Ah buhara! Ah semerkand! Ah yesi! Ah hiva! Sana ne kadar hasretiz!

dedekorkut1

Doçent
Katılım
30 Ağu 2007
Mesajlar
1,148
Tepkime puanı
18
Puanları
38
Konum
Ankara
AH BUHARA! AH SEMERKAND! AH YESİ! AH HİVA! SANA NE KADAR HASRETİZ!


ALPEREN GÜRBÜZER

Ah Buhara! Ah Semerkand! Ah Yesi! Ah Hiva! Ah Taşkent! Ey sevgililer diyarı! Sana ne kadar hasretiz bir bilsen. Senin o nefesini, o güzel gül kokunu unutmak mümkün mü? Yeniden çarpan gönüllerimizle seni arıyor, arayacağız da. Bu hasret bizde oldukça sana meftun olmaya mecburuz. Sadece seni arayan biz mi? Elbette ki hayır, tüm insanlık sana hayran. Her ne varsa senin ışığında mevcut. Her şey senle başladı, bu yüzden sen bizim narına nuruna kurban olduğumuz cananımızsın, sana aşığız da. Zira yediden yetmişe her dilde senin adın var.
Ey sevgi diyarı! Sen bizim tacımızsın, her salise seni düşünürüz. Düşündüğümüz kütükte senden gayrisine yer yok. Şayet ruhumuz aklanırsa senle aklanacak, bu sevdadan vazgeçmeyiz. Seni öteden beri bu kütükte böyle tanırız.
İnan senden bize kalan hatıraların olmasa yaşamak ızdırap. Her taraf sanki bumbuz, çünkü nur damlalarından uzak kalalı epey zaman geçti. Madem durum vaziyet bu, şimdi vuslat zamanıdır. İşimiz zor, yollar çetin olsa da bir kere baş koymuşuz yoluna, dönüşü yok. Sensiz ömrümüzü heba edip meçhule adar olduk. Bir gün olsun şu fani dünyada kendimize bile faydamız olmadı. Bu sebeple yaramıza tek merhem ilaç seni gördük, hatta tabipte sensin. Unutmadık elbet, asırlar boyu kalbimize ateş olup yüreğimizi yakmıştın. Uykusuz gecelerde kapında dururken bir sır gibi girmiştin sinemize. İyi ki iç dünyamıza girmişsin, yoksa seni bilemeyecektik. Şimdi bir kez daha kapını çalmak için varız. Ve yeniden yüreğine al, bizi yoğur diyoruz. Bu talebimizi kabul etki; kirlenmiş dünyamız sil baştan temizlensin, bu yüzden müptelayız sana. Bu uğurda can bedenimiz sana armağan olsun. Biliniz ki; bunca kirlenmişliğe rağmen hala yolunu gözleyen, gerektiğinde emrine amade ‘ferman padişahındır’ diyebilecek bağrı yanık sevdalılar var. Keza onlar her an emrine amade, boynumuz kıldan ince diyecek kadar can yürektirler. Ey Buhara! Ey Semerkand! Ey Hiva! Ey Yesi! Ey Taşkent! Ey Sevgililer diyarı bir işaret ver ki, ışığını bekleyen can yürekler kapında ziyan olmasınlar.
Senden uzak kalalı ardından hasretle yâd ederiz seni hep. Bu hasret bizde oldukça, fizanda olsan bile biz seni arar yine buluruz. Hasret ateşinle gözyaşımız kan çanağına bürünse de, iki elimiz kanda da olsa bu böyledir. Bu dileğimiz aynı zamanda aşk mektubudur. Arzumuz ve hasretimizi dile getiren bu mektuba öylesine bakman bile yeter, şayet bakmazsan, senden başka bize kim bakar ki. İnan sen olmazsan mana yerini bulmaz. O halde kapını aç, nübüvvet gülünü koklamak için bizi güneşinle aydınlat. Aydınlat ki; bedenimiz nurlansın. Yediden yetmişe herkes şunu iyi biliyor ki, o aydınlık kandili ilkin Mekke'de doğmuş, Medine’ye hicret etmiş, oradan Orta Asya’ya uzanmıştır. Şimdi o Muhammedi ışık, nur neslinden Semerkand’da medfun Şah-ı Zinde (Peygamberimizin akrabası Kusam bin Abbas) kabrindedir. Ey Buhara! Ey Semerkand! Ey Hiva! Ey Yesi! Ey Taşkent! Ey Sevgililer diyarı! İyi ki onu bağrına basmışsın. Bu sayede bağrında taşıdığın Şahı Zinde’nin ruhaniyetinden istimdat dileyip mektubumuzun yüce makamına arz edebiliyoruz. Dileklerimizin kabul edilmesini bekliyoruz. Kaldı ki mektup kabul görmese de nur içinde yattığı kabri şerifinde bir selam gönderse o bile yeter. Zira her bir selamının her can yürekte perde perde aralandığına inancımız tamdır. Elbette ki her açılan perdede o var. Bu yüzden onu sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi biliriz. Her şeyden öte Peygamber kokusunu oraya taşıyan cananımız, sılamız, sevdamız, umut tacımızdır o. Zaten o gül kokusu oralar taşınmasaydı başta Sahabe-i Güzin, Tabiin olmak üzere İmam Maturidi, Pir-i Türkistan, Şahı Nakşibendî gibi daha nice gül bahçelerini bilebilir miydik? İşte aklımıza takılan gül bahçesinde yetişen isimlerden birkaçı;
-Enlem hesaplarıyla ünlü bir bilge insan olma özelliğinin yanı sıra Tıp biliminde kendinden söz ettirecek kadar etki sahibi İbn-i Sina,
-İranlı Şair Rudeki,
-Gazne’de Şehnameyi yazan Firdevs’i,
-İlk astronom ünlü rasathaneci Uluğ Bey,
-İran şairi ve matematik bilgini Ömer Hayyam,
- Matematik, botanik, tıp, musiki, felsefe ve mantık alanında yazdığı eserleriyle doğu ve batının ilgisini çeken Farabi,
-Modern cebir’in öncüsü Harezmî,
-Büyük bir dilci, kelamcı, müfessir ve Harizm’in onur abidesi Zemahşeri,
-Işığı Bursa’dan Semerkand’a kadar uzanan matematik ve astronomi bilgini Kadizade-i Rumi,
-Fatih Sultan Mehmet’in davetine icabet edip Maveraünnnehir’in İstanbul’a açılan kolu Matematik ve astronomi usta dehası Ali Kuşçu,
-Türk dili aşığı Ali Şir Nevai,
-Divani Lugati’t Türk eseriyle meşhur Kaşgarlı Mahmut,
- Türk İslam edebiyatını günümüze taşıyan ilk yazar Yusuf Has Hacip,
-Babür imparatorluğunun kurucu hükümdarı ve Hind’in ruh iklimine Babürname eseriyle İslami ruh aşılayan Babür Şah,
-Müzik dehası Abdülkadir Meragi vs.
Peki ya Horasan Erenlerine ne demeli. Belli ki onlarında yukarıda sıraladığımız bilge şahsiyetlerden farkı aşkın nefesini Orta Asya kilimi üzerine nakkaş nakkaş işlemiş olmalarıdır. Hakeza onlar nefesleriyle Buhara, Semerkand kilimini işlemekle kalmadılar, kıyamete kadar devam edecek gönül sultanlarını da nakşettiler. Öyle ki; nakşedilen bu kilim Orta Asya’dan Anadolu’ya, Anadolu'dan Balkanlara ve Avrupa’ya taşınabilmiştir. Baksanıza dağlar, taşlar, bozkırlar, ırmaklar, okyanuslar bile bağrında taşıdığın Horasan Erenleriyle hayat buluyor. İşte bu yüzden dağa, taşa ve cümle âleme soluk olan;
-Eb’ül Hasan Harakani,
-Ebu Ali Farmedi,
-Yusuf Hemedani,
-Abdulhalık Gücdevani,
-Arif-i Rivgeri,
-Ali Ramiteni,
-Muhammed Babasemmasi,
-Seyyid Emir Kü’lal,
-Bahaeddin-i Buhari,
-Alaaddin-i Attar,
-Yakub-i Çerhi,
-Hace Ubeydullah Ahrar,
-Muhammed Zahid,
-Derviş Muhammed gibi daha nice canlar cananı Hacegan Erenlerini unutmadık, unutmayız da. Nasıl unutulsun ki; onlar nakşedilen kilim üzerinde saçtıkları ışıkla tüm insanlığa rehber olmaya devam eden gönül sultanlarıdır. Dolayısıyla şimdi “Işık doğudan doğar” sözün mana ve ruhunu daha iyi anlıyoruz. Tarih bu sözün doğruluğunu her defasında hatırlatıyor zaten.
Tarih habire hatırlata dursun, bir feryat cihanı sarmış aldı gidiyor da. Cihanı sardığı şundan belli ki batı ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağın doğuda olduğunun farkına varmış durumda, amma velâkin o ışığın önünde engel olan sis perdelerini daha henüz kaldırmış değiller. Belki de o sis perdelerin kalkması için onlara Buhara, Semerkand ve Taşkent kütüphanelerinin tozlu raflarında saklı ciltler dolusu eserleri sunacak bir el'e ihtiyaç var. Kim bilir bir gün bu engin hazineleri gün yüzüne çıkaracak yeni gönül erleri ortaya çıktığında hem doğu, hem batı insanı bunalımdan kurtuluşunun gerçekleşmesi her an mümkün. Böylece Allah’ın vaat ettiği o nur tamamlanmış olacaktır. Elbette ki; bu meydan er meydanı, yeniden o senin ışığın gün yüzüne çıktığında meydanların huzur bulacağı muhakkak. Kaldı ki senin bu güne dek ne vahşetin görülmüş, ne de zulmüne şahit olunmuş, şimdiye kadar insanlığın şahit olduğu şey senin o nur yüzlü adaletinde gizli. Bu yüzden insanlık yeniden adaletine muhtaçtır. Çünkü sende aşkın çilesi var. Yeter ki, seni candan çağıran yürekler an be an çarpsın, bir gün aydınlık günler doğar elbet. O özlenen pembe şafaklar belki yarın, belki yarından da yakın. Şu an, hasretle bekliyoruz, zincirine bağlıyız, altın halkana pervaneyiz hala. Her daim kapına dayanmaya hazırız, ne olur en derin sinende bize de yer ver. Ve bizi kabul et.
Hâsılı; bu bir gönül yolculuğudur. Seni anarken bile takatimizin tükendiğini hissettik, gönlümüzün feri soldu bile. Meğer Şair; “Toprak basar kucağına, güneş çeker sıcağına, atar derdin ocağına” derken ne kadar haklıymış.
Vesselam.
http://www.bayburtpostasi.com.tr/seni-unutmak-mumkun-mu-makale,3835.html
 
Üst