten de giremedim. En son 1998 Eylül’ünde Diyarbakır’da İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak göreve başladım. 2004’te doçent, 2009’da da profesör oldum. 2012 yılında bir garip olarak gittiğim Diyarbakır’da Dicle Üniversitesi Rektörü adayı oldum.

 

merakli

Yeni
Katılım
28 Eki 2006
Mesajlar
190
Tepkime puanı
9
Puanları
0
Ahmet Keleş: Sen Elif Dersin Hoca, Manası Ne demektir ?

Gülen, Erdoğan AK Parti'yi kurarken ne dedi?

Gülen Hareketi'ne 25 yıl hizmet eden Prof. Dr. Ahmet Keleş paralel yapıyı ilk kez bu kadar detaylı anlattı.

gulen_erdogan_ak_partiyi_kurarken_ne_dedi13950623620_h1138000.jpg



Fethullah Gülen Cemaati'nde 25 yıl görev alan Prof. Dr. Ahmet Keleş, paralel yapının piramidini STAR'a anlattı. 5'inci kata kadar çıkan Keleş, cemaatin 1, 2 ve 3'üncü katmanının halk tabakası olduğunu, öğrenciler ve öğretmenlerin oluşturduğunu söyledi.

Prof. Keleş, "4. kat ara kattır. 5, 6 ve 7. katmanlar ‘örgüt ve teşkilat' katlarıdır. 6. katta Hocaefendi'nin bildiği ve takip ettiği ‘hayati hizmetler' yürütülür. Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir tabaka. Bugünkü sorunların nedeni 5. katın abileridir" dedi.

Askeri vesayetin kaldırılmasından sonra kendi vesayetini kurmaya kalkışan paralel yapının gizli yönetim piramiti deşifre oldu. Fethullah Hoca Arşı dışında 7 katmandan oluşan paralel örgütün 5'inci katmanına kadar yükselen ve karanlık yapıya 25 yıl hizmet veren Dicle Üniversitesi'ndoen Prof. Dr. Ahmet Keleş, Fethullah Gülen Cemaati'nin bilinmeyenlerini tüm çıplaklığıyla STAR'a anlattı.

Orta Anadolu Bölgesi'nde 1976 yılında ilk hizmet evini açanlardan biri olan Prof. Keleş, örgütün yönetim şemasını açıkladı: "Piramidin temelini halk tabakası oluşturur. İkinci ve üçüncü katta öğrenciler ve öğretmenler yani hizmet mensupları yer alır. Dördüncü tabaka ara kattır. Hem alt hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci katlar hocaefendinin de içinde olduğu ‘örgüt ve teşkilat' katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç tabakanın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur."

Prof. Keleş, devletin tüm kurumlarında kadrolaşmayı başaran bu yapı dışındakilerin bu durumu kolay kolay anlayamayacağını belirtti. Hedefe ulaşmak için Anadolu'nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittiklerini söyleyen Prof. Keleş "Net ve açık söylüyorum. Bu hareket sadece ve sadece devleti ele geçirmek için var oldu ve çalıştı" dedi.

Fethullah Gülen'in dinle değil örgüt kurmakla uğraştığının altını çizen Prof. Keleş "O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı" dedi. Oluşturulan hizmet algısı ile her türlü şantajın, kumpasın caiz hale getirildiğini anlatan Keleş, Gülen'in sürekli beddua ettiğini belirtti. Fethullah Hoca'nın kendisini gelmiş geçmiş en büyük Veli, Fatih olarak gördüğünü de kaydeden Keleş "O tüm dünyayı fetheden ilk ve son Fatih olmaya kendisini inandırmıştı" dedi.

-Cemaatle nasıl tanıştınız?

Hizmet serüvenim 1973 yılında başladı ve 1998 yılında sonlandı. Ben kavram karmaşasına uğrayıp, anlaşılamama sorunu yaşamak istemiyorum. İlk kavram "Hocaefendi". Benim kullanımımda bir övgü ya da imalı bir tahkir söz konusu değil. Tıpkı bir özel isimmiş gibi kullanacağım. Ali, Veli vs. gibi... Diğeri "Cemaat" sözcüğü. Bu sözcük ile şu anlamı kastediyorum: Yedi katmanlı bir piramitten oluşan bir yapının, en temelini ve esasını oluşturan halk tabakasını, öğrenciler ve öğretmenler gibi birinci, ikinci ve üçüncü tabakada yer alan hizmet mensuplarını kastediyorum. Çünkü dördüncü kat ara kattır. Hem alta hem de yukarıya bağlantıyı sağlar. Beşinci, altıncı ve nihayet yedinci kat, Hocaefendi'nin kendi katı, tabir yerindeyse onun Arşı, bu katlar artık kelimenin tam anlamıyla bir "örgüt ve teşkilat" katlarıdır. Bu katlar ile altta yer alan ilk üç katın arasında tanımlanamayacak derecede büyük bir fark ve zıtlık vardır. Zaten bugün anlamakta zorluk çekilen de budur.

Alt tabaka ile üst kattakilerin niyeti aynı değil

-Hizmet hareketi denince bizler neyi anlamalıyız?

"Hizmet" dediğimde piramidin ilk üç katında yer alanların yaptıkları faaliyetleri kastediyorum. Bunlar, gerçekten Dinî, Ahlâki bir eğitim hizmeti vermektedirler. Yukarıdaki son üç kat ise bu ilk üç katın oluşturduğu toplumsal kabul ve değeri kendi "Örgütsel" hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmaktadırlar. Yani, alttakilerin niyeti ile üsttekilerin niyeti aynı değil. Bu büyük zıtlığı kamufle eden ve görünmemesini, anlaşılmamasını sağlayan figür ise Hocaefendi'dir. İşte bu iki zıt durumu birden temsil ettiği içindir ki ciddi çelişkiler sergilemekten kurtulamıyor. "Bu ne, bu ne" diye insanı hayrette bırakan halleri, sözleri ve davranışlarının nedeni bu zıtları temsilden kaynaklanmaktadır.

Bu arada şunu da belirtmeliyim, ben aidiyet olarak hep zemin kata, halka mensup oldum ama beşinci kata kadar da yükselme imkânı buldum. Hazır bu kat meselesine girmişken bir hususu daha açıklığa kavuşturmakta yarar görüyorum. Beşinci kat, yurtiçi ve yurtdışı tüm hizmetlerin yürütüldüğü konuşulduğu ana meclisi oluştururdu. Hizmetin her meselesi burada ele alınır, müzakere edilir, karara bağlanır ve uygulama startı verilirdi. Altıncı kat ise, sadece Hocaefendinin bildiği ve takip ettiği "hayati hizmetlerin" yürütüldüğü kattı. Tabiri caiz ise Bakanlar Kurulu veya Milli Güvenlik Kurulu gibi bir kattı. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorunların failleri ve yürütücüleri bu katın mensuplarıdır. Bunlar da beşinci katın abileridir.

Bu mukaddime ve kavramsal girişten sonra, asıl konuya geçebilirim. Ancak ben yine yüksek hoşgörülerinize sığınarak, konunun daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inandığım bir arka plandan bahsetmek istiyorum.

-Nasıl oluyor da ülkemizde bu tür faaliyetler bu kadar taban ve destek buluyor?

Bence asıl görmemiz geren nokta burasıdır. Çünkü bu nokta, ülkemizin geleceğini de yakından ilgilendiriyor. Cumhuriyet'in kurucu kadrosu çok önemli bir hususu gözden kaçırdı. O da bu topraklarda yaşayan insanların bin yıldan fazla bir dini geçmişi ve Müslüman kimliğinin olması gerçeği idi. Bu kimliği birden bire yok saymak veya yok edileceğini düşünmek, tıpkı bir fabrikada seri üretim yapıyor gibi toplumu modernleştirmeye kalkışmak son derece yanlıştı. Az sayıdaki elit tabaka hariç, daha Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülkenin büyük bir kısmında "Din elden gidiyor" algısı oluştu. Din elden gidiyorsa bu dine sahip çıkıp onun elden gitmemesini sağlayacak dini liderler mutlaka çıkacaktır. Siz böyle bir boşluk ve talep oluşturursanız bu boşluğu mutlaka birileri doldurur ve bu talebe arz eden de bulunur. Hele de bu toplumun kültürel belleğinde "Mehdi", "Mesih", "Müceddit" ve "Asrın İmamı" vs. gibi pek çok kurtarıcı figür varsa... Bu ünvan ile ortaya atılan herkesin oldukça büyük destek ve taraftar bulması kaçınılmazdır. Nitekim karşı karşıya olduğumuz durum tam da budur.

Bir hiç iken kutsal bir davanın neferi olduk

-Siz nasıl bir davet karşılığında cemaate katıldınız?

Benim gibi bir Anadolu köylüsü, kendisini dışlanmış hisseden önemsiz gören biri, birden bire "dini kurtarma davasına gönüllü olma" gibi bir davet alırsa, bu davete hayır deme şansı yoktur. Nitekim ben de diyemedim. İşte toplumun bir kurtarıcı beklediği yıllarda Bediüzzamanlar, Süleyman Hilmi Tunahanlar gibi dini önderler bu beklentileri karşılayıp önemli bir altyapı kurdular. Tam da Hocaefendi gibi yeteneklerin, hatiplerin değerlendireceği, istedikleri gibi ekip biçebilecekleri bir zemin... Hocaefendi bu zeminden en iyi mahsulü kaldırmaya soyundu ve bunu da fevkalade başardı. İnsanlara; "Ey insanlar, gelin, sizi ümit ettiğiniz yere götürecek kurtarıcı benim, binin benim gemime sizi Hz. Muhammed limanına taşıyacağım. Acele edin vaktimiz dardır", diye cami kürsülerinden 1970'lerde seslenmeye başladığında benim gibi Anadolu'nun gençleri koşarak gitti ve "Emret hocam hizmetindeyiz" dedi. Önce bu tarihsel koşulu görmemiz gerekir. Yoksa durup dururken insanlar bu dini cemaatlere katılıp onların peşinden gitmiyorlar. Orada büyük bir manevi değer ve anlam buldukları gibi, kendileri de aynı anda bir anlam ve değer kazanıyorlar. Bir hiç iken, birden bire kutsal bir davanın büyük bir eri haline geliyorlar. Bu azımsanacak ve kaçırılacak bir paye değildir.

Biz de kaçırmadık...

Darbe girişimini bizzat Gülen yürütüyor

-Gülen ile nasıl tanıştınız?

Ben, Hocaefendi'yi 1970 yılında tanıyıp, ardından birkaç yıl yaz kamplarına katılıp Orta Anadolu'da, 1976 yılında ilk hizmet evini açan kişiyim. 1998 yılında ise 28 Şubat süreciyle başlayan gelişmeler ile daha önceden dolmaya başlayan bardağımın taşması sonucu hizmetteki beraberliğime son verdim. Benim gibi bu yapıya içerden bakamayan, bakmaktan da öte bizzat o yapıyla bütünleşmeyen hiç kimse onu tanımlayamaz ve tam olarak anlayamaz. Bugün ülkemizde yaşanan kafa karışıklığı da bundan kaynaklanıyor. Bu yapı, sosyolojik kurallar ve kalıplar ile anlaşılmayı fazlasıyla aşan bir derinliğe, gizliliğe ve örgütlenme ağına sahiptir. İlginçtir, hizmetten kopuşumda büyük payı olan en önemli olay Hocaefendi'nin 28 Şubat'ta rahmetli Erbakan aleyhine yürüttüğü politika olmuştu. Bugün ki konuşmam da Başbakanımızın hükümetten düşürülmesine yönelik Hocaefendi'nin bizzat yürüttüğünde hiç kuşkum olmayan darbe girişimidir.

Kendini dünyayı fetheden ilk ve son fatih sanıyor

-Hareketin amacı tam nedir?

Hocaefendi, kendisinin Üstad Bediüzzaman'dan sonraki görevli olduğunu, aynı zamanda kıyamete kadar kendisinden sonra da kimlerin görevli olacağını bildiğini, gözünü yumsa bunları bir bir sayacağını sıklıkla söylerdi. Hatta askerliği sırasında bir ara kendisine "Gayb" perdesinin açılıp kıyamete kadar nelerin olacağının gösterildiğini, bugüne kadar o gün gördüklerinden farklı bir gelişmeye şahit olmadığını da söylerdi. Kısaca "GÖREVLİ" olduğuna hem kendi hem de biz inanıyorduk. Ancak ona yakınlaştıkça fark ettim ki, Hocaefendi sadece görevli olduğuna değil, aynı zamanda gelmiş geçmiş en büyük Veli, en büyük Fatih ve en büyük Devlet Adamı olacağına da inanıyordu. Tüm planını ve stratejisini de ona göre kuruyordu. O tüm dünyayı fetheden ilk ve son FATİH olmaya kendisini inandırmıştı.

-Cemaat ne zaman dünyaya açıldı?

80 ihtilalından sonra hizmet sadece öğrenci evi ve yurt açmayı bırakıp, resmi dershaneler ve okullar açmaya da başlayınca Hocaefendi bize; "Görüyor musunuz, Allah şer sandığımız şeyle bize nasıl farklı alanlarda hizmet imkânı açtı" derdi. Nihayet 90'lı yılların başında Rusya dağılınca rahmetli Özal'ın da büyük teşvikiyle Orta Asya'ya gidildi ve orada okullar açıldı. Hocaefendi dünyayı fethetmeye doğru önündeki engellerin bir bir kalktığını, açılan okullar sayesinde Rusya'yı fethettiği gibi bir gün Amerika'yı da fethedeceğini söylüyordu. Tabii kendisi Amerika'ya gidince konuşmalardan bu sözleri çıkarılıp sansür edildi. İlk Amerika'ya gittiği sıralarda cemaatin ilahiyatçı ağabeyleri, hadislerde geçen Kisra'nın "Beyaz Evi" olarak zikredilen İran sarayının Müslümanlar tarafından kıyametten önce mutlaka fethedileceğine dair haberleri Hocaefendi'nin "Beyaz Sarayı" fethetmesine bir işaret olarak yorumladılar. Cemaat artık Fetullah Hoca'yı, Amerika'dan tüm dünyayı fethetmeye giden Müslüman lider olarak algılıyordu.

-Bu bir hayal ve ütopya mıydı?

Bu bir hayal falan değildi. Bu inanılan ve uğrunda hiçbir fedakârlıktan kaçınılmayan bir idealdi.Tüm hizmet tam da bu hedefe uygun olarak dizayn ediliyordu. Akıl almaz bir organizasyon vardı. Devletin bile tutamayacağı istatistikler tutuluyordu. Her yılın hizmet planı stratejik olarak planlanıyor, insan gücü, finansman desteği, siyasi destek vs. her şey inceden inceye planlanıyordu. Bu hareket eşi benzeri görülmemiş bir örgütlenme disiplinine ve düzenine sahiptir. Hedefe ulaşmak için tüm Anadolu'nun en zeki çocuklarını yıllarca toplayıp bu iş için eğittik. Bu hareket başka birşey için değil sadece ve sadece devleti ele geçirmek için varoldu ve çalıştı. Öyle hassas bir şekilde çalışıldı ki mesela, bu yıl kaç öğrenci evi açılacak, kaç yurt, kaç dershane, kaç okul ve diğer tüm hizmet alanları tek tek belirleniyordu. Ardından da öğrenciler hizmette duyulan ihtiyaç alanlarına göre üniversitelerde bölümlere yönlendiriliyordu. Ne kadar hukukçuya, öğretmene, doktora vs. ihtiyaç var ona göre başarılı öğrenciler üniversitelere yerleştiriliyordu. İşte bu sistemli çalışma doğru sonuçlar veriyor ve hizmet inanılmaz şekilde büyüyordu. Yurt genelinde ilgilenilen öğrencilere Hocaefendi'ye bağlılık derecesinin ölçüldüğü puanlar verilirdi ve buna biz "beşlik sistem" diyorduk. Hocaefendi hocalıkla, din adamlığıyla değil örgüt kurmak ve planlamakla uğraşırdı. O hiçbir zaman bir din adamı olmadı. Hatta din adamı olarak görülmekten de hoşlanmadı.

Dine değil Hocaefendi'nin kaprislerine hizmet etmişiz

-Taban bunu nasıl görüyor?

Cemaat tabanında başından beri bir devlet düşmanlığı, ülkeyi yönetenlerin İslam düşmanı olduğuna ilişkin oluşturulmuş bir ön yargı ve ön kabul olduğu için, bu devleti ele geçirmek, onun içinde örgütlenmek kötü bir şey değil tam aksine harika bir şeydi. Biz din iman adına bir şeyler yaptığımızı sanıyorduk. Meğer yaptığımız şey, Hocaefendi'nin hırsına ve kaprislerine hizmet ve tam tersine İslam'ı ve Müslümanları dünya tarihinden silmek isteyen ne kadar şer güç varsa onların planlarına hizmet edip ondan bir parça haline geliyormuşuz.

Toplanan himmetlerin yüzde 15'i hoca'nın kasasına teslim edilir

-Para kaynağını nasıl açıklarsınız?

Bu beslenmiş ve güçlendirilmiş inanç nedeniyledir ki Hocaefendi cemaate; "Bize bir gazete lazım" deyince gerekli finans anında sağlanıyordu. Samanyolu televizyonunun açılması için yurt genelinden özel kampanya ile yardım toplamıştık. Sadece benim görev yaptığım bölgeden 80 kilo altın sadece hanım kardeşlerimizin ziynet eşyalarından toplanmıştı. Nakit paralar hariç... Gerisini siz düşünün...

Her vilayette kazalar da dâhil "Himmet" denilen yardım toplantıları olurdu. İnsanlar yıllık taahhütlerde bulunurlardı ve bu taahhütlerini bir yıl boyu öderlerdi. Memurlar için maaşlarının asgari yüzde 10'u istenirdi. Esnaflar zekatları da dâhil olmak üzere kazançlarının büyük bir kısmını verirlerdi. Tüm ülkede toplanan bu yardımların yüzde 15'i örtülü ödenek olarak nakde çevrilip Hocaefendi'nin özel kasasına teslim edilirdi. İşte Hocaefendi hediye ettiği altın saatleri, değerli tespihleri vs. hep bu paradan harcar. Tabii Amerika'daki seçim yardımlarını da... Miktarını sadece Hocaefendi bilir. İnsanlar bindikleri mütevazı arabalarını satıp himmet borçlarını ödediler. Oturdukları gecekondularının tapularını bağışladılar... Dünya tarihi böyle bir fedakârlığa, Asr-ı Saadet hariç başka hiçbir devirde şahit olmamıştır.

-Peki, bu nasıl mümkün oldu?

Hepimizin büyük katkıları ve tabii başta da Hocaefendi'nin vaaz ve nasihatleri sayesinde oldu. Böylece cemaatte öyle bir "Hizmet" algısı oluşturuldu ki, bu bir iman idi. Cemaat için artık "Hizmet" dendi mi akan sular duruyordu. Hizmet için ver dendi mi veriyorsunuz. Öl dendi mi ölüyorsunuz. Öyle güce sahip olmuştu ki, önüne Hizmet eklediğiniz her şey anında caiz hale geliyordu. "Hizmet" de ne istersen yap! Evet, işte bugün bu inanılmaz ve akıl almaz şeyler böyle oluyor. Amirin değil ağabeyinden emir alacaksın, hizmet budur dendi mi artık Cumhurbaşkanı da söylese o dinlenilemez. Hizmet de telefon dinle, Hizmet de kameraya çek. Hizmet de mahrem alana gir. Hizmet de başını aç. Hizmet de yalan söyle. Hizmet de rüşvet al. Hizmet de şantaj yap. Hizmet de... Ne yaparsan yap... İşte devletin içinde kılcal damarlara kadar böyle girilebildi. İşte devlet böyle "Klonlandı." Bu hareketi kim engelleyebilir, kim bu hareketin önüne geçebilir ki?! Allah bu millete ve ülkeye merhamet etti de hareket ülkenin en güçlü siyasi iktidarına ve Başbakanına hamle yaptı. Bu girişim Başbakanımıza ve AK Parti hükümetine değil de başka bir iktidara karşı yapılmış olsa idi ülke kayıtsız şartsız Hocaefendi'nin örgütü tarafından yönetiliyor olurdu. Hoca da Gölbaşı'ndaki Beyaz Saray'ına oturuyor olurdu.

28 Şubat'ta ‘Hükümet düşecek herkes görevini yapsın' emri verdi

-Sizin için kopuş ne zaman başladı?

Rahmetli Erbakan, dişiyle tırnağıyla var ettiği Milli Görüş hareketi artık yavaş yavaş yerel yönetimler başta olmak üzere siyasi başarılara imza atmaya başlamıştı.

Refah-Yol koalisyon hükümeti kuruldu. Müslümanların başarısından iç ve dış güçler rahatsızdı. Düğmeye basılmıştı ve Erbakan düşürülecekti. Tüm aktörler seçilmişti. Tabii baş aktör de her zaman olduğu gibi bizimkiydi... Komplolar devrede, medya devrede, asker devredeydi. Çağın çilekeş ve yılmaz adamına tezgah üstüne tezgah kuruluyordu. Karar verilmişti. Erbakan bitirilecekti. Erbakan'ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Beşinci kat meclis toplantısındayız. Erbakan hoca hakkında atıp tuttu. "Bu adamlar mı İslam'ı temsil edecek" diye hafife alıp aşağılıyordu. Hatta bir ara öyle galeyana geldi ki; "Eğer İslam'ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam" diyordu. Kararını verdi. "Hükümet düşecek herkes görevini yapsın" dedi. Gazete ve televizyon hükümet aleyhine çalışacak. Belde imamları da başta askeri erkân olmak üzere devlet adamlarını ziyaret edecek ve bizim bu Milli Görüşçüler'le alakamızın olmadığı, bizim onlardan farklı Müslüman olduğumuz anlatılacak, Refah Partisi'nin ilgası için bize ne görev verilirse yapmaya hazır olduğumuz söyleyecekti. Bunu yerine getirmeyen tek kişiyim. Bu da benim sonumu getirecekti. Yine aynı yerde toplantıdayız. Hükümet direniyor. Elinde Zaman gazetesiyle geldi ve "Bir hükümeti düşüremeyen bu gazete yerin dibine batsın çıkarmayın daha iyi" dedi. Bu arada şunu hatırlamadan geçemem. Hani gündeme bomba gibi düşen "Beddua" var ya, Hocanın bedduası yeni değil, ilk defa yapıyorum demesine da bakmayın, zira ekseriya beddua eder. Ben Bandırma'da Ramazan himmeti toplantısında konuşuyorum. Gecenin geç vaktinde İstanbul esnafından ileri gelenler de gelmişlerdi onlarla sohbet ediyoruz. İçlerinden biri dedi ki, "hocam size bir müjdem var. Dün gece teheccüt vaktinde hacet namazı kıldık. Hocaefendi Erbakan'a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan'a Fatiha okuruz." Bunu bana müjde diye söylüyordu. Rahmetli Erbakan'ın ne kadar yaşadığı malum, bu son bedduayı dinleyince bazı arkadaşları arayıp dedim ki; "Sayın Başbakanımıza müjde verin inşallah ömrü çok uzun olacak, çünkü Fetullah Hocanın ölmesi için beddua ettiklerini Allah ona inat çok uzun yaşatıyor."

Fethullah hoca kavgayı bitirmez

-Bundan sonra ne olur?

Hiç tereddüt etmeden söylüyorum, Hoca bu kavgayı sonlandırmaz. Yurtiçinde ve dışında Başbakan'ı bitirinceye kadar durmayacaktır. Fakat burada şunu da belirtmeliyim ki, bu kavga Hoca ile Başbakan arasında süren bir kavga değildir. Bu Türkiye'nin geleceği ve Ortadoğu'nun nasıl şekilleneceğine dair uluslararası bir projenin kavgasıdır. Bu kavganın hiç kuşkusuz birinci tarafını Başbakanımız oluşturuyor. Dünya da bu lideri içeriden biriyle vurmak istiyor. Buna ise her zaman gönüllü olacak hazır kıta bekleyen bir aktör de var... Bu aktör bir taraftan kendi hesapları için buna hazır, diğer taraftan da ondan bu görevi isteyenlere karşı borçlu olduğundan hazır...

-AK Parti'nin kurulmasına nasıl baktı?

Hizmet yıllarında beraber olduğumuz çok değerli bir ağabeyimizin oğlu Amerika'da hem şirket işlerini yürütüyor hem de hizmetlerle ilgileniyordu. Tam AK Parti'nin kurulma günleriydi. O delikanlı anlattı. Şöyle dedi: "Hocaefendiyi ziyarete gitmiştik. Orda kendisine Tayyip Erdoğan'ın parti kuracağını sordular, nasıl değerlendiriyorsunuz, dediler. Tebessüm ederek şöyle dedi: "Ben söylemeyim Kuran söylesin, deyip kalktı Kuran'ı eline alıp rastgele açtı, (buna "Kuran ile Tefeül" denir), oradan bir ayet okudu, ayet güya "onlar hayal peşinde koşuyorlar" diyordu. Ardından da şöyle söyledi: Bunlar devlet yönetmeyi ne zannediyorlar. Devlet yönetmek belediye başkanlığına benzemez."

Daha parti kurulmadan bile o partiyi ve kurucusunu, hem de Kuran ayetiyle idama mahkum eden bir zatın bu harekete karşı nerede durduğu gayet açık ve nettir. Bu nedenle referandum da dâhil Hoca hiçbir zaman AK Parti'yi desteklememiştir. Oy vermek desteklemek değil çünkü... O askeri vesayeti devirmek için destekledi ve bu desteğin, gönülsüz desteğin bedelini de şimdi nasıl ödetiyor görüyorsunuz...

Rahmetli Turgut Özal'ın siyasi başarısından da fevkalade rahatsızlık duymuştu. Hatta bir sohbette kendi annesinin de Özal için böyle söylediğini aktarmış ve şöyle demişti: "Aklı anamın aklı kadar olanlar Özal'ı kurtarıcı sanıyor. Bizim hizmette olsaydı Özal'a semt imamlığı verir miydim bilmiyorum" dedi.

ERBAKAN'A GİTSİN BEDDUASI

Necmettin Erbakan'ı üstün başarısı nedeniyle zaten kendisine rakip gören ve yarış pistinden bir an önce diskalifiye edilmesini isteyen Hocaefendi atıp tuttu. Hatta "Eğer İslam'ı bunlar temsil edecek ise yerin dibine batsın o İslam" diyordu. "Hükümet düşecek herkes görevini yapsın" dedi. Biri anlattı: "Hocaefendi Erbakan'a öyle bir beddua etti ki, yerler gözyaşından ıslandı. Duadan sonra hocaefendi elini yüzüne sürerken dedi ki, hadi size müjde bir haftaya kalmaz Erbakan'a Fatiha okuruz."

BEDDUA VE ÖVGÜ

Demirel için ne kadar beddualar ettiğimizi hatırlamıyorum bile... Ama bu açılım sürecinde Gazeteciler ve Yazarlar Birliği'nin düzenlediği ödül töreninde Süleyman Demirel'e hitaben; "Söz sultanının yanında söz söylenmez..." diyordu. Bir gece öncesinde söyledikleri ise ağza alınacak gibi değildi. Peki, bu nasıl oluyordu?

TCK 163. Madde kalkmasın diye Özal'a rica etti

-Nasıl bir karaktere sahiptir?

Egosantrik bir karaktere sahip olan Hocaefendi, daha çocukken kendisinin büyük bir insan olacağına inanmış ve kendini hep öyle görmüştür. Bu düşüncesinden olmalıdır ki değer gören herkesi kıskanır ve ondan rahatsızlık duyardı. Bu nedenle, etrafındaki insanların, gözleri başarılı insanlara kaymasın diye sürekli onları küçümserdi. Örneğin, rahmetli Necip Fazıl için hep şöyle derdi; "bizim Abdullah Aymaz hoca ondan çok iyi yazar" derdi. Ama ne zaman ki Necip Fazıl üstat vefat etti, aynen şöyle diyordu: "İslam dünyası Sultan-ı Şuarasını kaybetti. Yeri dolmaz bir şair, hatip ve edipti." Çünkü artık ölmüştü ve Hocaefendi için rakip olmaktan çıkmıştı. Rahmetli Özal ile ilgili bir bilgiyi daha sizinle paylaşmalıyım. Rahmetli, Müslümanların başının belası 163. Maddeyi kaldırmıştı. 163. Maddeyi kaldırmaması için Özal'a ne kadar ricacı olduğunu anlatamam. Hocaefendi'ye göre 163. Madde kalkarsa her sokak başında bir şeriat partisi kurulacaktı...

İLAHİYATÇI PROF. AHMET KELEŞ'İN CEMAAT YILLARI

Hizmet rotadan sapınca ayrıldım

1973'de bir yaz günü Fetullah Hoca'nın vaaz kasetini dinleyip, aynı yaz İzmir'e giderek kendisiyle tanıştım. İlk tanışmaya da beni, Eski İzmir Otogarı yanındaki camide görevli olan hizmetin en ünlü hocalarından Mehmet Ali Şengül hocam götürmüştü. Her yaz düzenlenen öğrenci yetiştirme kamplarına katıldım: Buca, Edremit kampları başta olmak üzere... Daha Ankara'da ilk hizmet evlerinin açılmaya başladığı yıldı. Meşhur Necati Bey Caddesi'nde açılan ilk hizmet evinde, hizmetin duayenlerinden ve hala da hizmetin kurmay ekibinden olan Naci Tosun'un ile irtibata geçerek Kırıkkale'de ilk öğrenci evini açıp hizmeti başlattım.

Elinden tuttuğumuz isimler

Arkasından çok kıymetli bir hizmet dostum ve arkadaşım olan (M. İ. B.) İle birlikte Yozgat ve civarında, kazalar dâhil evler ve yurtlar açtık. Sayın Ekrem Dumanlı Yozgat'ta ilk elinden tuttuğumuz gençlerdendi. Hizmete kazanılmasında bir ağabeyi olarak çok emeğim vardır ve bunu hiç unutmadığından eminim. Orta Anadolu'nun hemen her yerine gece gündüz koşarken, 1980 İhtilalı oldu. Hocaefendi'nin arandığı yıllar başladı. İhtilal bütün hesaplarımızı bozdu. 1983 de hem Kayseri'deki hizmetlerle ilgilenmem hem de bu arada bir fakülte okuyup askere gitmemem için Kayseri İlahiyat Fakültesi'ne girdim. 1983-1993 yılları arasında tam on yıl Kayseri ve çevresinde hizmette bulundum. Prof. Dr. Şerif Ali Tekalan ile birlikte çalıştık. Kayseri ve civarında o kadar meşhur olmuştum ki, Kayseri'nin en büyük camii Sanayi Camii'nde vaaz ediyordum ve cemaat saatler öncesinden camiyi dolduruyordu. Kayseri'de hizmetler çok gelişince hizmetin az geliştiği yerlerden olan Balıkesir vilayetine tayinim çıktı. 1993 yılında orada göreve başladım. Bölge imamı olarak çalıştım. Hizmetten kopuş sürecim de burada başladı... Açılım süreçleri, siyasete girmeler ve 28 şubat... 1998 yılında Hocaefendi Amerika'ya gitmeden... Kendisine yapılan yanlışları ve hizmetin rotasından saptığını söyleyerek hizmet yolculuğuma son verdim. Yoksa hamdolsun biz her an Allah yolunun hizmetkârlarıyız...

Rektörlüğe aday oldum

Cemaatten ayrılınca bana Balıkesir'i acilen terk etmem söylendi. Gidecek yerim yoktu. Hiçbir sosyal güvencem vs. yoktu. Sadece Kayseri'de yaptığım doktoram vardı. Bana seni Diyarbakır'a aldıralım, başka hiçbir yere giremezsin, dediler. Gerçekten de giremedim. En son 1998 Eylül'ünde Diyarbakır'da İlahiyat Fakültesi Hadis Anabilim Dalında Yardımcı Doçent olarak göreve başladım. 2004'te doçent, 2009'da da profesör oldum. 2012 yılında bir garip olarak gittiğim Diyarbakır'da Dicle Üniversitesi Rektörü adayı oldum.
STAR
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
Ahmet Keleş'in şehadeti makbul müdür?

akelesrop.jpg


Aynı Ahmet Keleş mi bu?

Bir ifadesi:

http://www.eilahiyat.com/jupgrade/i...29-prof-dr-ahmet-kele-kafaya-koymutum-lahiyat

"Ben yaptığımın doğru olduğuna inanıyordum. Gerisi beni ilgilendirmiyordu. Ve saz benim için türkülere eşlik etmekten çıktı ve benim için cenabı hak ile kurduğum ilişkinin bir vasıtası haline geldi. ...Benim ilahiyatçı kimliğimde boş kalan yanımı tamamladı saz. Önemli bir eksikliğimdi saz… Benim şu andaki dini hayatımda saz çok önemli bir yere sahip."

Mecelle'de diyor ki:

"Raks ile, söz ile [şarkı, çalgı ile] başkalarını eğlendiren, şahid olamaz." (1705. madde)

Derim ki: Şeriattan ayrılmamak lazımdır. Gülen hakkında doğru teşhis koymak için Keleş gibilerine ihtiyaç yoktur. En'âm sûresinde ve A'râf sûresinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim [sallallahü aleyhi ve sellem]! Dinlerini, ibâdetlerini, [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir" buyurulmuşdur.

İlave: Devlet bu gibi tiplerden istihbarat toplar, gelen bilgilere göre tedbirini alır vs; bu ayrı bir konudur. Bu zatın Gülen ve hareketi hakkında söylediklerinin mühim bir kısmı da doğru olabilir. Ama, sadece bu zatın şehadetiyle ben herhangi bir kişi hakkında kesin hüküm veremem. Her söylediğine inanmak durumunda değiliz.
 

Havas

Kısıtlı Erişim
Katılım
19 Ocak 2012
Mesajlar
4,432
Tepkime puanı
71
Puanları
0
durumu çok güzel öztlemiş ahmet keleş hocam.bir gülenci arkadaşla durumu tartışıyoruz.inanmıyor söylenenlere..
latif erdoğana inanma bunada inanma. kime inanacağız?nasıl olacak?
deliller,olayların meydana gelişi durum hakkında önemli bilgiler verebilir

tayyip erdoğan rüşvet yedi iddasına ancak çok samimi mümin bir kişi iddia ederse ozaman şuphe ederim...
 

Havas

Kısıtlı Erişim
Katılım
19 Ocak 2012
Mesajlar
4,432
Tepkime puanı
71
Puanları
0
Ahmet Keleş'in şehadeti makbul müdür?

akelesrop.jpg


Aynı Ahmet Keleş mi bu?

Bir ifadesi:

http://www.eilahiyat.com/jupgrade/i...29-prof-dr-ahmet-kele-kafaya-koymutum-lahiyat

"Ben yaptığımın doğru olduğuna inanıyordum. Gerisi beni ilgilendirmiyordu. Ve saz benim için türkülere eşlik etmekten çıktı ve benim için cenabı hak ile kurduğum ilişkinin bir vasıtası haline geldi. ...Benim ilahiyatçı kimliğimde boş kalan yanımı tamamladı saz. Önemli bir eksikliğimdi saz… Benim şu andaki dini hayatımda saz çok önemli bir yere sahip."

Mecelle'de diyor ki:

"Raks ile, söz ile [şarkı, çalgı ile] başkalarını eğlendiren, şahid olamaz." (1705. madde)

Derim ki: Şeriattan ayrılmamak lazımdır. Gülen hakkında doğru teşhis koymak için Keleş gibilerine ihtiyaç yoktur. En'âm sûresinde ve A'râf sûresinde meâlen, "Ey sevgili Peygamberim [sallallahü aleyhi ve sellem]! Dinlerini, ibâdetlerini, [şarkı ile, mûsikî ile] oyun ve eğlence hâline sokanlardan uzak ol! Onlar Cehenneme gideceklerdir" buyurulmuşdur.

İlave: Devlet bu gibi tiplerden istihbarat toplar, gelen bilgilere göre tedbirini alır vs; bu ayrı bir konudur. Bu zatın Gülen ve hareketi hakkında söylediklerinin mühim bir kısmı da doğru olabilir. Ama, sadece bu zatın şehadetiyle ben herhangi bir kişi hakkında kesin hüküm veremem. Her söylediğine inanmak durumunda değiliz.
adam sazı eline aldıda şahitlikdenmi düştü_?böyle saçmalık olurmu?
bir kişinin söylediğiyie elbette kesin hüküm verilmez..
bilgi olarak aklının bir köşesinde dursun.....
şeriatttan ayırlmıycaz elbette ..şeriat gemisinden hakkın denizi indiğini söyleyenleride tutup çıkaracağız...
 

Murat Yazıcı

Ordinaryus
Katılım
10 Nis 2007
Mesajlar
2,230
Tepkime puanı
40
Puanları
0
adam sazı eline aldıda şahitlikdenmi düştü_?böyle saçmalık olurmu?

Sadece "sazı eline almadı", bizzat çalgıcılık yapıyor. Böylesinin şehadetinin makbul olmayacağı tüm fıkıh kitaplarında yazılıdır. Öte yandan, bu aktardığım bilginin muhatabı senin gibi kişiler değildir.

Yüzü kızarmadan Kur'an-ı kerime iftira eden, sonra tevbe etmeyen, bir pişmanlık alameti ortaya koymayan senin gibi bir mahluka söyleyecek ne olabilir? Peygamber efendimiz aleyhissalâtü vesselâm hakkında "Habibullah=Allah'ın sevgilisi" ifadesinin kullanılmasına şirk diyebilecek kadar akıldan ve utanmadan mahrumsun.

h.z muhammed sevigisi şirk'e kadar götürenlerin bir tezidir.

406438_4827707536948_622814529_n.jpg
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Ahmet Keleş, çok ciddi açıklamalarda bulunmuş... Bütün anlattıklarının özeti:

Gülen, hırsı ve kibri, dini ve aklını aşmış bir kişilik... Öyle ki İslam düşmanlarına alet olup emellerine hizmet edecek derecede!

Tabii Müslümanların boynunu kendi kılıcıyla kesmeye çalışan bir lavrens değilse...
 

Havas

Kısıtlı Erişim
Katılım
19 Ocak 2012
Mesajlar
4,432
Tepkime puanı
71
Puanları
0
Sadece "sazı eline almadı", bizzat çalgıcılık yapıyor. Böylesinin şehadetinin makbul olmayacağı tüm fıkıh kitaplarında yazılıdır. Öte yandan, bu aktardığım bilginin muhatabı senin gibi kişiler değildir.

Yüzü kızarmadan Kur'an-ı kerime iftira eden, sonra tevbe etmeyen, bir pişmanlık alameti ortaya koymayan senin gibi bir mahluka söyleyecek ne olabilir? Peygamber efendimiz aleyhissalâtü vesselâm hakkında "Habibullah=Allah'ın sevgilisi" ifadesinin kullanılmasına şirk diyebilecek kadar akıldan ve utanmadan mahrumsun.

celaletini rumide ney çalar rax ederdi..

rabia'da ud çalardı..
dediğine katılıyorum bunların sözüne güven olmaz...:D


senin cübbelin ihvanlar netle yine birbirlerine girmişler..parasız tefsir neden yayınlıyorlarmış..
mahmut efendinin durumdan haberi olduğunu hiç düşünmüyorum.

sizin cemaattede paralel yapı mahmut efendi jargonuyla borusunu öttürüyor..

eeee!para ,rant olunca işler değişiyor!:D
 

serkan..

Profesör
Katılım
5 Eyl 2009
Mesajlar
1,305
Tepkime puanı
169
Puanları
0
bu tipleri hiç samimi bulmuyorum ..sinsice davranıyor..

90 sonunda anlamışda güyaa ayrılmışmış..neden bu vakte kadar sustun..

aktardıklarında doğruluk payı olan bölümler vardır elbet ancak malumunuzdur ki herhangi bir cemaat yada oluşumdan şu yada bu sebebler ile kopan kimse gerek duygusal gerekse nefsani bi takım arzular ile aktardıklarına yalan dolan iftira katabilir ..ki ayrıca saz çalması ayrıntı olmasına karşı onun ile huzur bulduğunu açıklaması kalbi ifsada da işarettir..fısk sonuçta ki bu belirttiğim gibiufak bi ayrıntı
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Görüldüğü gibi,Türk Toplumunun kahir bir ekseriyetinin insanları tanıma, ölçme ve değerlendirme hassaları ya hiç yok, yahutta çok gerilerdedir! Biz en çok bu cemaatin "hizmet" adı altında yaptıklarına tav olup,onları vaktiyle yere-göğe sığdıramayanlara gülüyoruz şimdi!.. Oysa, şimdi nefret ettkleri bu insanlar, AKP'ye destek verirlerken de aynı yanlışlıklar, içindeydiler !
Ölçü bir partinin desteklenip-desteklenmemesi olursa, bu kez sizin de
"patates dini" sözü mucidinden hiç bir farkınız kalmaz !
 

deren

semure
Katılım
11 Haz 2012
Mesajlar
2,393
Tepkime puanı
262
Puanları
0
kanal 24 Ahmet Keleş canlı yayında konuşuyor.Çok önemli şeyler anlatıyor.
 

Hakperest

Kıdemli Üye
Katılım
13 May 2013
Mesajlar
10,139
Tepkime puanı
3,185
Puanları
113
Konum
:::::YerKüre:::::
aah keşke kapris olsaydı
keşke müminler oyuna/ihanete düşmeyip kaprisle kalsaydı
en azından bizim de kaprisli kardeşlerimiz var derdik
 

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
Oğlumun adını Fethullah koymuştum değiştireceğim diyor.
 

Yetim

Kısıtlı Erişim
Katılım
20 Tem 2007
Mesajlar
2,702
Tepkime puanı
22
Puanları
0
Yaş
45
“Rüyâmda Allah Resûlü’nü Yahudiler için ağlarken gördüm”

  • ruymda_allah_reslunu_yahudiler_icin_aglarken_gordum_h5979.jpg
    Takva Haber / Haber Merkezi

    Mesele hâdiseye yanaşan insan şuurudur, dedik ya… Eğer maksat, eşya ve hâdiseleri oynak bir inanç şamandırasına bağlanmış şuura tercüme ettirmekse, bir esrar satıcısı bile kendine Kur’ân’dan, hadîslerden deliller bulabilir, en azından kendi vicdanını susturma adına da olsa yaptığı işin doğru olduğunu kendine isbatlayabilir. Ama vicdanını deşen akl-ı selim karşısında ise, ancak alâkasız kaçış noktaları gösterecektir. Tıpkı (F. Gülen) taraftarları gibi. Meselâ… Meselâ;
    Siz;
    — “(F. Gülen), “Bizim Nurculukla bir ilgimiz yoktur, keşke İslâmî bir kuruluş olarak değil de sivil toplum örgütü olarak çıksaydık” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Tüm dünyaya hitab eden evrensel bir maslahat güttüğü için söylemiştir.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Nisa Sûresi’nin 31. Ayeti’ne muhalif olarak örtünmeyi füruattan saymış, böylece bir yandan kurnazca bu fıkhî tabiri kullanıp yandaşlarına kendini tevil ettirme kolaylığı sağlarken diğer yandan da kadınların başlarını açabileceğini söyleyerek okumak isteyen binlerce Müslüman kızı mağdur ettiği gibi, kazanılmak üzere olunan başörtüsü mücadelesini de Müslümanlar aleyhine sonlandırmıştır.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “İmanın altı rüknü gibi temel meselelerin haricinde olduğu için teferruat demiştir. Hem Hocaefendi, “Dinin emirlerini yerine getiremeyeceği bir okula bir kadının gitmesi caiz değildir. Ne pahasına olursa olsun mücadele edip başını kapamalıdır. Asla taviz vermemelidir. Bu, Kur’ân’ın nass’ıyla sabittir” demiştir.”
    Derler…

    Siz;
    — “O sözü, 1975 senesine ait Bornova vaaz kasetinde geçen sözüdür. Biz şimdiyi konuşuyoruz. Hem ayrıca içki, zina, hırsızlık gibi mevzuları da imanın altı rüknü gibi temel meselelerden olmadığı için bu mânâda füruattan mı sayacağız? Füruat kelimesine yüklenen mânâ ıstılahî mânâ mıdır, yoksa “lüzumsuz” mânâsı mıdır? (F. Gülen), Yahudilere dair ayetlerle ilgili olarak Yahudileri temize çıkarmak için “Kur’ân ayetleri çok serttir ve günümüz Yahudilerini kastetmiyor, indiği dönemin Yahudilerini kastediyor” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Hususî bir siyaset icabı olarak Yahudileri İslâm’a ısındırmak için söylemiştir.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Filistinli Müslümanların yaptığı şehadet eylemlerinde ölen birkaç yahudi çocuğu için üzüntüsünü belirterek “Hatırladıkça ölen yahudi çocukları gözlerimde tülleniyor” demiş ve bir başka video kaydında da “O bombaların altında endişe duyan yahudi çocukları karşısında yüreğimin yağı erir. Yahudi çocukların başında patlayan bombalar içimde patlıyor gibi” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “O, Hocaefendi’nin tüm insanları kuşatan okyanus enginliğindeki gönlünün genişliğini gösterir.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Şadırvan 8 kasetinde “Rüyâmda Allah Resûlü’nü Yahudiler için ağlarken gördüm” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Uydurma rüyâ isnad edemeyeceğimize göre, insanları gördükleri rüyalarla yargılayamayız.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Filistin’deki işgalin bitmemesinin sebebini Yahudilere değil de, Arab silah tüccarlarının menfaatlerine bağlıyormuş.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Mutlaka bir doğruluk payı vardır.”
    Derler…

    Siz;
    — (F. Gülen), Mavi Marmara hâdisesini “otoriteye başkaldırı” olarak değerlendirirken, ölenlerin şehid sayılamayacağını belirtmiş, ölenlerin ailelerine taziyede bile bulunmazken, diğer yandan zina eden Deniz Baykal’a “geçmiş olsun” mesajı göndererek üzüntüsünü dile getirmiştir. Üstelik İHH’nın da kuşkulu bir kuruluş olduğunu belirtmiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “İHH yardım malzemelerini İsrail’e teslim ederek emanete hıyanetlik yapmıştır. Ha askerin başına çuval geçirilmiş, ha İHH insanları ve malzemeyi teslim edip gelmiş. Şeyh Ahmed Yasin’e acımayan İsrail neden İHH başkanına bir şey yapmamış?” (Not: Bu yorumu yapanın feyz aldığı (F. Gülen), Foreign Policy’nin düzenlediği “Yaşayan En Büyük 100 Entelektüel” anketinde birinci olmuştu.)
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Pensilvanya’daki çiftliğinde CNN-Türk muhabiriyle yaptığı Mavi Marmara konulu röportajında “Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ile arasındaki problemi kan dökmeden diyalog yoluyla çözebilirdi” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “O, olmuş bitmiş bir tarihin yorumudur.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Çeçenistan savaşı için “Çeçenlerin hiç savaşmasa rahat edeceklerini ve özgürlüklerine kavuşacaklarını” söylemiştir.”
    Dersiniz
    Onlar;
    — “Diplomasiyle çözülebilecek bir anlaşmazlıkta savaşa ne gerek var?”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), “Cihadı devlet ilan eder. Bütün cihad ettiğini sananlar İslâm’ın yüzünü karartan teröristlerdir” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Terörün mânâsı kargaşadır. Herkes kafasına göre cihad etmeye kalkarsa kargaşa çıkar, o yüzden devletsiz cihad, cihad sayılmaz.”
    Derler…

    Siz;
    — “Belli bir toprak bütünlüğüne ve devlet çapında sistemli bir kurumsal yapıya sahib olunmadan cihad edilemeyecekse, bu, “cihadın bir gayesinin de öyle bir devlete kavuşmak için olduğu” gerçeğiyle çelişmiyor mu? Hem Allah Resûlü tepeden inme öyle hazırca bir devlete kavuştuktan sonra mı cihad etmeye başlamış?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Allah Resûlü önce tebliğ yapmıştı. Ebu Cehil’i bile öldürmemişti. İslâm’ı hep kan döken bir din olarak sunarsak herkesi İslâm’dan soğutmuş oluruz. Üstelik Hocaefendi “Işık evlerinde bulaşık yıkanması sırasında hasıl olan çatal kaşık sesleri, sahabelerin kılıç şakırtılarıyla aynı seviyededir” buyurur.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), dinler arası diyalog yolunda Hristiyan ve Yahudilerin hoşnutluğunu kazanmak için “Kelime-i Tevhid’deki “M……… Resûlullah” ibaresini söylemeyenlere de rahmet nazarıyla bakılmalıdır” diyerek imanın baş şartını bile füruattan saymıştır. Ayrıca Nisan 2009’da Favorit dergisinde yapılan röportajda “Meselâ bir Hristiyan Hz. M…….’e inanmasa da Hristiyanlıktan çıkmaz, ama bir Müslüman diğer peygamberlere inanmazsa Müslümanlıktan çıkar” derken Hristiyanlığı hak din kefesine koymuş olmuyor mu?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Biz Hocaefendi’nin her dediğine de haklıdır demiyoruz ki!”
    Derler…

    Siz;
    — “Ama yine de onun yolundasınız. Bediüzzaman Hazretleri’nin nur yolundan gitmek için bu bataklığa girmeniz şart mıdır? Bediüzzaman Hazretleri’nin ilmiyle şereflenmeniz için (F. Gülen) yüzünden maruz kaldığınız türlü itham zulümatı altında vicdan karmaşası yaşamanız şart mıdır?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Bir hadîste Allah Resûlü “Ameller niyetlere göredir” der. Hocaefendi’nin bazı hataları olsa da niyeti sahihtir. Gayesi İslâm’a hizmettir. Peygamberimizi de, büyücü, yalancı diye inkâr etmişlerdi.”
    Derler…

    Siz;
    — “Örnek alma şekliniz, muhakeme tarzınız ve ölçülerden mânâ çıkarıp hayata tatbik etme anlayışınız bu mu sizin? Şimdi biz de Allah Resûlü’nün “Ameller neticelerine göre hükmolunur” hadîsini hatırlatsak, ölçüleri karşı karşıya getirerek çarpıştırma densizliğine düşmüş olmayacak mıyız? Ölçülendirme ölçülerini verici ve aklî muhakeme tarzının nasıl olması gerektiğini gösterici bir tatbik sistemine, bir dünya görüşüne sahib olunmadan neyin nereye konacağını bilmeden ayet ve hadîslere el atmak her türlü şenaate yol verir, her türlü bozuk niyet kendini kolayca delillendirebilir. Bir insanın niyeti iyi bile olsa Müslüman bir toplumu ifsad edecek ve Müslümanların akidesini bozacak fikirler yayıyorsa o en büyük haindir. Biz biliyoruz ki 1400 yıllık İslâm tarihinde gelmiş geçmiş yüzlerce İslâm önderi ne en kuvvetli anlarında ne de en zayıf anlarında (en tasvib etmediklerimiz bile!) ne böyle bir strateji, ne de böyle bir taktik-takiyye anlayışı benimsemişlerdir. “Her gördüğünü Hızır bil” mantığıyla “hikmetinden sual olunmaz” diyerek hikmetini bir türlü çözemediğiniz cinayetlerin kendinizde zamanla bir inanç hâline dönüştüğünün ve yaşadığınız gibi inanmaya başladığınızın farkında değil misiniz? Hazret-i Ömer’in, “Allah’ın ve Resûlü’nün emirlerine aykırı hareket edersem ne yaparsınız?” sualine Sahabenin cevaben verdiği “Seni kılıcımızla düzeltiriz ey Ömer!” nidasını hatırlamıyor musunuz? “Kişi sevdiği ile beraber haşrolunacaktır” ve “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz!” ölçüleri de mi titretmiyor sizi?”
    Dersiniz.
    Onlar:
    — “Günümüzün dünya gerçeklerini de görmek gerek. Sadece yanlışlıkları çekiştirerek bir yere varamayız. Hocaefendi’nin gıybetini yapıyorsunuz.”
    Derler…

    Siz;
    — “Gıybet, bir insanın alenen savunmayıp veya yaygınlaştırmayıp topluma mâl etmediği hatalarını çekiştirmektir. (F. Gülen) ise alenen binlerce insanın imanını sakatlayıp öbür dünyalarını da mahvederken bu vebal karşısında “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hükmüne muhatab olmuyor musunuz?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Vay bize şeytan dedin! Hakaret ettin!”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Mümtehine Sûresi’nin 10. âyetine muhalif olarak dinler arası diyalog adına Müslüman bir kadınla Hristiyan bir erkeği evlendirmiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Nikâh kıyılırken orada mıydınız? Bu nikâhı Hocaefendi mi kıymış? Veya bu işi tasvib eden bir sözünü işittiniz mi?”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Almanya’da ortaya çıkan belgelere göre kiliselere 4 milyon dolar bağışlamış. Misyoner okulu Hartford Seminary’e de 2 milyon dolar bağışlamıştır. Müslümanlardan toplanan zekâtlar buralara mı dağıtılıyor?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Abartıyorlar. Bağış yapılmışsa da maslahat icabıdır. O zekâtlar Müslüman öğrencilere verilen burslarda kullanılıyor.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen’in temsilcileri Papa ziyaretinde “Dinler arası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz” demiş, ayrıca kendisinin Papa’ya yazdığı mektupta da “İslâm yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bundan da en çok suçlanacak olan Müslümanlardır… Yeni fikirlerimiz varmış iddiasında bulunmuyoruz. Yine müsamahanıza sığınarak bu misyonun hedeflerine yakından hizmet etmek için üstlenmek istediğimiz birkaç teklifte bulunmayı arzu ediyoruz” demiştir. İslâm’ın ilk yıllarında da Müslümanın anlayışına uymayan bir barış ve diyalog teklifi, üstelik müşriklerden gelmişti. Müşrikler, Allah Resûlü’nün amcası Ebu Talib vasıtasıyla “dediklerinin dışında ne istiyorsa yerine getirelim” şeklinde diyalog kurulamayacağını anlayınca, doğruca Allah Resûlü’ne gelerek, “Biz bazen senin bahsettiğin Allah’a saygı gösterelim, fakat sen de bazen bizim ilahlarımıza saygı göster, böylece aramızda barış olsun” dediklerinde Allah Resûlü onları şiddetle reddetmemiş miydi?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Peygamberimiz de İran Kisrası’na, Rum İmparatoru’na elçiler göndermişti, mektublar yollamıştı.”
    Derler…

    Siz;
    — “Papa’ya yazdığı mektubunda “Hizmetlerinizin bir parçası olayım” dediği gibi sağ kolu Alaeddin Kaya da Papa’nın elini öpmüştür.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Mevlâna da bir papaza selâm vermişti.”
    Derler…

    Siz;
    — “Bektaşî’nin “Kur’ân’da ‘namaza yaklaşmayın’ yazıyor” demesi gibi hakikati saptırarak doğruyu yanlışta kullanmakta üstünüze yok doğrusu. Pekiyi (F. Gülen)’in, Patriğin Ekümenik sıfatının Türkiye tarafından kabul edilmesi ve devamında Vatikan’ın bir benzeri olan Suriçi Ortodoks Devleti için de özel bir anlam taşıyan Heybeliada Ruhban Okulu’nu açtırma çabaları ve bu çabaları karşısında da Kardinal Arenzi’nin hayretini saklayamayarak “Siz bunları sadece konuşup anlatmıyorsunuz, aynı zamanda da yaşıyorsunuz” iltifatına mazhar olmasına, papazların ikna edemediği siyasetçileri bizzat ikna etmesine ne dersiniz?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Fatih Sultan Mehmed de kilise ve havralardaki ibadet ve eğitime müsamaha ile yaklaşmıştı. Hocaefendi de, tarihteki misalleriyle de şahid olduğumuz İslâm’ın derin hoşgörüsünün bir mümessilidir. Biz muhabbet fedaileriyiz; husumete vaktimiz yoktur bizim. Başkaları bin türlü husumet gösterseler ve husumetin bin türlüsünü bir anda çektirseler de düşmanca tavrın tekiyle bile olsa mukabelede bulunmayı düşünmeyiz. Geçeceğimiz yollara diken atan, önümüze çukurlar kazan insanlardan birini bir yerde kuyuya düşmüş görsek, yine ellerinden tutar kaldırırız.”
    Derler…

    Siz;
    — “Tüm dünya Müslümanlarının kan ve gözyaşı batağındaki can pazarında verdiği varlık-yokluk savaşı karşısında hoşgörü edebiyatı ha! Merak ediyoruz, siz, babası öldürülen, annesi tecavüze uğrayan, kız kardeşi işkencede çıldıran, evi yıkılan bir Filistinli veya Iraklı Müslümanlardan biri olsaydınız, bu Amerikalı ve Yahudilere aynı hoşgörüyle yaklaşabilir miydiniz acaba? Sizin o sakat hoşgörü anlayışınız, ancak, mânâsı yarım kalmış ve saptırılmış hâliyle “Sağ yanağına vurana sol yanağını da çevir” şeklinde muharref İncil’de geçer. Ama o sözün asıl amacı mütecavize hoşgörü değildi ve belki de bir devamı da vardı ve Yahudiler devamını silip yok etmişlerdi; tıpkı Türkiye’deki lâiklerin, incisi düşmüş istiridye gibi hikmetlerinin mânâsını kararttıkları Mevlâna Hazretleri’ni sahte bir hoşgörü edebiyatına âlet etme alçaklığını gösterdikleri gibi. İslâm’da böyle bir hoşgörü anlayışı yoktur. Böyle bir hoşgörü, önce günahları, sonra da küfrü görmezden gelmeyi, daha sonra da küfre yaltaklanmayı ve giderek onun himayesinde onun çanağından beslenmeyi peşinden getirir. Pekiyi CIA eski Ortadoğu sorumlusunun verdiği referansla Amerika’ya yerleşen (F. Gülen)’i Pensilvanya’daki Amerikan bayrağı çekilmiş çiftliğinde CIA ve MOSSAD ajanları koruyormuş. Buna ne dersiniz?”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Allah isterse bu dini kâfirin eliyle de güçlendirir.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Nevval Sevindi ile yaptığı röportajda, “Amerika’nın egemenliğinin zayıflamasından endişe duyulmalıdır” demiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Herkesin hatası olabilir.”
    Derler…

    Siz;
    — “Mutlak Hakikat’e nisbetle doğruyu arama ve layık olduğu yere koyma yolunda yapılan hata, tıpkı gideceği yönü elindeki pusulaya göre peşinen bilen bir şoförün hataen ana yoldan yanlış yola sapmasına benzer. Ama o şoför eninde sonunda yollardaki yön tabelalarını okuyarak ve elindeki pusulanın yardımıyla yine doğru yönü bulacak ve ana yola çıkacaktır. Doğruyu arayanın arayışı da doğru olur. Doğru olduğu içindir ki yaptığı hata bile onu yine doğruya çıkarır, yanlışı doğruya kalbedilir. Ama zaten en baştan yanlış yöne giden şoförün bırakın hatası, doğrusu bile yanlışa döner. Aslolan ana kaidedir. Ve istisnalar da kaidedendir. Parça, bütüne aitse ve bütündeyse o parçayı nereye savurursan savur yine “bütün”dendir, “bütün”dür. “Günah” gibi veya “konmuş kuralların dışına çıkma” gibi nefsi ilgilendiren hata ise nefse uyarak veya şuurdışı yapılan şeylerdir. Hatayı “hata” yapan şey ise ardından gelen nedamet ve tekzibdir; yani özür ve af talebidir. Eğer bunlar yoksa ona “hata” denmez, “tümden yoldan çıkmışlık” denir. Yani “hata”, bir şoförün kırmızı ışıkta fren yerine ezkaza gaza basması gibi bir şeydir, kırmızı ışıkta geçmeyi kaideleştirmesi değil; sonuçta hatasının farkında olarak onu bir şekilde telâfi eder. Nitekim bir Hadîste şöyle buyurulur; “Bir hata gizli kalırsa, sahibinden başkasına zarar gelmez. Aşikâre yapılır ve kırılan pot düzeltilmezse, o zaman umuma zararı dokunur.” Amma velâkin görüyoruz ki her iki duruma göre de baksak, (F. Gülen), değil hatayı “hata” olarak yapmayı, bilâkis hatanın kitabını yazmış, kaideleştirmiştir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Öyle de olsa böyle de olsa Hocaefendi mücadelesiyle, vaazlarıyla uhdesindeki neşir vasıtalarıyla İslâm’ı tüm dünyaya duyurmuştur. İslâm’dan habersiz birinin, bu neşriyatlardan birinde geçen bir tek “Allah” kelimesini okuması bile kârdır.”
    Derler…

    Siz;
    — “Milli Gazete, Vakit ve Yeni Şafak gazeteleri Aydın Doğan’ın Yay-Sat şirketinden ayrılıp Turkuaz isimli şirkette birleştikleri hâlde Zaman gazetesi hâlâ bu şirket üzerinden dağıtılıyor ve Doğan’ın kasasına her ay 850 milyar lira giriyormuş.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Zaman, dünya çapında bir gazetedir. Bunlar marjinal mimlenmişlikten sıyrılmanın ve her çevreye hitab edici global açılımın icablarıdır. Meyve veren ağaç taşlanırmış. Hem Hocaefendi’yle uğraşacağınıza kâfirlerle uğraşsanız daha iyi etmez misiniz? Müslümanları birbirine düşürüyorsunuz. Kâfirin eline koz veriyorsunuz.”
    Derler…

    Siz;
    — “Kâfirler en fazla Müslümanları yok etmeye çalışabilirler, ancak onlara güçleri yetebilir. Ama ona rağmen bir Müslümanı yok etseler, yerine on Müslüman gelir, onunu yok etseler yüz tanesi gelir. Ancak, suret-i haktan görünerek Müslümanlığı-Müslümanlık akidelerini yok etmeye çalışan birinin tehlikesi, Müslümanları yok etmeye çalışan birinin tehlikesinden çok daha büyüktür ve öncelikle onunla mücadele edilmelidir. Kâfirin kullandığı asıl koz da böyle bir insandır zaten. Ve bu koz, küfür dünyasına sokulmuş değil, bilâkis gelen İslâmcı dalganın içini boşaltıp kanını çekerek güçsüz düşürme yolunda İslâm dünyasına sokulmuş bir Truva atıdır.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Korkunç iftira! Hocaefendi bir sürü insanın hidayetine vesile olmuştur. Bir sürü genç onun sayesinde namaza başlamıştır.”
    Derler…

    Siz;
    — “Namazın gayesi nedir? Sadece yatıp-kalkmak mıdır? Namaz esnasında kalbiyle Hristiyanlara muhabbet duyguları beslerken, ağzıyla “Hristiyanları dost edinmeyiniz” ayetini tekerlemek namaz mıdır, hidayet midir? Hem bugün Avrupa’daki Hristiyanlar “Bir Türk hoca varmış, ‘Hristiyanların iyileri de cennete girecek’ diyormuş, o hâlde dinimizi değiştirmeye gerek yok” diyerek Müslüman olan hemşehrilerini dinden döndürmeye çalışıyormuş.”
    Dersiniz.

    Onlar;
    — “Nereden duyuyorsunuz bunları? Kaynağınız nedir? “Size bir fasık haber getirirse doğruluğunu araştırmadan ona inanmayın pişman olursunuz” âyetini bilmiyor musunuz? Hocaefendi dünya çapında açtırdığı eğitim yuvalarında hizmet veriyor!”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen)’in Orta Asya’da açtırdığı okullarda lâik-dinsiz eğitim müfredatı uygulanıyormuş.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “İftira! Oralarda hizmet veriliyor. Yabancı çocuklara İstiklâl Marşı öğretiliyor.”
    Derler…

    Siz;
    — “STV’de geçen bir habere göre Bosna savaşında hizmet niyetiyle oraya gitmişler ve Bosnalılar sormuşlar bunlara; “Siz ne için geldiniz buraya, mücahid misiniz?” Yok değiliz, demişler. “Peki Kuran öğretmeye mi geldiniz?” Yok hayır, demişler. “Peki neden geldiniz” diye sorduklarında, “Biz Türkçe öğretmeye geldik” demişler. Hizmet anlayışınız bu mu sizin? Hem o okullar Orta Asya’ya nüfuz etmek isteyen Amerika’nın ajan üssü olarak kullanılmaktadır.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Kuru iftira! Hocaefendi “Mü’min, karşısında Amerika dahi olsa bomba olup patlamalı, başını dağıtmalı gavurun!” der.”
    Derler…

    Siz;
    — “O sözü “Kâbe baskını” ile ilgili olarak tâ 30 sene öncesine ait bir vaaz kasedinde geçer. Biz şimdiyi konuşuyoruz. Hem bu “okul hizmeti” ancak komünist rejimlerden kurtulmuş, bu yüzden de İslâmî eğitim alt yapısı çok zayıf olan Orta Asya ülkelerinde yapılıyor. Ama meselâ eğitim alt yapısı sağlam ve neyin ne olduğunun farkında olan birçok Afrika ülkesi onları kapılarından içeri bile sokmuyorlar. Çünkü bunların müfredatlarında gerçek mânâda dinî eğitim diye bir şeyin olmadığının farkındalar.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “O sizin suizannınız.”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen) Vatikan’dayken Hürriyet gazetesinden Reha Erus’a verdiği röportajda “Bu kutsal topraklarda ölmeyi hayâl ediyorum” demiştir.”
    Dersiniz.

    Onlar;
    — “Bütün dünya Müslümanlara mescid kılınmıştır. Herkesin istediği yerde ölmeye hakkı vardır. Hem ölünen yerin ölen insana ne zararı olabilir?”
    Derler…

    Siz;
    — “(F. Gülen), Papayla görüşmesinde Vatikan’a vizesiz girilmesini taleb etmiş. Hâlbuki Vatikan’a ancak (İslâm ülkelerinde yaşıyor olsalar bile) alenî Hristiyanlar vizesiz girebilir. Vize sorunu yalnızca gizli Hristiyanlar için vardır. Ömrünün sonuna kadar serbestçe Vatikan’da yaşama hayâli ancak böyle bir Hristiyan için geçerli olabilir.”
    Dersiniz.
    Onlar;
    — “Artık yeter! Ne demek istiyorsunuz? Bir insana bu kadar çamur atılmaz! Hocaefendi banyo yaparken bile meleklerden utandığı için iç çamaşırlarını çıkarmayacak kadar rikkat sahibi, her sözüyle de hikmet sahibi bir insandır. Siz ondaki derinliği anlayamazsınız. Artık saçmalıklarınızı dinlemiyorum!”

    (Türkiye’deki son verdiği veda vaazında girdiği “üzüntü krizi”nden kendini ayıltmaya çalışan cemaate “Merak etmeyin, ben sizin huzurunuzda ölecek kadar talihli birisi değilim” sözünde hangi İlâhî hikmeti aramalıydık acaba?)
    Derler ve derler…(6)

    (F. Gülen), ardındaki kalabalık gücü gördükçe haklılığına pay çıkarıp her geçen gün gram gram sinsice vehameti artan dozdaki cinayetlerini işlemeye devam edecektir. Kıvamını yakalayınca da takibçilerine “artık Hristiyanlığın umdesi olan teslisi kabul ediyoruz” dediği zaman takipçileri “vardır bir hikmeti” diyerek kiliselerde istavroz çıkarabilecekler midir? (Gerçi kiliseye giderek vaaz dinlemeye başlamış olanlarını da duyuyoruz.) Yoksa yeni bir tevil mi geliştireceklerdir? “O kadar da değil” demeyin sakın. İBDA 25 sene önce mikroskop camında kanser virüsünü teşhis ettiğinde de İslâmcı camia “o kadar da değil” demişti. Ama bugün hastalığın vardığı boyut ortada. İman uçmuş, hasta son nefesini vermek üzere.
    Tüm bunlar, dünden beri küfrün ve işbirlikçilerin, gelen İslâmcı dalgayı frene edebilmek için İslâm’ı İslâm’a karşı istismar etme taktiklerinin bir başka versiyonudur: “Gelen dalgayı frenleyemiyorsan yönünü değiştir!” Ama bu kez nereye doğru? Vatikan’ın mânâsına doğru.
    Artık mânâsını da aştılar, müşahhas olarak da içindeler.

    (Alıntıdır)...

    1239702_10151867543599394_352384883_n.jpg
 

fakiri

Kıdemli Üye
Katılım
14 Ocak 2007
Mesajlar
15,969
Tepkime puanı
355
Puanları
83
Konum
KOCAELİ
Güncelleyeyim tekrar !

Görüldüğü gibi,Türk Toplumunun kahir bir ekseriyetinin insanları tanıma, ölçme ve değerlendirme hassaları ya hiç yok, yahutta çok gerilerdedir! Biz en çok bu cemaatin
"hizmet"adı altında yaptıklarına tav olup,onları vaktiyle yere-göğe sığdıramayanlara gülüyoruz şimdi!.. Oysa, şimdi nefret ettkleri bu insanlar, AKP'ye destek verirlerken de aynı yanlışlıklar, içindeydiler !
Ölçü bir partinin desteklenip-desteklenmemesi olursa, bu kez sizin de
"patates dini" sözü mucidinden hiç bir farkınız kalmaz !
 
Üst