Önemli Açıklamalı Felsefi Terimler Sözlüğü

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
MEKANİKÇİ ÖZDEKÇİLİK
Doğal ve toplumsal olguların mekaniğin yasalarıyla açıklanabileceğini sana özdekçilik anlayışı.

Mekanikçi özdekçilik, evreni özdeksel bir temele oturtmak ve bunun da, mekanik yer değiştirme devimiyle ve makinelerde olduğu gibi zorunlu bir nedensellik içinde işlediğini ileri sürer; ve böylece düşünceyi sınırlandırır, bütün süreçleri, ve bütün devim biçimlerini mekanik devime indirgemekle organik özelliklerin ve toplumsal yasaların anlaşılmasına engel olur. Mekanik ve matematiğin evreni tümüyle bilmek için yeterli ilkeleri sunduğunu savunur.

Descartes evreni, kocaman bir makine olarak görür ve Hobbes canlı doğayla cansız doğayı bir ve aynı sayarak mekanik nedenlerle açıklar, ve tanrıyı bile “doğal nedenlerin en üstünü” sayarak doğalaştırır. Hobbes’a göre evrende her şey özdeksel, ruhsal, insansal, toplumsal her şey doğal ve bundan ötürü de özdeksel nedenlerle belirlenmiştir. Ruh,irade vb. gibi özdeksel olmayan tasarımlar boş ve temelsiz önyargılardır; evrene bütün olup bitenleri bu gibi tasarımlardan ve düşlerden kurtararak matematikte olduğu gibi zorunlu şemalara bağlamalıdır. Mekanik yasalara göre kurduğumuz işlettiğimiz bir makinenin artık nasıl işleyeceğini ve neler üreteceğini önceden bilebilirsek, öylece evrensel belirlenişin tek kaynağı olan özdeksel nedenleri de bilmekle bir makinede olduğu gibi önceden dilediğimiz yönü verebiliriz. İşte bu anlayış katıksız bir mekanikçi özdekçilik anlayışıdır.




METAFİZİK
Felsefenin en temel konularını, bu konuların felsefe içinde işlenmesi açısından ele alan bilgi dalı. Tek tek ve farklı biçimlerde varolan nesnelerden ayrı, genel ve bir bütün olarak varlığın ya da varolmanın ne olduğunu araştırır. Metafizik terimi felsefe tarihi boyunca bir yandan en üst felsefe disiplini olarak olumlu, bir yandan da boş ve anlamsız önermeler içeren bir alan olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır.

Metafizik deyimini ilkin i.ö. 1. yüzyılda Andronikos kullanmış ve Aristoteles’in ders kitaplarını sıralarken doğa bilgisi derslerinden sonra gelen on dört kitabına Meta ta Phusika ( doğa bilimlerini kapsayan kitaplardan sonra gelen kitaplar) adını vermişti. Nitekim bu kitaplarına Aristoteles de duyularla kavranan bilgi (fizik)’in üstünde saydığı usla kavranan bilgiyi kapsadıklarından ötürü ilk felsefe adını vermiş bulunuyordu. Aristoteles için bu felsefenin ilk’liği, bütün bilimler için gerekli ilkeleri incelemesinden ve saptamaya çalışmasındandı. Böylece metafizik, ilk kullanımında fiziğin üstünde, ötesinde ya da dışında sayılan düşünce ile ilgili, düşünsel bir anlam taşımaktadır. İşte bu anlam, giderek onu idealizm ve ruhçuluk ile kaynaştırmış ve gerici bir dünya görüşü oluşturmuştur.

Metafizikle bilinçli biçimde ilk uğraşan ilk filozoflar Eski Yunan düşünürleridir. İlk kez bu düşünürlerin ele aldığı temel metafizik sorun, zihin tarafından bilgi nesnesi edinilebilen, ama gerçek dünyada bulunmayan şeylerin (soyut düşüncelerin, örneğin sayıların), genel olarak biçimlerin varlığı ve niteliğidir. Eski Yunan felsefesi algılanabilir gerçek dünya ile düşünülen zihinsel bir idea dünyasını ayırt etmiş, daha sonra metafizik ile ilgilenen felsefeciler de soyutlamalar ile tözler arasındaki ilişkiler üzerinde durmuşlar, bunların ikisinin de mi gerçek olduğu, yoksa birinin ötekinden daha mı çok gerçeklik taşıdığı sorununu tartışmışlardır. Dolayısıyla doğa, zaman ve uzam, Tanrı’nın varlığı ve nitelikleri gibi sorunları biçim ile idea arasındaki ilişkiyi kavrama çabasıyla irdelemişlerdir.

Felsefe tarihinin ilk metafizikçileri Parmenides ve Platon’du. Sonraki yüzyıllarda metafiziğin en önemli konularından biri olarak görünen dünya ile gerçek dünya ayrımı ilk kez bu düşünürlerce dile getirildi. Platon, sürekli değişen duyulur dünyanın geçici nesnelerinin karşısına, değişmeyen, duyulara verilmeyen, düşünce yoluyla ulaşılabilir bir dünya yerleştirdi. Aristoteles bunu farklı bir biçimde yorumladı. Ona göre madde her zaman kendi en üst biçimine doğru sürekli bir devinim içindeydi. Dolayısıyla Aristoteles için maddi dünya organik değişim içindeki bir süreklilikti.

Hıristiyanlığın gelişmesiyle, ortaçağda dinsel etki alanına giren metafiziğin ana sorunu Tanrı’ydı. Tanrı’nın varlığını kanıtlamak için çeşitli usavurmalar geliştirilirken, Tanrı ile dünya arasındaki ilişkiler (yaratılış, zamanın başlangıcı, Tanrı’nın dünya içinde varlığı vb.) metafiziğin başlıca konuları oldu. Böylece ortaçağda metafizik tanrıbilim ile eş sayıldı. Ortaçağ egemenliği tümüyle Hıristiyan kilisesinin elindedir. Hıristiyan kilisesine göre dinsel dogmaların dışında hiçbir bilim yoktur, tek gerçek dinsel dogmalardır. Birçok aydın düşünceleri kapsadığı halde tanrıbilim ile eş sayılan metafiziğin ortaçağda Hıristiyan kilisesi tarafından kullanılmasıyla ortaçağa karanlık çağ adı verilmiştir.

16. yüzyıldan sonra metafizik deyimi, ontoloji anlamında kullanıldı. Ne var ki bu varlık, “duylarla kavranılan dışındaki varlık” ve “görünüşlerin ardındaki kendilik” olarak ele alınıyordu. Hegel’e gelinceye kadar bu çağın metafiziği de, ortaçağın metafiziği gibi, bilimsel temelden yoksun kurgul görüşler ve varlığın duyularla algılanamayan kendiliği üstüne varsayılan yapıntılar olarak sürüp gitmiştir. Hegel metafizik terimine diyalektik karşıtı anlamını vermiştir.

Metafizik deyimi, ruhçuluk temelinde birleşen şu anlamları kapsar: duyularla kavranılanların dışındaki varlıkların bilgisi, kendiliğinde şey’in bilgisi, doğanın ardında gizlenen ve ona imkan veren varlık bilgisi, mutlak bilgisi, ussal bilgi, madde olmayanın bilgisi, son erek bilgisi, doğasal ve biçimsel olmayanın bilgisi, dogmacı bilgi, varlık yasalarını bulmak için düşünen benliğin bilgisi.

Rene Descartes, bütün varlığı temelde, yer kaplayan madde ile düşünen zihin olarak iki bağımsız alana ayırdı. Bu kavrayış içinde Tanrı’nın konumu yalnızca, yalnızca maddeyi yaratmış bir ilk neden olmakla sınırlıydı; ilk yaratılıştan sonra her iki dünya da kendi yasalarıyla işliyor, aralarındaki ilişki de insanın ruhu ile bedeni arasındaki ilişki aracılığıyla kuruluyordu.



MİMEMİS
Taklit; benzetme, örnek alınan şeyi yeniden yapma. Kimi düşünürler sanatı, nesnelerin bir taklidi (mimemis), bir benzetmesi olarak görürler.




MONAD
Leibniz’in felsefesinde, sonul gerçekliği oluşturan , sonsuz küçüklükte ruhsal-maddi varlıklara verilen ad. Leibniz bu terimi felsefenin temel kavramı olarak kullanmıştır. Her monad bilinçlilik derecesine göre, öteki monadlardan farklılaşan tek, yok edilemez, dinamik bir tözdür. Monadlar arası gerçek bir nedensellik ilişkisi yoktur, ama her biri kendi içinde bir değişme ilkesini barındırır. Yaratılış sırasında Tanrı’nın kurduğu düzende bütün monadlar birbirleriyle eş zamanlı olarak ayarlanmıştır. Bu yüzden de her monad öteki monadlardan etkilenmediği halde değişen gerçekliğin tümünü olduğu gibi yansıtır. Böylece farklılıklar dünyasına birlik egemen olur.

Bu terim ilkin antikçağ Pitagorasçılarınca kullanılmıştır. Pitagorasçılara göre monad, ruhla özdeği aynı zamanda içeren, evrensel matematik bir birimdir ve “1” sayısıdır. Sonra Platon’un ideaları için kullandığı bu deyim Yeniplatoncuların dilinde tanrıyı dile getirmiştir.
Monotheizm : Tanrının dünyadan ayrı ve tek olduğuna inanma. En büyük tektanrıcı sistemler Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam olmakla birlikte pek çok dinde tektanrıcı öğelere rastlanır.

Tek tanrıcılığa dayalı bu üç dinde tanrı, birlik ve yalınlık(ezeli varlık olarak tanrı) özelliklerini taşır. Ayrıca sadakatin ve güvenirliğin ifadesidir. Panteizm’deki tanrı anlayışından farklı olarak tektanrılıktaki tanrının kendi kişiselliği vardır. Kendi iradesiyle hem doğal hem de tinsel dünyalar yaratmıştır. Tanrı aynı zamanda en yüksek iyiliğin kaynağıdır.

İbranice kutsal metinler, İsrailoğullarının öbür tanrıların varlığını yadsımaksızın bir tanrıya tapmış olduğunu gösterir. Hıristiyanlık’ta ise üçlü baba, oğul, kutsal ruh üçlemesi vardır. Bunlar bu iki dini tektanrıcılıktan uzaklaştırmaktadır. Tektanrıcılık Hıristiyanlıkta ve Yahudilikte İslam’da olduğu kadar vurgulanmaz. İslam inancına göre Allah birdir, varlığının başlangıcı ve sonu yoktur, yaratılmış şeylerin hiç birine benzemez.




MORALİTE (ahlaklılık)
Bir insanın iyi ve kötü açısından davranış biçimleri ve ahlaki düşünüşü. Ahlaki kurallar ile uyum içinde Mutçuluk

Alm. Eudömonismus, Fr. eudrimonisme, Ing. eudaemonism, Yun. eudaimonismos, es. t. istisadiye

Yaşamın anlamını mutlulukta bulan, insan eylemlerinin son ereği olarak mutluluğu gören ahlak öğretisi.

Mutluluk kavramına verilen anlama göre mutçuluk öğretileri türlere ayrılır:

a. Hazcılık: Duyusal hazlara bağlanan mutçuluk.

b. Bireysel mutçuluk: Tek kişinin mutluluğuna bağlanan mutçuluk.

c. Toplumsal mutçuluk: Toplumun mutluluğunu, iyiliğini erek olarak alan mutçuluk. Bu sonuncusu "Olabildiğince çok insanın olabildiğince çok mutlu olması." düşüncesiyle kesin formülünü bulur ve yarar açısından ele alınarak yararcılığa varır.
 

Enes

İhvan Forum Üye
Katılım
6 Haz 2006
Mesajlar
14,127
Tepkime puanı
1,240
Puanları
113
Konum
bâbil...
-N- Felsefi Terimler Sözlüğü

NEDEN
Bir olayı meydana getiren etken.

Neden kavramını ilk olarak öznel nedenler ve nesnel nedenler olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Nesnel nedenler, insanın bilinç ve iradesinden bağımsız olarak etken olan nedenlerdir. Örneğin yoksul bir köylünün bilgisiz kalmasının nedeni böylesine nesneldir, onun bilinç ve iradesinin dışındaki yaşam koşullarından doğmaktadır. Öznel nedenlerse nesnel nedenlerin insan bilincindeki yansımasına dayanan insansal faaliyetlerdir. Örneğin bireyin şu ya da bu siyasayı izlemesinin nedeni böylesine özneldir,onun bilinç ve iradesine bağlıdır. İkinci olarak temel nedenler ile temel olmayan nedenler diye ikiye ayrılabilir.bir etkinin zorunlu ve öznel niteliklerini temel nedenler rastlantısal niteliklerini temel olmayan nitelikler gerçekleştirebilirler. Örneğin bir uçağın uçuşundan da temel neden uçağın motorudur, temel olmayan neden pervanelerdeki bir bozukluktur. Üçüncü olarak ise dış nedenler ve iç nedenlerdir. Bir nesne ya da olaya başka neden ve olaylarca yapılan etkiler dış nedenler bir nesne ya da olayın geliştirici iç çelişkileri iç nedenlerdir. Örneğin ısı bir yumurtanın civcivleşmesi için dış neden, tohumsa, iç nedendir. Dış ve iç nedenler birbirleriyle bağımlıdır. Birinin etkileyebilmesi öbürünün varlığına bağlıdır ve biri öbürüne dönüşebilir.
Nesnel İdealizm: İnsandan bağımsız saltık bir düşüncenin ya da ruhsal ilkenin varlığını ve önceliğini ileri süren idealizm anlayışı. Nesnel idealizm nesnel gerçekliği bireysel bilinçten üstün olarak tasarımladıkları genel bir bilince, indirger. Bu anlamıyla varlığın kaynağını insansal ruha indirgeyen ve maddeyi düşüncenin ürünü sayan nesnel idealizmin karşılığında kullanılır.

Nesnel idealizmin savunucuları sonlu dünyayı tek gerçek olan zihnin bir yansıması sayarlar, gelip geçici olan sınırlı varlık, bağımlı olduğu sonsuz ve sınırsız bir varlığı gerekli kılar. Hakikat, dış düşünceler ve dış gerçeklikler arasında bir bağlantı değil yalnızca düşünceler arasında bir uyum ilişkisidir.

Nesnel idealizm; dinsel nitelikli öğretilerden daha soyut bir görünüşe bürünür, gerçek dışı ve bilim dışı olmakla beraber, açıkça tanrılık varsayımın dile getirmeden evrenin temelinde ruhsal bir özün evrenden önceliğini ileri süren metafizik bir anlayıştır.
Nicelik: Nesnenin ölçme konusu olan yanı...Nicelikle nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüşürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel ya da sadece nitel olan hiçbir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlantıdan koparılamazlar.

Her nesne ve olay, belli bir nitelik ile belli bir niceliğin birleşimidir.Bu birleşimin bozulması o nesne ya da olayı başka bir olaya ya da nesneye dönüştürür. Bir şeyin neyse öyle kalması için niteliksel yanının niceliksel yanıyla belli bir oranda birleşmiş, dengeye girmiş olması gerekir. Denge bozulursa o nesne başka bir nesne olur. Fakat bir nesnenin nitelik değiştirmesi için az da olsa bir nicelik değişimi gereklidir. “Nicelik değişimi olmaksızın nitelik değişmesi mümkün değildir.”Nicelikle niteliğin bağımlı birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın az ya da çok sürekli bir biçimi vardır ve niceliksel olarak değişirken bu niteliksel varlık biçimini belli bir sınıra kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için niceliğin değişmesi zorunludur. , ama her nicelik değişimi nitelik değişimini gerektirmez. Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında su niteliğinde olan iki hidrojenle, bir oksijen, 0 derecede buz niteliğinde ve 100 derecede de gaz niteliğindedir. Her nitelik değişimi yeni nicelik değişimlerine yol açar




NİHİLİZM
Nihilizm siyasal açıdan her türlü siyasal düzeni yadsıyan görüşleri dile getirdiği gibi törebilimsel açıdan her türlü törebilim kurallarını ve değerlerini yadsıyan görüşleri ve bilgi bilimsel açıdan her türlü bilgiyi ve bilgilenme olanağını yadsıyan görüşleri dile getirir.

Nihilizm temelde estatizmin bütün biçimlerini yadsır, yararcılığı ve bilimsel usçuluğu savunur. Toplumsal bilimleri ve klasik felsefe sistemlerini bütünüyle reddeder. Yalın olgucu ve maddeci bir tutumla yerleşik toplumsal düzene baş kaldırmayı temsil eder, devlet, kilise, ya da aile otoritesine karşı çıkar. Yalnızca bilimsel doğruları temel alır, ancak bilimin toplumsal sorunlarının üstesinden gelebileceğini ve bütün kötülüklerin cehaletten kaynaklandığını kabul eder.

Nihilist düşünce Ludwig Feverbach, Charles Darwin, Henry Buckle ve Herbert Spencer gibi düşünürlerin etkisinde kalmıştır. İnsanın beden ve ruhtan oluşan dualist bir yapısı olduğunu reddettiği için kilisenin şiddetli tepkisine yol açmıştır.



NİTELİK
Nesnenin algılama konusu olan yanı “Nitelikler” nesne ve algıları neyseler o yapar, başka nesnelerden ve olaylardan ayırır, onları sınırsızca ve sonsuzca çeşitlendirir. Her nesnenin niteliksel yanı yanında niceliksel tarafı da vardır. Bu iki unsur birbirine bağlıdır. Bir nesnenin sadece nicel ya da nitel yani olamaz. İkisi birbirine bağlıdır.

Nicelik özdeş olan nesne ve olaylar arasında, nitelik ise özdeş olmayan nesne ve olaylar arasında söz konusudur.

Felsefe nitelik kavramı konuşma dilindeki gibi bir anlam taşımaz. Felsefede nitelik kavramı; yokluğu o nesne ya da olayı neyse o olmaktan çıkaracak olan, nesne yada olayın bütünsel öz yapısını dile getirir. Nicelik değişikliği bir nesne ya da olayı belli bir sınıra kadar kendisi olmaktan çıkarmaz. Bir elma dilimlere bölünse de yine elmadır. Ama niteliksel değişme bir nesne ya da olayı kendisi olmaktan çıkarır. Bir elmayı yüksek derecede kaynatıp eritilirse elma olmaktan çıkar. Niceliksel değişme belli bir sınırda niteliksel değişmeyi gerektirir.



NOMİNALİZM
Genel kavramları gerçek saymayıp birer addan ibaret bulan öğreti... Nominalizme göre genel kavramlar(tümeller), bir takım seslerden başka bir şey değildirler, bunlar insanların düşünce biçimlerine yakıştırdıkları birer addır ve hiçbir gerçeklikleri yoktur.

XI. yy da Compregne papazı Rascelin tarafından ortaya atılan bu düşünce kiliseyi büyük bir ölçüde etkiledi. Çünkü bütün dinler temel kavramlar üzerine kuruluydu ve bu düşünce böylece dini gerçek saymıyordu. Bu yüzden orta çağ boyunca nominalizmi savunan kişiler ve buna karşın genel kavramlarının gerçek olduğunu savunan “gerçekçiler”arasında kavgalar, tartışmalar olmuştur.

Platoncu ve Aristotelesçi gerçekçiliğin bağnaz dinsel inançlarla bir arada düşünüldüğü orta çağda nominalizm dinsel sapkınlık olarak nitelendirildi. Ama dinsel sonuçlar bir yana, nominalizm, Platoncu gerçekçiliği düşünmenin ve genel terimler kullanarak konuşmanın ön gerçeği olduğu savını reddeder. Öte yandan Aristotelesçi gerçeklik kabul edilmiyor gibi görünse de Thomas Hobbes gibi ılımlı düşünürler tikeller arasında bazı benzerlikler olabileceğini ve bunları tanıtlamak için genel bir sözcüğün kullanılacağını yoksa konuşma ve düşünmenin olanaksız olduğunu ileri sürerler

Adcılık her ne kadar düşünmeyi ve konuşmayı zihinsel imgeler ya da dinsel terimler gibi simgelerle açıklıyorsa da düşüncenin simgelerin doğru kullanımının ötesinde kalan yanı adcılığı bir tür kavramcılığa yöneltir. Bu nedenle kavramcılık arasındaki fark açık seçik belli olmaz.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Abi felsefe okuyosunuz galiba değilmi?
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-O- Felsefi Terimler Sözlüğü

Olay:1-Genel olarak, ortaya çıkan, olup biten şey ya da durum; dikkati çeken ya da çekebilecek olan her türlü oluşum. Bir değişme ortaya koymakla birlikte, zaman içinde uzun süre boyunca devam etmeyen hal olarak olay, bir şeyin niteliklerinde, sıfatlarında, bağıntılarında söz konusu olan değişimi; varolan şeyler arasında ortaya çıkan bir değişme, etkinlik ya da süreci; başka şeylerle nedensel ilişkiler içinde bulunan nesnelerin yol açtığı oluşumu tanımlar.
2-Özel olarak da, postmodern düşüncede, ama esas Jean-François Lyotard’da, perspektifte, olağanüstü ya da dışı veya fazlasıyla büyük bir önemi olan kültürel veya siyasi bir oluşumundan sonra vuku bulan büyük değişim.

Olgu:Aktüel olarak ortaya çıkan, gerçekleşen olay, nitelik, bağıntı ya da durum, tartışılmaz, yadsınmaz olarak, tartışılmazca inkar edilemezcesine kabul edilemez şey.

Ontoloji:İlk felsefe olarak da bilinen ve teolojiyle benzerlikleri olan, zaman zaman metafizik anlamına gelecek şekilde anlaşılıp, bazen de metafiziğin bir dalı olarak görülen felsefe disiplin. Metafiziğin, tek tek nesne ve olaylarla değil de, genel olarak varlık problemiyle ilgili olan dalı; varlığı varlık olarak, varlık olmak bakımından ele alan bilim; varolan tikel şeyleri değil de, varlığın kendisini, varlığın temel özelliklerini konu alan, somut varlığı araştırmak yerine, varlığı soyut bir bi*çimde araştıran ve ‘varlığın varlık olmak bakımından doğasının ne olduğu’, ‘varlığın kendi başına ne olduğu’ sorularını soran fel*sefe dalı.

Organizmacılık:Sosyolojide, toplumu organik, biyolojik bir sistem olarak gören ve toplumun birim ve öğeleriyle biyolojik organ arasında bir koşutluk kuran yaklaşım.
İlk kez olarak İngiliz düşünürü Herbert Spencer’ın ortaya attığı, Alman sosyologu Schaffe ve çağdaş Amerikan sosyologu Parsons tarafından da savunulan bu görüşe göre, bir toplumdaki değişik toplumsal gruplar, insan vücudunun farklı organlarına benzer. Organik analoji olarak da nitelenen bu yaklaşım, toplumun yapısı ve işlevinin ancak ve ancak canlı organizmaların doğasıyla kurulacak analoji yoluyla anlaşılabileceğini öne sürer. Buna göre, doğadaki bir organizma gibi düşünülmek durumunda olan toplum, toplumsal yapısının evrimsel değişme yoluyla farklılaşması suretiyle, daha karmaşık hale gelir.
Söz konusu toplum teorisinin karşısında, mekanist yaklaşım bulunmaktadır. Buna göre, organizmacı yaklaşımın toplumu insani planlamadan bağımsız olarak varolan doğal bir fenomen olarak değerlendirdiği yerde, mekanist toplum görüşü toplumu, planlamaya dayalı insan yaratısı bir makine olarak görür. Öte yandan, organizmacı toplum anlayışının, toplumun siyasi müdahale yoluyla değiştirilemeyeceğine inandığı için, muhafazakarlıkla birleştirildiği yerde, mekanist yaklaşım toplumsal düzende yapılacak bilinçli değişimleri öngören toplum mühendisliği anlayışıyla özdeşleşir.

Ortaçağ Felsefesi:Klasik çağ ile modern çağ arasında kalan tarihsel dönemde söz konusu olan felsefe faaliyeti; düşünce tarihinde M.S. 1. ya da II. yüzyılla, XV. yüzyıl arasında kalan tarihsel kesitin felsefesi.
Ortaçağ Felsefesi kendi içinde dört ayrı geleneği ihtiva eder: 1- Batı ya da Avrupa’da gelişip, Latince ifade edilmiş olan Hıristiyan felsefesi, 2- Doğuda İslam dünyasında zuhur etmiş ve Arap dilinde ifade edilmiş olan İslam felsefesi, 3- Sadece Hıristiyan ülkelerinde değil, fakat İslam dünyasının çok çeşitli bölgelerinde Musevi düşünürler tarafından İbranice ifade edilmiş olan Yahudi felsefesi ve 4- Hıristiyan Bizans İmparatorluğu içinde Grek diliyle ortaya konmuş olan Bizans fel*sefesi.
Dört farklı geleneğine, ve söz konusu geleneklerin kendi aralarında sergilediği temel birtakım farklılıklara rağmen, Ortaçağ felsefesi bir bütün meydana getirir. Bunun üç temel nedeni vardır. Her şeyden önce, gerek Hıristiyan felsefesi, gerek İslam felsefesi ve gerekse Musevi ve Bizans felsefesi ortak bir felsefi mirası paylaşır: Antik Yunan felsefesi. Buna göre, Grek düşüncesi geç Antikçağda, özellikle Yeni-Platonculuk eliyle Ortaçağ felsefesine önemli bir etki yapmıştır. Ortaçağ felsefesinin kendi içinde bir bütün oluşturmasının ikinci büyük nedeni, sözünü ettiğimiz dört ayrı felsefe geleneğinin birbirleriyle yakın bir ilişki içinde olmasıdır. Nitekim, Ortaçağda Musevi düşünürler, okudukları İslam düşünürlerden, özellikle de Farabi ve İbni Sina’dan yoğun bir biçimde etkilenmiş, aynı İslam felsefesi 12. yüz*yıl Rönesans’ı yoluyla Batı’ya kaynaklık, ya da en azından antik Yunan felsefesinin aktarılmasına aracılık etmiştir. Nihayet, dört ayrı gelenek de, vahye dayalı tek Tanrılı dinlerin hakim olduğu kültürlerin bir parçası olmak durumundadır. Dini öğretiyle felsefi spekülasyon, veya teoloji ile felsefe arasındaki ilişki bu geleneklerin her birinde farklılık gösterse de, ele alınan felsefi problemler hepsinde üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Söz konusu temellere ek olarak, Ortaçağ felsefesinin temel özellikleri, şöyle sınıflanabilir: 1- İlkçağ Yunan felsefesinin belli bir halkın, antik Yunan ya da Atina halkının, modern felsefenin ise farklı uluslara mensup ayrı bireylerin felsefesi olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi, bireylerin ve halkların ka*rakteristik özelliklerinin üstünde olan dini bir topluluğun, bir ümmetin, Hıristiyan ya da İslam toplumunun veya Yahudi cemaati*nin felsefesidir.
2- Antik Yunan felsefesinin bütünüyle dünyevi bir felsefe olduğu, klasik aklın en temel özelliğinin sekülarizm olduğu yerde, Ortaçağ felsefesi kendisine öte dünyasal bir ilginin hakim olduğu bir felsefedir. Başka bir deyişle, Yunan’da insanın temel probleminin bu dünyada mutluluğa erişmek olduğu kabul edilmiştir; Yunan’da, insanın bu problemi çözebilecek güce sahip bulundu*ğuna ve kendi çabasıyla iyi ve mutlu bir hayata ulaşabileceğine inanılmışken, Ortaçağ*da problemler, bu dünyadaki hayattan ziyade, ahiret hayatıyla ilgili olan problem*lerdir. Aranan mutluluk, bu dünyadaki mutluluk değil, fakat ebedi bir saadettir. Bun*dan dolayı, antik Yunan’da bağımsız bir felsefe disiplini olan etik ve estetik yerini çok büyük ölçüde teolojiye bırakır.
3- Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri önemli olan biricik şeyin insanın doğaüstü varlık alanıyla, aşkın ve mutlak olarak yet*kin varlıkla olan ilişkisi olduğunu öne sürmüşlerdir. Bu da, doğal olarak Ortaçağda felsefenin mahiyetini ve konu alanını baştan sona değiştirmiştir. Buna göre, antik Yunanda doğa bilimiyle sosyal bilimler hem kendi başlarına, ve hem de iyi ve mutlu bir yaşam amacı için sağlam araçlar olarak değer taşımaktaydılar. Oysa özellikle Hıristiyanlar için bunlar sadece yararsız değil, fakat bazen de zararlı ve hatta tehlikeli disiplinler olup çıkmışlardır. Yine, Yunanlı ahlâklılığı bir toplumsal etik içinde ve mutluluk amacını gözeterek ele alırken, Ortaçağda ahlâklılık dinin bir parçası haline gelmiştir. Dolayısıyla, Yunan’da etik zaman zaman kozmolojik olarak, zaman zaman da toplumsal bir zemin üzerinde temellendirilirken, Ortaçağda etik teolojik bir düzlemde temellenir. Nitekim, bu dönemde davranış ya da insani eylem, amacına göre değil, fakat Tanrı‘nın emirlerine uygun düşmekliğine veya düşmemekliliğine göre değerlendirilir. Tanrı, insan için yüce ve yüksek bir ideal getirdiğinden, Ortaçağ insanı eksikliliğini, başarısızlığını. ve hatta günahkarlığını her daim duyumsamak durumunda olan biridir. İşte bu duru*mun bir sonucu olarak, Yunan düşüncesinin özü itibariyle iyimser bir felsefe olduğu yerde, özellikle Hıristiyan Ortaçağ felsefesi kötümserlik üzerine yükselen bir felsefedir.
4- Yine Yunanlının temelde bir olan, birlik içinde bulunan bir evrende, yani bir mik*rokosmos olarak kendisinin bir parçası olduğu özde anlaşılabilir olan makrokosmosta yaşadığı yerde, yaratıcısından ayrı düşmüş bir varlık olarak Ortaçağ insanı kendisine yabancı bir evrende yaşamak durumunda ol*muştur. Bu insan için, bir tarafta aşkın, yaratıcı Tanrı, diğer tarafta ise kendisini Tanrı’dan her geçen gün biraz daha uzaklaş*tıracak, özüne yabancı bir varlık alanı bulunmaktadır. Bundan dolayı, Ortaçağ felsefesi için problem, teorik ya da bilimsel bir problem olmayıp, tümüyle pratik bir problemdir: Yaratıcısına bozulmamış, maddenin kiriyle pislenmemiş olarak nasıl dönülebile*ceği problemi.
5- Ortaçağ felsefesi, İlkçağ felsefesinden öncelikle bir kopuşu gözler önüne serer. Bununla birlikte, iki felsefe arasında, her şeye rağmen bir sürekliliği ve çok önemli bir noktada da ortaklık vardır. Kopuş temelde, İlkçağ felsefesinin, dini açıklama ya da mitolojiyi reddedip, kendisini öne sürmek suretiyle oluşan ve gelişen’ özerk bir felsefe olduğu yerde, Ortaçağ felsefesinin özerkliğini yitirip, tümüyle dine, dini dogmaya tabi olan bir felsefe olmasından kaynaklanmaktadır. Süreklilik ise, Ortaçağ felsefesinin hem Doğuda ve hem de batıda kültürel ya da felsefi bir miras olarak doğrudan doğru*ya İlkçağ felsefesine dayanmasından meydana gelir. Nitekim, Ortaçağ felsefesi dine dayalı, din temelli bir felsefe olsa bile, kavram ve kategorilerini, terminoloji sini kendi başına yaratmış bir felsefe değildir. Ortaçağ felsefesi, ihtiyaç duyduğu kavram ve kategoriler için, doğrudan doğruya Yunan felsefesine yönelmiştir. Ortaçağ felsefesinin temelinde bulunan felsefe geleneği, Platon ve Plotinos’un, ve bu arada Aristoteles’in felsefelerinden oluşur. Fakat iki felsefe arasındaki, onları birlikte modern felsefeden bütünüyle farklılaştıran, sürekliliğin temel unsuru, gerek İlkçağ ve gerekse Ortaçağ düşüncesine damgasını vuran, modern çağın mekanik dünya görüşünün kendisinin yerini alacağı, teleolojik dünya görüşüdür.
6- Ortaçağ felsefesi, teleolojik bir anlayışla, doğayı Tanrı tarafından bir amaca göre yaratılmış ve düzenlenmiş statik bir sistem olarak görmüştür. Açıklamadan nite*liksel bir açıklamayı anlayan ve nedensellikten büyük ölçüde ereksel nedenselliği anlayan Ortaçağ düşünürlerine göre, maddi dünya, tanrısal gerçekliğin çok soluk bir gölgesinden başka hiçbir şey değildir.
7- Ortaçağ felsefesi, hemen her felsefe gibi, birtakım kabulleri olan bir felsefe olmak durumundadır. Bu kabullerin en önemlisi ise, Ortaçağ düşüncesine Platon felsefesinden intikal eden, en yüksek veya en yüksekte olanın, en üstte bulunanın ontolojik olarak en gerçek, aksiyolojik olarak da en değerli varlık olduğu kabulüdür.
8- Ortaçağ felsefesi dini anlamlandırma ve temellendirme çabasında, ana düşüncelerinde, problemlerinde ve bu problemlere getirdiği çözümlerde, hemen her zaman Yunan felsefesine bağlı kalmıştır. Bu felsefede yapılan iş, daha çok Antik Yunan’ın düşünce dünyasını benimsemek ve Yunan felsefesinin temel kavramlarını işleyerek, inancı temellendirmek olmuştur. Ama, Ortaçağ felsefesi benimsediği ve kendisine göre biçimlendirdiği felsefeyi, genellikle olmuş bitmiş, yet*kin bir sistem olarak görmüştür. Buna göre, antik Yunan felsefesinin dinamik bir yapı sergilediği yerde, Ortaçağ felsefesi mutlak hakikatleri bulmuş olduğuna inanan statik bir felsefedir.
9- Yine, Ortaçağ felsefesinin merkezinde Tanrı vardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ felsefesi teosantrik, ya da Tanrı merkezli bir felsefedir. Nitekim, bu felsefenin temel konuları, Tanrı ve Tanrı’nın varoluşu problemi, iman ya da otorite ve akıl ilişkisi, Tanrı-evren ilişkisi, kötülük problemi ve tümeller problemiyle belirlenir. İlk bakışta, Tanrı konusunun dışında kaldığı düşünülen temeller konusu bile, tümellerin en azından XIV. yüzyıla kadar Tanrı’nın zihninde bulundukları veya Tanrı yaratısı ebedi ve bağımsız gerçeklikler oldukları öne sürüldüğü için, Tanrı konusuyla yakından ilişkili olmak durumundadır.
10- Ortaçağ felsefesinde, felsefe inanca, inançta vahye tabi olmak durumundadır. Bundan dolayı, Ortaçağ kültüründe çok önemli bir rol oynayan din, felsefe ve rasyonel bir hayat görüşü üzerinde de çok temelli bir etki yapmıştır. Örneğin, Skolastik felsefede, vahyin temel ya da en azından aklın vazgeçilmez bir yardımcısı olduğuna inanılmıştır. Skolastik dönemin filozofları, akıl ile iman arasında bir ayırım yapmış ve zaman zaman da felsefenin göreli bağımsızlık ya da özerkliğini vurgulamış olmakla birlikte, Ortaçağın dünya görüşünde, bilimde ve felsefede, bir çözüme kavuşturulacak problemlerin çözümü de dahil olmak üzere hemen her şey teoloji tarafından belirlenmiştir.
11- Yine Ortaçağ felsefesi söz konusu olduğunda, belli bir gelenek, ve vahye dayanan bir din çerçevesinde oluşan otoriteye duyulan saygı esastır. Bu dönemde felsefenin mahiyeti, kapsamı ve sınırları dini çerçeve ve ruhani otorite tarafından belirlenir ve hiçbir şekilde değiştirilemez. Ortaçağ felsefesi, otoriteye duyulan inancı temele aldığı için de, doğal olarak eleştiriye ve şüpheciliğe kesinlikle kapalı olan bir felsefedir.
12- Ortaçağ felsefesi, bütünüyle realist bir çizgi boyunca gelişmiştir. Yani, Ortaçağ düşünürleri, Skolastiğin gerileme döneminde çok etkili olan Ockhamlı William bir kıyıya bırakılacak olursa, tümeller konusunda benimsedikleri realist tavırdan başka, zihinden bağımsız bir gerçekliğin var olduğundan hiçbir zaman kuşku duymamışlardır. Başka bir deyişle, Ortaçağ düşünürleri, ontolojik realizm bağlamında gerçekliğin zihinden bağımsız olduğunu öne sürmüşlerdir. Bununla birlikte, Ortaçağ düşüncesinde, zihinden bağımsız bu gerçeklik, gerçekten ve mutlak olarak var olanın ezeli-ebet ve değişmez Tanrı olması anlamında, tinsel bir yapıdadır. Buna göre, realizmi tamamlayan yaklaşım, aynen Platon ve Plotinos’ta olduğu gibi, spiritüalizmdir.
13- Ortaçağ felsefesi varlığın bilgi konusundan, ya da ontolojinin epistemolojiden önce geldiği bir felsefedir. Buna göre, Ortaçağ felsefesi, özneden hareket eden, bilimin gelişimine koşut olarak önce bilgi konusunu ele alan, ve varlığı bilimin taleplerine göre sınıflayan ya da yorumlayan modern felsefenin tersine, önce zihinden bağımsız bir gerçekliğin varoluşunu teslim edip, bu gerçekliğin bilgisine nasıl ulaşılabileceği konusunu daha sonra ele alır.
14- Yine, aynı ontolojik bağlamda, Or*taçağ felsefesi, özellikle varlığı bilinen maddi varlık alanı ve bilen özne, madde ve zihin olarak ikiyi ayıran modern felsefenin düalizminin tersine, baştan sona birci olan bir felsefedir. Bu, hem ezeli-ebedi, mutlak, değişmez ve yetkin bir varlık olarak Tanrı’nın, gelip geçici maddi varlık alanıyla kıyaslandığında, biricik gerçek varlık olması; hem modern dönemde ikiye bölünen insanın, her ne kadar madde-form, beden-ruh analizine tabi tutulabilse de, birlikli, bütünlüklü ve ahenkli bir töz olması; ve hem de geliştirilen öğretiler bağlamında, resmi grüşe uygun olmayan hiçbir öğretiye izin verilmemesi anlamında, böyledir.
15- Ortaçağın metafizik anlayışı, varolan her şeyin nedeni ya da kaynağı olan aşkın bir gerçekliğe ilişkin araştırma, varolanları varlık kaynağı olan Tanrı’yla ilişkisi içinde ele alma anlamında teoloji olarak metafizikten meydana gelir. Ortaçağda gelişen meta*fizik, ayrı, değişmez ve ezeli-ebedi bir varlığa ilişkin araştırmadır. İstisnasız tüm Ortaçağ filozofları, sistemlerinde Tanrı’dan yola çıkar ve önce Tanrı’nın varoluşunu kanıtlayarak, varlığı yaratan-yaratılmış olan ilişkisi çerçevesinde ele alır. Buna en iyi örnek, ünlü “beş yol”uyla, Aquinalı Aziz Thomas’tır. O, Tanrı’nın varoluşunu beş ayrı kanıtla ispat ettikten sonra, yaratıcı ve doğaüstü bir Tanrı dışındaki varlıkları ya da yaratılanları Aristotelesçi bir kavramsal çerçe*veyle açıklama çabası vermiştir. Aynı şey, İslam dünyası filozofları için de geçerlidir, şu farkla ki Farabi, İbn Sina ve İbni Rüşd’de, Aristotelesçi bir kavramsal çerçe*ve, Plotinos’tan gelen bir südür ya da türüm öğretisiyle tamamlanmıştır. Ortaçağ düşün*cesinin teoloji olarak metafizik anlayışının temelinde ise, varlığın ancak ve ancak varlı*ğın kaynağı olan yaratıcı Tanrı aracılığıyla açıklanabileceğini ve Tanrı’nın varlığının akıl yoluyla kavranabileceğini dile getiren iki kabul bulunur.
16- Ortaçağ felsefesindeki söz konusu teoloji olarak metafizik anlayışı, doğal ola*rak hemen her Ortaçağ düşünüründe bir ör*neğine rastladığımız değere dayalı bir varlık hiyerarşisine yol açmıştır. Böyle bir varlık hiyerarşisi, varlıkları hiyerarşideki yerlerine göre sınıflar ve onlara varlık ve belli bir değer yükler.
17- Ortaçağ felsefesinin en belirleyici yönlerinden biri, de hiç kuşku yok ki, onun yöntemidir. Buna göre, Ortaçağ düşünürleri, Tanrı sözü olan kutsal kitaba dayanan imanı sistematik bir biçimde ifade etmek, savun*mak ve geliştirmek için, daha çok şerhe, kutsal metinleri yorumlama metoduna ve mantıksal/dilsel analize yönelmişlerdir. Or*taçağ düşünürleri bu bağlamda, öncelikle Yunanlıların bilimsel ve felsefi terminoloji*lerini kullanmışlar ve daha sonra da, Yunan mantığını bir bütün olarak almışlardır. Şu halde, Ortaçağ filozofları, imanı sistemleş*tirme ve temellendirme çabalarında aklı ve mantığın tümdengelimsel tekniklerini kullanmışlardır.

Ortodoks Marksizm:Marx’ın hümanizm ağırlıklı, ve daha çok yabancılaşmay*la kapitalizm eleştirisi üzerinde odaklaşan verimli ve çok çeşitli görüşlerinin, onun ölümünden sonra, sistematik bir öğreti haline getirilmesinin ve hatta dogmalaştırıl*masının sonucu olan statik Marksist öğreti.
Ortodoks Marksizmin ortaya çıkışında iki faktörün çok büyük rolü olmuştur: 1 Marx’ın 1883 yılındaki ölümünden sonra, onun gö*rüşlerini yorumlamak, popülarize edip yayın*lamak dostu, araştırma arkadaşı ve mani des*tekçisi Engels’e kalmıştır. 2 Engels’in yaptığı bu iş, Marksın siyasi bir kütle hareketinin resmi öğretisi haline gelmeye başlayan gö*rüşlerinin politik etkisinin artmasıyla eşza*manlı olmuştur.
Söz konusu iki faktör, dikkatlerin Marx’ın kendi yazılarındaki karmaşık, dağınık ve hatta çelişik, fakat çok boyutlu bir biçimde geliştirilmeye elverişli öğelerin, tarihsel ma*teryalizm ya da bilimsel sosyalizm adı altın*da, sistematik, fakat tek boyutlu bir biçimde geliştirilmesine yol açmıştır. İşte bu Mark*sizm, Marx’ın görüşlerinin Engels’in kendi bilimsel ve felsefi ilgilerine koşut olarak ge*liştirilmiş, basit, fakat katı, positivist ve de*terminist versiyonudur.
Lenin, Troçki, Stalin ve Mao gibi komü*nist lider ya da düşünürler tarafından gelişti*rilmiş olan Ortodoks Marksist gelenek diğer Marksist geleneklerden, şu halde, Marx’ı değil de, Engels’i ve ana metin olarak da onun Anti-Dühring’iyle Leninin Materya*Iizm ve Ampiriyokritisizm adlı eserlerini te*mele almak bakımından farklılık gösterir. Bilgi teorisi bakımından naif bir tasarımcılı*ğı benimseyen Ortodoks görüşe göre, kafa*larımızın içindeki kavramlar gerçek şeylerin imgeleri, yansıma veya kopyalarıdır. Mark*sizmin söz konusu versiyonu, metafizik ala*nında mutlak bir materyalizmin savunuculu*ğunu yapmış olsa da, klasik materyalizmden, şeylerin gelişiminde, mekanizme karşıt ola*rak, diyalektik sürecin rolünü vurgulamak bakımından farklılık gösterir. Tek gerçeklik olan maddenin, mekanik değil de, nedensel ve determinist yasalara tabi olduğunu öne süren Ortodoks Marksizme göre, madde, ni*celiksel değişimlerin birikiminin yarattığı ni*teliksel değişimler yoluyla dönüşüme uğrar. Zihnin, bilinçte maddenin yansımalarını üre*ten bir epifenomen olduğunu öne süren Ortodoks Marksizme göre, madde zihni, doğrudan değil de, dolaylı olarak, toplum yoluyla belirler. Marksizmin bu versiyonu, toplu*mun da, kendi iç çelişkilerine son veren dev*rim niteliğindeki sıçramalar yoluyla diyalek*tik olarak geliştiğini söylerken, insan için özgürlüğün, toplumsal sürecin zorunluluğu*nun bilincinde olmaktan meydana geldiğini söylemiştir.
Olumsuz ve adaletsiz koşulların eseri ol*duğuna inandığı dini mahkum eden Ortodoks görüş, ahlâk ve estetiğin, her ikisinde de tarihsel olmayan, ezeli-ebedi yasalar bu*lunmadığı için, toplum değiştikçe evrim ge*çirdiğini iddia etmiştir.

Otokrasi: Anayasal sınırlamaları olmayan Monarşik yönetim tarzı, Stalinist otokrasi örneğinde olduğu gibi, iktidarın sadece tek bir bireyde toplan*dığı rejim biçimi.

Otorite:Toplumsal bir sistem çıkan kurumsallaşmış ve meşru güç; bu türden bir güce sahip olan birey.
Sosyologlarla sosyal psikologların sınıfla*masına göre, farklı otorite türlerinden söz edilebilir. Bu otorite türlerinden biri olan ka*rizmatik otorite, bir bireyin olağanüstü ya da dışı özelliklerinin sonucu olan ve yasal ku*rumlardan bağımsız olarak kazanılan bir otorite şeklinde tanımlanabilir. Geleneksel otorite ise, meşruluğu ve gücünü toplumsal ve kültürel geleneklerden alan bir otorite tü*rüdür. Meşru otoriteye gelince, bu, toplum*sal fonksiyonları düzenlemek ve denetlemek amacıyla yasa ya da hukuk tarafından kurul*muş olan otoritedir.
Buna karşın, meşru olmayan, yasal bir temeli bulunmayan otorite, güç ve cebir yoluyla kazanılan ve ödül ve ceza sistemiyle sürdürülen bir otoritedir. Nihayet, belli bir alandan, bir bireyin uzmanlık bilgisine, sahip olduğu özel yeteneklerine, olağandışı kavrayışına bağlı olan bir otorite türü olarak rasyonel otoriteden söz edilebilir. Rasyonel otorite, olumlu bir anlam içinde, başka bir yer ya da kaynaktan sağlanamayacak bilgi, yarar ve çıkarları elde etmek için kendisine başvurulan kaynak, olumsuz bir anlam için*de ise, gücü ve ağırlığıyla insan üzerinde etki yapan, insanların bağımsız araştırmadan vazgeçmelerine neden olan temel olarak or*taya çıkar.

Otoriteryanizm:Yö*netilenlerin yönetici ya da yöneticiler karşı*sında hiçbir hakkı bulunmadığını ya da önemsiz birkaç hakkı bulunduğunu ve yöne*ticilerin güç ve otoritesinin çok büyük oldu*ğunu ve olması gerektiğini öne süren yöne*tim teorisi ve tarzı; bireyin haklarının devletle önderlerinin otoritesine tabi olması gerektiği inancına dayanan sosyo-politik sistem.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-Ö- Felsefi Terimler Sözlüğü

Ölüm korkusu:İnsan varlıklarının bu dünyadaki var oluşlarının son bulacağı gerçeği karşısında duydukları korku.
Buna göre, projelerimizin son bulacağı, sahip olduğumuz değer ve zenginlikleri yitireceğimiz, ontolojik bir güvensizlik yaşayıp, mutlak bir belirsizlik içine gireceğimiz gerekçesiyle. ölümden korkmanın rasyonel bir korku olduğunu savunan filozoflara karşı, İlk*çağda Platon felsefe yapmanın ölmeyi öğrenmek, ölmeye hazırlık yapmak olduğunu söylemiştir. Hellenistik dönem düşünürlerinden Lukretius ve Epiküros ise, maddeci dünya görüşüyle ölümden korkmanın anlamsızlığını ifade etmişlerdir. Nitekim, bu filozoflar, ölümden sonra, hiçbir şey olduğumuz, veya ölüm varken biz, biz varken de ölüm olmadığı için, ölümde korkulacak bir şey olmadığım söylemişlerdir.
Hellenistik dönemin diğer bir okulunu meydana getiren Stoacılık, ölüm korkusunun üstesinden ancak ve ancak ölümü sürekli olarak düşünmek suretiyle gelinebileceğini öne sürmüştür. Ölümü gereği gibi ve sürekli düşünmek ise, örneğin Senecaya göre, bizim doğanın ayrılmaz bir parçası olduğumuzu ve bize verilen rolü içtenlikle oynamamız gerektiğini anımsamakla eşdeğerdir.
Ortaçağ düşüncesi, ölüm korkusunun üstesinden gelinebileceğini söyleyen Hellenistik dönem düşünürlerinin tersine, ölümün insanın işlediği günahın cezası olduğunu, insanın ölüm korkusundan yalnızca Tanrı’nın inayetiyle kurtulabileceğini söyler. Modern felsefe ise, ölüm korkusu söz konusu olduğunda daha iyimser bir bakış ortaya çıkar. Özgür insanın bilgeliğinin, ölüm üzerine değil de, yaşam üzerine düşünmekte tezahür ettiğini söyleyen ve ölüm korkusundan, ölüm düşüncesini zihinden atmak suretiyle kolayca kurtulunabileceğini savunan Spinoza gibi, Leonardo da Vinci de, tıpkı iyi geçirilmiş bir günü keyifli bir uykunun izlemesi gibi iyi yaşanmış bir hayatın ardından mutlu bir ölümün geldiğini söylerken, ölüm korkusunun sefalet ve mutsuzluğun eseri olduğunu iddia etmiştir. Aydınlanma düşünürleri. Bertrand Russell ve pragmatistler tarafından da paylaşılan bu görüş, ölüm korkusunu ortadan kaldırmak için, insana mutluluk sağlayacak koşulların yaratılması gerektiğini ifade eder.
Yüzyılımızda Epikürosçu görüşü yineleyen Wittgenstein’a göre de, ölüm, yaşamın bir parçası değil, fakat sınırıdır. Ölüm sırasında yaşamak diye bir şey söz konusu olmadığı, ölüm hayat içinde yaşanan bir tecrübe olmadığı ve geri dönüp ölüme bakmaktan söz edilemeyeceği için, ona göre, ölüm korkusu rasyonel bir korku değildir. Wittgenstein’in bu görüşünün karşısında ise, bireyin ölümünün saçma ya da anlamsız olduğunu dile getiren varoluşçu ya da Schopenhauercı görüş yer almaktadır. Bunlardan Schopenhauer’a göre, ölüm korkusu karşısında yapılacak tek şey, bir iradesizlik veya mutlak bir kayıtsızlık haline ulaşmaktır. Varoluşçulara göre ise, ölüm korkusu, ancak yaşama anlam katmaya, bu yönde bir çaba içinde olmaya yarar. Daha*sı, Heidegger’e göre, ölüm gerçeğinin bilincinde olmak kişinin bireyselleşmesine, bireyselliğine anlam kalmasına yardımcı olur. O, herkesin kendi başına ölmek durumunda olduğunu, kişinin ölümünün, bir başkası tarafından gerçekleştirilemeyecek yegane şey olduğunu söylerken, bu gerçeğe gözleri kapamanın bi*reyselliği inkar etmekle eşanlamlı olduğunu öne sürer.

Ön yargı:Bir kişi bir görüş yada bir şey hakkında, belirli birtakım koşullara, olay, durum ve görüntülere dayanarak önceden edinilmiş ya da oluşturulmuş olumlu ya da olumsuz fikir.
Kişinin genellikle çevresinden, içinde bulunduğu ortamdan edindiği, düşünceyi engelleyen öznel hüküm olarak önyargı incelenme gereği duyulmadan benimsenen ve kişinin zihnine çoğu kez aldığı formasyon, eğitim ve çevre tarafından yerleştirilen düşünce ve sanıyı, belli bir şey, kişi, olay, düşünce, vb, hak*kında, yeterli bilgi ya da malumat sahibi olmadan oluşturulan tavrın ürünü olan, olumlu ya da olumsuz kanaatı ifade eder.
Bu bağlamda, bir teze duygusal olarak bağlanmaktan, öncülleri, nesnel bir biçimde değil de, önyargılı olarak değerlendirmekten oluşan formel olmayan yanlışa önyargı yanlışı adı verilir.

Ötenazi: Bir kişinin yaşamı belirli koşullar altında ağır ya da ölümcül bir hastalığın ya da
rahatsızlığın sonucu olarak, tüm değerini yitirdiği, yaşanır olmaktan çıktığı, yaşamak kişi için ağır bir yük olup, dayanılmaz acılar verdiği zaman, acı çeken hastanın, ya kendisi ya da hekimler tarafından, acı vermeden öldürülebileceğini söyleyen öğreti ya da teori.
Yunanca “iyi ölüm” anlamına gelen terim, günümüzde, ağır ve ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir kimsenin dayanılmaz, tahammül edilemez bulduğu bir durumdan kaçış ya da kurtuluş yolu olarak ‘kolay ölüm’, ‘acı çekmeden ölüm’ anlamıyla sınırlanmıştır. Günümüzde ötenazinin yasallaşması için çalışanlar, ötenazinin temel insan haklarının ayrılmaz bir parçası olduğunu savunmakla birlikte, ötenazinin iradi olması, yani hastanın seçiminin sonucu olması gerektiğinde ısrar etmektedirler.

Öz: Bir şeyi her ne ise o yapan, kendisi olmadan, o şeyin var olamayacağı şey, bir şeyi, başka bir şey değil de, her ne ise o şey yapan şey. Bu çerçeve içinde, öz, bir varlık, nesne ya da şeyini a) özsel ve zorunlu, tanımlayıcı özelliğini, b) Bir şeyin temel, ilk ve nihai gücünü. ya da c) bir şeyin zorunlu iç bağıntısını ya da fonksiyonunu tanımlar.

Özerklik:Politik anlamda bağımsızlık; kendi kendini yönetme; öz yönetim.

Özgür düşünce:Dini inançlardan batıl itikatlardan bağımsız olan ve otorite ya da otoritelere güvenmeyip, yalnızca bireysel araştırmanın sonucu olan düşünce türü; dini ilkelerden bağımsız olup, dinin dogmalarıyla sınırlanmayan, mantık kuralları, bilimsel metodoloji ve epistemolojiye uygun olarak gelişirken, ilerlemesi için hiçbir sınır tanımayan bilim ve felsefe.

Özgürleşme etiği:Marx ve ardılları tarafından benimsenen önce insanın kapitalist toplum düzeninde maruz kaldığı yabancılaşmadan kurtarılmasını, sonra da kendisini tam bir özgürlük içinde gerçekleştirmesini nihai hedef yapan etik anlayışı.
Aristoteles, Kant, Stuart Mill gibi düşünürlerin ele aldıkları geleneksel ahlâk problemleriyle, bu türden bireysel problemlerin insanların içinde yaşadıkları sosyal sistemin yarattığı problemlerin bir sonucu oldukları ve bu problemler karşısında ikincil sayılabilecek bir konumda bulundukları gerekçesiyle, pek uğraşmamış; ahlâki problemlere ancak toplumsal sistemlerin doğası ve niteliğiyle ilgili açık seçik bir kavrayışa ulaşılması durumunda bir çözüm getirilebileceğini öne sürmüş olduğu için, kendisinde sistematik ve bağımsız bir etik teorisinden söz etmenin pek kolay olmadığı Marx’ın, yine de kendini gerçekleştirme veya belirleme ya da özgürlüğü en yüksek değer olarak konumlamış olan bir etik teoriye sahip olduğu söylenebilir. Nitekim, o felsefesi ve toplum teorisinde, hiç durmadan modern kapitalist toplumda özüne yabancılaşmış olan insanın bu en yüksek iyiye nasıl ulaşabileceğini araştırmıştır.
Bununla birlikte, söz konusu teorinin mahiyetini daha iyi anlayabilmek için, Marx’ın, Hegelci özgürlük konsepsiyonunun oluşturduğu gelenek içinde yer alan özgürlük anlayışının diğer özgürlük görüşlerinden, özellikle de liberal özgürlük anlayışından farklı olduğunu görmek büyük önem taşır. Gerçekten de, özgürlük ya da kendini gerçekleştirme birçok etik teoride, örneğin Aristoteles’in kendini gerçekleştirme etiğinde, Spinoza’nın determinist etik anlayışında, Kant’ın ödev etiğinde, yararcı etikte, ama özellikle de egzistansiyalist etikte en temel değer olarak başat bir konum işgal eder. Bunlardan Anistoteles, Spinoza ve Kant’ın etiğiyle varoluşçu etik, temelde insanın kendisine ve dünyaya karşı olan tavrıyla ilgili metafizik teorilerdir. Dahası, sözünü ettiğimiz etik anlayışlardan varoluşçu etik dışında kalan teoriler, entellektüalist ya da rasyonalist anlayışlar olup, özgürlüğü bilgiye bağlar, özgürlüğün insanın akıl boyutunun doğal yanını kontrol altında tutmasının sonucu olduğunu öne sürerler.
Oysa, yararcı etiğin cisimleştirdiği liberal özgürlük anlayışıyla Marx’ın özgürleşme etiği sadece felsefi değil, aynı zamanda siyasi teorilerdir. Nitekim, Stuart Mill’in formüle ettiği liberal özgürlük anlayışına göre, özgür olmak, başkalarına zarar vermediği sürece, kişinin baskı altında ya da zor olmaksızın, bağımsız olarak istediği gibi davranabil*mesini ya da yaşayabilmesini gerektirir.
Nitekim, Mill’e göre, özgürlük “zevklerde ve meşgalelerde serbestlik; hayatımızın planını kendi karakterimize uyar şekilde düzenlemek; hemcinslerimizin fikrince bizim karakterimiz ters veya yanlış bile olsa, yaptığımız şey kendilerine zarar vermediği müddetçe, onlar tarafından bir engellemeye uğra*maksızın ve işin muhtemel akıbetlerine katlanmamız şartıyla beğendiğimiz tarzda davranmak” anlamına gelir.
Hobbes ve Hume’dan başlayıp, Bentham ve Mill tarafından savunulan ve günümüzde Batı dünyasında, ama özellikle de Anglo Sakson dünyada hakim olan liberal anlayışın tipik özelliği olan söz konusu özgürlük anlayışı, oldukça dar, bireyci ve olumsuz bir öz*gürlük konsepsiyonudur. Bireycidir, çünkü bireylerin başkaları, toplum ya da devlet ta*rafından zora tabi tutulmadıkları veya engellenmedikleri ölçüde özgür olduklarını öne sürer. Olumsuzdur, çünkü özgürlüğü bireylerin içinde yaşadıkları toplum tarafından engellenmemeleriyle, muayyen bir şeyi yapmaya ya da belirli biri olmaya mecbur bırakılmamayla ölçer. Hepsinden önemlisi, liberal gelenek içinde özgürlüğü engelleyen kısıtlamalar salt harici ve bireysel bir düzlemde; bu kısıtlamaların sınırladığı ya da engellediği şeyler, önemlerine ve değerlerine hiç bakılmaksızın, sadece ihtiyaçlar ya da tercihler olarak; özgür fail veya bireyler de, yalın bir tarzda bu tür ihtiyaç ve tercihlerini merkezi olarak değerlendirilir. Bu anlayış, özgürleşme etiğinin veya Marx’ın özgürlük anlayışı açısından, eylemlerin ve toplumsal ilişkilerin anlamı ya da karşılanması gereken ihtiyaçların önemi üzerinde durmak yerine, sadece yararın toplamıyla, elde edilen hazzın miktarıyla ilgilendiği için eleştirilir. O, yine kendi “iyi” anlayışını seçmekte, kendi çıkar ve ihtiyaçlarını belirlemede serbest bırakılmış bireylerin hayat planları ya da iyi arılayışları konusunda tarafsız bir konumda bulunan toplumsal ve politik düzenlemelerin yanında olduğu için mahkum edilir.
Zira liberal gelenekte özgürlüğün gerçekleştiği yer olarak görülen modern kapitalist toplum, özgürleşme etiği açısından insanların özgürleşmelerine, insanların sadece toplumsal zorlama ya da engellemenin olmaması değil, fakat aynı zamanda kişinin başka insanlarla rasyonel ve ahenkli ilişkiler içinde kendini gerçekleştirmesini sağlayan bir yaşam sürmesine engel olan güç olarak değerlendirilir. Modern kapitalist düzenin, bireylerin iyi anlayışları karşısında tarafsız kalmak bir yana onun istek ve eğilimlerini belirlediği düşünülür. Farklı çıkarlar ve tercihler arasında, onların özgürlükle olan ilgilerine bakarak bir ayırım yapan Marksist özgürlük konsepsiyonu, failin kendi yolunu çizebilen, kendini ancak başkalarıyla bir topluluk halinde ve karşılıklı ilişkiler içinde gerçekleştirebilmeyi başarabilen bir varlık olduğu görüşüne sıkı sıkıya bağlıdır.

Özgürlük:Kişinin kendisini belirlemesi, denetlemesi, yönlendirmesi ve düzenlemesi durumu. Bireyin kendisini, dış baskı, etki ya da zorlamalardan bağımsız olarak, kendi arzu edilir ideallerine, motiflerine ve isteklerine göre yönlendirmesi. Kişinin, başkalarının buyruk ve isteklerine göre değil de, kendi isteklerine göre davranabilmesi gücü.

Özgürlükçülük:Zorunlulukçuluğun karşısında yer alan ve insanın iradesine mutlak bir özgürlük tanıyan, bilinçli insan eyleminin basit nedensel terimlerle açıklanama*yacağını öne süren öğreti. İradenin, kişinin içinde bulunduğu psikolojik ve fizyolojik koşullar tarafından belirlenmediğini, insanın karakteriyle, onu eyleme yönelten güdüler ve insanın içinde bulunduğu koşullar arasında zorunlu bir ilişki bulunmadığını, insan iradesinin çeşitli eylem alternatifleri karşısında seçme şansına sahip bulunduğunu, dış baskı koşullar ve zorlamalardan bağımsız olup, kendi kendisini belirlediğini öne süren anlayış.
2- Liberalizmin ilkelerini en uç noktaya taşıyan devlet karşıtı siyasi-iktisadi öğreti. Kökleri, bireyin yaşam, özgürlük ve mülkiyet haklarının önemi ve önceliği üzerinde büyük bir güçle duran İngiliz filozofu John Locke’a kadar geri giden, ve devletin etki ve eylemine sınır getirirken, ihtiyaçların en iyi pazar mekanizmalarıyla karşılandığını ve çatışmaların en iyi pazarda çözümlendiğini öne süren aşırı liberal görüş. Görüş günümüzde R. Nozick ve F. A. Hayek gibi filozoflar tarafından savunulmaktadır.

Öznel:Genel olarak, ben ve ben olmayan ayırımıyla birlikte, özne-nesne ikiliğinin bir sonucu olarak, öznenin dışındaki şeyler ve durumlarla değil de, özneyle ilgili olan şey, öznenin kendisine, kendi zihin hallerine ilişkin dolayımsız deneyimi için kullanılan sıfat.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-P- Felsefi Terimler Sözlüğü

Panaptikon: İngiliz yararcı filozofu Jeremy Bentham tarafından tasarlanmış olan ünlü modern hapishane projesi. Kendi çağının İngiltere’sinde, varolan ku*rumlarda bir reform yapmaya kalkışan Bentham’ın örnek hapishanesi, bir daire şek*linde, hapishane müdürünün merkeze yerleşip her mahkumu gözlemek ve yönetmek imkanına sahip bulunduğu bir yapıdır. Panaptikonun, Jeremy Bentham’ın modernist ve yararcı bakış açısından, mahkumların fiziki koşullarını geliştirmek açısından olduğu kadar, maruz kaldıkları muameleyi iyileştirmek bakımından da devrimci bir proje olmasına karşın o Michel Foucault’nun postmodernist bakış açısından modern di*sipliner iktidarın ‘mimari bir eğretilemesini ifade eder. Başka bir deyişle, eserlerinde zaman zaman modern dönemde, öznenin disipliner pratiklerle, nesneleştirici disiplinlerin bir nesnesi olarak kuruluşu sürecini analiz eden Foucaultara göre, panaptikon, uyruklarda, iktidarın otomatik olarak işlemesini sağlayan, onlarda sürekli bir izlenebilirlik hali yaratan, sadece ve sadece bireylerin verimlilik artışıyla ilgilenen okul, hastahane, fabrika, kışla benzeri kurumların mükemmel bir temsilidir. Modern olan bu kurumlar, daha aydınlanmış, ileri ve rasyo*nel bir çağın insani ürünlerinden ziyade, ya*yılan bir iktidarın etkin ve bireyi tedirgin eden araçlarıdır.

Panteizm: Geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, Tanrının dünya ile olan olumlu ve organik ilişkisi bakımından deizmi aşan ve Tanrı’nın dünyaya aşkın değil de, içkin olduğunu öne süren Tanrı anlayışı ya da görüşü.
Panteizm, Tanrı’nın dünyayla ve insanla mekanik ve dışsal bir ilişki içinde olduğunu öne süren deizme dönüşme eğilimi gösterdiğine inandığı teizme karşı felsefi ve dini bir tepki olarak gelişmiştir. Buna göre, teizm sonsuzla sonlu olan arasındaki ilişkiyi dışsal ve arızi bir ilişkiye dönüştürdüğü, sonluyu bağımsız, sonsuzu ise sınırlı hale getirdiği, ve insan ruhuyla Tanrı arasında gerçek, derin ve içten bir ilişki ve temasa yer bırakmadığı için, panteizm, sonluyla sonsuz arasında yakın ve özsel bir temas kurmak ve insanı Tanrı’ya yakınlaştırmak amacıyla, varolan her şeyin bir birlik meydana getirdiğini ve her şeyi kapsayan bu birli*ğin tanrısal bir yapıda olduğunu iddia eder. Başka bir deyişle, panteizm, Tanrı’yla evrenin bir ve aynı olduğunu öne sürer, sonlu ve sınırlı dünyanın ezeli-ebedi, sınırsız ve mutlak Varlık’ın bir parçası, görünüşü ya da tezahürü olduğunu savunur.
Panteizmi eleştirenler, söz konusu Tanrı anlayışının aşkınlık fikrini reddetmek suretiyle, ateizme yardımcı olduğunu söylemişlerdir. Yine, panteizm ‘Tanrı, her şeydedir’ demek suretiyle, varlık dereceleri arasındaki ayırımı ortadan kaldırdığı, örneğin taşla insanı bir tuttuğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Panteizmin, ayrıca sonlu olanla sonsuz arasındaki bağlantıyı sağlam bir temele oturtamadığı ve belli bir birliğe ulaşmada başarılı olamadığı söylenmiştir.
Ve nihayet, panteizmin kötülük problemini de daha karmaşık hale getirdiği ifade edilmiştir. Buna göre, panteizm ya kötülüğü kökten yadsımakta, ya da kötü ile iyinin far*kını en aza indirgemektedir. Bundan dolayı da, onun günahı, ahlâki sorumluluğu ve kö*tülükle mücadelenin gereğini açıklayamadığı söylenmiştir.

Paradigma: Genel olarak, ideal bir durum ya da örnek bir şeye bakış tarzı; yargılama ölçütü sağlayan her türlü ideal tip yada model.


Paradoks: Genel inançlara aykırı düşen önerme; sezgisel olarak kabul edilmiş olan öncüllerden yola çıkarak bu öncüllerden tümdengelimsel akılyürütme ile, ya bir çelişki, yani doğru olamayan ya da temel inançlara aykırı olan bir sonuç çıkarma durumu. Kabul edilmiş görüşlere ya da sağduyu olarak tanımlanan genel inançlar bütününe karşıt olsa, aykırı düşse de, doğru olabilen bir tümce.
İlk bakışta saçma, hatta kendi kendisiyle çelişik gibi görünmekle birlikte, doğru olan ya da olabilen bir görüş ya da tez olarak paradoks, doğru kabul edildiği zaman yanlış, yanlış diye görüldüğü zaman ise, doğru olduğu ortaya çıkan tümce ya da önermeyi tanımlar. Buna göre, paradoks, kabul edilebi*lir gibi görünen, fakat kabul edilemez ya da çelişik sonuçları olan tümce ya da önermeyi, doğru kabul edilen öncüllerden rasyonel yöntemlere, mantıksal kurallara uygun olarak bir çelişki çıkartan akılyürütmeyi gösterir.

Pasifizm: Hangi amaçla olursa olsun savaşın her türüne karşı çıkan, savaşların emperyalist ulusların ekonomik çıkarlarına hizmet ettiği şeklindeki sosyalist düşüncenin de etkisiyle, savaşın meşruluğu düşüncesine karşı tavır alan, savaşın yol açtığı kırım ve vahşetini insani değerlere aykırı olduğunu savunan anlayış.
Barışı ve barışçılığı savunan, bireysel ve toplumsal amaçlara ulaşmak için kişisel şid*det kullanımına, militarizme karşı çıkan; savaşın anlaşmazlıkları ortadan kaldırmanın bir yolu olarak görülmesini kabul etmeyen; bireyler arasındaki işbirliği ve yardımlaşmayı güçlendirmeyi amaçlayan, fakat bu tür ilişkilere zarar veren rekabet ve yarışmacılığı hoş karşılamayan; uluslararası problemleri, siyasi anlaşmazlıkları gidermenin tek yolunun diploması, uzlaşma ve herkeste varolan insanlığa müracaat etmek olduğunu savunan tavır.

Peygamber: Bir dinde Tanrı’nın mesajlarını ve buyruklarını insanlara ileten elçi.
İslam inancı açısından, peygamberlerle diğer insanlar arasında maddi yaşayış bakımından bir ayrılık, insan olmak bakımından bir farklılık yoktur. Peygamberi diğer insanlardan ayıran şey, masum olmak ve günah işlememek, güvenilir olmak, doğru sözlü ve anlayışlı olmak ve mesajları iletmek gibi özelliklere sahip olmak bakımından Tanrı tarafından seçilmiş olma durumu ve vahiydir.

Piaget, Jean: 1896-1980 yılları arasında yaşamış olan İsviçreli ünlü psikolog. Temel eserleri: Le Langage et la Pensee chez l’Enfant [Çocukta Dil ve Düşünce], La Representation du Monde chez l’Enfant [Çocukta Dünya Tasarımı], Introduction à l’Epistemologie genetique [Genetik Epistemolojiye Giriş] ve La Naissance de l’Intelligence [Zekânın Doğuşu].
Genetik epistemoloji ve bilişsel gelişim alanında çığır açıcı çalışmalar yapmış olan Piaget çocukta düşünce ve dil gelişiminin bir süreklilik içinde değil de, evrelerden ge*çerek oluştuğunu ve birey çevre ilişkilerinde etkin bir şekilde yapılandığını ortaya koy*muştur. Dış dünyadan yalnızca izlenimler almakla kalmayıp zekasını etkin bir tarzda yapılandıran çocukta bilişsel yapı, Piaget’ye göre, dört evrede gerçekleşir: 1- İlk onsekiz aylık duyu devimsel dönem. 2- 18 aydan 6 yaşına kadar olan önişlemsel dönem. 3- 7 ve 12 yaş arasındaki somut işlemler dönemi ve nihayet 4- Formel işlemler dönemi.
Piaget ayrıca, çocuk zihniyetinin yetişkinin zihniyetiyle hiçbir ilişkisi olmadığını öne sürmüştür. Çocuğun mantığı kendine özgü olduğu gibi, ona göre, düşüncesi de benmerkezlidir. O kendisi için gelişir, kendi tarzında eğlenir; aklın kavramsal bilgileriyle ilgisi yoktur, çelişki bilmez. Çocuk ancak başkalarının düşüncesiyle temasa, geçtiği zaman mantıklı olmaya başlar.


Platon: M.Ö. 427-347 yılları arasında yaşamış olan ve düşünce tarihinin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin kurucusu olan ünlü Yunan filozofu.
Temeller Sisteminde, Sofistlerin Yunan toplumu üzerindeki olumsuz etkileriyle sa*vaşmaya çalışmış olan Platon, işe öncelikle bilgi konusuyla başlamış ve mutlak ve kesin bir bilginin var olduğu konusunda tümüyle dogmatist bir tavır sergilemiştir. Ona göre, değişen hiçbir şekilde bilinemeyeceği için, insan zihninden bağımsız olan, değişmez bir varlık olmalıdır. Mutlak ve kesin bir bilgiye erişmek ve bu bilgiyi başkalarına aktarmak durumundaysak eğer, Platon’a göre, dünyada sabit, kalıcı ve değişmez olan birtakım varlıklar olmalıdır. O bu değişmez, sabit ve kalıcı varlıklara İdealar adını verir. Öyleyse, Platon’a göre, bilgi tikel olanın ve değişenin beş duyu yoluyla kazanılmış empirik bilgisi değil de, değişmez ye tümel olanın akıl yoluyla kazanılan ezeli-ebedi bilgisidir.
Metafiziği: İdealar yalnızca bilginin nesneleri olmakla kalmazlar onlar aynı zamanda gerçekliği oluşturan varlık kategorisini meydana getiren temel varlıklardır. Başka bir deyişle, Platon, (Gerçekliğin ne olduğu), ‘Neyin gerçekten var olduğu’ şeklindeki temel metafiziksel soruya, gerçekliğin madde ya da dış dünyada değil de, dış dünyadaki şeylerin İdealarında olduğu yanıtını vermiştir. Bizim algıladığımız duyusal şeyler sürekli olarak değişmektedir.
Ona göre, duyusal nesneler, değişmeden mutlak olarak bağışık olan bir gerçekliğin varoluşunu zorunlu kılacak şekilde, sürekli bir değişmeye maruz kalırlar. Duyusal nes*neler varlığa geliş ve yok oluş, büyüme ve çürümeden başka, yer değiştirir, niteliksel ve niceliksel değişmeye uğrarlar. Bundan dolayı duyusal nesnelere yüklenebilecek tüm nitelikler, yükleme faaliyeti sırasında, algısal yargı ya da önermenin zamansal bir niceleyici ya da belirlemeyle tamamlanmasını gerektirir. Buna göre, aynı şey farklı zamanlarda farklı özelliklere sahip olur. O belirli koşullar altında büyük, başkaca durumlarda küçük görünür. Birine göre büyük, bir başkasına göre ise küçüktür. Belli bir zamanda mat ve karanlık, buna karşın başka bir zamanda parlak ve aydınlık görünür.
Demek ki, bireysel nesnelerden oluşan ve bizim duyularımızla algıladığımız duyusal dünyayı incelediğimizde, onda mutlak, kalıcı, durağan ve tutarlı hiçbir yön bulunmadığını, ondaki her şeyin değişken ve göreli olduğunu görüyoruz. Platon’a göre, böyle bir dünya gerçek değildir, gerçekten var olamaz; o duyusal dünyanın yalnızca görünüşlerden meydana gelen bir dünya ol*duğunu savunur. Bu duyusal dünya şu masa, şu heykel, şu kitap gibi ‘şu’ diyerek gösterdiğimiz bireysel nesnelerden meydana gelmektedir. Bu dünyadaki nesneler, değişen, kendilerinde karşıt yüklemleri barındıracak şekilde eksikli, göreli, bağımlı ve bileşik olan şeylerdir. Beş duyu yoluyla algılanan bu bireysel nesneler Platona göre, gerçekten var değildir. Onlar değişmeyen, mutlak ve kalıcı bir gerçekliğin yalnızca görünüşleridirler. Bu bireysel nesneler aynı anda hem gerçeklikten ve hem de yokluktan pay alırlar; bundan dolayıdır ki, Platon’a göre, onlar hem var ve hem de yokturlar ya da bugün var yarın yokturlar. Otlar varlığa gelir, çeşitli değişmelere maruz kalır ve ölüp giderler. Platona göre, gerçekten varo*lan şeyler İdealardır ve İdealar duyusal dünyada söz konusu olan göreli durağanlı*ğın ve anlaşılırlığın temel nedendirler. İdealar duyusal dünyada hüküm süren değişmelerden etkilenmediği için, onların içinde yaşadığımız görünüşler dünyasından ayrı ve bağımsız bir varoluşa sahip olmaları gerekir.
Bizim kendilerini duyu-deneyi yoluyla değil de, düşünce ve akıl yoluyla bildiğimiz bu İdealar, kendilerine ait ayrı bir dünyada varolurlar. Platona göre, İdealar sahip oldukları özellikleri hepsinin üstünde ve ötesinde bulunan İyi İdeasından alırlar. Dev*lete yer alan ünlü Güneş Benzetmesinde, o duyusal dünya ile akılla anlaşılabilir dünya, dolayısıyla da Güneşle İyi İdeası arasında bir analoji yapar ve mecazi bir anlatım içide, İyi İdeasını Güneşe benzetir. Buna göre, nasıl ki duyusal dünyada güneş ışığıyla gözle görülen nesneleri aydınlatıyorsa, aynı şekilde İyi İdeası da akılla anlaşılabilir dünyada İdeaları doğrulukla aydınlatır, başka bir deyişle, İdealara anlaşılabilirlik kazandırır. İyi İdeası, bundan başka akılla anlaşılabilir nesnelerin varlık ve gerçekliklerinden sorumludur.
İyi İdeası gerçek varlığın ötesindedir. Platon’a göre, insan uzun yıllar matematiksel bilimlerle ve diyalektikle uğraştıktan sonra, varlığın ve gerçekliğin kaynağı olan İyi İdeasını mistik bir tecrübeyle, özel bir sezgiyle tanır. Çünkü İyi İdeası varlığın ötesinde olduktan başka, insanın kavrayış gücünün sınırlarının da ötesindedir. İyi İdeasının kendisi tanımlanamaz, söze dökülemez ve açıklanamaz, fakat başka her şeyi açıklar. İnsan bu tür bir mistik tecrübeyi yaşadıktan sonra, İdeaların İyi İdeasından pay almak suretiyle varlığa geldiklerini ve oldukları gibi olduklarını anlar. Şu halde, Platonun metafiziğinde İdealar varlıklarını, ya da sahip oldukları temel özellikleri İyi İdeasına borçludurlar.
Aynı ilişki İdealardan meydana gelen gerçek ve akılla anlaşılabilir dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında var*dır. İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır. Her bakımdan değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım matematiksel özellikler değişmeden aynı kalır. Örneğin, bir masa şekli zamanın akışı içinde değişse de, onun sergilediği ‘dikdörtgen’ olma temel özelliği değişmeden aynı kalır. Yine, bir kutunun şekli zaman içinde değişir, bununla birlikte onun sergilediği ‘kare’ ya da ‘küp’ olma özelliği değişmeden aynı kalır. İşte duyusal dünyadaki şeyler, Platon’a göre, İdealardan pay aldıkları ya da İdeaları taklit ettikleri için varolurlar ve duyusal dünyadaki gerçek ya da kalıcı ve değişmez yönler, bu pay alma ilişkisi sayesinde söz konusu olur.
Platon, İdealardan meydana gelen akılla anlaşılabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki bu ilişkiyi Parmenides adlı diyaloguyla Timaeos adli diyalogunda açıklamaya çalışır. Buna göre, pay alma, İdeadan bir parçaya sahip olma anlamına gelmez. Bir İdea, bu dünyadaki duyusal şeylerden her biri ondan bir parçaya sahip olacak şekilde, parçaları olan bir şey değildir. Bir İdea bölünemez bir varlıktır. Yine, duyusal şeyler İdealardan bu şekilde pay alıyor olsaydılar, İdealar aktüel dünyada şeylerin parçaları olarak varolacak ve dolayısıyla bu dünyaya içkin olan varlıklar haline geleceklerdi. Oysa, onlar bu dünyaya aşkın olup, ayrı bir İdealar dünyasında varolurlar. Şu halde, duyusal nesneler İdeaları, gerçekte İdeaların kendileri olmaksızın, İdealardan bir parçaya sahip olmadan. örneklerler.
Bununla birlikte, İdealarla duyusal nesneler tümüyle farklılık gösteren iki ayrı kategoriden varlıklar oldukları için ikisi arasındaki ilişki ancak, pay alma ilişkisi gibi gerçek niteliği hiçbir zaman tam olarak anlaşılamayan mecazlı terimlerle ifade edilebilir. Çünkü İdealar ezeli-ebedi olan, yani yaratılmamış ve yok edilemez olan, zamanın ve mekanın dışındaki değişmez kavramsal varlıklardır. Oysa bu dünyadaki duyusal nesneler zaman ve mekanın içinde olup, değişmeye uğrayan varlıklardır. İdealar değişmez olduklarına göre, herhangi bir şey yapamaz ve dolayısıyla duyusal dünyadaki değişmeyi başlatamaz ya da bu değişmeye neden olamazlar. Bundan dolayı, Platon’un metafiziğinde, akılla anlaşılabilir dünya ile duyusal dünya arasındaki ilişkiyi sağlayacak, içinde yaşadığımız dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini aktaracak aktif bir güce ihtiyaç duyulur. Çünkü duyusal dünyadaki nesnelerle İdealar tümüyle ayrı kategoriden varlıklar oldukları için, birbirleriyle kendi başlarına ilişki kuramazlar.
Platon’un metafiziğinde işte duyusal dünyaya İdealar dünyasının belirli yönlerini ak*taran bu aktif dış güç, İdeaların, saf formun değişmez dünyasıyla maddenin bütünüyle belirsiz olan dünyası arasındaki sınır çizgide bulunan Demiurgos’tur. Ona göre, maddenin kendisi tümüyle belirsiz olup, şekilden, formdan yoksundur. Zaten belirli olsa ve bir şekli bulunsa, bu, İdeanın onda zaten bulunduğu anlamına gelecektir. Madde tanımlanamaz. Bununla birlikte, tümüyle düzensiz olan madde form kazanmaya, şekil almaya uygun bir yapıdadır. İşte, hem akılla anlaşılabilir dünyanın ve maddi dünyanın dışında olan bir Tanrı olarak Demiurgos, maddeye İdealar dünyasının özelliklerini, akılla anlaşılabilir dünyanın formlarını yüklemek suretiyle, düzenden yoksun, belirsiz maddeye düzen ve form kazandırır. Demiurgosun bu faaliyeti, sonuçta duyusal dünya*da İdeaların gölgelerinin ortaya çıkışına yol açar.
Kare, üçgen, ağırlık, beyazlık, vb., İdeaların maddi dünyada ortaya çıkan görüntüleridir, soluk kopyalarıdır ve onlar maddi dünyaya sahip olduğu düzen ve belirliliği kazandıran temel öğelerdir. Şu halde, maddi dünya sahip olduğu düzen ve belirliliği her şeyden önce İdealar dünyasına ve İdealar dünyasının yapısını ve formlarını maddeye aktaran Demiurgos’un faaliyetine borçludur. Biz duyusal dünyada çeşitli zaman ve yerlerde var olan şeyleri, Demiurgos formları maddeye yerleştirdiği için saptıyor ve ta*nımlayabiliyoruz.
Bununla birlikte, maddi dünya kendisine aktarılan formları koruyabilmek bakımından yetersiz olup, mutlak bir değişme içindedir. Maddi dünya formları yalnızca belirli zaman dilimleri içinde koruyabilir. O sürekli bir akış hali içinde bulunduğuna göre, formları alır ve daha sonra yitirir. Şu halde, maddi dünyanın gerçek İdealar dünyasının ezeli-ebedi yönlerini Demiurgos’un faaliyeti sayesinde kazandığı ve bu yönleri sonsuz bir hareketler dizisi ve dolayısıyla değişme süreci içinde kaybettiği dikkate alındığında, o ezeli-ebedi bir gerçekliğin zaman içinde hareket eden ve değişen gölgesi ya da kopyası olarak görülmek durumundadır. Öyleyse, gerçekten var olan değişmez İdealar dünyasıdır.
Demek ki, Platon gerçek varlığı aynı şekilde tanımlamış olan ve bu varlığın akıl yoluyla bilinebileceğini söyleyerek, duyuların bize gösterdiği bireysel nesnelerden oluşan duyusal dünyanın hiçbir şekilde var olmadı*ğını, bu dünyanın bir yanılsamadan başka bir şey olmadığını öne süren Parmenides’in tersine, bir yandan gerçekten var olanın değişmez, ezeli-ebedi olan ve akıl yoluyla bi*linebilen İdealar dünyası olduğunu kabul ederken, bir yandan da içinde yaşadığımız duyusal dünyanın belli şekiller içinde var olduğunu söylemekte ve görünüşleri İdealar aracılığıyla açıklamakta ve temellendirmektedir. Platon’un bu metafiziği, ‘Neyin gerçekten var olduğu’ sorusunu yanıtladıktan başka, insanın içinde yaşadığımız bu dünyadaki yeri ve gerçekten var olan İdealar dünyasıyla olan ilişkisi konusuna da bir açıklık getirir.
İnsan felsefesi: Platonun iki dünyalı metafiziği, insanda her biri dikkatini söz konu*su bu dünyalardan birine yöneltmiş olan iki temel bileşenin bulunduğunu ortaya koyar. İnsanın duyusal dünyaya yönelmiş, duyusal dünyaya ait olan parçası bedenidir; yine aynı benzerin benzerini bilebileceği, ancak aynı cinsten olanlar arasında bir ilişki bulunabileceği ilkesine göre, insanın bir de ger*çek varlığın dünyasına yönelmiş olup, bu bağlamda İdealar dünyasının bir parçası olan ruhu vardır. İnsan ruhu, Platon’a göre, insandaki maddi olmayan, ölümsüz parçadır.
Bunlardan beden söz konusu olduğunda, insan duyulan aracılığıyla duyusal dünyayla ilgili olarak güvenilmez malumatlar elde etmeye çalışır, maddenin peşinden koşarak birtakım fiziki arzuları gerçekleştirmek ve tatmin sağlamak ister. Buna karşın, ruhu ait olduğu dünyaya yönelmek, ezeli-ebedi gerçeklikleri temaşa etmek arzusu içindedir. Öyleyse, ruha düşen kendisini duyusal dünyanın sınırlamalarından, bedeninin ve duyu*sal dünyanın oluşturduğu hapishaneden kur*tarmak ve gerçek dünyayı temaşa etmek amacını gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bu ise, insanın her ne kadar maddi koşullar içinde yaşayan, birtakım fiziksel ihtiyaçları olan bir varlık olsa da, bu maddi koşullara bağımlı olamayacağı, yalnızca fiziksel ihtiyaçları tarafından belirlenemeyeceği anlamına gelir.

Plekhanov, George Valentinovich: 1856-1918 yılları arasında yaşamış olan Rus sos*yal demokrat düşünür.
Marksizmin Rusya’ya girişinde oldukça etkili olmuş olan Plekhanov’a göre, madde görünüşten ibarettir. O hukuk, adalet, siyaset ve hukuğun belli bir dönemin üretim ilişki ve yöntemlerinin gelişmesine bağlı olduğunu söylemiştir. Bireylerin, devletlerin, ulusların ve nihayet tüm insanlığın kuruluşu ve gelişiminin iktisadi koşullara bağlı olduğunu iddia eden Plekhanov, Bernstein’ın revizyonizmine, Leninin bolşevizmine şiddetle karşı çıkmıştır.
O, bununla birlikte, kültür analizinde kaba bir materyalizmden uzak durmaya özen göstermiştir.

Popper, Karl Raimund: Bilim ve siyaset felsefesiyle uğraşmış olan, 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri.
Temel eserleri: The Logic ot Scientific Discovery [Bilimsel Keşfin Mantığı], Conjectures and Refutati*ons [Sınama ve Yanılmalar], Objective Knowledge [Nesnel Bilgi], The Poverty of Historicism [Tarihçiliğin Sefaleti] ve The Open Society and its Enemies [Açık Toplum ve Düşmanları].
Bilim Felsefesi: Popper’ın felsefeye yaptığı ilk büyük ve önemli katkı, bilime bir sınır çekme problemine getirdiği yeni çözümden oluşur. Onun zamanına dek kabul edilmiş olan görüşe göre, bilim tümevarım yöntemiyle seçkinleşir, yani bilim sonuçlarına, mantıksal analiz yerine, gözlem ve deney yöntemiyle ulaşır. Buradaki büyük güçlük ise, şudur: Ne kadar çok ve uzun süreli gözlem yapılmış olursa olsun, eldeki veriler sınırlanmamış bir genellemenin, tümel bir önermenin doğruluğunu saptamak için hiçbir zaman yeterli olmayacaktır. Örneğin, ‘Tüm kargalar siyahtır’ şeklindeki sınır*lanmamış bir genellemenin doğruluğu, bu dünyada şimdi varolan ve gelecekte varolacak olan tüm kargaları hiçbir zaman gözlemleyemeyeceğimiz için, kanıtlanamaz. Bu ise, bizi şu endişe verici, kaçınılmaz sonuca götürün: Bilim, yalnızca doğanın düzenliliğine duyduğumuz inançla varolabilir ki, bunu da tanımlamak ve kanıtlamak, görünüşte imkansızdır.
Popper, işte bu durumun bir sonucu olarak, sınırlanmamış genellemelerin, deneyi*me dayanan tümel önermelerin doğrulanamayacaklarını savunur, ancak bir yandan da bunların yanlışlanabileceklerine işaret eder. ‘Tüm kargalar siyahtır’ genellemesi hiçbir zaman doğrulanamasa bile, beyaz tek bir karga, onu yanlışlamaya yeter. Popper’a göre bilimde belirleyici olan yanlışlamadır.
O, bilimin, belirli özel koşullar altında gözlemlenen ya da gözlemlenecek olan açı*sından, her zaman tehlike içinde olduğunu savunur. Bilimsel teoriler, Popper’a göre, gözlemler beklentilerle uyuşmadığı takdir*de, terk edilmeye ya da değiştirilmeye mahkumdur. Buradan, hiçbir bilimsel teori*nin, ne kadar çok test ve sınamadan başarıy*la geçmiş olursa olsun, asla kesin sonuçlu olarak doğrulanamayacağı sonucu çıkar. Bu sonuç, Popper’a göre, bilim tarihi tarafından da doğrulanmaktadır: Newton fiziği gibi, doğruluğu test edilmiş ve geniş bir biçimde kabul görmüş olan bir teori bile, revizyondan kurtulamamıştır. Bilim, hiç kuşku yok ki, teorilerini geliştirebilir, onları tüm testlerden başarıyla geçmiş olan yeni kuramlarla değiştirebilir. Ancak bilim, hiçbir zaman doğayla ilgili olarak kesin, değişmez ve mutlak doğrulara ulaşmış olduğunu iddia edemez. Popper’a göre, bilimsel bilgilerimiz, tarihte şimdiye kadar, yanlışlamaya yönelik tüm sistematik girişimlere karşın ayakta ka*labilmiş teoriler yığınından ibarettir.
Siyaset Felsefesi: Popper, toplum ve siyaset felsefesi alanında tarihsiciliğe ve holizme yönelik sert eleştirileriyle ün kazanmıştır. Tarihsel gelişmenin yasaları ya da ilkeleri bulunduğunu, bu yasa ya da ilkeleri bildiğimiz takdirde, insanlık tarihinde gelecekte olup bitecek olayları, tıpkı bir astronomun ay ya da güneş tutulmasını önceden doğru tahmin etmesi gibi, önceden doğru tahmin edebileceğimizi savunan görüş olarak tarihsiciliğe şiddetle karşı çıkan Popper’a göre, insan toplumunu oluşturan sistemde öndeyiye yer yoktur; çünkü, burada gelişmeyi belirleyen temel etkenlerin başında, çevremize ve içinde bulunduğumuz koşullara nasıl karşılık vereceğimizle ilgili kararlar gelir. Buna göre, örneğin teknolojinin çağdaş toplum üzerinde bu kadar büyük bir etki yapacak güç haline gelebileceği, bir yüzyıl önce hiçbir şekilde tahmin edilemezdi. Pop*per için, seçim ve sorumluluk bireylerindir, bundan dolayı, üyeleri ister istesin, ister istemesin, toplum bu şekilde gelişmek zorundadır’ demek için yeterli dayanağımız asla olamaz.
Siyaset felsefesiyle toplum görüşleri, bili*min doğasına ilişkin araştırmalarına sıkı sıkıya bağlı olan ve özellikle Açık Toplum ve Düşmanları adlı eserinin ikinci cildinde Marx’ı yoğun bir biçimde eleştiren Popper’a göre, Marx’ın görüşleri bilimin doğasıyla ilgili yanlış bir kabul ya da önyargıya dayanmaktadır. Marx kendisini, toplumu konu alan bir bilim adamı, topluma, onun nasıl işlediğini ve geliştiğini anlamak amacıyla, yansız ve önyargısız olarak yaklaşan bir araştırmacı olarak görmüştü. Marx’a göre, toplumlar değişmez, statik varlıklar değildirler; toplumlar değişmektedir ve toplumlardaki bu değişme, yasasız olmayıp, değişmenin yavaş olan hı*zından dolayı, tarihe ilişkin araştırmalarla or*taya çıkarılabilecek yasalara uygun olarak gerçekleşir. Bu çerçeve içinde, Marx, tarihi konu alan araştırmalar sayesinde, feodalizmin nasıl kapitalizmi doğurduğunu, insanlık tarihindeki bir evre olarak kapitalizmin nasıl gelişip, daha sonra yıkılacağını anlayabileceğimizi savunur. Buna göre, bilimsel sosya*lizmle tarihsel yöntem örtüşmektedir. Popper, işte bu noktada, Marx’ın bilimin nihai ve de*ğişmez doğruları keşfettiğine, bilimin doğrularının zorunlu ve kaçınılmaz olduğuna büyük bir güçle inanmış olduğunu belirtir.
Popper için böyle bir analiz, kendi içinde iki temel yanlışı barındırmaktadır. Ona göre, bilimsel bilginin artışı ve gelişmesinin insanlık tarihinde çok güçlü bir etkisi olduğu, ve bilgideki büyük birikim ve ilerleme, Newton ve Einstein gibi dahilerin kavrayış ve yaratıcılığına bağlı olduğu için, ne bilgideki artış ve ilerleme, ne de bu gelişmenin tarih içindeki sonuçları önceden kestirilebilir. Başka bir deyişle, bilimsel bilgideki biri-kim ve ilerleme insanlık tarihinin akışını büyük bir güçle etkilediğinden, fakat bilimsel bilginin gelecekteki durumu ya da gelişme seyri, mantıksal ya da bilimsel yöntemlerle önceden kestirilemeyeceğinden dolayı, insanlık tarihinin gelecekte nasıl bir gelişme seyri içinde olacağına ilişkin olarak öndeyide bulunmak olanaklı değildir. Bu ise, teorik bir tarih, yani teorik fiziğe karşılık gelen ya da eşdeğer olan tarihsel bir toplum bilimi imkanının yadsınması anlamına gelmektedir. İşte bu, Popper’a göre, Marks’ın bilimsel araştırmanın doğasını yanlış anlamaktan oluşan birinci yanlışıdır.
Marx gibi, Popper da bilimsel yöntemin toplumu konu alan araştırmalara uygulanabileceğini düşünür. Bununla birlikte, onun yöntemi ve bilim anlayışı, Marx’ın savunuculuğunu yaptığı bilim ve yöntem anlayışından farklılık gösterir. Tarihsel araştırmayla bilimsel sosyalizmi özdeşleştiren Marx’tan farklı olarak, Popper’ın gözünde bilim, tarihsel araştırmayla, hatta tümevarımsal süreçlerle bile aynı değildir. Bilim, imgelemin, ilke olarak yanlışlanabilir olması durumunda, ‘bilimsel’ olan hipotez oluşturma faaliyetini içerir. Oysa, Marx’ın, tarihsel değişmeyle ilgili değişmez diyalektik yasaların keşfine dayanan iddiaları, yanlışlanabilir olmadıkları için, bilimsel değildir. Ve Karl Popper, bu bağlamda, bilimin kesin olmadığını ve olamayacağını, yeni veriler ışığında sürekli olarak revizyona tabi olduğunu belirtir.
Karl Marx’ın ikinci yanlışı, bilimin toplumun bütününe uygulanabileceğini, bütün bir sistemle ilgili olan yasalar bulunduğunu düşünmesinden oluşur. Popper, buna holistik görüş ya da ütopik bir toplumsal planlama adını verir. Ona göre, kaçınılmaz ve zorunlu olup, toplumun bütününe uygulanan tarihsel yasalara duyulan inanç, toplumun bütününün belirli bir plana göre yeniden biçimledirilmesi ya da yapılandırılması gerektiği görüşüne götürür. Bütünü göz önüne aldığında, insan faktörünü zorunlu olarak gözden kaçıran bu yaklaşım, toplumun yeni baştan kurulması ve yapılandırılmasının mümkün ve zorunlu olduğuna önceden karar verir ve toplumun varolan yapısını kökten bir biçimde değiştirir. Karl Popper’a göre, Marx’ın ikinci yanlışı da bundan, yani onun bilimin deneme ve yanılma yöntemine dayandığını bir türlü görememesinden kaynaklanmaktadır. O, bunun tam tersine, özel problemler için özel yaklaşımların söz konusu olduğunu belirtir, kurumların kötü yö*netici tehlikesini en aza indirgeyecek şekilde düzeltilmesi ve geliştirilmesini ister.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
Popper, yaşamayı her şeyden önce ve her şeyin üstünde bir sorun çözme faaliyeti ola*rak gördüğü için, sorun çözmeye elverişli olan toplumlar ister. Sorun çözme ise, çözüm denemelerinin cesaretle ortaya atıl*masını, sonra da bunların eleştiriye ve hatta eleme işlemine tabi tutulmasını gerektirdiği için, Popper karşı önerilerin engellenmeden ortaya atılmasına, bunların eleştirilmesine, sonra da eleştirilerin ışığında, bunlarda ger*çek değişiklikler yapılmasına izin veren toplum biçimleri istemektedir.
Popper, her çeşit ahlâk düşüncesi bir yana, bu gibi çizgiler boyunca örgütlenmiş bir toplumun, başka türlü örgütlenmiş bir topluma oranla, sorunlarını çözmekte daha etkili ve dolayısıyla daha başarılı olduğuna inanır. Popper’a göre, teorik konularda oldu*ğu gibi, pratik alanda da doğru yanıtlara sahip olabileceğimizden asla emin olamayız. Bundan dolayı da, o, yönetim biçimi olarak demokrasiyi, açık toplumu savunur, çünkü eleştirme ve tecrübe etme özgürlüğü en fazla demokraside vardır. Onun anladığı biçimiyle demokrasi, yöneticilerin toplum problemleri-ne önerdikleri çözümün umut verir gibi gö*rünmediği zaman, değiştirildikleri bir sistem*dir. Popper’ın gözünde, iktidarın kimlerin elinde olduğundan çok, iktidarın kişisel çıkar için olduğu kadar, toplumsal ya da siyasal dogmalar adına kötüye kullanılmasının önüne geçilmesi büyük önem taşır.

Popperci: Çağdaş düşünür Karl R. Popper’ın 1- Bilim felsefesiyle ilgili görüşleri, yani onun gele*neksel tümevarımcı bilim anlayışına karşı geliştirdiği yanlışlamacı bilim anlayışı ve 2- Toplumsal reformun felsefi temelleriyle ilgi*li görüşleri, yani holistik görüşlere karşı ge*liştirdiği, tüm kollektif fenomenleri bireyle*rin eylemlerine, amaçlarına, düşüncelerine, umut ve karşılıklı etkileşimlerine ve bu arada insanlar tarafından yaratılmış ve sür*dürülmüş geleneklere bağlayan yöntemsel bireyciliği için kullanılan sıfat.


Popüler kültür: Klasik musikiyi, ciddi ve ağır romanları, şiir, dans ve bale gibi nispeten az sayıdaki eğitimli insan tarafından anlaşılıp estetik de*ğeri takdir edilen ürünleri ihtiva eden yük*sek kültürün tam karşıtı olan kültür; herkes, özellikle de geniş yığınlar tarafından kolay*lıkla alımlanan vasati kültür ürünlerinden meydana gelen sanatsal değeri, estetik nite*liği düşük kültür.
Esas amacı eğlendirmek, hoşça vakit ge*çirtmek olan, modern yaşamın yorduğu, ka*pitalist üretim ilişkilerinin demoralize edip körleştirdiği insanlardan pek az bir çaba ve konstrasyon isteyen bu kültür türü, olumla*yıcı bir kültür olup, gerçeklikten kaçış sağ*lar.

Popülizm: 1- 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ve burjuva psikolojisine, işsiz bir top*lum oluşturan aydınların özenli tavrına karşı, küçümsenen işlerle uğraşan sınıfları tüm özellikleriyle yansıtmayı amaçlayan, halkta iyi ve olumlu ne varsa gözler önüne sermeyi amaçlayan edebi okul. 2- Siyaset alanında, planları toplumun alt ve orta tabakalarını te*mele alarak yapma, bu sınıflara hizmeti amaçlama, halkı zaman zaman halk dalkavuklu*ğu yapacak şekilde ön plana çıkarma tavrı.
Sosyal bilimcilerin bir hareket mi, yoksa bir ideoloji mi olduğu konusunda çokça tar*tıştıkları popülizm, erdemle siyasi meşruiyeti halkta bulan ve seçkinlere ve seçkinci*liğe şiddetle karşı çıkarken, siyasi hedeflere eri iyi bir biçimde, politik kurumların aracı*lığı olmaksızın, yönetimlerle halk arasında kurulacak doğrudan bir ilişki yoluyla ulaşı*labileceğini savunan siyasi retorik ya da söylemi ifade eder.
Bu çerçeve içinde, yakın zamanlarda üç ayrı popülizm arasında bir ayırım yapılmış*tır. Bunlardan 1- Birincisi olan küçük Adam populizmi, esnaf, zanaatkar ve çiftçi gibi küçük üreticiler arasındaki işbirliği ve özel mülkiyeti desteklerken, büyük işletme ve yönetimlere karşı çıkar ve ister kentleşme, ister endüstrileşme ya da tekelci kapitalizm şeklinde ortaya çıksın, ahlâki çöküntüye yol açtığını düşündüğü ilerlemeye cephe alarak, geçmiş zamanın erdemlerine dönüşü savu*nur.
2- Otoriter popülizm ise, halka gider ve halkın tepkileriyle duygularına dayanırken, kurumları ve siyasi seçkinleri atlayıp, kariz*matik liderlere güvenir. Buna karşın, 3 dev*rimci popülizm, halkla onun kollektif gelene*ğinin, seçkinciliği ve ilerleme düşüncesini reddeden entellektüeller tarafından idealize edilmesinden meydana gelir.


Post: -den sonra anlamına gelen Latince önek. Buna göre, post öneki, bileşik bir terim meydana getirmek üzere, bir durumu, yapıyı veya oluşumu, ikinci olarak da bir akımı, yaklaşımı tanımlayan bir sözcüğün önüne gelebilir. Her iki durumda da, eski yapıdan veya bir önceki akımdan birtakım unsurlar içerse de, çok büyük ölçüde yeni ve farklı bir oluşum ya da yaklaşımı tanım*lar.

Post Endüstriyel Toplum: Temel ilgi, en başat meşgale / hedef ve en geçerli değer olarak bilginin mülkiyetin ye*rini aldığı ve toplumsal dinamizm ve gücün ilk ve temel kaynağı haline geldiği toplum türü.
Ünlü sosyolog Daniel Bellin 1973 yılın*da yayımlanan The Coming of Postindustrial Society [Postendüstriyel Toplu*mun Zuhuru] adlı eseriyle gündeme gelen, modern toplumların enformasyon toplumları olarak görülmeleri gerektiğini imleyen teri*min tanımladığı postendüstriyel toplumun özellikleri, veya endüstri toplumundan en*düstri sonrası topluma geçildiğini gösteren en önemli emareler şunlardır: 1- Toplum en fazla ve tümüyle bilgi ve yeni bilgi üretimi üzerinde odaklanır. 2- Bilgi toplumda yenili*ğin biricik anahtarı ve örgütlenmenin modeli ya da temelidir. 3- Tarım ve imalat sektörün*deki üretim toplumdaki işgücünün büyük bir bölümünü kendine çekmez, ama hizmet sek*törü (eğitim, sağlık, kamu hizmeti) hakim hale gelir.
4- Yepyeni bir işbölümünde merkezi yer teknisyen ve profesyönel kadrolar tarafından işgal edilir. Başka bir deyişle, bilgiye dayanan meslek kümeleri sınıf yapıları içinde egemenliği ele geçirir. 5- Teori toplum üze*rinde daha dolayımsız bir biçimde, alabildi*ğine etkili hale gelir. 6- Teknolojik değişme ve söz konusu değişmenin toplumsal etkisi çok belirginleşir. 7- Karar verme süreçlerinde, ahlâki ya da kültürel geleneklere dayalı sez*gisel yöntemlerin yerini bilimsel yöntemler alır.


Post-felsefe: Rasyonalite, hümanizm, ilerleme gibi kültürel ve metafiziksel ideallere göre anlaşılan bir disiplin ve icra edilen bir etkinlik olarak felsefe sonrası durumu ta*nımlamak için kullanılan deyim.

Bu ideallerin yerle bir oluşundan ve Nietzsche’den Heidegger ve Lyotard’a kadar pek çok filozof tarafından telaffuz edi*len felsefenin sonunun geldiği iddialarından sonra şimdi sorulan soru şudur: Felsefenin sonu gerçekten de gelmiş midir? Yoksa felsefe *ciddi bir dönüşüme mi uğramalıdır? Felse*feyi dönüşüme uğratmak isteyenler, özerk ve bütünüyle saydam bir öznenin eleştiri ötesi Olmadığını, tarihin Aydınlanma felsefesinin rehberliği altında gerçekleşecek ilerlemesinin boşa çıktığını söylemekle birlikte, bütün bu ideallerin zaten Kant gibi Aydınlanma düşü*nürleri tarafından daha önce sorgulandığını ifade eder ve felsefenin dönüşümünde ihtiyaç duyulan ipuçlarını Kant’ın eleştirilerinin sağladığını öne sürerler.
Felsefenin sonunun kesin olarak geldi*ğinden söz edenler ise, bugün felsefi söylemin evrenselliği karşısında mukayese edilemez dil oyunlarının indirgenemez çokluğuna, birlik karşısında ayrı cinstenliğe, bütünsel olan karşısında bölük pörçük olana, a priori ve kesin olan karşısında da emprik ve yanılabilir olana öncelik verir.

Post Hümanizm: Hümanizm sonrası felsefede ve kültürde, öznenin merkezi konumdan indirilmesinden, hümanizmin bir şekilde geçersiz ve yanlış bir ideoloji oldu*ğunun gösterilmesinden sonra oluşan ente*lektüel durum.


Post Marksizm: Marksizimle, ya akımın bir devamı olmak ya ondan ilham alma ya da Marksizmi akıma duyulan bağlılığın ardın*dan bir bütün olarak reddetme anlamında, çoğunluk dolayımsız bir ilişki içinde olan çağdaş akını, düşünür ve tavırlara işaret etmek üzere kullanılan genel terim.
Buradan hareket edildiğinde Post Marksiz*mi iki şekilde tanımlamak mümkün olur: Post Marksizm, buna göre, her şeyden önce Marksist düşünceyi, klasik Marksizmin temel kabul, kavram ve kategorilerini geçer*siz kılan ya da en azından aşındıran çağdaş teorik ve sosyal gelişmeler ışığında yeni baş*tan inşa veya formüle etme teşebbüsü olmak durumundadır. Buna karşın, Post Marksizm ikinci bir anlam içinde, klasik Marksizmi söz konusu çağdaş teorilerden veya teorik geliş*melerden biri ya da diğeri lehine toptan red*detme tavrına işaret eder.
Terimle bu iki tanımdan veya Post *Marksizmden hangisinin anlatılmak istendi*ği genellikle bileşik terimin önekine veya gövdesine yapılacak şekilsel/anlamsal vur*guyla gösterilir. İşte bu bağlamda post Marksizm birincisini, yani özde Marksizme duyulan bağlılığı; Marksizm içinde sadece post-yapısalcılık ve post-modemizimin dü*şünsel yaklaşımlarına ve sağladığı teknik imkanlara değil, fakat aynı zamanda femi*nizm, cinsel/ulusal/etnik azınlıklar ve çevre*cilik benzeri sosyal protesto hareketlerine bir yer açma tavrını ifade eder. Politikaya çoğulcu bir yaklaşımın savunuculuğunu yapan post-Marksizm, her ne kadar Mark*sizme olan bağlılığını sürdürse de, sosyal değişmeyi işçi sınıfının başlatacağı teziyle, tarihsel zorunluluk fikrini reddeder. Başka bir deyişle, özde Marksist bir duruşu benimsemekle birlikte, sadece Marksizme değil, fakat tarihteki değişmeleri ayrıcalıklı bir fail ya da özgül bir sınıf yoluyla açıklayan her politik harekete karşı tavır alan, sözde bi*limselleştirilmiş bir öğreti olarak Marksiz*mm indirgemeci ve antidemokratik özünü sorgulayan post-Marksizm, Marx’ın görüşle*rinden ilham almakla birlikte, ekonomik de*terminizme ve proletaryayı evrensel özgürleştirici sınıf olarak gören yaklaşıma şiddetle karşı çıkar. Batı Marksizmi olarak da bi*linen bu görüş ya da tavrın en önemli tem*silcileri arasında Hannah Arendt, Theodor Adorno, Jürgen Habermas, Ernest Laclou, Alaine Touraine gibi düşünürlerin bulunduğu kabul edilmektedir.
Oysa post-Marksizm, klasik Marksizm*den kesin bir kopuşu, onun ötesine geçmeyi ifade eder. Örneğin, Marksist kökenleri bulu*nan, Marksist teoriye uzun bir süre boyunca iman etmiş olan, fakat özellikle Fransız Ko*münist Partisi’nin 1968 Olayları’ndaki tav*rından sonra, Marksizmden kopup post*modernizme dönen Jean-François Lyotard ve Jean Baudrillard gibi Fransız düşünürlerin tavrı post-Marksist bir tavır olmak durumun*dadır. Post-Marksizm burada, kendi başına veya kendi içinde özgül bir düşünce akımı olmaktan ziyade, temelde Marksizm karşı*sında duyulan hayal kırıklığını ifade eden bir tavır olmak durumundadır.

Post-Modernist Marksizm: Avrupa’da bindokuzyüz seksenli yıllarda geliştirilen ve postmodernliği Batı toplumundaki bir evre olarak değer*lendiren Marksist anlayış.
Postmodernizmi ileri kapitalizmin kültü*rel mantığı olarak gören bu anlayış, kapita*lizmin gelişme sürecinde, her biri belli bir teknoloji türünün hakimiyetiyle belirlenen üç evre saptar. Bu evrelerden Marks tarafın*dan analiz edilmiş olan birinci evre, piyasa kapitalizmi olup, o buhar makinalarının be*lirlediği bir teknolojiye dayanır; bu evrenin kültürel karşılığı, postmodernist Marksizme göre, sanatsal realizmdir.
Kapitalizmin gelişmesindeki ikinci evre, Lenin ve Luxemburg tarafından analiz edil*miş olan tekelci ya da emperyalist kapita*lizmdir. Teknoloji açısından elektrik gücüy*le karakterize olan bu evrenin kültürel mantığı, sanatsal modernizmdir. Kapitaliz*mm teknolojik açıdan 1950’li, kültürel açı*dan ise 1960’lı yıllarda ortaya çıkan üçüncü evresinin hakim teknolojisi, elektronikle nükleer güce dayanır. Söz konusu tüketim kapitalizminin veya çokuluslu kapitalizmin kültürel karşılığı ise, postmodernizmdir.
Postmodernist Marksizme göre, ileri ka*pitalizmin söz konusu kültürel mantığının iki temel yönü vardır. Buna göre, postmo*dernizm her şeyden önce, yüksek kültürle ticari kültür ya da pop kültürü arasındaki geleneksel sınırları ortadan kaldırır. Bu dö*nemin insanlarında, tarihsel bir çerçeve için*de düşünme yeteneği giderek azalır ve temel söylem ya da üstanlatılar kaybolur. İnsanlar tarihlerinden giderek soyutlanırken, tarihi, siyasi hareket ya da ideolojilerin pro*jeleriyle değil de, televizyondaki açık oturumlarla algılarlar.
Postmodernist Marksizme göre, ileri ka*pitalizmin kültürel mantığının ikinci bir yönü, kültürle toplum arasındaki ilişkide or*taya çıkar. Başka bir deyişle, bu dönemde postmodern kültür toplumu istila eder. Buna göre, tüketim kültürel terimlerle tanımlanır*ken, kültürün kendisi de hiç olmadığı ölçü*de eşyalaştırılır. Sanat eserleri piyasa güçle*rine tabi olurken, meta ya da eşyaların reklamı da, onların birer sanat eseri olduğu söylenerek yapılır.

Post Modernizm: .Kapitalist kültürde ya da daha genel olarak Batı dünyasında, yirminci yüzyılın son çeyreğinde, resim, edebiyat, mimari, vb., güzel sanatlar alanında ve bu arada özellikle de felsefe ve sosyolojide belirgin hale gelen hareket, akım, durum veya yaklaşım.


Post Modernizm Çeşitleri: Sanatsal, kültürel, toplumsal felsefi post modernizmlerden söz etmek doğru ve mümkün olsa da, tüm bunların son çözümlemede iki ayrı postmodernizme indir*genebilmesini n sonucu olan postmodernizm sınıflaması.

Bu sınıflamaya göre, postmodernizmlerden birincisi, modernlik ve Aydınlanmaya iliş*kin felsefi eleştiriden meydana gelen post*modernizm, ikincisi ise sanat ve kültürdeki postmodern eğilimlerle çağdaş, postmodern toplumlar arasında bir bağ kuran, postmo*dernliği Batı toplumundaki bir evre olarak gören postmodernizmdir.
Başka bir deyişle, bu iki postmodernizm*den felsefi postmodernizm olarak tanımla*yabileceğimiz birincisi, modernizmin entel*lektüel evrenine ilişkin radikal ve kuşkucu bir felsefi eleştiriden meydana gelmektedir. Aydınlanma projesini hedef alan bu post*modernizm tüm tarih felsefelerini reddedip, Batı felsefesi ve metafiziğinin temel katego*rilerine meydan okur.
Toplum ve kültür teorisi açısından post*modernizme karşılık gelen ikincisi ise, post*modernizmi Batı toplumundaki bir evre ola*rak görür ve postmodern kültür ve toplumsal ilişkilerin, burjuva ideolojisi ve değerlerinin ondokuzuncu yüzyıl liberal kapitalizminin hakim fikirleri oluşuna benzer şekilde, çağ*daş kapitalizme karşılık geldiğini öne sürer.


Post Modernizm Eleştirisi: 20. yüzyılın son çeyreğinde *sosyal bilimlerde ve özellikle de felsefe*de oldukça etkili olan postmodernizmin sadece eleştirdiği, yıktığı, kuşkuculuğu ve yumuşama nedir bilmez olumsuz tavrı nedeniyle tenkit edilmesi.

Buna göre, postmodernizm her şeyden önce sadece eleştiriyi ve başkaldırıyı kutsa*dığı, salt olumsuz bir tavır sergilediği için eleştirilmiştir. Normatif bir çerçeveden, sağ*lam bir ilkeden,. hakiki bir adalet yorumun*dan yoksun eleştiri, postmodernizme yöne*lik hücuma göre, bütün ayırımları ortadan kaldırır, ezenle ezilen, tahakküm edenle edi*len arasında hiçbir fark gözetemez. Böyle bir ilkenin yokluğunda postmodernizmin sergilediği koşulsuz farklılık politikası bir*takım güçlüklerle karşı karşıya kalır. Tenki*de göre, sadece evrenselliğin reddi veya farklılığa saygıdan tutarlı bir politika türet*mek mümkün değildir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, postmo*dernizm pozitif bir siyaset görüşü olmadığı, onun politik gündemi belirsiz kaldığı gerek*çesiyle eleştirilmiştir. Bu bağlamda, o salt yıkıcı olduğu ve herhangi bir sosyal, politik ve etik sistemi müdafaa edebilmek için hiç*bir temel sağlayamadığı ve dolayısıyla sos*yal değişmeye ciddi bir taktı getiremediği için eleştirilmiştir. Belli bir politikaya bağ*lanmayı kendisine yasaklayan postmoder*nizm, bu tavrıyla varolan güce dayalı baskı*cı rejimlerin muhaliflerini silahsız bıraktığı için tenkit edilmiştir. Bu görüş açısından bir siyasete bağlanmak veya etkin bir politik an*gajman için geçerli hiçbir neden bulama*mak, satükonun kabulüne ve hatta meşrulaş*tırılmasına götürün. Dahası, postmodernizm, kuşkuculuğuyla kaba kuvvet ve adalet ara*sındaki ayırımı bulanıklaştırdığı ve faşizme entellektüel teselli ve destek sağladığı için eleştirilir.
Ve nihayet, postmodernizm entellektüel*lerin imtiyazlı konumlarını korumaya yöne*lik bir son savunma çabası olanak değerlen*dirilmiştir. Buna göre, o, kültürel arenadaki geleneksel temellerini ve imtiyazlı konum*larını koruma telaşına düşen entellektüellerin son ve umutsuz bir manevrasından, her şeyi kendileriyle birlikte ateşe atma teşebbüslerinden başkası değildir.

Post Modernlik: Çağdaş ve ileri endüstri toplumlarının ulaşmış olduklarına inanılan yeni durum, çağ ya da koşullara işaret etmek amacıyla kullanılan genel terim. İnsanlığın veya Batı toplumunun şimdi içinde bulundu*ğuna inanılan, bir kültürel ethos olarak mo*dernliği izleyen, kültürel durum.
Modernlik Batı kültüründe, başta ekono*mik ve sosyal gelişmeye, insanla ilgili konu*larda ilerlemenin kaçınılmazlığına duyulan inanç olmak üzere, belli bazı eğilim ve yö*nelimlerin doruk noktasını ifade eder. İlerle*meye beslenen sarsılmaz inanç, insan hayatı*nın mahiyeti veya niteliğinin sınırsızca geliştirilebileceği ve bunu sağlamak için bilim ve teknolojiden yararlanılabileceği ka*bulüyle, ister kapitalist ya da ister sosyalist versiyonu içinde, modernliğin politikasını da belirlemiştir. Başka bir deyişle, modernli*ğin belirleyici unsuru, Üçüncü Dünya’nın azgelişmiş ulusları da içlerinde olmak üzere, milletlerin çoğu tarafından benimsenmiş olan ilerleme ideolojisidir.
İşte genel olarak ifade edildiğinde, post*modernlik ilerlemenin kaçınılmazlığı veya uzun vadedeki etkileri her ne olursa olsun, çevreyi insani amaçlar için sömürmeye devam etmenin zorunluluğu benzeri inanç ya da düşüncelere duyulan şüphe ya da red*diyeyle karakterize olan bir kültürel durumu ifade eder. Yine aynı genel veya felsefi açıdan değerlendirildiğinde, postmodernlik ev*rensel teorilere veya büyük anlatılara duyu*lan inanç yitimiyle, politik açıdan pragmatizme bağlanmayla ve kültürel fark*lılığı teşvik etmeye dönük bir ilgiyle karak*terize olur.
Daha özel olarak ele alındığında, postmo*dernliği belirleyen çok sayıda özelliğin, te*melde dört ana başlık altında toplanabilece*ğini söylemek gerekir. Bu başlıklardan birincisi, 1- Toplumsal açıdan postmoderniz*mi ifade eder. Bilindiği üzere, endüstrileş*meyle, kapitalizmin ekonomik sistemi, top*lumsal sınıflar sistemini doğurmuştu. Bu, her ne kadar toplumsal yapının ve toplumsal farklılaşmanın en önemli öğelerinden biri olsa da, postmodern toplumlarda pek büyük bir önem taşımaz. Toplumsal açıdan postmo*dernizmde, toplumsal yapı daha fazla parçalanmış olup farklılaşmada, sınıflara ek olarak, cinsiyet, yaş ve etnik özellikler etkili olur.
2- Öte yandan, postmodernliği kültürel açıdan değerlendirdiğimizde, birçok görü*şün en önemli rolü, kültürel faktörlere ver*diğini görüyoruz. Buna göre, postmodernli*ği kültürel açıdan belirleyen öğeler, kültür endüstrilerinin giderek artan önemi, günde*lik yaşamın estetizasyonu, kimliğin gele*nekler yoluyla değil de, bireysel seçim ve tercihler yoluyla kuruluşu, vb.’dir.
Buna karşın, postmodernliği, 3- Ekonomik açıdan karakterize eden şey, bilgisayarlaşmış bilginin üretimin temel gücü durumuna gel*mesidir. Buna göre, bilgisayarlaşmış bilginin gelişmiş toplumlardaki işgücü kompozisyo*nu üzerinde yoğun bir etkisi vardır. Başka bir deyişle, fabrika ve tarım işçilerinin sayısı düşerken, profesyönel, teknik ve beyaz yakalı işçi sayısında bir artış gözlenir. Yine, postmodern toplumlarda, özellikle çok uluslu şir*ketler söz konusu olduğunda, yatırım karar*ları ulus devletinin denetiminden çıkar.
Siyasi açıdan postmodernlik ise, 4- Kişisel girişim, pazar eğilimi, rekabet ve kendine güven gibi erdemlerin geliştirilmesine daya*nır. Yine, postmodernlik baskıcı bütüncülük ve baskıcı bir siyaset anlayışı yerine, çoğul*cu ve açık bir demokrasi üzerinde durur.
Ve, postmodernlik, nihayet, Aydınlan*mayla birlikte düşünülen ilerleme düşünce*sinin yerine geçen olumsallık ve çokanlam*lılık bilinciyle ifade edilebilir.

Post Modern Toplum: Bilgisayar, enformasyon, teknoloji ve benzeri öğelerle belirlenen toplum türü. Her şeyden önce, teknolojinin yarattığı imajların ve bilgi çağının toplumu, kontrolü bil*gisayarlarda olan ve teknokratlar tarafından yönlendirilen toplum.
İhtiyaçların da teknokratlar tarafından ya*ratıldığı bu toplumda, bireyler kamu gücü*nün etkisiyle etkisizleştirilmişlerdir. Öte yan*dan, postmodern toplumda, belirleyici öğeler, kişisel hoşgörü, arzu ve tüketici bir kitlenin varlığıdır. Tüketim kaygılarının eşit*lik ilkesinin önüne geçtiği bu toplumda, tü*ketim doruk noktasına ulaşmıştır. Öte yan*dan, postmodern toplumun tercihlerinde Batı söz sahibi olup, yönlendirici güç medya ve iletişim ağıdır.


Pozitivizm: Genel olarak, modern bilimi temele alan, ona uygun düşen ve batıl inançları, metafizik ve dini, insanlığın iler*lemesini engelleyen bilim öncesi düşünce tarzları ya da formları olarak gören dünya görüşü.


Pragmatizm: Amerikan filozofları C.S.Pierce ve W. James tarafından geliştirilen ve her şeyden önce, başta entelektüel problemler olmak üzere, çeşitli problemleri çözmek için ortaya konan bir yöntemden; insan tarafından kazanılan çeşitli bilgi türleri-ne ilişkin bir teoriden ve nihayet, evrenle ilgili belli bir metafizik görüşten oluşan öğreti.


Pratik Akıl: Teoriyle, salt bilmeyle ilgili.olan teorik aklın tersine, iradi karar ve eylemle il*gili olan, ahlâk’ ilgilendiren problemleri konu alan akıl ya da refleksif düşünce.


Proletarya: Marksist görüşe göre, kapitalist toplumda burjuvazi tarafından sömürülen, emeğinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan emekçi sınıf. Kendisini sömüren mülkiyet düzenini yıkacağına ve yalnızca kendisini değil, fakat tüm insanlığı kurtaracağına inanılan evren*sel ihtilalci sınıf.
Bu bağlamda, kapitalizm içinde, orta sını*fın yok olup, işçi sınıfının bir parçası haline gelmesi sürecine proleterleşme; Ortodoks Marksizmin iddiasına göre, proletaryanın, kapitalist’ devleti yıktıktan sonra, sosyalizme geçişi hızlandırmak ve üretim araçlarını sos*yalleştirmek amacıyla kuracağı rejime prole*tarya diktatörlüğü adı verilir.

Proudhon, Pierre-Joseph: 1809-1965 yılları arasında yaşamış olan Fransız sosyalist düşünür. Temel eserleri: Qu’est-ce que la propriete? [Mülkiyet nedir?], Systme des Contradictions economiques ou Philosophie de la Misere [İktisadi Çelişkiler Sistemi ya da Sefaletin Felsefesi].
Daha ziyade ‘Tanrı şerdir’ ve ‘Mülkiyet hırsızlıktır’ gibi slogan sözlerle anımsanan Proudhon, anarşizmin kurucusu olarak bi*linir. O mülkiyeti kendi kendini yok eden bir katil olarak görmüş, onun toplumu ke*mirdiğini ve adaletin kurulmasına engel ol*duğunu söylemiştir. Proudhon’a göre, insan*ların birbirleri karşısında hiçbir üstünlükleri olamaz, dolayısıyla onların zorba ve köle, hükmeden ve hükmedilen olarak ikiye bö*lünmelerinin anlaşılır hiçbir gerekçesi yok*tur. O dünyada mutlak bir özgürlük ve eşit-edildiği zaman, hiçbir yönetim ve hükümete gerek kalmayacağını iddia eder.
Tüm örgüt ve kurumlara karşı çıkan, ko*münizmden nefret ettiğini belirten Proudhon doğallıkla Tanrı ya da düşman olmuştur. Ekonomi politiğin eşya düzenini meşrulaştır*mak suretiyle sefaleti övmekten başka hiçbir şey yapmadığını savunan filozofa Marx The Poverty of Philosophy [Felsefenin Sefaleti] adlı eseriyle karşılık vermiştir.

Psikanalizm: Özel olarak Freud’un düşünce, çalışma ve eserleriyle birleştirilen psikoloji ve ruhsal tedavi anlayışı, daha genel olarak da Breuer ve Freud’un 1880 ve 1890’lı yıllardaki araştırma ve dü*şüncelerinden çıkan psikoloji akımı.
Söz konusu psikoloji anlayışı ya da oku*lunu belirleyen en önemli öğeler şunlardır: 1- Hiçbir insan davranışının gelişigüzel, rast*gele olmadığını, tüm davranışların bireyin psişik yaşantısı tarafından belirlenmiş oldu*ğunu öne süren psişik bir determinizm anla*yışı. 2- Bilinç alanının dışında kalan, fakat bireyin yaşamında ve bireyin davranışlarını açıklamada çok önemli bir rol oynayan bi*linçdışı öğretisi.
3- İnsanın faaliyetlerinin sanıldığından çok daha fazla amaca yönelmiş faaliyetler*den oluştuğunu savunan ve insan düşünce*siyle davranışının motivasyonuna büyük önem veren bir amaca yönelmişlik öğretisi. 4- Bireyin yetişkinliğe doğru olan gelişim sürecinde, çocukluk dönemi yaşantılarının, ilk tecrübelerin büyük bir önem taşıdığını. ifade eden bir gelişim psikolojisi. 5- Psikote*rapi ve psikiyatrinin kabul görmüş yöntem*lerini kullanan bir ruhsal tedavi anlayışı.
İnsan davranışına ilişkin bir teoriye, insan davranışının gerisindeki motivasyonları orta*ya çıkaran bir dizi tekniğe karşılık gelen psi*kanalizin yaratıcısı Freud, söz konusu psi*koloji anlayışının bireysel kişiliklerin derinliklerine ilişkin olarak sağlam bir kav*rayış sağladığını, psikanalizin tedavi teknik*lerini uygulayan hekimin ustaca müdahale*lerle zihinsel bozuklukları ortadan kaldırdığım ve böylelikle, psikanalizin mut*suzlukların yerine genel bir mutluluk getir*diğini öne sürmüştür.
Yine Freud’a göre, psikanaliz, bilinçli ben ya da benliğin kendi dünyasının bile efendisi olmadığını kanıtladığı için, bilimsel ilerlemenin ayrılmaz bir parçası olan ve insanoğlunun kendisinin biricikliği ve öne*miyle ilgili sarsılmaz inancına, Kopernikin yeryüzünün evrenin merkezi olmadığını gösteren güneşmerkezli sisteminden sonra, üçüncü ve sonuncu darbeyi indiren, bir teo*ridir.
Freud’un söz konusu psikoloji anlayışı, felsefede farklı tepkilere konu olmuştur. Tepkilerden birincisi, Wittgenstein’ın teori*yi olumlu değerlendiren yaklaşımıdır. Witt*genstein, bu çerçeve içinde, felsefeyle psika*naliz arasında bir ilişki kurmuş, felsefenin, görevinin, tıpkı psikanalizin, psişik bozuk*lukları ortadan kaldırması gibi, kafa karışıklı*ğına ve çözülemez problemlere yol açan kav*ramsal bozuklukları gidermek olduğunu düşünmüştür. Yine, çağdaş düşünürlerden Gadamer’e göre, Freud hermeneutik ola*rak bilinen yöntemin fikir babası olup, felse*feye, görünüşteki anlamın gerisine gitmeyi öğretmiştir. Marcuse’e göre ise, psikanali*zin bastırma ve bilinçdışı ile ilgili fikirleri, modern kapitalist bürokrasilerde söz konusu olan sefalet ve yabancılaşmanın adeta sağ*lam bir tasvirinden başka hiçbir şey değildir.
Derrida ve Foucault gibi düşünürler ise, Freud’u, yalnızca bilincin ve benin ya*nılgı ve aldanışlarını ortaya çıkardığı için değil, fakat Batı felsefesi geleneğinin teme*linde yer alan ‘akıl’ ve ‘gerçek’ düşünleri*nin anlamsızlığını gösterdiği için de olumlu karşılamışlar, ama bir yandan da düşüncele*rini daha ileriye, nihai mantıksal sonucuna kadar götürmediği için eleştirmekten geri durmamışlardır.
Psikanaliz bağlamında ikinci tepki, man*tıkçı pozitivistlerin .ya da örneğin Karl Popper’ın teori karşısındaki olumsuz tavrı*dır. Nitekim Popper’a göre, psikanaliz sözde bir kuram olup, bilimsel olarak test edilebi*lir bir teori değildir. O ne doğrulanabildiği, ne de yanlışlanabildiği için, bilimsel ilerle*meye engel olan, görünüşte bilimsel, gerçekte ise bilimsel olmayan bir görüştür.*

Psikoloji: 1- Ruh bilimi, pisişik olayların, ruh ya da zihinle ilgili fenomen ve olayların bilimi. Zihnin yapısını, işlevlerini konu alan araştırma dalı. Ayrıca, 2- Bir birey ya da kişiyi ya da belli kategoriden insan varlıklarını başkalarından ayıran karakter özelliklerinin ya da pisişik olayların bütünü..


Pufendorf, Samuel: 1632-1694 yılları ara*sında yaşamış, toplum sözleşmesiyle ünlü Alman düşünürü.
Temel eseri olan De Jure naturae et gen*tium adlı eserinde, fiziki ve zihinsel varlığa ek olarak tinsel varlıklardan da söz eden Pu*fendorf’a göre, Tanrı, bu tinsel varlıkların yardımıyla, insan özgürlüğünün nasıl kulla*nılacağını belirleyip, onun sınırlarını çizer. Onun Grotius’la Hobbes’tan alınmış kimi unsurları bir araya getiren toplum sözleş*mesi bir doğa hali kabulünü dayanır. Sivil otoritenin olmadığı, herkesin özgür ve başka herkes karşısında eşit olduğu bu doğa durumunda hayat, bununla birlikte tehlikeli ve zordur. İşte bu durum ona göre bir toplum sözleşmesindeki can alıcı noktayı, bir toplumsallaşma ilkesi kabul etmek için gerekli olan rasyonel temeli sağlar. Buna göre, doğuştan bir takım haklara sahip olan insanlar bir toplum oluşturmak için yani haklarını korumak, barış ve güvenlik içinde yaşamak üzere kendi aralarında bir sözleşme yaparlar.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-R- Felsefi Terimler Sözlüğü

Radikal: 1- Temel, mutlak, topyekün ya olan bir şeyi tanımlamak için kullanılan sıfat. 2- Politik sistemde geniş kapsamlı ve temel bir dönüşümün gerekliliğini savunan kişiyi; siyasi yelpazede aşırı uçlarda, ama özellikle de solda yer alan birini tanımlamak için kullanılan politik niteleme. Bu bağlamda, sosyal ve politik alanda büyük değişimlerin, kökten dönüşümlerin savunuculuğunu yapan teori ve hareketler de radikal sıfatıyla kategorileştirilir. Gele*nekle, kurumlaşmış ve yerleşik geçmişle olan tüm ilişkileri koparmak ve yeni bir sayfa açmak isteyenlerin görüşü, aynı zamanda ra*dikalizm olarak tanımlanır. Bu anlamda radi*kalizm Fransa ‘da, liberalizm, cumhuriyetçilik ve sekülarizm için genel bir terim olarak kul*lanılırken, İngiltere’de felsefi radikalizm anla*mında, Jeremy Bentham ve John Stuart Mill’in temel unsurları iktisadi liberalizm, akılcılık, yararcılık ve bireycilik olan felsefe*sini tanımlamak için kullanılmıştır.

Rasyonel: 1- Akla ve düşünce ya*salarına uygun olan; 2- Akıl içeren, aklın varlığı ya da faaliyetiyle belirlenen şey; 3- Akıl*lı, akılcı bir biçimde gerçekleşmeye veya fonksiyon göstermeye, rasyonel bir araştır*maya katılmaya yetili olma durumu; 4- Anla*şılmaya uygun, elverişli bir yapıda olma hali; 5- Aklın ilkelerine uygun düşen, anlaşı*labilir olan; tutarlılık, basitlik, tamlık, düzen ve mantıksal yapı sergileyen, disiplin için kullanılan niteleme.


Rawls, John: 1921 doğumlu çağdaş Amerikan toplum ve siyaset filozofu. Temel eser*leri: A Theory of Justice [Bir Adalet Teorisi] ve Political Liberalism [Siyasi Liberalizm].
Liberalizmin oldukça eşitlikçi bir versi*yonunu öne süren ve dolayısıyla, bu görü*şün kendisine dayandığı toplum sözleşmesi öğretisinin 20. yüzyıldaki en önemli savu*nucusu olan Rawls, adalet teorisiyle ve sos*yal kurumların bazı kişilere diğerleri pahası*na hayat boyu sürecek ahlâken ilgisiz ya da keyfi çıkarlar veya avantajlar sağlamamasına beslediği umutla tanınır. Bu teorisi ya da umudu sadece ırk ayırımcılığını, cinsel, dini veya etnik ayırımcılığı değil, fakat sosyal ve ekonomik eşitsizliğin çok çeşitli biçimlerini de mahkum eden Rawls, adil olması gere*ken bir toplumun sahip bulunmak durumun*da olduğu ilkeleri belirlemek ya da tespit etmek için hipotetik bir aygıt ya da düşün*me tarzı geliştirmiştir.
Onun söz konusu hipotetik düşünümüne göre, bir toplumu meydana getiren özne ya da failler başlangıçta tam bir bilgisizlik hali içinde bulunmaktadırlar. Başka bir deyişle, bu hipotetik durum içinde, fail ya da aktörler, toplumdaki yerleri, sınıfları veya top*lumsal konumları, psikolojik eğilimleri, zekaları ve güçlü yanları, rasyonel bir hayat tasarımını n ayrıntıları, toplumun ekonomik durumu ve politik yapısı, ait oldukları kuşak, vb., ile ilgili olarak hiçbir bilgiye sahip de*ğildirler. Aktörlerin bilgisizlik içinde olma*ları, Rawls’a göre, onların kendilerine sade*ce faillerin kendi koşulları temeli üzerinde değer biçilmemiş ilkelere ulaşmalarına imkan verir. Bu hipotetik başlangıç durumu içindeki aktörler, bununla birlikte, pratik me*seleleri, iktisat teorisinin ilkelerini, toplum*sal örgütlenmenin ilkelerini ve insan psiko*lojisini belirleyen yasaları anlayabilecek durumdadırlar. Rawls dahası, onların rasyo*nel bir çıkar duygusuyla eylediklerini ve bir adalet duygusuna sahip olmalarını öngörür.
Söz konusu hipotetik bilgisizlik durumu içinde bu şekilde tanımlanan taraflar, Rawls’a göre, şu iki temel ilkeye ulaşırlar veya ulaşmak durumundadırlar: 1- Her birey, herkes için benzer bir özgürlükle bağdaşan en yüksek derecede eşit özgürlük hakkına sahiptir. 2- a) Sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle en olumsuz, en dezavantajlı durumda bulunanlara en fazla yarar sağlayacak şekil*de mücadele edilmeli, b) hizmet ve konum*lar, hakça bir fırsat eşitliği temeli üzerinde, herkese açık olmalıdır.
Rawls’ın insanların hayatları süresi için*de sahip olabilecekleri şansları belirleyen politik, iktisadi ve sosyal yapıları yönetme*leri ve yönlendirmeleri gerektiğine inandığı bu iki ilkeden birincisinin ikincisi karşısında önceliği vardır; başka bir deyişle, ikincisinin ele alınmasından önce birincisinin sağlanma*sı gerekmektedir. Bunlarda eşit özgürlük ta*lebi veya ilkesi kovuşturma, işkence, ayırımcılık ve politik baskıyı ortadan kaldırır. Fırsat eşitliği ilkesi eşit yetenek ve motivas*yona sahip olan herkesin, hangi sınıf*tan gelirse gelsin, eşit başarı şansına sahip olmasını teminat altına alır. Farklılık ilkesi ise eşit olmayan yeteneklerin, bu herkesin iyiliğine olacağı için, farklı şekillerde ödül*lendirilmelerini mümkün kılar.
Rawls bütün sözleşmeciliğine ve libera*lizmine rağmen, yararcılığa karşı çıkmış olan bir düşünürdür. Çünkü ona göre, en yüksek toplam iyiye, yeteneksizler veya güçsüzler başta olmak üzere, azınlıklara haksız dezavantajlar yükleyecek yollardan ulaşmanın çokça bir değeri olamaz. Yani, doğrunun iyiden önce ve bağımsız olduğu*nu, ve iyi aracılığıyla tanımlanamayacağını savunmuştur.

Realist: 1-Gerçekliğin insan zihninden bağım*sız olduğunu söyleyen genel öğretinin şu ya da bu versiyonunu benimsemiş olan kişi ya da yaklaşım; 2- gerçekçi bir tavır takınan, görünüşlerin kendisini yoldan saptıramadığı, yanılsamalara kapılmayan kendini duygularına kaptırmayan kişi.


Realizm: Genel olarak olguları, ne kadar aykırı görünürlerse görünsünler oldukları gibi, şeyleri gerçekte oldukları şekliyle nes*nel olarak ve dürüstçe kabul etme tavrı veya belli bir kategoriye giren varlık ya da nesne*lerin zihinden bağımsız olduklarını öne süren öğreti.


Reich, Wilhelm: 1897-1957 yılları arasında yaşamış olan Avusturyalı hekim ve Freudien Marksizmin kurucusu olan ünlü psikanalist.
Temel eserleri: Die Funktion des Organis*mus [Bedensel Boşalmanın İşlevi]. Dialek*tischer Materialismus und Psychoanalyse [Diyalektik Maddecilik ve Psikanaliz], Die Massen Psychologie des Faschismus [Faşiz*min Kitle Ruhu Anlayışı] ve Die Sexuelle Revolution [Cinsel Devrim].
Kimi düşünceleriyle, özellikle de kitle toplumuna dair fikirleriyle Frankfurt Okulunun eleştirel teorisini birçok yönden öncelemiş olan Reich. bedenin önemini, be*densel boşalmanın işlevlerini büyük bir güçle vurgulamıştır. Reich’in özgünlüğü, Mark*sizmdeki bir gediği psikanalizle kapatma ya da daha ziyade psikanalize Marksist bir dö*nüşüm kazandırma çabasından meydana gelir. O, psikanalizi Marksistlerin gözünde aklamak için çok çalışmış ve bu bağlamda ruhsal bozuklukların ortaya çıkışında sosyo*ekonomik etmenlerin payını vurgulayan ilk olma onurunu kazanmıştır.

Retorik: Fikirleri, düşünceleri en iyi bir biçimde ifade etme, etkili konuşma dili mahkemede adaleti gerçekleştirmek, politikada yarar sağlamak vb, temelde ikna etmek etkili ve cezbedici bir biçimde kullanma sanatı.

Romantizm: Avrupa’nın 1790-1850 yılları arasındaki entelektüel yaşamının kimi temel yönlerini tanımlamak için kullanılan terim.
19. yüzyılın ilk yarısında, biraz da Aydın*lanmaya bir tepki olarak gelişen akım ya da hareket olarak romantizm, farklı ülkelerde farklı görünümler almıştır. Örneğin, İngilte*re’de tamamen estetik bir fenomen, bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan romantizm Fran*sa’da, Rousseau’nun etkisiyle, toplumsal uz*laşıma karşı bir protesto olarak gelişmiş, ha*reketin estetik boyutu daha sonra ortaya çıkmıştır. Buna göre, sanatta romantizm do*ğaya yönelik temelli bir ilgiyle belirlenen, doğal fenomenleri doğrudan ve aracısız bir biçimde kavramayı temele alan akım ya da tavrı ifade eder. Sanatta klasisizme karşı çıkan romantizm bu nedenle, tüm formları, kuralları ve uzlaşımları yapay oluşumlar ve doğanın gerçek anlamını ve ifadesini kavra*madaki engeller olarak görür, içtenliğin, ken*diliğindenlik ve tutkunun önemini vurgular. Sanatın, idealleştirme ya da genelleme olma*dan, tikel ve somut olana yönelmesi ve doğa*nın uyandırdığı duyguları gözlemesi ve ak*tarması gerektiğini belirtir.
Almanya’da ise, önceleri bir sanat hareke*ti olarak ortaya çıkan romantizm, kısa bir süre içinde bir dünya görüşü ya da felsefe hareketi olarak romantizmin doğuşunda 1800’lü yıl*larda ortaya çıkan endüstrileşme ve kentleş*menin, ve dolayısıyla yaşanan hızlı ve radi*kal değişimin etkisi büyük olmuştur. işte bu çerçeve içinde, Romantik felsefenin gerisin*de, statik bir varlık ya da dünya görüşünden çok, yaratıcı bir sürece işaret eden varlık an*layışı yer alır.
Yine Romantik felsefenin doğuşunda, Aydınlanma projesinin fiilen çöküşü, Ay*dınlanmanın toplum, ahlâk ve siyaset teorisinin yetersizliğinin farkına varılması büyük bir etki yapmıştır. Bu nedenle, Romantik fi*lozoflar, Aydınlanmanın katı ve kuru bilimciliği yerine estetikçi bir tavır benim*semişlerdir. Başka bir deyişle, yaratıcı süre*cin, yapma ve analitik olan akıl tarafından değil de, duygular ve sezgi yoluyla anlaşıla*bileceğini savunan romantik felsefe, düzenli, rasyonel ve ölçülü olana karşı çıkarken, doğ*rudan ve aracısız duyumlarla, yoğun duyguların önemini vurgulamışlardır.
Buna göre, romantik felsefe, yanlış ve ikinci dereceden bir güç olarak gördüğü akla şiddetle karşı çıkar, aklın yaptığı tüm ayırımların yapay olup, gerçekliği parçaladığını ve anlaşılmaz hale getirdiğini savunur. Başka bir deyişle, romantizmde rasyonel analiz ya da deneysel araştırmanın yerini sezgiye ve duyguya beslenen güven, bilimin yerini doğa felsefesi alır. Romantikler Aydınlanma çağı*nın kuru akılcılığına şiddetle karşı çıkıp, do*ğanın gizlerine, bilim adamının matematiko fiziksel yöntemleriyle değil de, yaratıcı coşum yoluyla nüfuz edilebileceğini savun*muş ve sonsuzluğa erişmenin yolları olarak, aşkı, doğaya tapmayı, dini tecrübeyi ve artis*tik yaratıcı faaliyeti göstermişlerdir.
Aydınlanmanın benler ve şeyler olarak ikiye böldüğü evrenin büyüklüğü ve sınırsız*lığından etkilenen romantik düşünürler, evre*ni canlı, sürekli ve dinamik bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Yine, Aydınlanmanın, doğanın tüm diğer yaratıklarından farklı ola*rak bir akla sahip olduğu için biricik olduğu*nu söylediği insan söz konusu olduğunda, Romantizm, aklı küçümsediği için, insanı doğanın bir parçası olarak değerlendirmiştir.
Romantizm, siyaset felsefesinde ise, ev*renselciliğin yerine milliyetçiliği öne çıkar*mıştır. Onda, Özgür ve eşit bireylerden mey*dana gelen toplum idealinin yerini, her insanın konumunu bildiği, geleneksel kökle*ri olan organik bir cemaat ideali alır.

Rousseau, Jean-Jacques: 1712-1778 yılları arasında yaşamış, ve insan doğasına ilişkin çözümlemesiyle, insanın özü itibariyle iyi ol*duğuna ilişkin görüşü ve toplumsal sözleşme öğretisiyle ün kazanmış olan ünlü Fransız düşünür. Temel eserleri: Discours sur les Sciences et les Arts [Bilimler ve Sanatlar Üzerine Konuşma], Discours sur l’Origin et les Pondements de l’Ingalite [İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri], Emile au de l’Education [Emile ya da Eğiti*me Dair], Du Contrat Social [Toplum Söz*leşmesi] ve Confessiones [İtiraflar].
Kant ve romantik filozofları çok derin*den etkilemiş olan Rousseau, bir Aydınlan*ma düşünürü olmakla birlikte, Aydınlanma hareketine, modernlik düşüncesi ne yöneltti*ği sert eleştiriyle tanınır. Bireysel insan varlı*ğına ve onun mutluluğuna her şeyden çok değer vermiş olan Rousseau, insanın, kültü*rel farklılıklardan, sarayın yapaylıklarından, tutkunun ve rekabetin yol açtığı olumsuz et*kilerden, özel mülkiyetin yarattığı eşitsizlik*ten arındırılarak, nasıl yeni baştan yaratılaca*ğını araştırmıştır.
Onun felsefesi de, modern felsefenin tav*rına uygun olarak, benlik kavramı çevresin*de döner; Descartes’ın öznel, tözsel benli*ğinden sonra, onun insanı, ahlâka dayanak olan, kendisine düşünce ya da mantıkla değil de, duyguyla ulaşılan, ve kişisel bir iyilik du*yusuyla temellendirilen bir insani benliktir. Onun sözünü ettiği insani benlik, rasyonalist*lerin ve empiristlerin ifade ettiği gibi, formel boyutları olan, içebakışla bilinen ve kendisi*ni bilgiyle gösteren bir benlik değil de, daha çok romantiklerde söz konusu olan türden evrensel bir kişilik anlamında bendir; Rousseau’nun insanı, yaratıcı, ve kendisini dünya*ya ve geleceğe fırlatan bir benliği tanımlar. O insanın özü itibariyle iyi ve ahlâklı bir yarlık olduğunu savunmuş, insanda, akıldan çok, duyguların önem taşıdığını, ahlâk söz konusu olduğunda, akıl ve duyguların bir arada gidebileceğini belirtmiştir. Rousse*au’nun bu insan görüşü, yalnızca etik için değil, fakat siyaset ve toplumsal yaşam için de bir temel oluşturur.
Rousseau, özde iyi olan insanın birtakım temel hasletlerini uygarlığın gelişimiyle bir*likte yitirdiğini söyleyerek, Aydınlanma kar*şısında eleştirel bir tavır almış ve Avrupa uygarlığının modern doğrultusuna yönelik eleştirisini ortaya koyabilmek için, insan do*ğasının tarihsel evrimini verirken, ilkel ya da vahşi insanı uygarlaşmış insanla karşılaştır*mıştır. İnsanın tarihini doğa haliyle başlatan, doğal ilkel ya da vahşi insanın sağlıklı ve güçlü olduğunu, ölüm korkusu yoksun yaşa*dığı ya da ihtiyacı az olduğu için, bir mutlu*luk durumunda bulunduğunu söyleyen ve toplumla erdem arasında çok sarih bir karşıt*lık kuran Rousseau, çağdaş toplum ile insa*nın doğası arasındaki mutlak antitezi gözler önüne sererken, Avrupa Uygarlığının sadece entellektüel kültürün sahte cazibesine kapıl*dığını, insanın iyi özünü bozup, hakiki ahlâki taleplerini göz ardı ettiğini onun doğal ihtiyaçların yerine birtakım suni ihti*yaçlar ikame ettiğini öne sürer.
Modern uygarlığın hastalığını, çağdaş toplumun problemini kendince teşhis edip tanımlayan Rousseau, daha sonra çözüme geçmiştir. Özellikle İngiliz Aydınlanmacıla*rın insan varlığında başkalarını gözeten bir ilgi, insan doğasında bağımsız bir diğerkam*lık kaynağı bulunduğu görüşüne olduğu kadar, iyi bir insan doğası konsepsiyonuyla, özgeciliğin kendini sevmenin yalnızca kılık değiştirmiş bir şekli olduğu düşüncesine de karşı çıkan Rousseau, Amile’de, bir eğitim şeması içinde, insanı başka bireylerden tecrit edilmiş bir birey olarak ele alır ve gerçek özgürlüğün koşullarını araştırır. Ona göre, “in*sanın ne yapması gerektiği”, yani başka in*sanlarla olan ilişkilerinde nasıl davranması gerektiği sorusu “insan varlığının ne oldu*ğu” sorusunu içerir ve bizi eğitim yoluyla sosyal kurumların reformuna götürür. Bu düşünceye, eşdeyişle “bireyin toplumda, top*lumun ise bireyin kendisinde araştırılması gerektiği, ve dolayısıyla politikanın eğitim ve ahlâktan asla ayrılamayacağı” düşüncesi*ne paralel olarak, Rousseau Toplum Sözleş*mesi adlı eserinde de, insanın özgür ve akıllı bir varlık olarak varoluşunu güvence altına alacak koşulları, onu hemcinslerinin zorbalı*ğından koruyacak, bireyin doğal özgürlük kaybını daha yüksek bir Özgürlük türüyle telafi edecek tedbirleri, ünlü toplum sözleş*mesi ve genel irade teorisiyle ortaya koy*muştur. Başka bir deyişle, onun temel amacı “modern bireyde, insanlığın ilkel basitliğinden çıkışıyla birlikte zorunlu olarak kaybolan niteliklerin nasıl korunabileceği veya ye*niden kazanabileceği” problemine tatmin edici bir çözüm getirmektir.
Doğal yaşama halinden toplum düzenine geçiş, Rousseau’ya göre, insanda çok önemli bir değişikliğe yol açar. Davranışında içgü*dünün yerine adaleti koyar; daha önce yok*sun olduğu değer ölçüsünü kazandırır. Öde*yin sesi içtepilerin, hak ya da isteklerin yerini alınca o güne kadar yalnız kendini dü*şünen insan başka ilkelere göre davranmak, eğilimlerini dinlemezden önce aklına başvur*mak zorunda kalır. İnsan bu durumda doğa*dan sağladığı birçok üstünlüğü yitirse de, ye*tileri geliştiği, düşünceleri açıldığı, duyguları soylulaştığı, ruhu yükseldiği için, onun en azından politik ve ahlâki bakımdan gelişme imkanı kazandığını söylemek gerekir. Yani, doğa halinden toplum haline geçişle birlikte, insan dönüşüme uğrar, içgüdüsel bir yaratık olmaktan çıkarak, benliği bağımsızlıkla değil katılımla, özgürlüğü varsayan bir katılımla belirlenen bir yurttaş haline gelir. Çok daha önemlisi, insan, bir dürtü yaratığı değil de, sorumlu bir ahlâki fail haline, sorumlu bir ahlâki fail haline, yalnızca toplumda gelir. Onu tam bir insan varlığı haline getiren, kendi kendisinin efendisi yapan, yabancılaş*mış olma durumundan kurtaran tek şey, ahlâki özgürlüktür. Doğal özgürlük kaybı, insanın daha tam ahlâki özgürlüğüne, onu tam ve gerçek insan yapan manevi özgürlüğe erişmek durumundaysak eğer, Rousseau’ya göre, yapılması gereken zorunlu bir fedakarlıktır.

Rönesans Felsefesi: Avrupa’da XV ve XVI. Yüzyılda yaşanan rönesans hareketi*nin düşüncesine, bu dönemin felsefe anlayı*şı.
Rönesans felsefesine damgasını vuran akım, hiç kuşku yok ki, hümanizm olmuştur. Bu dönem felsefesi, insan merkezli bir felsefedir. Rönesansın, insanüstü olana ya da yalnızca doğal olana karşı, insani boyutu ön plana çıkartan felsefesi, doğal olarak, insan bilgisiyle ilgili problemleri göz ardı ettiği ve mutlak bir gerçekliğin mutlak bir bilgisine sahip olma varsayımının, insanın aktüel bilgi*sine hiçbir katkı sağlamadığı düşünülen mutlakçılığa; insanın bilişsel faaliyetlerdeki etkinliğini gözden kaçırdığına, ve bütün bir doğayı, doğanın daha aşağı parçaları aracılı*ğıyla tanımladığına inanılan doğalcılığa, kı*sacası geçmişin metafiziğiyle doğa bilimlerini belirleyen insansızlaştırma ve kişiliksizleştir*me sürecine karşı tavır almıştır.
Rönesans felsefesi, epistemoloji ve man*tık alanında ise, bilmenin psikolojik yönleri*ni ve arzu, istek, duygu, amaç ve yönelimler*le kişiliğin düşünce süreçleri üzerindeki etkisini dikkate almayan rasyonalist bir bilgi anlayışına ve klasik mantığa karşı çıkmış ve pozitif, empirist bir bilgi anlayışı ve yeni bir mantık geliştirmiştir. Bu dönemde, a priori felsefelerin zorunlu düşünce doğruları, insa*nın bilgiye ulaşma sürecindeki somut başarı*larıyla doğrulanan postülalara dönmüştür. Zorunlu doğru düşüncesi ortadan kalkarken, doğruluk insan düşüncesinin bilgilenme sü*recindeki başarısına işaret eden arzu edilir bir değer olup çıkmıştır.
Rönesans felsefesinde teori ve pratik ara*sındaki mutlak antitez yok olup giderken, doğruluk ve yanlışlık mutlak olmayıp, bilgi*nin sonu gelmeyen ilerlemesine bağlı ve gö*reli olan değerler olarak anlaşılmıştır. Bilgi teorisi bakımından empirist bir bakış açısı sergileyen Rönesans felsefesinde, insan zihni, yalnızca dış dünyadan gelen izlenimle*rin pasif bir alıcısı olarak görülmemiş, zihnin etkinliğini vurgulayan aktivizm, iradecilik, personalizm ve bireycilikle birleşmiştir.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-S- Felsefi Terimler Sözlüğü

Sadizm: Romanlarında sadik diye nitelenen birtakım cinsel sapıklıkları anlatan Marquis de Sadein adından türetilmiş olan ve, kişinin, cinsel anlamda birlikte olduğu eşine acı çek*tirmek suretiyle, haz elde etme sapıklığını ya da başkalarına acı vermekten, acı çektir*mekten ya da başkalarının acı çektiğini gör*mekten haz duyma sapıklığını, kişinin karşı*sındakine ıstırap çektirmek suretiyle cinsel doyuma ulaşması durumunu tanımlayan deyim. Sadizmin, yani kişinin başkasına acı ver*mesinden zevk duyma halinin, mazoşizmle, yani kişinin kendisine eziyet edilmesinden zevk alması durumuyla birleşmiş olmasına ise sadomazoşizm adı verilmektedir. Başka bir deyişle, sadomazoşizm, kişinin başkası*na acı çektirme ve buna bağlı olarak da, kendisini cezalandırma gibi, hem dışa ve hem de içe yönelik iki sapkın faaliyet ya da hareketin birleşimi veya karşılıklı ilişkisin*den doğar.

Sağduyu: Dış dünya ile ilgili olan ve hemen herkes tarafından, tartışılmaksızın ve sorgusuz sualsiz kabul edilen, fakat zaman zaman filozofların araş*tırmaları ya da ulaştığı sonuçlarla çatışabi*len genel inançlar sistemi; belirli bir alanda, özelleşme ve uzmanlık öncesinde ve günde*lik yaşamla ilişki içinde gelişen ve ilgili her birey tarafından paylaşılan tutarlı inançlar ve yargılar sistemi.

Saint-Simon, Claude Henry de: Düşünce ta*rihinde, toplumun bilimi olarak gördüğü sos*yolojinin düşünce babası olarak tanınan Fran*sız filozof ve iktisatçısı. Temel eserleri: De la Reorganisation de la Societe europenne [Avrupa Topluluğunun Yeniden Örgütlenmesi Üzerine], Du Systeme industriel [Sanayi Sistemine Dair], Cateschisme des Industriels [Sanayicilerin İlmihali].
Saint-Simon, toplumda bir reforma git*meyi amaçlamış, toplumun endüstri çağının, endüstrinin gereklerine göre düzenlenmesi gerektiğini savunmuştur. Bilimsel düşünce*ye dayanan bir toplum bilimi kurmanın za*manının geldiğini, artık pozitif bilim çağı*nın başlamış olduğunu öne sürdüğü için, aynı zamanda pozitivizmin de kurucusu olarak da bilinen Saint-Simon’un en büyük düşü, insan toplumunun reformdan geçiril*mesi olmuştur. Ona göre, Fransız Devrimi mutluluk getirmemiştir. Evrensel insan hak*larının ilanı, Saint-Simon’a göre, aşağı sınıfların cehaletini ve yoksulluğunu ortadan kaldırmamıştır. Toplumdaki tüm insanların mutluluğunun yeni bir toplumsal düzenle*me, bir sosyal reformla sağlanabileceğine inanan Saint-Simon, toplumda gerçekleştiri*lecek reformun toplumsal yasaların bilgisi-ne dayandığını ve bunun bilimlerde de bir reformu gerektirdiğini düşünmüştür.
Bundan dolayı, onun felsefesi öncelikle toplum konusunu ele alır ve bir toplum felsefesi olarak ortaya çıkar. Toplumu bir or*ganizma olarak gören ve bu organizmanın evrimini inceleyen Saint-Simon’a göre, top*lumun kökeninde çıkar öğesi vardır. O, bir toplumun insanlarının birbirlerine gelişigü*zel yaklaşmadığını söyler. İnsanlar, ancak bir çıkar durumu ortaya çıkınca, bir toplum halinde bir araya gelirler. Toplum, Saint*-Simon’a göre, çıkar öğesinin bir sonucu olarak uzlaşmayla kurulur. Bir toplumun kuru*labilmesi, çıkarın sonucu olan bir toplumsal bağın var olmasına ve dolayısıyla kollektif bir vicdanın oluşmasına bağlıdır.
Saint-Simon’a göre, insanlar kendileri ne özgü orijinal varlıklar olmanın yanında, doğada hüküm süren determinizme tabi olan varlıklardır. Fizik ve kimya alanındaki ağır*lık merkezi yasası gibi, toplumları yöneten bir ilerleme yasası vardır. Sosyoloji bilimi*nin görevi, bu yasanın varlığını gösterip, in*sanlara bu yasaya itaat etmeyi öğretmektir. Zira, Saint-Simon’a göre, bu yasayı insanlar koymuş değildir. Biz, bu ilerleme yasasını, siyasi, ahlâki, ekonomik, vb, olaylar içinde görürüz. Sosyolojinin tarihsel yöntemi be*nimseyen bir gözlem bilimi olmasının nede*ni budur. O, bu ilerleme yasasını düzenli bir yöntemle açıklayarak, Avrupa Uygarlığının toplumsal ve siyasi evriminin genel yasalarını elde etmeye çalışmıştır.
İnsanın toplumsal tarihinin kendilerine ayrı düşünce tarzlarının karşılık geldiği üç ayrı aşamadan, yani sırasıyla çoktanrıcılık/ kölelik, teizm/feodalizm ve pozitivizm/endüstriyalizm evrelerinden geçtiğini öne süren Saint-Simona göre, toplumsal değiş*me ve düzenin yasaları, pozitivizmin mari*fetiyle, bulunabilir. Toplumun, ona göre, başlıca görevi, yaşamak için gerekli nesne*leri çoğaltan üretimi geliştirmektir; çünkü mutluluk ancak bu şekilde sağlanır. Yeni düzende toplumu anlar, yani endüstri ala*nında çalışanlar yönetecektir. Endüstri ala*nında çalışanlarla, o zanaatlarla uğraşanları, çiftçileri, fabrikatörleri, yatırıma açtıkları kredilerle üretime katılan bankerleri, türlü üretim dallarındaki uzmanları anlatmak ister. Toplumu endüstri alanında çalışanla*rın yönetmesi. yoksulları yoksulluklarından kurtaracaktır; ona göre, bilimle, akla uygun olarak düzenlenecek üretim, bütün çalışan*ları her bakımdan yükseltecektir. Herkes ça*lıştığı, görevini yerine getirdiği ölçüde, üre*timden payına düşeni alacaktır. Üretimi yönetenler, Saint-Simon’a göre, halkı keyif*lerine göre değil, fakat üretimi geliştirmenin gereklerine göre yöneteceklerdir. Bu yöneticilerin görevlerini kötüye kullanmala*rına, halkı aldatmalarına, halka ödevlerini anlatacak yeni bir din ile toplumu aydınlata*cak bilginler engel olacaktır.
Şu halde, ekonomik ve siyasi yönetimin başında banka, fabrika, maliye uzmanları*nın bulunmasına karşılık, inanç ve eğitim gibi işlerin başında da bilim, sanat uzmanla*rı bulunacaktır. Yeni din, kardeşlik ve sev*giye dayanan bir inanç olmalı ve her türlü hurafeden arındırılmalıdır. Başka bir deyiş*le, modern toplumun yön ve düzeninin, üre*tici olmayan bürokratlar tarafından değil de, bilim adamları ve sanayiciler tarafından be*lirlendiğini öne süren Saint-Simon’a göre, modern toplumdaki kriz de, pozitivizme da*yanan yeni bir din ile çözülebilir.
O, bilim konusunda, tüm bilimlerin şim*diye dek bilimsel olmayan yöntem ve adım*larla işe başlamış olduğunu söyler. Bundan başka, her bilim birtakım dini tasarımlar, metafizikle ilgili sanılarla yüklüdür. Başlan*gıçta, teolojik bir temeli olan ve metafizik kavramlarla geliştirilen, gerçek olmayan bir bilimin yerine, Saint-Simon’un çağında ger*çek bilim, pozitif bilim geçmiştir. Ona göre, ilerlemeyi sağlayan etken de bilimin, başlangıçta onun içine karışmış olan bu öğeler*den temizlenmesidir. Saint-Simon, artık po*zitif bilim çağının başlamış olduğunu söy*ler

Sanat: 1- Bir etkinliğin gerçekleştirilmesi veya belli bir işin yapılmasıyla ilgili yöntem, bilgi ve kuralla*rın tümü. 2- Bir işi belli bir estetik duyguyu yansıtacak bir biçimde gerçekleştirme tarzı. Doğada olmayan bir şeyi yaratma ama*cına yönelmiş rasyonel faaliyet. 3- Sanat eserlerinin yaratılmasını mümkün kılan doğal yeteneğe dayalı ya da deneyim yoluy*la kazanılmış beceri ya da ustalık. Birtakım fiziki araçları, arzu edilen sonuçlara ulaşmak üzere, sezgi ya da bilgi yoluyla öğrenilen estetik ilkelere göre, amaçlı ve sistematik bir biçimde kullanma yeteneği.
4- Bir duygu, düşünce, tasarım ya da gü*zelliğin ifadesinde kullanılan yöntemlerle, bu yöntemlere bağlı olarak sergilenen üstün yaratıcılık. Temel işlevi güzeli meydana ge*tirmek, güzellik yaratmak olan öznel faali*yet. 5 Sergilediği estetik özellikleriyle bir sanatçının elinden çıktığını belli eden nes*neler, yani resim, heykel, oyun, film benzeri eserler bütünü.

Sartre, Jean Paul: Varoluşçuluğun en ünlü ismi olan çağdaş Fransız filozofu. 1905-1980 yılları arasında yaşamış olan Sartre’ın Temel Eserleri: L’Etre et le Neant [Varlık ve Hiçlik], La Transcendence de l’Ego [Benin Aşkınlığı], La Nausee [Bulantı], Les Che*mins de la Liberte [Özgürlüğün Yolları) L ‘Existentialisme est un humanisme [Varo*luşçuluk], Critique de la Raison Dialecti*que [Diyalektik Aklın Eleştirisi]’dir. O, akademik bir kurumda profesyonel bir filo*zof olarak çalışmak yerine, zaman zaman popüler birtakım eserlerle geniş halk kitlele*rine ulaşmayı denemiş olan ünlü bir düşü*nürdür.
Temeller: İnsanın kendi yazgısını belirle*medeki aktif rolünü vurgulayan ve Marx, Husserl ve Heidegger gibi düşünürlerden etkilenmiş olan Sartre’ın temel çıkış nokta*sı, insan varlığı ile öteki nesnelerin varlığı arasındaki farklılığın incelenmesinden olu*şur. Başka bir deyişle, bilincin yapısını be*timlemek üzere fenomenolojik yöntemi kul*lanan Sartre, öncelikle “Bir insan varlığı olmanın ne anlama geldiği?” sorusunu ele almıştır Descartes’ın yaptığı gibi, özneden yola çıkan Sartre, Kant’ın problemini, yani şeylerin ya da nesnelerin nedensel olarak belirlenmiş dünyasında, insanın özgürlük ve sorumluluğunun nasıl açıklanabileceği problemini ortaya koyup, bu probleme bir çözüm getirmeye çalışmıştır.
Metafiziği: Ona göre, insanın doğası, insan tarafından üretilmiş olan bir ürünü ta*nımladığımız tarzda açıklanamaz. Sartre’ın bu tezine göre, herhangi bir alet, nesne ya*pacak olsak, Önce bu nesnenin nasıl olacağı*nı tasarlarız. Örneğin, bir masayı ele alalım. Masa kafasında bir masa fikrine sahip olan, masanın ne için kullanılacağını ve nasıl üre*tileceğini bilen bir insan tarafından imal edilmiştir. Buna göre, masa, meydana geti*rilmezden önce, belirli bir amacı olup, bir sürecin ürünü olan bir şey olarak tasarlan*mıştır. Masanın özüyle, masanın meydana getiriliş sürecini ve onun yapılma amacını anlarsak eğer, masanın özü, onun varolu*şundan önce gelir. Sartrea göre, insanda durum böyle değildir.
İlk bakışta insanın da bir yaratıcının, Tanrı’nın eseri olduğunu düşünürüz. Tanrı’yı, masayı imal eden marangoz benzeri doğaüs*tü bir sanatkar olarak görür ve böylelikle, Tanrı’nın insanı yarattığı zaman, neyi yarat*mış olduğunu bildiğine işaret ederiz. Oysa, Sartre Tanrı’nın varoluşunu inkar etmiş olan tanrıtanımaz bir düşünürdür. Tanrı var değil*se, Sartre’a göre, insanın Tanrı tarafından ön*ceden belirlenmiş bir özü de olamaz. İnsan, yalnızca vardır, kendinden önceki bir mode*le, bir taslağa, bir öze göre ve belli bir amaç gözetilerek yaratılmamıştır. İnsan öncelikle varolur ve kendisini daha sonra tanımlar. İnsan yalnızca vardır ve Sartre’a göre, kendi*sini nasıl yaparsa, öyle olur.
İnsanın önceden belirlenmiş bir özü ol*masa da, o, Sartre’a göre, bir taş ya da sopa gibi, basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. O, bir taş parçasının her ne ise o olduğunu söy*ler; taşın varlığı, kendi içine kapanık, kendi*sinden başka bir şey olamayan varlıktır. Söz konusu taş parçasının şöyle ya da böyle olmak imkanı yoktur; o, ne ise daima odur. Bu, Sartre’a göre, kendinde varlıktır. Buna karşın, insan, kendinde varlık (yani, tar parçasının var olduğu tarzda var) olmak dı*şında, kendisi için varlığa (yani, onu taş parçasından farklılaştıran varlık tarzına) sa*hiptir. Yani, insan bilinçli öznedir; insan, varolduğunun bilincindedir. İnsanın varlığı bilincinde, kendine dönmekte, kendini bil*mektedir. Bundan dolayı, insana önceden verilmiş ve değişmeyen bir öz yüklemek söz konusu olamaz. Bilinçli bir varlık olan insan, ne değilse odur, ne ise o değildir. Yani, bilinçli bir varlık olan insanda, sonsuzca değişme kapasitesi vardır. Onu şimdi olduğu şeyle tanımlayamazsınız, çünkü ta*nımladığınız anda, o başka bir şey, başka bir birey olma yoluna girmiştir. Bilinci insanı her zaman başka bir şeye, bir öteye götürür. Bilinçli bir özne, sürekli olarak bir gelecek önünde duran varlıktır. Ve bilinç, özgürlük ve bir geleceğe doğru yöneliştir.
Başka bir deyişle insan doğası, başka herhangi bir gerçeklik türünden, bir bakıma hiç farklı değildir. İnsan başka herhangi bir şey gibi vardır, yalın bir biçimde oradadır. Bununla birlikte, insan diğer şeylerden ya da gerçekliklerden farklı olarak, bir bilince sahiptir. Bu nedenle, insan şeylerin dünyası ve başka insanlarla farklı ilişkiler içinde olur. Buna göre, bilinç her zaman bir şeyin bilincidir ki, bu, bilinci kendisini bir nesnenin varoluşunu tasdik etmek suretiyle varolduğu anlamına gelir. Bilincin nesnesi, yalnızca ‘orada olan’ bir şey olarak dünya olabilir.
Tek bir katı kütle olarak dünya dışında, Sartre’a göre, sandalye, dağ benzeri belirli nesnelerden söz ederiz. Masa dediğimiz nesne, bilincin faaliyetiyle, dünyanın bütününden koparılarak şekillendirilir. Dış dünya yalnızca bilince, ayrı fakat karşılıklı ilişkiler içinde bulunan şeylerden meydana gelen an*laşılır bir sistem olarak görünür. Bilinç ol*madan, dünya yalnızca vardır; o, kendinde varlıktır ve bu haliyle anlamdan yoksundur. Bilinçtir ki, dünyadaki şeylere, varlık verme*se bile, anlam verir. Buna göre, bilinç her şeyden önce, dünyadaki şeyleri tanımlar ve onlara anlam yükler. İkinci olarak, bilinç kendisini aşar, yani kendisiyle nesneler ara*sına bir mesafe koyar ve bu şekilde nesneler karşısında bir bağımsızlık elde eder. Bilinçli ben, dünyadaki şeyler karşısında bu tür bir bağımsızlığa sahip olduğu için, şeylere farklı ya da alternatif anlamlar yüklemek, bilincin gücü içindedir. İnsan, Sartre’a göre, mühen*dis ya da işçi olmayı seçebilir, şu ya da bu proje veya tasarıya bağlanır; dünyadaki varlıklar da, insanın bu tercihlerine bağlı olarak anlam kazanırlar.
Etik Görüşü: Buna göre, insan öncelikle vardır, insanın varoluşu, onun ne olacağın*dan önce gelir. İnsanın ne olacağı, bilincin belli bir mesafeden gördüğü dünya karşısın*da nasıl bir tavır alacağına bağlı olacaktır. İnsan, bu uzaklıktan, şeyler ve kişiler karşısındaki bu bağımsızlık hali içinde, bu şeylere ve kişilere nasıl bağlanacağıyla ilgi*li olarak bir tercihte bulunur. İnsan dünya karşısında bu tür bir özgürlüğe sahip bulun*duğu için, dünya insanın bilincini ve tercih*lerini etkileyemez. Dünyayı aştığı, dünyaya yukardan ve uzaktan bakabildiği ve sürekli olarak tercihlerde bulunmak durumunda ol*duğu olgusunu değiştirmek, insan için asla söz konusu olamaz. Kısacası, Sartre’a göre, insan özgürlüğe mahkumdur. İnsan Özgür seçimleriyle kendisini tanımlar ve yaratır. Buna göre, insan, kendisini yoktan varetmez, fakat bir dizi seçim ve karar aracılığıy*la, varoluşunu belli bir öze dönüştürür, yani kendi özünü oluşturur.
Başka bir deyişle, kendi kendisini sürekli olarak yeniden yaratmak durumunda olan insan, bir varoluş olarak, kendisini ilk anda terkedilmiş biri olarak bulur ve umutsuzluğa düşer. İnsan bu durumda geçmişine döne*mez, şimdinin kendisi için boş bir imkan ol*duğu insan, geleceğe de güvenemez. İşte insan bundan dolayı, kendisini saçma bir dünya içinde hisseder. Doğmak, yaşamak, ölmek ve eylemek ona hep saçma gelir. İşte insan böyle bir anda başkalarını hisseder, ve kendisini bir merkez olmaktan çıkarır. Bu ise onun varoluşunu öznel olarak yaşamasını önleyip, onu başkalarıyla birlikte olmaya, toplum içinde yaşadığı gerçeğine götürür. Böyle olunca da insan başkalarının sorumlu*luğunu duymaya başlar. Bu nedenle, Sart*re’ın gözünde özgürlük ancak sorumluluk yüklenmekle mümkün hale gelir. Tüm eylemlerinin sorumluluğunu üzerine alabilmiş olan insan özgür olup, sadece böyle biri ger*çek varoluşa sahip olabilir. Bu nedenle tek mutlak değer özgürlük olsa bile, sorumlulu*ğa bağlanan bu özgürlük, katı bir ahlâki ge*rektirir. Onun gözünde doğru eylem, sorum*luluğu özgürce yüklenilmiş olan eylemdir. Bununla birlikte, genel geçer ve mutlak bir doğruluğun da olmadığı unutulmamalıdır. Her çağ kendi doğrusunu yaratırken, ahlâklılık da her çağda kendi doğrusunu
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
Savigny, Friedrich Karl von: 1779-1861 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman hukuk filozofu. Hukuğun tarihsel gelişimi ve sosyal ge*lişme ile hukuki gelişme arasındaki problem üzerinde duran Savigny, her hukuk sistemi*nin belirli bir toplumsal ve tarihsel gelişme*nin ürünü olduğunu göstermiştir. Bütün Çağ*lar ve ülkeler için geçerli olacak, insanın akli yeteneğinden doğan bir ideal hukuk tasa*rımına, soyut ve gerçeklikle ilişkisiz olduğu gerekçesiyle karşı çıkan Savigny, doğal hu*kuku tarihselci görüş açısından eleştirmiştir. O, başlangıçta hukukun devletin yüksek iktidarının ifadesi olduğu fikrini de kabul etmemiş, toplum sözleşmesi öğretisinin bir gerçekliği yansıtmadığını iddia etmiştir.
Savigny’ye göre, hukuğun gelişimi üç ayrı dönemde olur: Birinci dönemde hukuk, halkın vicdanından doğar, örf ve adet kural*ları şeklinde kendini gösterir. Ikinci dönem*de, toplumsal gelişme, yaşamını hukuka vakfeden bir hukukçular sınıfının doğuşuna yol açar. Üçüncü ve son dönem ise, hukukun kodifikasyonu dönemidir.
Savigny, hukuğun yasa koyucu tarafından yapılmadığını, ama kendi kendisine geliştiği*ni ve olgunlaştığını öne sürmüştür. Hukuk insan iradesinin ürünü olmayıp, ortak man-cin sonucudur. Ve yine, Savigny’ye göre, tıpkı her ulusun kendi dilini geliştirmesi gibi, her ulus kendi toplumsal gelişimi içi de kendi hukukunu yaratır.

Sendikalizm: Felsefi kökleri radikal bir entellektüalizm karşıtlığında bulunan ve toplumsal yaşamda sendikalara önemli bir rol yüklemeyi amaçlayan toplumsal ve siyasi öğreti.
İrade, eylem ve inancın, insan doğasının temel ve en yaratıcı öğeleri olduğunu, ideo*lojilerin bu temel gerçekliklerin bir yansıma*sından başka hiçbir şey olmadığını savunan sendikalizm, burjuva toplumunun hastalıkla*rının ve kötülüklerinin, en büyük yaratıcı güce sahip olan işçi sınıfının söz konusu toplum düzenini yıkması ya da sendikalar şeklinde örgütlenmesiyle ortadan kalkacağını belirtir

Senkretizm: Çatışan ideoloji ve görüşlerin birlikli bir düşünce sistemi içinde uyum*lu hale getirme tavrı.

Sentez: 1- Düşüncenin ayrı öğelerini, ya da ayrı düşünce veya ideolojileri mantıksal bir tarzda bir araya getirme işlemi. 2- Söz konusu birleştirme faaliyetinin ürünü olan şey.

Sınıf: Bir toplumda aynı görevi yapan statüleri aynı olan, çıkarları tam bir aynılık sergileyen ve aynı durumda bulunan insan öbeklerinden her birini ifade eder. Buna göre aralarında belli bir kültür ve iktisadi çıkar ortaklığı ve bu ortaklığın yarattığı özel ilişkiler bulunan insanların tümü bir sınıf meydana getirir.
Marx’ta sınıfın ölçütü ekonomik bir ölçüt olduğundan o sınıfları üretim araçlarıyla ilişki içinde tanımlamıştır. Marksist anlayışa göre başlangıçta toplumda sınıflar bulunmuyordu; sınıflar işbölümüyle ve üretim araçlarının özel mülkiyeti eline geçmesiyle ortaya çıkmıştır. Buna göre toplumsal sınıf, aynı konum çıkar ve statüye sahip insanların bir üretim ve mülkiyet sistemini içindeki yerlerine göre tanımlanan ekonomik sınıfa eşittir.
Buradan da anlaşılacağı üzere sınıf konusundaki teorik gelenek Marx’ın 19.yüzyılda endüstriyel kapitalizmin yeni ortaya çıkan sınıfsal yapısına ilişkin analiziyle başlamıştır. O, bu çerçeve içinde sınıfı, sermaye ve üretim araçlarını özel mülkiyetini temele alarak, ekonomik terim*lerle analiz etmiştir. Buna göre, Marx nüfu*su, bir tarafta üretim araçlarına sahip olan kapitalist sınıf ve emeklerinden başka sata*cak hiçbir şeyi olmayan işçi sınıfı olarak ikiye bölmüştür. O, köylülerle küçük esna*fın meydana getirdiği, bu ikili çerçeveye uymayan grupların da varolduğunu kabul etmiş, fakat onların kapitalizm öncesinden kalıp kapitalist sistemin gelişip olgunlaş*masıyla birlikte, ortadan kalkacağını iddia etmiştir.
Sınıfları ekonomik terimlerle tanımlayan Marx, onları aynı zamanda toplumu değiştirme kapasitesine sahip olan gerçek top*lumsal güçler olarak görmüştür. Kapitalist*lerin olabildiğince çok kazanma ve kar elde etme isteği, ona göre, işçilerin sömürülme*sine ve dolayısıyla yoksullaşmalarına yol açar. Bu durumun işçilerde bir sınıf bilinci yaratacağını; proletaryanın, konumuna iliş*kin öznel bir kavrayıştan yoksun olduğu için, salt ekonomik terimlerle tanımlanmış bir kategori olan kendinde sınıftan, kendisi*ne ve dünyaya ilişkin bilinçli bir kavrayışa sahip olan işçilerden meydana gelmiş bir kendisi için sınıfa doğru dönüşeceğini öne süren Marx, işçilerin kapitalistlere karşı bir sınıf çatışması içine girerek kapitalizmi yıkacağını söylemiştir.
Yine aynı çerçeve ve terminoloji içinde. işçi sınıfı ya da proletaryanın, burjuvazi karşısındaki nesnel sınıfsal durumunun ve kapitalizmin sosyalizme dönüşümündeki ta*rihsel rolünün bilincinde olmasına, yani sı*nıfın öznel boyutuna ise, sınıf bilinci adı ve*rilir. Buna göre, sınıf bilinci, işçi sınıfının, özel mülkiyetle kollektif üretim güçlerine dayanan kapitalist üretim ilişkileriyle ilgili somut tecrübesinin sonucudur. Öte yandan, Marx, işçi sınıfı ya da proletaryanın, çıkarlarının gerçek doğasının nerede yattığını gö*rememesi ve devrimci bir sınıf bilinci oluş*turamaması durumuna ise, yanlış bilinç adını verir.
Yine, Marx, toplumu meydana getiren iki sınıf arasındaki ekonomik çıkar ve siyasi egemenliğe dayalı mücadeleyi sınıf .çatış*ması şeklinde tanımlamıştır. Marx’ın söz konusu anlayışına göre, sınıf mücadelesi ta*rihin itici gücüdür. Örneğin, feodalizmden kapitalizme geçiş, toprak sahibi aristokrasi ile yükselen kapitalist burjuvazi arasındaki çatışmanın sonucu gerçekleşir. Kapitalizmden sosyalizme geçiş ise, burjuvazi ile işçi sınıfı arasında giderek yoğunlaşan kutuplaş*manın ve işçi sınıfının sömürülmesinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.


Sistem: Parçaları, öğeleri arasında karşılıklı ilişki, etkileşim, bağlantı ve bağımlılık bulunan tutarlı bir bütün içinde birlikli hale getirilmiş nesneler toplamı.
Rasyonel bir ilke, plan, ya da yönteme göre, altakoyma, çıkarım ya da genellik tü*ründen tutarlı bir düzen ya da düzenleme içinde bir araya getirilmiş nesneler, fikirler, aksiyom ya da kurallar bütünü olarak sis*tem, belli bir görüş, öğreti ya da ideoloji meydana getirecek şekilde birbirlerine bağ*lanmış ilkeler toplamını olduğu kadar, belli bir sonuca ulaşmak için kullanılan yöntemi de tanımlar.

Sistematik felsefe: Gerçekliğin tüm alanlarını kapsayan sistemler kurmayı amaçlayan, çeşitli konularda elde edilen bilgileri bir sentez içinde birleştirmeye çalışan felse*fe türü.
Sistematik felsefe deyimi, ayrıca, felsefe*yi tarihsel bir açıdan ele alan tarihsel yaklaşımdan farklı olarak, felsefenin epistemoloji, ontoloji, değer gibi alanlarında felsefi yöntemleri kullanıp, analiz ve eleştiriyi ve bu arada, yeni felsefi bilgiler üretmeyi her defleyen felsefe anlayışını ifade eder.

Sivil toplum: Siyasi otoritenin baskısından nispeten uzak olan toplum modeli; toplumda va*rolan ve kuruluşu birtakım haklar elde etme çabasına bağlı olan demokratik yapı; toplu*mun kendi kendisini, devletin kurumların*dan bağımsız olarak, yönlendirmesi duru*mu.
Başlangıçta uygarlığın sonucu olan bir nezaket ve uygarlaşma halini tanımlayan sivil toplum terimi, 18. yüzyılda Batı yöne*tim tarzı Doğu despotizmiyle karşı karşıya getirilirken, onun ayrımını belirtmek üzere politik bir terim olarak kullanılmıştır. Bu*nunla birlikte, sivil toplum terimi esas Hobbes ve Locke tarafından kullanılmış ve söz konusu toplum sözleşmesi teorisyen*lerinde önem kazanmıştır. Hobbes ve Locke gibi düşünürler politik otoritenin en azından varsayımsal olarak onsuz olunabilir bir kav*ram ya da şey olduğunu belirtirken, devlet olmadan da yaşamak mümkünmüş gibi akıl yürütmelerine bağlı olarak, devlet olmadı*ğında geride kalan kurumları betimlemek için bir kavrama ihtiyaç duymuşlardır. Bu kavram da sivil toplum kavramıdır. Buna göre, sivil toplum, ekonomik ilişkilerin, ailesel yapıların, dini kurumların, vb, politik otorite olmadan varlığını sürdürdükleri genel çerçeveyi tanımlar. Bununla birlikte, sivil toplum kavramının, sivil toplum politik otorite olmadan varolmadığı için, analitik bir kavram olduğu unutulmamalıdır.
Sivil toplum kavramının anlamına katkı*da bulunan düşünürler arasında, her şeyden önce Hegel ve Marx bulunmaktadır. Buna göre, Hegel ‘de, sivil toplum, aile ile devletin siyasi ilişkileri arasında yer alan bir ara kurum olarak tanımlanır. Karl Marx’ta ise, sivil toplum sosyo-ekonomik ilişkilerle üretim güçlerinin bütününü gösterir. Onun gözünde temel karşıtlık bu şekilde tanımla*nan sivil toplumla sivil toplum içindeki sınıf ilişkilerinin üstyapısal tezahürü olan devlet arasındadır. Alman ideolojisi adlı eserinde, sivil toplumun bütün bir tarihin kaynağı ve oynandığı tiyatro olduğunu savunan Marx’a göre, siyasi olaylara, hukuki değişimlere ve kültürel değişmeye ilişkin açıklamanın sivil toplumun yapısındaki gelişmelerde aranma*sı gerekmektedir.
Bu Marksist sivil toplum anlayışını aynen benimseyen çağdaş düşünür A. Gramscv’ye göre, sivil toplum devletin cebri hareket ve müdahaleleriyle üretimden meydana gelen ekonomik alan arasında bulunur. Buna göre, sivil toplum, özel yurttaş ve bireysel tasdik alanı olarak ortaya çıkan toplumsal yaşam alanıdır.

Siyaset felsefesi: Siyasetin problemlerini siyasi sistemleri, siyasal hayvanlar olarak tanımla*nan insanların belli bir siyasi sistem içinde*ki davranışlarını felsefeye özgü yöntemlerle ele alan felsefe dalı, daha çok normatif bir nitelik arzeden kavramsal araştırma türü; felsefenin, siyasi yaşamı konu alan, özellikle de devletin özü, kaynağı ve değerini araştıran dalı.
Siyaset felsefesinin ele aldığı belli başlı konular şunlardır: 1- İnsanın gelişme süreci içinde, yönetimin ya da devletin kaynağı, doğası, amacı ve önemi. 2- Varolan, varol*muş olan devletlerin sınıflanması ve bu devletlerin oluşumunda etkili olan felsefe ya da görüşlerin incelenmesi. 3- İdeal düzen arayışları. 4- Ütopyaların yapısı ve bunların gerçekleşme şansları. 5- Bireyle devlet, itaat etmeyle özgürlük arasındaki ilişki, baskı, sansür ve yönetimin gücü. 6- Adalet, eşitlik, özgürlük, haklat ve mülkiyet gibi temel kavramların analizi.
Eski Yunan’da doğmuş olan siyaset felse*fesi, günümüzde siyasi otoritenin gücünü, doğasını ve kaynağını, siyasi otoriteyle birey arasındaki ilişkileri ele alır. Siyasi kurumların ve bu arada devletle birey ara*sındaki ilişkilerin nasıl geliştirilebileceği konusunu inceleyen siyaset felsefesi günü*müzde daha çok ‘demokrasi’ kavramı üze*rinde durur. Başka bir deyişle, demokrasi problemini sivil toplum-devlet kavram çif*tiyle, özgürlük ve eşitlik ideallerinin oluş*turduğu temel üzerinde ele alan siyaset fel*sefesinin temel problemi, kamusal gücün, siyasal iktidarın, insan yaşamının niteliğini korumak ve geliştirmek için nasıl kullanıl*ması ve ne ölçüde sınırlanması gerektiği problemidir.
Siyaset felsefesinin uzun tarihi içinde, Platon, Aristoteles, Cicero, Aziz Augustinus, Aquinalı Thomas, Dante, Machiavelli, Spinoza, Locke, Burke, Rousseau, Mill, Bentham,Tocquevil le, Saint-Simon, Comte, Hegel, Marx ve Engels gibi düşünürlerin önemli katkılarından söz edilebilir. Buna karşın, 20. yüzyılda siyaset felsefesi alanın*daki katkılar, sırasıyla siyasi pragmatizm, dini ve varoluşçu yaklaşım ve nihayet dev*rimci yaklaşım diye, kabaca üç başlık ya da yaklaşım altında toplanabilir. Dewey, Rus*sell ve Popper gibi düşünürler tarafından temsil edilen 1- Siyasi pragmatizm, toplumun halihazırdaki yapısını ve kapitalizmi eleştir*mekle birlikte, düşüncelerini söz konusu ya*pının oluşturduğu genel çerçeve içinde ifade eder ve siyaset alanındaki amacın, insan kişi*liğinin geliştirilmesiyle yaşam düzeyinin en yüksek noktaya çıkartılması olduğunu savu*nur. Örneğin, siyaset felsefesinde aristokra*tik bir bireyciliğin savunuculuğunu yapan Russell, hoşgörü, cinsel özgürlük ve sağdu*yunun yanında olurken, materyalizme, bü*rokrasi ve savaşa şiddetle karşı çıkmıştır.
Buna karşın, 2- Dini ve varoluşçu yakla*şım, insanlığın topyekün bir yıkıma doğru gittiğini savunurken, zaman zaman dini ya da yarı dini değerleri, zaman zaman da bire*yin bizzat kendisini ön plana çıkartmıştır. Başta Lenin olmak üzere, 3- Gramsci, Mar*cuse, Lukacs gibi düşünürlerin temsil ettiği yaklaşım ise, bireyin nihai bir özgürlük ve mutluluk haline ulaşabilmesi için, kapitaliz*min ve burjuva devletinin, şiddet veya de*mokratik yollarla yıkılmasını öngörür.

Siyaset sosyo1ojisi: Toplumsal yapı ve kültürü etkileyen somut politik fenomenlere ilişkin sosyolojik araştırma. Öncelikle ve te*melde devlet konusunu, sosyolojik bir bakış açısı ve yöntemlerle ele alan siyaset sosyo*lojisi, politikayla toplumsal yapılar, ideolo*jiler ve kültür arasındaki ilişkiler üzerinde durur. Özgül politik rejimlerin ve kurumsal yapıların kökenlerini ve gelişimini açıkla*mak amacıyla parlamenter demokrasilere olduğu kadar, despotik ve totaliter rejimlere de yönelen politik fenomenlere dair sosyo*lojik analiz, birer toplumsal kurum olarak siyasi partileri ve parti liderleriyle üyeleri arasındaki ilişkileri inceler.

Siyasi personalizm: Kişiliğin toplumsal gelişmesinin en yüksek ifadesi olduğunu, bundan dolayı, devletin bireylerine fiziki, entelektüel ve tinsel bakımdan tam olarak gelişebilmeleri için, gerekli tüm ola*nak ve fırsatları sağlamak durumunda oldu*ğunu savunan görüşe verilen ad.


Skolastik: Genel olarak Ortaçağda hakim olan Grek felsefesinin kavramsal araçlarından yararlanılarak oluş*turulmuş Tanrı merkezli düşünce sistemini 1 veya bu teoloji ağırlıklı felsefenin kullandığı yöntemi tanımlamak için kullanılan sıfat.

Smith, Adam: 1723-1790 yılları arasında yaşamış olan İskoç iktisatçı ve düşünür. Temel eserleri The Theory of Moral Senti*ments [Ahlâki Duygular Teorisi] ve An In*quiry into the Nature and Causes of the We*alth of Nations [Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Sebepleri Üzerine Bir Soruştur*ma.]
İskoç Aydınlanması ve iktisadi liberaliz*min en önde gelen isimlerinden biri olan Smith, daha ziyade eklektik bir karakter ta*şıyan ahlâk görüşünde, bir erdem ahlâkı ge*liştirmiştir. Erdemin neden meydana geldi*ği’ ve erdemi hangi psikolojik ilkelere göre tanıdığımız’ soruları üzerinde odaklaşan ahlâk görüşünde, Smith bu soruları Aristo*teles ve Stoacılar’ın görüşlerinden olduğu kadar, Hutcheson gibi yararcı düşünürlerin görüşlerinden de faydalanarak yanıtlamaya çalışmıştır.
O iktisat görüşünde ise, her türlü zengin*liğin kaynağının emek olduğunu savunmuş, modern toplumlarda zenginliğinin artışının en önemli nedeninin bir yandan iş bölümü, diğer yandan da emeğinin veriminin artma*sını sağlayan sermaye birikimi olduğunu söylemiştir.


Sofistler: M.Ö. 5. ve 4. yüzyılda, siyasi ve toplumsal koşulların değişmesinin ve doğa felsefesinin iflasının ardından, insan üzerine felsefenin başlatıcısı olarak ortaya çıkan gezgin felsefe öğretmenleri grubu.

En önemli Sofistler arasında, Protagoras, Gorgias, Prodikos, Hippias, Antiphon, Thrasymakhos ve Kallikles’in adı verilebilir. Sofistler, felsefi bir okul oluşturmaktan çok, belli bir mesleğin üyesi olan, toplumsal ko*şulların değişmesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan pratik işlerde yol göstericiliğe duyulan açlıktan, kendileri için bir meslek ve yaşam biçimi üretmiş olup, para karşılığı ders veren gezgin öğretmenlerdi. Bu gezgin öğretmenler, dilbilgisi, ikna sanatı, retorik, mahkemede kendini savunma sanatı, mantık, ahlâki davranış, edebiyat eleştirisi, matema*tik ve dilsel analiz gibi bir çok sanatı öğrenme iddiasında olmuşlardır.


Sofistlik: Belli bir doğruya ulaşmak için değil de, tartışmış olmak için tartışma tavrı; aldatmayı, ikna etmeyi, sözün etkisiyle inandırmayı hedefleyen akıl yürütme tarzı; maddi çıkar sağlamak amacıyla kandırma faaliyeti; ve Sofistler tarafından kullanılan tartışma, incelikli ve yanıltıcı argüman teknikleri için kullanılan terim.

Buna göre doğruyu söylemeyi, doğruları ifade etmeyi değil de, yalnızca üstün çıkma*yı, kazanmayı amaçlayan tartışma türüne, görünüşte doğru olmakla birlikte, gerçekte, büyük bir dikkatle incelendiği zaman görü*lecek ince bir yanlış içeren aldatma ya da en azından yanıltma amaçlı akılyürütme tü*rüne sofistlik denir. Aynı çerçeve içinde geçerli gibi görünmekle birlikte, geçerli ol*mayan, incelikli ama yanıltıcı argüman ya da akılyürütmeye sofizm ya da sofizma adı verilmektedir.

Sokrates: M.Ö. 469-399 yılları arasında yaşamış olan ünlü Yunanlı düşünür. Pla*ton’un hocası olan Sokrates, görüşleri, tar*tışmaları yeni iktidarın temsilcileri tarafın*dan beğenilmediği için, yeni tanrılar icad ettiği, görüş ve tartışmalarıyla, gençleri baş*tan çıkardığı gerekçesiyle ölüme mahkum edilmiştir.
Sokrates’in felsefedeki ve felsefe tarihin*deki önemi, öncelikle onun bilinçli ve ahlâki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını bulmuş olmasından kaynaklanır; felsefenin merkezine insanı geçiren, insanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişki*sinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlâki boyutunu ön plana çıkaran Sokrates aynı zamanda etik tarihindeki ilk büyük teorinin kurucusu olmak durumundadır.
Onun etiğinin en temel tezi ya da önerme*si, bir insanın en önemli faaliyetinin ruhuna gereken özeni göstermesi olduğu veya sor*gulanmamış bir hayatın yaşanmaya değer ol*madığı tezidir. Sokrates’in inancına göre, ki*şinin nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi onun değersiz, ve do*layısıyla mutsuz bir yaşam sürmesiyle eşan*lamlıdır. Ve Sokrates insanların bu soru üzerinde pek düşünmeden yaşadıklarını ima etmiştir. Çünkü insanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hakim ol*duğu bir dünyaya dahil olmuş durumdadır*lar. Ne yapmaları neyin peşinden koşmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini onlara her zaman anne-babaları akrabaları, kısacası bü*yükleri söyler. İnsanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. İçin*de bulunulan sosyal atmosfer neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuy*la, yani ahlâklılıkla ilgili birtakım fikirleri insanlara aktarır. Aynı sosyal atmosfer, ahlâklılıkla yakından ilişkili olan dini düşün*celer ve bu arada kişisel hedeflerle ilgili bek*lentiler sergiler. Söz konusu sosyal koşullan*ma ya da toplumsallaşma süreci içinde, hemen tüm insanlar toplumun ideallerine gö*nüllü yazılır ve çevrenin beklentilerine uygun yaşar. İnsanların çoğu mesleklerini dahi, toplumun kutsadığı, ya da önemsediği alternatiflerin arasından seçer ve yaşantılarını böyle planlar. Dine de aynı şekilde yazılır ve iyi ya da ahlâklı yaşamı büyükleri gibi tanım*larlar. Kısacası, insanlar üyesi oldukları top*luma ve bağlı bulundukları kültüre göre ya*şarlar. İşte böyle bir yaşam, Sokrates’in «sorgulanmamış” dediği varoluşçuların 20. yüzyılda “sahici olmayan yaşam” diyecekleri hayattır.
Çünkü böyle bir hayatı sürdürürken çoğu insan, Sokrates’in ruh adını verdiği karakter*lerine ya da tinsel yaşamlarına gereken özeni göstermez. Sosyal kimlikleriyle, içinde bu*lundukları toplumun ideallerine uygun yaşa*dıkları zaman, insanın bunun için zamanı bile olmaz. Zenginlik arar haz ya da şan *şeref peşinde koşarken, bir de tinsel boyutları olduğunu unuturlar, kendilerini harekete ge*çiren gücün ne olduğunu sorgulamadan, kişi*sel hedeflerinin gerçekten de değerli olup olmadığını tartışmadan başka herkes gibi yaşanan. Toplumun kendilerine sunduğu değerler üzerinde bir an bile düşünmeden, sos*yal baskıyla, bedenin arzularıyla sürüklenir*ler. Kısacası, «sorgulanmamış bir yaşam süren insanların hayatı kendi ellerinde ya da kendi kontrollerinde değildir; onların deneti*mi dışarıdan gelmektedir. Bu ise, kişiyi mut*suzluğa götüreceği için, bir felaketten başka hiçbir şey olamaz. Öyleyse, insan, mutluluğu buna bağlı olduğu için ruhuna özen göster*mek zorundadır. Ruha gereken özeni göster*mek ise insanı insan yapan şeyin ne olduğu*nu, ruhun bizatihi kendisini, neyin insan doğasını tamamlayıp gerçekleştireceğini bil*mektir.
İşte buradan Sokrates’in etik anlayışının bir başka ünlü sözü çıkar: “Kendini bil!”, “Kendini tanı!” Yaşamda mutluluk insanın kendi benine ilişkin bilgide, insanın kendisi*ne dair doğru kavrayışta yatar, çünkü, bir insan kendi doğasını, kendisini harekete ge*çiren motifleri, zaaflarını ve sınırlamalarını, yeteneklerini, yaşamının gerçek amacını bi*lirse eğer, bu bilgiye uygun olarak akıllıca ve bilgece davranıp, mutluluk nihai hedefine ulaşabilir.
Mutluluk, buna göre, Sokratik etiğin in*sanlar için koyduğu nihai hedef, gerçek ahlâki iyidir. İyi insan tarafından arzu edi*len ihtiyaç ve eksikliği duyulan şey olmakla birlikte, Sokrates’e göre iyi, insanların ihti*yaç duyduklarını ve arzu ettiklerini düşündü*ğü şey olmayabilir, zira insanlar, gerçek ihti*yaçlarının neler olduğuyla ilgili olarak yanılabilmekte ve gerçekte eksikliğini duy*madıkları bir şeyin, hatta kendileri için zarar*lı olan bir şeyin peşinden koşabilmektedir. Şu halde, ahlâki iyi, insanların ihtiyaç duy*duklarını düşündükleri şey olmayıp, onların doğaları gereği, gerçekten ihtiyaç ve eksikli*ğini duydukları, insanlara doğal olarak ait olan ve ona sahip oldukları takdirde onları gerçekleştirecek, tamamlayacak şeydir. Sokrates’in söz konusu kendini gerçekleştirme haline verdiği ad, eudaimoniadır, yani mut*luluktur. O söz konusu mutlulukçu etik anla*yışında, ahlâki iyinin insan doğasını tamam*layıp gerçekleştirerek, insanı mutlu kılan şey olduğunu, insanın mutluluğu hedeflediğini apaçık bir şey olarak görür. Ona göre, bun*dan daha öteye gidilemez ve insanların, mut*suz olmak yerine, niçin mutlu olmayı iste*dikleri sorusu sorulamaz; bu Sokrates için olduğu kadar, tüm Yunanlılar için apaçık bir şeydir. Sokrates, tüm insanların, doğaları ge*reği, mutlu olmayı istediğini ve hiç kimsenin mutsuz olmak istemediğini söyler. Mutluluk, tüm insani istek ve arzuların nihai amacıdır ve insan hayatı ve varoluşunun en yüksek he*defidir.
Sokrates bunu ve mutluluğun bilgiyle olan ilişkisini biraz daha açıkça ifade edebilmek için, ahlâki ve dolayısıyla mutlu yaşama ile varolan çok çeşitli sanat veya zanaatlar ara*sında bir analoji kurmuştur. Buna göre, bir sanat (techne) sahibi olan insanlar, yani zana*atkarlar hem faaliyetlerinin amaçlarının ve hem de bu amaçlara nasıl ulaşılacağının doğru bilgisine sahiptirler. Bir ayakkabıcı bir ayakkabının ne olduğunu ve ne işe yaradığını, bir ayakkabının nasıl yapılacağını bilir. Bir marangoz bir masanın ya da bir koltuğun ne olduğunu ve nasıl imal edileceğinin bilgi*sine sahiptir. Bir gemi kaptanı denizde ge*miyle yolculuk etmenin gerek amaçlarını ve gerekse araçlarını bilir. Bütün bu örnekler dikkate alındığında, bir sanatın belirli ve açık seçik olarak tanımlanmış bir amacı ya da nihai ürünü ve bu amaca erişmenin veya nihai ürünü elde etmenin kabul görmüş yol*ları vardır. Sokrates’e göre yaşamak da bir sanattır; daha doğrusu iyi ve doğru yaşamak istiyorsak, yaşamayı nihai amacı mutluluk olan bir sanat olarak görmemiz gerekmekte*dir.Yaşamanın amacı olan mutluluğa erişme*nin yolları ise, bir insan kişiliğini meydana getiren yetkinlik halleri olarak tanımlanan, erdemlerden başka hiçbir şey değildir. Başka bir deyişle, onda erdem mutluluk amacının aracı olmak durumundadır; yani, erdem, in*sanın doğasını tam olarak gerçekleştirdiği, potansiyelini tam anlamıyla hayata geçirdiği, kendi yetkinliğine ulaştığı bir hal olan eudai*nıoniaya götüren, kendisiyle söz konusu mutluluk amacına eriştiği değer ya da niteliktir. Sokrates bu şekilde tanımladığı erdemi, bil*giye eşitlemiştir. “Erdem bilgidir” tümcesi, onun yinelemekten hiç bıkıp usanmadığı bir tümce olmuştur.
Erdem bilgi ise ne tür bir bilgidir? Sok*rates’e göre her tür bilginin erdem olmadığı açıktır zira herhangi bir sanata, alana ya da konuya ilişkin bir bilgi, insanı zorunlu ola*rak mutluluğa götürmezken. erdem olan bilgi, insanı kendisini gerçekleştirmeye ve mutluluğa götürür. Bir insan iyi bir tüccar başarılı bir hekim ya da iyi bir bilim adamı olabilir, ama yine de mutlu olmayabilir. Böyle bir insan, mesleğiyle ilgili olarak her* şeyi bilebilir, fakat yine de mutsuz bir yaşam sürebilir. Buna göre, erdem olan bilgi iyi olmalı bizi iyi kılmalı, kısacık ya*şamlarımızı iyi bir hayat haline getirmeli*dir. Özel bilgi türleri, yaşamın çeşit çeşit iyilerini sağlayabilmekle birlikte, söz konu*su iyiler, onları nihai ve eri yüksek amacı*mız doğrultusunda, en bilgece nasıl kullana*bileceğimizi bilmediğimiz sürece, yalnızca zarar verebilir. Sokrates’e göre, insanın doğasını gerçek*leştirmesini ve mutluluğa ulaşmasını sağla*yan tek bilgi iyi ve kötüye, neyin gerçekten iyi ve neyin kötü olduğuna ilişkin bilgidir. Onun sophia ya da phronesis adını verdiği bu bilgi, tek gerçek bilgi ve bilgeliktir. Bu bilgi bir insanın birçok bilgi türü arasında, ilgisini çekiyorsa, kendisi ne yönelebileceği, kendisini ilgilendirmiyorsa da onunla uğraşmayı başkalarına bırakabileceği, bir bilgi türü değildir. Sokrates’e göre, tüm insanlar, doğaları gereği mutlu olmayı istediklerin*den ve neyin iyi, neyin kötü olduğuna iliş*kin bilgi zorunlulukla mutluluğa götüren tek yol olduğundan, bu bilgi tüm insanlar için kazanılması gereken bir bilgidir. Erdem olan bilgi, ikinci olarak insanın kendisine ilişkin bir bilgidir. Erdemi tanım*lamanın, şu halde, ikinci bir yolu, onu kendi*ni bilmeye eşitlemektir. Bu da, mutluluk amacı için kaçınılmaz olan bir bilgidir. Zira, bir insan kendisini tanımadıkça, neyin ken*disi için olduğunu, neyin kendisini, eksik ve kusurlu bir yaratık olarak bırakmak yerine, tam ve yetkin biri kılacağını bilmedikçe, iyi, yetkin ve mutlu biri olamaz. Kişi ne olduğu*nu neye ihtiyaç duyduğunu, hangi yetenek*lere sahip olup, hangi bakımlardan eksik ol*duğunu, eşdeyişle kendini bilmediği sürece, neyin kendisi için iyi ya da kötü, yararlı ya da zararlı olduğunu bilemez.
Erdem olan bilgi üçüncü olarak tek tek erdemlerin bilgisini de içerir, çünkü Sokra*tes, erdemlerin birliğini öne sürer. Örneğin, cesaret adını verdiğimiz erdem, ona göre, başıboş bir kahramanlık, anlamsız bir atıl*ganlık ve cüretkarlık, her tehlikeyi düşüncesizce göğüsleme olmayıp, neden korkulup neden korkulmayacağına, neyin göğüslen*meye değer olup neden kaçınmanın iyi ola*cağına ilişkin bilgiden başka bir şey değildir. Gerçek cesaret, uzun vadede neden daha çok neden daha az korkmak gerektiğine. neyin daha fazla, neyin daha az tehlikeli olduğuna ilişkin bir hesaplama, tartma ve ölçüp biçmedir. Aynı şekilde, adalette, bir bilgidir. Adalet, insanın kendi üzerine düşeni yapması ve kendisinin en iyi ve en uygun ol*duğu işi yapması, herkese hak ettiğini ver*mesidir. Bir insan bilgeliğe, kendine ilişkin bilgiye sahip olmadıkça, nasıl olur da, kendi*sine ait, kendisinin bir parçası olan şeyi, en uygun olan işi yapabilir? Bütüne, başkaları*na ilişkin bilgiye sahip olmadıkça, nasıl olur da, başkasının hakkını verebilir, bütünün adaletine katkıda bulunabilir?
O, aynı çerçeve içinde, yani etik alanında amacına ulaşabilmek, mesajlarını doğru ile*tebilmek için aynı zamanda dilin doğasıyla ilgilenmiş ve düşünme anlam, mantık ve tanım konusunu ele almıştır. Yaşadığı dö*nemde yoğun bir kavram kargaşasının hüküm sürdüğünü, bunun etik alanını da kapsadığını düşünen Sokrates, bilgeliğin, adaletin, cesaretin, vb, anlamının ne olduğu bilinmedikçe. bilgece, adil ya da cesurca ey*lemekten söz edilemeyeceğini iddia etmiştir. Çünkü aynı sözcükleri ya da kavramları kul*lanan insanlar, bu sözcük ya da kavramlarla farklı şeyleri kastediyorlarsa eğer, Sokra*tes’in gözünde, bu, insanların anlaştıklarını sanarak anlaşmadan konuştukları anlamına gelir ve sonuç, kargaşadan başka hiçbir şey olmaz. Kargaşa, Sokrates’e göre hem entel*lektüel ve hem de ahlâki yönden olur. Ona göre, entellektüel olarak sözcük ve kavram*ları, sizin kullandığınız anlamdan farklı bir anlamda kullanan biriyle tartışarak, bir kavga dışında, hiçbir yere varamazsanız ve ahlâki olarak da, söz konusu sözcükler ahlâki fikirlere karşılık geldiği zaman sonuç bir anarşiden başka bir şey olmaz. Sokrates işte bu kargaşayı sona erdirmek, insanlara ahlâki gelişmelerinde yol göstermek için bir tartışma ve öğretim yöntemiyle, bir tanım yöntemi geliştirmiş ve tartışmalarıyla, evren*sel değerlerin özünü ve gerçek anlamını orta*ya koymaya çalışmıştır.

Sokratik alay: Sokrates’in bildiğim bir şey var ise, o da hiçbir şey bilmediğimdir’ sö*züyle ve sergilediği öğrenme ve bilgiye su*samışlık haliyle, karşısına aldığı tartışmacı*lara, gerçekte bilgisiz olduklarına işaret etmek ve ahlâk alanındaki bu bilgisizliğin, yaşamın akışı içindeki tehlikesini ve ağırlı*ğını hissettirmek üzere benimsediği, kendi*sini olduğundan farklı gösterme, bilgisini gizleme ve karşısındakine meydan okuma tavrı,
Sokrates’in alayı, onun mantıksal çürüt*me yönteminin tamamlayıcı bir unsuru ola*rak ortaya çıkar. Zira o çıkarımın mantıksal sonucunu pekiştirmek veya güçlendirmek için bilinçli olarak alaya başvurur ya da ay*rıca bir varoluşsal şok uygulamaya geçer. Buna göre, bilgisizlikleri gözler önüne seri*len insanlar, herhangi bir konuda değil de, insan için en önemli olan konuda, yani ahlâk alanında bilgisizlik içindedirler. Bu, onların eylemlerine yön veren bir bilgiden yoksun oldukları, yaşamlarının amacı üzerinde düşünmedikleri, kendilerini ve eylemlerini sorgulayamadıkları anlamına gelir. Çünkü, Sokrates’e göre, tüm insanlar iyi eşdeyişle ahlâklı bir biçimde yaşamak ister*ler ve hiçbir insan, iyi ve kötüye ilişkin bilgi olmadan iyi olamaz ve iyi bir biçimde yaşayamaz.
Sokrates, alayı işte duruma ve bu duru*mun vahametine işaret edebilmek için, kul*lanmıştır. Bilgi-bilgisizlik karşıtlığından doğan alayın bir parçası olarak Sokrates, kendisinin hiçbir şey bilmediğini söylerken karşısındaki tartışmacıyı yüceltir, onun bilgi*sinden yararlanmak istediğini belirtir. Tartış*ma ilerledikçe, Sokrates’in karşısındakinin tartışılan konudaki bilgisizliği ortaya çıkar*ken, o sorduğu sorularla, gerçekte sanki hiç de bilgisiz biri değilmiş izlenimi yaratır. O, böylelikle tartışmacının başlangıçtaki özgü*venini dağıtır ve bilgisizliğin bilincinde ol*manın öğrenmeye giden yolda atılması ge*reken ilk adım olduğunu ve tartışılan konudaki bilgisizliğin, insanın bütün bir ya*şamını sakatlayacak kadar önem taşıdığını göstererek, onu alayın da yardımıyla bilgi yoluna sokar.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
Sokratik çürütme yöntemi: Platon’un Sokratik diyaloglarında belli bir etik görüşün temel tezlerini ortaya koyarken, başka insanlarla ortak bir araştırma içinde ahlâk alanında doğru bilgiyi ararken gördüğümüz Sokra*tes’in hem genel olarak Sofistlere alternatif eğitim anlayışının ve hem de bilgi araştır*masının ayrılmaz bir parçası olan olumsuz yöntemi.

Yazılı bir şey bırakmayıp, hayatını adeta felsefe yaparak özellikle gençler felsefe tar*tışarak geçiren Sokrates bu tartışmalarında, hemen her zaman karşısına tartışılan konu*yu ele alınan erdemi iyi bildiği varsayılan birini almıştır. O daha sonra, “X nedir?” so*rusunu sorarak, karşısına geçen kimselerden araştırılan erdemin doğru tanımını, bu konu*da sahip oldukları bilgiyi aktarmalarını ister ve bunun ardından da, karşısındaki kişinin verdiği cevaptan, sadece soru sormaya devam ederek, çelişik sonuçlar çıkartır. Bu süreç, tartışmacının getirmiş olduğu bütün tanımlar çürütülünceye, ve onun verecek başka cevabı kalmayıncaya yani o bilgisiz*lik itirafında bulununcaya kadar devam eder.

Sorokin, Pitirim Alexandrovich: 1869-1968 yılları arasında yaşamış olan Rus asıllı Amerikan sosyolog ve düşünür. Temel eser*leri: Crisis of Our Age [Çağımızın Bunalımı] Social Philosophies in an Age of Crisis [Bir Bunalım Çağında Toplum Felsefeleri].
Sosyoloji, toplumsal sistem ve öbeklerle kültürel sistemlerin, kişilik sistemi ve kişiler arasındaki ilişkinin dinamikleri ve yapısının genelleştirilmiş teorisi olarak tanımlayan So*rokin’in toplum felsefesindeki büyük önemi onun etkileşimin konusu olarak kişiliği, kişi*ler arasındaki etkileşimin toplamı olarak top*lumu anlamak için değer, norm ve anlamlar toplamına bağlı olan kültürü anlamamız ge*rektiği tezinden kaynaklanmaktadır.
Sorokin’in bir diğer önemli katkısı da, toplumların üç farklı yaklaşım ya da manta*ute arasında salındıklarını belirten döngüsel bir sosyal değişme teorisinden meydana gelir. Comteun üç evre yasasına benzeyen bu değişme anlayışında, din düşünme tarz*larını tanımlayan düşünsel sistem pozitivist bakış açısının teolojik evresine, gerçekliği anlamada duyumların önemini vurgulayan duyumsal kültür ya da sistem Cornte’taki pozitif evreye. bu ikisi arasında kalan idea*list kültür de. positivist görüşteki metafizik evreye tekabül eder.

Sosyal: 1-Bir topluma ayrı ve müstakil bir varoluşa sahip olduğuna inanılan insan topluluğuna ilişkin olan; 2- Toplumu meydana getiren, bir toplum içinde yaşayan insanlar; 3- Toplum içinde yaşayan bireylerden meydana gelen katman, grup, sınıf, vb; 4- Toplumdaki birey*lerin birbirleriyle olan ilişkileri; 5- Toplum*daki sınıfların birbirleriyle olan etkileşimle*ri; 6- Toplum içinde yaşayan insanların maddi hayat koşullarını geliştirmeyi, tinsel ihtiyaçlarını karşılamayı amaçlayan eylem ve faaliyetler için kullanılan sıfat.
Bu bağlamda, bir toplumda yaşayan iki ya da daha fazla sayıda insanın birbirleriyle girdiği, karşılıklı olarak devam ettirdiği kısa veya uzun süreli anlamlı etkileşimlere sos*yal ilişki adı verilir. Yine, belli sayıda ortak özelliği olan, birtakım ortak ihtiyaçlarını karşılamak için bir araya gelmiş, bağımsız bir varoluşa veya kimliğe sahip bulundukla*rının bilincine sahip, birtakım ortak kuralla*ra göre birbirleriyle ilişki içinde bulunan bi*reyler kümesi veya toplumsal birim sosyal grup olarak tanımlanır. Aynı çerçeve için*de, ekonomik güçleri, toplum içindeki rol ve konumları hayat tarzları birbirlerine benzer olan, ortak çıkarlara sahip insanlar*dan meydana gelen topluluğa sosyal sınıf adı verilmektedir. Yine, insan eyleminin fa*iller arasındaki karşılıklı etkileşimi içeren alt sınıfı ya da sosyal grupların eylemi sos*yal eylem diye tanımlanır.
Öte yandan, bireylerin sosyal grup ve sı*nıfların, ister çatışma ya da ister uzlaşımın bir sonucu olarak, birtakım normlar ve de*ğerlerin de yardımıyla sergiledikleri ahenkli ve istikrarlı yaşayış hali ve düzenine sosyal düzen denir. Buna karşın, bireylerin ve eko*nomi, aile, din, siyaset benzeri temel top*lumsal kurumların karşılıklı ilişkilerinden meydana gelen bütüne sosyal sistem adı ve*rilirken, bir topluma temel ve asli şeklini kazandıran ve eylem tarzlarına sınırlar geti*ren temel sosyal ilişkiler bütünü veya sos*yal ilişkilerin temelindeki ilkeler öbeği sos*yal yapı olarak tanımlanır.
Öte yandan bir toplumun sosyal sistemi içinde yer alan kurumların, toplumsal rol kalıplarının, bireyler arasındaki ilişkilerin ve dolayısıyla bir bütün olarak toplumun, teknoloji, fikirler inançlar, kültürel etkile*şimler. doğal felaketler keşifler benzeri çok çeşitli nedenlerle değişmesi durumuna sos*yal değişme adı verilir. Aynı bağlamda, bir toplumun birden fazla yönde ilerleme kay*detmesi, toplumun bütününde meydana gelen ilerleme sosyal gelişme olarak tanım*lanabilir. Buna karşın bir birey veya gru*bun, bir toplumsal sınıftan diğerine geçişiy*le veya aynı sınıf içindeki hareketiyle belirlenen toplumsal hareketliliğe sosyal ha*reketlilik adı verilir.
Yine, bir toplumdaki değer normlarıyla sosyal eylem tarzları arasındaki uygunsuz*luk, toplumsal karmaşa ve düzensizliğin te*zahürü olarak görülen sapkın davranışlar bütünüyle, onlara yol açan koşullar sosyal problem başlığı altında sınıflanır. Bir toplu*mun sosyal problemlerdeki yüksek artışla karakterize olan durumuna, sosyal çatışma*nın, ahlâki çöküntünün ve düzensizliğin hakim olması haline sosyal çöküntü adı ve*rilir. Bu bağlamda, sosyal problemleri çöz*meye, nüfusun toplumsal ihtiyaçlarını karşı*lamaya yönelik merkezi ve yerel politikalar ise, sosyal politika adı altında kategorileşti*rir. Öte yandan, bir toplumun kendi varlık, birlik işleyiş ve bekasını korumak için, üye*leri üzerinde uyguladığı etki, denetim ve al*dığı önlemler bütününe sosyal kontrol adı verilir.
Yine, kişinin toplumsal çevreye uyumlu, toplumun değer yargılarını benimseme duru*muna, toplumla bütünleşmiş hale gelmesine sosyalleşme; özellikle çocuğun toplumsal ya*şama katılımını ve onunla bütünleşmesini kolaylaştırmak amacıyla, çeşitli kültür unsur*larını onun kişiliğine katarak bu değerlerin içselleştirilmesini sağlama sürecine sosyal*leştirme adı verilir. Öte yandan, toplumsal yaşama yatkınlığa, insanları birtakım yaşama kurallarıyla barışı sağlayıp koruyacak şekilde birlikte yaşamaya sevk eden ortak eğilime sosyallik denmektedir.
Bu çerçeve içinde, sosyal sınıfların varlı*ğını kabul eden; anayasa yoluyla, toplumsal sınıflar arasında bir denge sağlayacak olan sosyal adaletle ilgili birtakım hukuki ilkeler koyarak siyasi iktidarlara yol gösteren dev*let modeline; özgürlükleri yalnızca sınırla*maların olmaması olarak anlamayan, fakat özgürlüğün ancak, özgürlüğün gerçekleşe*bilmesi için gerekli maddi olanakların kişi*lere sağlanması halinde bir anlam kazanaca*ğı ilkesine bağlı kalan devlete sosyal devlet adı verilir.
Yine, sosyal sistemleri, toplumsal yapıla*rı, siyasi ve ekonomik süreçleri, farklı birey*ler ya da gruplar arasındaki ilişkileri, test edilmeye elverişli bir bilgi kümesi üretmek amacıyla, sistematik olarak araştıran disip*linlere sosyal bilimler adı verilir. Ayrıca toplumu bir büyüteç altına yatıran. statüko*yu ya da varolan sosyal düzeni çeşitli yol ve araçlarla savunarak ya da eleştirerek top*lumsal değişmeyi erteleyen ya da hızlandı*ran ve böylelikle toplumu koşullayan ve yönlendiren eleştiri türüne sosyal eleştiri denmektedir. Nihayet. psikolojinin insanın toplumsal davranışını konu alan dalına sosyal psikoloji adı verilmektedir.

Sosya1 Darwinizm: Darwin’in biyoloji ya da evrim teorisini insan toplumlarının ta*rihsel gelişimine uygulayan ve bu çerçeve içinde ‘varoluş mücadelesi’ ya da ‘yaşama savaşı’ ve ‘doğal ayıklanma’ ya da ‘en güç*lünün ya da koşullara en iyi bir biçimde uyum sağlayanın ayakta kalışı’ fikirlerine özel bir önem atfeden görüş.
Sosyal Darwinizm toplumun, en güçlü olanların ayakta kaldığı bir varoluş mücade*lesine sahne olduğunu, toplumda, tıpkı doğa*da hüküm süren doğal ayıklanma gibi, güçsü*zü toplum dışına iten ya da marjinalleştiren bir toplumsal ayıklanma sürecinin söz konu*su olduğunu, bu yaşama savaşının bir bütün olarak toplumun gelişmesine ve ilerlemesine hizmet ettiğini savunur. Bu anlayış güçlüyü, toplumsal mücadelede ayakta kalanları ben*cil, yarışmacı, tutkulu, zengin, yaratıcı ve zengin zeki ve saldırgan olarak, buna karşın yaşama savaşından yenik çıkanları da güç*süz, pısırık, özgeci, korkak budala gibi te*rimlerle tanımlar. Görüş doğal ayıklanma ve varoluş mücadelesinin günümüz toplumunda hala varolmakla birlikte, özellikle doğal ayık*lanmanın yüzyıl öncesine kadar yoğun bir bi*çimde yaşandığını savunur. Söz konusu görü*şe. varoluş mücadelesi, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmelerin sonucu olarak nisbe*ten yatışmış ve yalnızca koşullara en iyi bir bi*çimde uyum sağlayan insanların değil de, yok olmaya mahkum olan bireylerin de varoluşlarını sürdürecekleri bir durum ortaya çıkmıştır.

Sosyal demokrasi: Alman düşünürleri Bernstein ve Lasalle ile başlayıp, Fransız Jaures ve Blum, İngiliz Cole gibi düşünürle*rin katkılarıyla gelişen ve amacı sosyal ada*let, insanlar için daha iyi bir yaşam, özgür*lük ve barış olan akımı.
Kapitalizmin karşısında olan ve insanla*rın bir avuç kapitalistin egemenliğinden kurtarmayı amaçlayan görüş, sınıf savaşını kabul etmekle birlikte, ihtilalci değildir, to*taliterliği ve her tür dikta rejimini reddeder. Sosyalizmi bir araç değil de, kendi başına bir amaç olarak değerlendiren sosyal de*mokrasi, Marksizmi reddetmemekle birlik*te, onun sosyalizm üzerindeki tekelci etkisi-ne karşı çıkar. Demokratik bir anayasa ye toplum düzenine bağlı kalan ve bu düzene uygun bir faaliyet yöntemiyle, köklü sosyal ve ekonomik reformların yapılmasından yana olan sosyal demokrasi, günümüzde ol*dukça yumuşatılmıştır.

Sosyalist: Sosyalizmi benimsemiş kişi sos*yalist öğretinin şu ya da unsurunu temele alan şey ya da yaklaşım için kullanılan sıfat.
Bu bağlamda, Marksizme dayanan ve anayasasında, iktidarı işçi sınıf mm egemen*liği olarak tanımlayan devlet modeline, işçi sınıfı ve onunla ittifak halinde olan yoksul köylülerden başka hiçbir sınıfa iktidar hakkı tanımayan siyasi iktidar yolunun tüm diğer sınıflara ve bu sınıfların partilerine kapatıl*dığı, demokratik olmayan devlet modeline sosyalist devlet adı verilir.
Yine, Marksist sosyalizmin, sanat için sanat görüşüne karşı çıkarak, toplum için sanat görüşünü ön plana çıkartan estetik te*orisine, sanat ve edebiyatın toplumsal ger*çekliğe yönelmesi ve toplumdaki devrimci gelişmeleri toplumsal gelişmenin itici gücü olan işçi sınıfının durumunu ve rolünü, sos*yalist düşüncelerin üstünlüğünü ve zaferini anlatması gerektiğini dile sanat anlayışına sosyalist gerçeklik denir.

Sosyalizm: Aydınlanmanın, Fransız Devriminin liberal ve eşitlikçi ideallerinin ve en*düstrileşme sürecinin ürünü olup, sömüren sınıf ya da sınıfları tasfiye ederek, insanın insan tarafından istismar edilmesinin önüne ‘geçmeyi, toplumda bireyler arasında karşı*lıklı bir işbirliği ve yardımlaşma yaratmayı amaçlayan ve üretim araçlarının ortak mülki*yetiyle belirlenen toplumsal sistem. Varolan toplumsal düzeni adaletsiz olduğu gerekçe*siyle mahkum eden, ahlâki değerlere uygun düşen yeni bir düzenin savunuculuğunu yapan, bu idealin gerçekleştirilebilir bir ideal olduğuna inanan, söz konusu ideale ulaşma yolunda, insan doğasını ya da kurumları yeni baştan şekillendirecek bir eylem programı öneren ve bir devrim ya da ihtilalcinin bu eylem programını hayata geçireceğine inanan siyasi düşünce ya da ideoloji.
Marksizm’de, gerçek komünizmin inşa*sından önceki dönemde, fakat kapitalizmin yıkılmasından sonra ortaya çıkan politik-ekonomik sistem olarak sosyalizm, devletin üretim araçlarını ya planlama yoluyla ya da doğrudan bir biçimde kontrol ettiği ve hatta bu araçlara hukuken sahip olabildiği; neyi üretmenin en faydalı olduğuna bakmaksızın, salt toplum tarafından ihtiyaç duyulan şeyleri üretmeyi amaçlayan sosyo-ekonomik sistemi ifade eder.
Sosyalizmin, Marx tarafından geliştirilen ve Engels tarafından popülerleştirilen tarih*sel materyalizme dayanan ve pozitivist felse*feden yoğun bir biçimde etkilenmiş olan tü*rüne, üretim araçlarının burjuvazinin elinde olduğu sınıflı kapitalist devletin yıkılarak, sı*nıfsız bir düzen kurmayı amaçlayan sosyaliz*me bilimsel sosyalizm adı verilmektedir.
Kapitalizmin gelişimine ilişkin bilimsel bir incelemeye ve işçi sınıfının öncü rolüne ilişkin gerçekçi bir değerlendirmeye dayan*dığı iddia edilen söz konusu sosyalizme; ekonomik alanda, ‘herkesin yeteneğine ve emeğine göre hakkını alabilmesi’ ilkesi uya*rınca üretim araçlarının ortaklaşa mülkiye*tini, siyasi olarak kapitalist devletin şiddet yoluyla yıkmak, yerine sosyalist devletin kurulmasını, sınıfsız bir toplum modelini ya da daha çok işçi sınıfının diktatörlüğüne dayanan bir devlet anlayışını, kültürel ola*rak da, eğitim ve kültürün devlet tarafından planlanmasını, ırk ayrımına karşı çıkmayı, sosyalist topluma karşı olan tüm toplumsal ve kültürel kurumlarla savaşmayı öngören sosyalizm anlayışına aynı zamanda Mark*sist sosyalizm denmektedir.
Yine aynı bağlamda, Marx’ın sosyalizmi* Blanqui’nin sosyalizm anlayışına, Rusya’daki Devrim öncesi veya sonrası sos*yalist ihtilalcilerin sosyalizm teorisine, yani siyasi iktidarın ele geçirilmesinde, demok*ratik yollara veya parlamenter eyleme gü*venmeyip, şiddeti savunmasa dahi, reddetmeyen sosyalizm anlayışına ihtilalci sosyalizm adı verilir.
Sosyalist devletin kurulması sürecinde ih*tilalci şiddeti benimseyen söz konusu sosya*lizm anlayışı dışında birtakım barışçı sosya*lizmler de bulunur. R. Owen, C. Saint-Simon, ve C. Fourier gibi düşünürlerin, sa*nayi devrimi ve sanayileşme sonrasında, yeni bir sınıfın, işçi sınıfının doğuşuyla bir*likte ortaya çıkan eşitsizlik ve sefaleti orta*dan kaldırmak üzere, sosyalist birtakım fi*kirlerle geliştirdikleri görüşler bütünü, düşünceyle madde arasındaki karşıtlık ve temel çelişkiyi, düşünceyi öne alarak çözme eğilim ve tavırları ütopik sosyalizm olarak geçer. Toplumdaki serbest rekabetin bir denge ve koşullarda eşitlik yaratmadığını, tam tersine servetin belirli ellerde toplanma*sına yol açtığını, tekelleşmenin fazla üretim ve bunalımları doğurduğunu, sanayileşme*nin işçi sınıfının durumunun kötüleşmesine neden olduğunu savunan bu düşünürlerin sosyalizmi, onlar eşitsizliği ortadan kaldır*mayı amaçlarken, insanların çektiği ıstırap ve sefaletin, uğradıkları haksızlıkların, ileri sürecekleri birtakım çarelerle sona ereceğini düşündükleri, haksızlıklara bir çare buluna*mayışının nedeninin, haksızlığı giderecek, eşitliği sağlayacak fikirlerin daha önceden bilinemeyişine, bu çareleri ortaya atacak düşünürlerin daha önce dünyaya gelmemiş ol*duklarına inandıkları için, ütopik adı verilmiştir.
Yine Fransa’da, 1840’lı yıllarda ortaya çıkan ve sosyalizmin bir örneğinin İncil’de bulunduğu inancından hareketle, Hıristiyan*lığın ahlâki kurallarını sosyalizmin kollekti*vist ilkeleriyle birleştiren sosyalizme Hıristiyan sosyalizmi adı verilmiştir. Söz konusu öğreti, klasik sosyalizmlerden dini temel alması, geleceğe değil de, kapitalizm ve sa*nayileşme öncesi topluma yönelmek bakı*mından farklılık gösterir.
Fransa’da etkili olan Hıristiyan sosyaliz*minin Almanya’daki karşılığı kürsü sosyalizmidir: Üniversite profesörleri tarafından geliştirilen bu sosyalizm, sosyalist propa*gandadan çok etkilenen işçi sınıfının kontrolden çıkmaması için, birtakım reformların gerekliliğini vurgulamıştır.
Yine Almanya’da devleti ahlâki ve ulu*sal dayanışma organı olarak gören, devlete çıkartacağı yasalar ve koyacağı vergiler yo*luyla toplumsal adaletsizliği ve dengesizliği gidereceğini düşünen Lassalle’ın devletin her alandaki öncü gücünü temele alan sos*yalist görüşüne devlet sosyalizmi adı veril*mektedir. Öte yandan, Proudhon, Stirner ve Bakunin’in anarşist görüşlerine dayanan ve iktisadi liberalizmi, devleti ve Marksist sos*yalizmi eleştirirken, bireyin özgürlüğünü eri yüksek değer olarak gören sosyalizm Özgür*lükçü sosyalizm olarak tanımlanır.
Yine, Sovyet komünizmine şiddetle muhalefet ederken, Marx’tan ilham almayan sosyalizme geçişin demokratik yollarla ve birtakım reformlarla olması gerektiğini sa*vunan Avrupa sosyalizmine demokratik sos*yalizm veya reformcu sosyalizm adı veril*mektedir. Öte yandan evrensel olduğuna inanılan sosyalist ideleri, kendi ulusal koşul*larına uygulamakta tereddüt etmeyen Üçün*cü Dünya ülkelerinin sosyalizm anlayışına, ateizmi ve sınıf mücadelesini reddederken, tek parti yönetimini benimseyen, sosyalizmi emperyalizme ve yeni sömürgeciliğe karşı bir araç olarak kullanan yerel sosyalizm tür*lerine Üçüncü Dünya sosyalizmi adı verilmektedir.

Sosyoloji: Bütün çeşitliliği, değişkenliğivetüm ayrıntıları İçinde, Lopluma dair olan açıklayıcı bilim. 1- Sosyal yapıya, 2- Toplum*lardaki grupların sosyal kategorilerin ve sı*nıfların doğasına, oranlarına, çeşitlilik ve farklılıklarına, 3- Toplumdaki sosyal yaşama, 4- Toplumun kültürüne ve hayat tarzına, 5- Hem niteliksel ve hem de istatistiki araştırma yöntemlerinin mahiyetine ilişkin bilimsel in*celeme. Toplumsal sistemlerin gelişimini ve işleyişini yöneten yasaları ortaya çıkarmaya çalışan, bu toplumsal fenomenleri gözleyip betimleyen, bu fenomenleri tutarlı bir kav*ramsal şema aracılığıyla açıklamaya çalışan bilim dalı.

Sözleşmecilik: 1- J. Locke, J.J. Rousseau gibi filozoflar tarafından benimsenen, politik devletin varolu*şunu temellendirebilmek veya belirli devlet telakkilerini meşrulaştırabilmek için, devle*ti toplum sözleşmesine dayandırma yaklaşı*mı.
2- Çağımızda ünlü Amerikan düşünürü John Rawls’un savunduğu, kişisel veya özel davranışı olduğu kadar, politik yapıları da yöneten adalet kurallarının meşruiyet ya da geçerliliklerini ilgili taraflar arasında ya*pılan fiili anlaşmalardan veya onların belirli birtakım hipotetik koşullar altında taraf ola*cakları anlaşmalardan almaları gerektiği gö*rüşü.
3- T. Hobbes’un ahlâklılığı tanımlamak ve ahlâki kavramların gerekliliğini savun*mak amacıyla toplum sözleşmesinden yararlanma tavrı. Ahlâkın ve ahlâklılığın doğada varolmayıp, insan tarafından yaratılmış bir kurum olduğunu savunan Hobbes, ahlâkın varoluşumu insan varlıklarının sözleşme/anlaşma yapma yeti ve etkinlikleriyle, meş*ruiyetini ise ahlâki uzlaşımların insanların istek ve arzularını tatmin etme ve tercihlerini karşılama dereceleriyle açıklamaya çalışmıştır.

Spekülasyon: 1- Yalnızca bilmeyi, öğrenmeyi ve tanımayı amaçlayan ve çıkar gözetmeyen bilgi, ve 2- Buradan ha*reketle, gerçeklik üzerine, soyut, zaman zaman keyfi ve doğrulanması hiçbir şekilde mümkün olmayan düşünce ya da görüş. 3- Her türden soyut, dayanaksız yapı, ispatlan*ması ya da temellendirilebilmesi imkansız yorum.


Spekülatif: Eylem ya da pratiği hiç dikkate almadan, salt bilgiye erişmeyi amaç*layan düşünsel veya entellektüel işlemler, yani pratiğe karşıt olarak teorik olan; 2 gözlemlenebilir olanın ötesine geçen. gündelik yaşantı ve pratik deneyimle bağını tümden koparan teorileştirme türü, yani empirik olana karşıt olarak deneyimsel olmayan düşünce veya akıl yürütme.

Spencer, Herbert: 1820-1903 yılları arasında yaşamış olan İngiliz filozofu.
Temel eserleri arasında First Principles [İlk İlkeler], First Principles of Sociology [Sosyolojinin İlk İlkeleri], Social Statistics [Sosyal İstatistik], Descriptive Sociology [Betimsel Sosyoloji] adlı kitaplar bulunan ve fizik ve biyoloji bilimleriyle, siyasi ve toplumsal liberalizmden oldukça etkilenmiş olan Spencer’in felsefesinin temelinde evrim düşüncesi vardır. Bilimle dini uzlaştırmayı ve böylelikle de felsefeye yer açmayı amaç*layan Spencer’a göre, felsefe tüm diğer bilim*lerden genelliğiyle ayrılır. Felsefedeki teori*lerin varolan her şey için geçerli olduğunu öne süren Spencer, evrim öğretisini bu duru*mun tek istisnası olarak görmüştür.
Temeller Evrim teorisinin deneysel ola*rak test edilebilir, savunulup temellendirile*bilir bir teori olduğunu belirten Spencer, ba*sitten karmaşığa, homojen olandan heterojen olana doğru gerçekleştiğini düşündüğü evri*min, doğadaki, toplum ve ahlâki yaşamdaki örneklerini gözler önüne sermeye çalışmıştır.
Epistemolojisi: Epistemoloji alanında, insan varlığının bilgisinin sınırlı olduğunu, bizim yalnızca fenomenleri bilebileceğimizi öne süren Spencer, bir yandan da bu feno*menlerden, her şeye karşın Bilinemez Olanı, fenomenlerin kaynağı ve evrimin temeli olan Kavranamaz Gücün varlığını çıkarsa*yabileceğimizi savunmuştur. O, ilerlemenin bir rastlantı, insanın kontrolü altındaki bir şey olmayıp, bir zorunluluk olduğunu belirt*miş, yaşamın, içsel olanın dış çevreye uyar*lanmasından, sürekli olarak ona göre ayar*lanmasından başka bir şey olmadığını iddia etmiştir. Siyaset alanında bireyciliği sa*vunmuş, yaşam, zihin ve toplumu madde, hareket ve güç aracılığıyla açıklamaya çalış*mış olan Spencer, ahlâkın doğal bir temeli olduğunu, ahlâki sonuçların genel evrim ya*sasını izlediğini öne sürmüştür.
Etiği: Başka bir deyişle, siyaset felsefesi alarmda, eski liberalizmin en önemli temsil*cilerinden biri olan Spencer’a göre, devlet ve toplumun iki temel şekli vardır. Askeri devlet ve endüstriyel devlet. Bunlardan askeri devlet toplumsal örgütlenmenin baş*langıç formu olup, ilkel ve barbardır, savaş için her zaman hazırdır. Birey, burada sa*vaşta zafer amacı için bir araçtan başka bir şey değildir. Toplum sıkı ve disiplinli bir biçimde örgütlenmiştir ve her birey milita*rizm ve otoriter yönetimin gerekleri için kendisine tahsis edilmiş olan konumu işgal eder. Şovenizmle milliyetçilik ve emperya*lizmin askeri devlete gerekli ideolojik esini sağladığını ve devletin ruhban yapısının itaat ve disiplinin önde gelen erdemler olduğunu öğretmeye yöneldiğini öne süren Spencer’a göre, sanayici sınıfların iktisadi faaliyetleri devletin askeri ihtiyaçlarına bağ*lıdır; ekonominin hedefi daha büyük maddi refah aracılığıyla kişisel mutluluğu arttır*mak değil, fakat ortak gücü başarılı fetihler*le beslemektir.
Spencer’a göre, askeri devlet kendi top*raklarını genişlettikçe ve uzun bir zaman di*limi sonunda barış ve istikrarı sağlayınca, yavaş yavaş sanayici bir devlet ve toplum ol*maya doğru evrim geçirir. Söz konusu en*düstriyel devlet, askeri devletin her bakım*dan karşıtıdır. Bireyin toplumdaki yerini belirleyen şey, statüden ziyade, sözleşmedir. Sanayici toplum ve devlette, yaşam biçimi gönüllü işbirliğine dayalı olup, kendiliğindenlik, çeşitlilik, farklılık ve mutabakatsız*lık, bireyi yönetimin en yüce amacı sayma, onun en önemli değerleridir. Bu toplumun amacı, üyelerine en fazla özgürlüğü ve an yüksek mutluluğu temin etmektir.
Askeri toplumdan sanayici topluma doğru ilerleme, Spencer’a göre, yönetimin azalması anlamına gelir, zira hükümet ‘mevcut barba*rizmin bir delili’nden başka bir şey değildir. İnsanlar barışçı, birlikte yaşamaya gönüllü oldukları, işbirliği yapmayı öğrendikleri ölçüde sanayici toplum idealine daha çok yak*laşırlar. Bununla birlikte, modern endüstriya*lizmin bizatihi kendisinin yağmacı ve yırtıcı acımasızlığın yepyeni bir şeklini gün ışığına çıkardığını göremeyen Spencer, bireyin bir amaç olmaktan ziyade, bir araç konumuna indirgendiğini kavrayamamıştır. Yine Spen*cer, on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin temel erdeminin, barışçı işbirliğinden ziyade, acımasız bir militarizm olduğunu farkedeme*miştir.
Sosyalist düşüncenin amansız bir karşıtı olan Spencer, bütün sosyalizmlerin kölelik olduğunu’ ileri sürer. Zira, ona göre, sosyalizm ya da komünizmde birey, belli bir efendiye değil, bütün topluluğa köle kılı*nır ve kölenin efendisinin ‘tek bir kişi ya da bir toplum olması arasında pek bir fark yoktur.

Spinoza, Baruch: 1632-1677 yılları arasın*da yaşamış olan ünlü panteist düşünür.
Temel eserleri arasında Tractatus Theologico-Politicus [Teolojik-Politik Deneme], Tractatus de Intellectus Emendatione [Anla*ma Yetisinin Düzeltilmesi Üzerine], Ethica Ordine Geometrico demonstrata [Geomet*rik Bir Tarzda İspatlanmış Etika] adlı eserler bulunan Spinoza, dini baskı ve engizisyon nedeniyle, İspanya’dan Hollanda’ya kaçmış olan Yahudi bir ailenin çocuğudur. Daha 24 yaşındayken, felsefi görüşlerinden dolayı, Yahudi camiasından aforoz edilen filozof, hayatını optik araçlar yaparak, lens tamir ederek kazanmıştır.
Aldığı Etkiler ve Yöntemi: O, kendi felse*fesini kurarken, en fazla Descartes’tan etkilenmiştir. Descartes’ın belli problemleri ve konuları ele alış tarzından, onun felsefenin, ereksel nedenleri değil de, fail nedenleri ele alması gerektiği tezinden, ideal yöntem ve terminoloji konusunda etkilenen Spinoza, modern felsefenin kurucusu Fransız düşü*nüründen ayrıca Descartesçiliğin mantıksal sonuçlarını çıkarsamak bakımından da etki*lenmiştir.
Yöntemi: Spinoza, 17. yüzyıl rasyonaliz*minin ikinci büyük düşünürü olarak, siste*mini kurup ifade ederken geometrik yönte*mi benimsemiştir. Birtakım önermelerin, açık seçik düşünceleri ifade eden tanımlardan ve apaçık aksiyomlardan tümdengelim yoluyla çıkarsanmasından meydana gelen geometrik yöntem, Spinoza’ya doğru felse*feyi geliştirmenin tek gerçek ve yanılmaz yolu olarak görünmüştür. O, her tarımın açık ve seçik bir düşünceden meydana gel*diğini ve her tanım ya da açık seçik düşün*cenin doğru olduğunu düşünmüştür. Başka bir deyişle, akıl açık ve seçik düşüncelerden hareket edip, bunların mantıksal sonuçlarını çıkartırsa, asla yanlışa düşmeyip, kendi do*ğasına uygun bir tarzda işlemiş olur.
Spinoza’nın yönteminin doğruluğuna iliş*kin sarsılmaz inancının temelinde, onun açık ve seçik düşüncelerden yapılan tüm*dengelimsel çıkarımın dünyaya ilişkin ola*rak açıklayıcı bir görüş sağladığı inancı bu*lunmaktadır. Bu inanç ya da bakış açısının temelinde ise, nedensel ilişkinin mantıksal içerme ilişkisine eşdeğer olduğu kabulü yer almaktadır. Düşüncelerin düzeni ile neden*lerin düzeni bir ve aynıdır. Buna göre, uygun bir tanım ve aksiyomlar öbeğinden yapılan mantıksal bir tümdengelim, metafi*ziksel bir tümdengelimle aynı olup, bize gerçekliğin bilgisini sağlar.
Metafiziği: Spinoza, bu bağlamda, Des*cartes’ın ‘var olmak için kendisinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymayan varlık’ olarak töz tanımından yola çıkıp, Tanrı’yla işe baş*lar. O burada, Tanrı düşünce düzeninde ilk varlık olduğu için, ontolojik kanıtı kullan*mak durumunda kalır. İşe Tanrı’yla başlayıp, nedensellik ilişkisini mantıksal içerme ilişki*siyle özdeşleştirerek, sonu şeylere geçiş ise, evrenden olumsallığı atmak anlamına gelir. Başka bir deyişle, varolan her şeyin Tanrı’ya olan nedensel bağımlılığı, mantıksal bağım*lılıkla bir ve aynıysa eğer, maddi şeylerin dünyasında olumsallığa, insanın dünyasında ise özgürlüğe yer kalmaz. Bundan dolayı, varlık açısından metafiziksel bir determiniz*mi benimseyen Spinoza, ahlâk alanında bağdaşabilirci bir tavırla determinist bir etik görüşü benimsemiştir.
O da, tüm diğer metafizikçiler gibi, varlığı ya da dış dünyayı açıklama çabasında, çoklu*ğu birliğe indirgemeye çalışmıştır. Buna göre, o sonlu şeylerin, maddi varlıkların va*roluşunu nihai ve en yüksek bir nedensel etmen aracılığıyla açıklamaya çalışmıştır. Yani, Spinoza deneyimin sonsuz sayıda var*lığını kendisinin Tanrı ya da Doğa adını ver*diği biricik sonsuz töze başvurarak açıkla*mıştır. Mantıksal içermeyle de nedensel ilişkiyi birleştirdiği için, Spinoza sonlu var*lıkları zorunlu olarak sonsuz tözden çıkan şeyler olarak tanımlamıştır.
Spinoza’ya göre, bir şeyi bilebilmek için, onun nedenini bilmek gerekir; başka bir de*yişle, bir şeyi açıklamak demek, onun neden ya da nedenlerinden söz etmek demektir. Töz, bu çerçeve içinde, onda ‘kendinde ve kendisi aracılığıyla kavranan şey’ olarak ta*nımlanmaktadır. Kavramı başka bir şeyin kavramına bağlı olmayan, kendisinin dışın*daki bir nedenin sonucu olmayan, dolayısıy*la kendi kendisinin nedeni olan, başka hiç*bir şeye değil de, salt kendisine bağımlı olan bu varlık, özü varoluşunu içeren söz konusu varlık Tanrı’dır. Varoluş tözün özün*den ayrılmaz olduğundan, töze ilişkin tanım zorunlulukla varoluşu içerir. Ona göre, bir ve yalnızca tek bir töz, sonsuz ve ezeli-*ebedi olan tek bir töz vardır. Tek tözün, yani Tanrı’nın özü her tür kusur ve eksiği dışta bıraktığı ve mutlak yetkinliği içerdiği için, O’nun varoluşu, apaçık, mutlak ve ke*sindir.
Tek töz olan Tanrı, sonsuz ya da sınırsız*dır. Zira sonlu ya da sınırlı olsa, başka bir töz tarafından sınırlanacaktır. Sonsuz töz, sonsuz sayıda ananiteliğe sahip olmalıdır, çünkü Spinoza’ya göre, bir şey ne kadar çok anani*teliğe sahip olursa, onun gerçekliği o kadar fazla olacaktır. Sonsuz tanrısal töz bölüne*mez ve biricik varlıktır.
Sonlu şeyler, deneyimin bir parçası olan maddi varlıklar, ona göre, Tanrı’nın, tek tözün tezahürleri, modifikasyonlarıdır. Her ne kadar tek töz sonsuz sayıda ananiteliğe sahip olsa da, sonu zihinler olarak bizler, bunlardan yalnızca iki tanesini bilebiliyoruz. Bu iki ananitelik de, düşünce ve yer kapla*madır. Spinoza’nın, Descartesın tözsel ikici*liğinin niteliksel bir ikiciliğe dönüştüğü sisteminde, sonu zihinler, Tanrı’nın düşünce ananiteliği altındaki tezahür ya da modifi*kasyonları, sonu cisimler ise, Tanrı’nın yer kaplama ananiteliği altındaki modifikasyon ya da görünümleridir. Doğa, demek ki, onto*lojik olarak Tanrı’dan ayrı değildir; ayrı olmamasının nedeni ise, Tanrı’nın sonsuz olup, kendisinde tüm gerçekliği içermesidir. Bununla birlikte, Spinoza, Tanrı’dan başla*yan mantıksal tümdengelim sürecinde, son*suz tözden hemen ve doğrudan doğruya sonlu cisim ya da zihinlere geçmez. Bu ikisi arasında sonsuz ve ezeli-ebedi modüsler bu*lunmaktadır.
Buna göre, sonsuz tözün düşünce ana nite*liği altında mantıksal bakımdan önce gelen hali düşünce ve kavrayış, yer kaplama ana ni*teliği altında, mantıksal bakımdan önce gelen hali ise, hareket ve sükunettir. Bu, Spi*noza için, Descartes’ta olduğu gibi, dünyaya hareket aktaran bir Tanrı’nın, bir dış güç ya da nedenin olmadığı anlamına gelir. Tanrı doğaya aşkın değildir, dolayısıyla hareket doğanın kendisinin bir niteliğidir. Hareket ve sükunet yer kaplayan doğanın temel özel*liğidir. Doğadaki toplam hareket, evrendeki toplam enerji miktarı sabit ve değişmezdir. Fiziki evren, hareket halindeki cisimlerin kendine yeter kapalı bir sistemidir.
Başka bir deyişle, Spinoza’nın metafizi*ğine göre, kompleks ya da bileşik cisimler parçacıklardan meydana gelmiştir. Her par*çacık bireysel bir cisim olarak görülebilirse eğer, insanların bedenleri ya da hayvanların vücutları daha yüksek düzeyden bireylerdir. Onlar birtakım öğeler ya da parçacıklar yiti*rir ve bu anlamda değişirler. Spinoza’ya göre, daha da karmaşık olan cisimler tasar*layabiliriz; bu şekilde sonsuzca ilerlemeye devam edecek olursak, bu takdirde parçala*rı, yani tüm cisimleri değişen bir birey ola*rak bütün bir doğaya ulaşırız. Bir bütün ola*rak bu birey, sonlu cisimlerden meydana gelen mekansal sistem olarak Doğadır.
Doğadaki sonu varlıkların özleri varoluş içermez. Onların özleri varoluşu içerseydi, bu takdirde onlar kendi kendilerinin nedeni olurdu. Özleri varoluşu içermeyen bu olum*sal varlıklara Tanrı zorunlu olarak neden olur. Spinoza’ya göre, doğada mutlak bir zo*runluluk olup, buradaki varlıklar öz, varoluş ve eylem bakımından belirlenmişlerdir. Tüm varlıklar, Tanrı’dan zorunlulukla ve belli bir düzen ve şartlanma içinde doğmuşlardır. Öte yandan, doğadaki her nesne başka bir nesnenin, her olay başka bir olayın zorunlu sonu*cudur. Evrende bütün nesneler sonsuz bir bağlantı içinde bulunurlar; burada rastlantıya yer yoktur. Maddi fenomenler yalnızca maddi nedenlerle açıklanabilir. Evrende, Spi*noza’ya göre, rastlantı olmadığı gibi, bir amaç da yoktur. Bu ise, her tür teleolojinin reddedildiği, mekanik bir sistemi ifade eder.
Epistemolojisi: Spinoza bilgi görüşünde, üç tür bilgiden söz etmiştir. Bunlardan birin*cisi, insanın bedeninin başka cisimler tarafın*dan etkilenmesinin sonucu olan duyumsal bilgidir. Bu bilgi duyulardan ya da imgeler*den türetilmiş olan ide ya da fikirlere daya*nır. Bunlar, başka idelerden mantıksal tüm*dengelimle çıkarsanmamış olduğu için, zihin bu idelerden meydana geldiği sürece, pasif ve alıcı durumdadır. Söz konusu duyumsal bilgi düzeyinde, insan başka insanların ve cisimlerin bilgisine sahip olmakla birlikte on*ları bireysel şeyler olarak bilir. Başka bir de*yişle, onların özüne ya da doğasına ilişkin upuygun bir bilgiye, bilimsel bilgiye sahip olamaz.
İkinci bilgi türü (cognitio secundi gene*ris), upuygun fikirlerden meydana gelen bi*limsel bilgidir. Spinoza bilginin bu düzeyine, daha önceki duyu ve imgelem düzeyinden farklı olarak akıl düzeyi adını verir. Bilim adamlarında söz konusu olan bu bilgi türün*de, şeylere ilişkin gerçek bir kavrayış için, mantıksal bakımdan gerekli olan ortak ide ya da fikirler gündeme gelir. Bunlar, matematik ve fiziğin ilkelerinin temelini meydana getir*mektedir. Bu ilkelerden mantıksal olarak tü*retilebilen sonuçlar da açık ve seçik fikirlere karşılık geldiği için, gerçekliğe ilişkin siste*matik ve bilimsel bir bilgiyi mümkün kılan bu ortak fikirlerdir. Bu ikinci bilgi türü zo*runlu olarak doğru olup genel önermelerden oluşan tümdengelimsel bir sistem içinde ifade edilir.
Spinoza’ya göre, birinci bilgi türünden bil*ginin ikinci düzeyine geçen kişi, mantıksal bakımdan bağlantısız olan izlenimlerle bula*nık ide ya da fikirlerden, mantıksal olarak bağlantılı olan açık önermelere, upuygun fikirlere geçmiş kişidir. O, duyu algısı ve im*gelemin somutluğu bırakıp matematik ve fi*zikle diğer bilimlerin soyut genelliğe yükselmiş olan biridir. Fakat bu bilgi de Spi*noza’ya göre, en yüksek ve tam bir bilgi de*ğildir. En yüksek bilgi türü onun sezgisel bilgi (scientia intuitiva) adını verdiği üçüncü bilgi türüdür. Burada, Doğanın özsel, ezeli-*ebedi yapısını tanrısal ananiteliklerden man*tıksal olarak türetme, bir büyük sistemin son*suz töze bağımlılığını gösterme, bireysel var*lıkları, yalıtlanmış fenomenler olarak değil de, Tanrı’yla olan ilişkileri içinde değerlen*dirme söz konusu olur.
Etik görüşü: Spinoza, etik anlayışında, in*sanı doğanın ayrılmaz bir parçası olarak de*ğerlendirir. İnsan davranışı, herhangi başka bu doğal fenömen gibi, nedenler, sonuçlar ve matematik aracılığıyla açıklanabilir. İn*sanlar, ona göre, her ne kadar Özgür oldukla*rını düşünseler de, bu tarz bir düşüncede bir yanılsamanın kurbanı olup çıkarlar. Çünkü insan bilgisizlikten dolayı, irade özgürlüğü*ne sahip olduğunu düşürür. Fakat Spinoza, doğanın birliğini savunmuş ve insanın doğa*nın ayrılmaz bir parçası olduğunu öne sür*müştür. Tek töz, iki temel niteliği çerçeve*sinde, çeşitli görünümler almış, farklı farklı varlıklar haline gelmiştir. İnsan da bu varlıklardan biridir. İnsan, bundan ötürü belirli ne*denler tarafından oluşturulmuştur. Spinoza, insanın tüm eylemlerinin, hem zihinsel hem de fiziksel eylemlerinin daha önceki neden*ler tarafından belirlendiğini söyler. Şu halde, insanda Özgür bir irade bulunduğundan söz edilemez. İnsanların kendilerinin özgür ol*duklarını sanmaları yalnızca yaptıkları işle*rin farkında olmalarından, ancak bu işleri belirleyen nedenleri bilememelerindendir. Bundan dolayı, gerçek özgürlük kendi doğa*mızın zorunluluğunu bilmek, buna ayak uy*durmaktır. Yani, Özgür olma, zorunlulukları bilmektir, zorunlulukların bilincinde olmak*tır. İnsanlar bilmediklerinin tutsağıdırlar, bil*giye ulaşınca özgürleşirler.

Süreç: 1- Düşüncenin belli bir sonuca ulaşacak şekilde ard arda dizilişi. 2- Olgu ya da olayların belli bir düzenin bulunduğu iz*lenimini verecek şekilde sıralanması duru*mu; statik olmayan, sürekli bir dönüşüm içinde bulunan gerçekliğin sergilediği hare*ketlilik. Belli bir birliği veya birleştirici bir ilkesi olan değişmeler dizisi. 3- İnsan varlığı tarafından meydana getirilen bir şeyin üreti*liş şeklini, meydana geliş tarzını oluşturan eylemler dizisi.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-Ş- Felsefi Terimler Sözlüğü

Şiilik: İslamiyet’te, Peygamberin ölümünden sonra kimin halife olacağı tartışmasına bağlı olarak Müslümanların ikiye ayrılmasının sonucunda ortaya çıkan iki mezhepten biri. Peygamberin ölümü üzerine, Ali bin Ebutalib’in ilk halife olması gerektiğini söyleyenlerin bağlandığı siyasi bir akım olarak ortaya çıkan Şiilik, daha sonra sünni inançtan ayrılan bir mezhep durumuna getirilmiştir. Buna göre, şiilik bir mezhep olarak, halifeliğin Allah’ın buyruğuyla Ali’ye verilmiş olduğunu, yalnızca Ali’nin soyundan gelenlerin halife sayılabileceğini, Ali’nin soyundan gelenlerin, on iki imamın kutsal bir kişilik taşıdığını, Ali’yi sevenleri sevmek, onu seçmeyenleri sevmemek gerektiğini belirtir.

Şizofreni: Yunanca “ayırmak” anlamına gelen skhidzeinle “düşünce” anlamına gelen hrenos’tan, Ing. schizophrenia; Fr. schizophrenie; Al. schizophrenie]. Kendini, kişiliğin parçalanması, düşünce hayatı veya heyecanlardaki bozukluk gerçeklik duygusunun yitirilmesi veya dış dünya ile kurulan bağın kopması gibi emarelerle belli eden bir psikoz.
Genellikle 15-35 yaşları arasında yakalanılan bir hastalık olarak şizofrenide, benmerkezci bir düşünce yapısına sahip bulunan hasta kendine özgü dünyada bir düşler aleminde yaşar.

Şovenizm: Napolyon’un askerlerinden, kendisini ülkesi, vatanı uğruna feda etmekte bir an bile duraksamayan Chauvin’i model alan, aşırı ve saldırgan vatanseverlik.
Şovenizm terimi, yakın zamanlarda biraz daha farklı bir anlamda ve farklı alanlarda kullanmaya başlanmıştır. Örneğin, feministler özellikle de radikal feministler, erkeği kadın karşısında entellektüel, ahlâki, biyolojik bakımlardan üstün gören cinsiyet ayırımcılığına erkek şovenizmi adını verirler. Yine yakın zamanlarda, çevrecilik. insan türüne açık ya da örtük olarak evrende üstün ve ayrıcalıklı bir yer ya da konum veren görüşleri insan veya tür şovenizmi olarak sınıflamaktadır.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-T- Felsefi Terimler Sözlüğü

Tanrı: Metafiziksel düşüncede vahiy otorite ya da inanç temeli üzerinde varolduğu kabul edilen, varlık ve değerin kaynağı olan mutlak, zorunlu, yüce varlık. Doğanın bir parçası olmayan, ama doğanın yaratıcısı ya da nedeni olan, zaman ve mekan kavramlarının kendisine uygulanamayacağı, varlığa gelmiş olduğu düşünülemeyen, doğadan çok daha kudretli ve mutlak iyi olan doğaüstü, ezeli-ebedi ve sonsuz varlık. Doğanın üstünde ve ötesinde olan, doğanın ve insan yaşamının çeşitli boyut ya da görüntülerini yöneten yüce varlık.

Tanrı devleti: Ortaçağ düşüncesi ya da felsefesinde gerek İslamiyet’te ve gerekse Hıristiyanlık’ta, kötü yönetim ya da yeryüzü devletinin karşısına geçirilen Gökyüzü devleti ya da iyi yö*netim şekline verilen ad.
Bu anlayış, yani Kilise ve devlet tinsel otoriteyle siyasi otorite Gökyüzü devletiyle Yeryüzü devleti arasındaki karşıtlık ilk kez olarak, Hıristiyan Ortaçağ felsefesinin ilk büyük düşünürü olan Aziz Augustinus tarafından ifade edilmiştir. O, bu çerçeve içinde Tanrı’ya yönelmek yerine maddeye yönelip, Tanrı’dan çok yeryüzünü ve kendisini sevenlerin, ruhları tensel yönlerinin, duyusal isteklerinin hizmetine girmiş olanların bir araya gelerek yeryüzü devletini buna karşın iyi ve gerçek aşk içinde olup ruhsal yönlerini temele alarak yaşayan ve Tanrı’yı sevenlerin de gökyüzü devletinde birleştiklerini söylemiştir.
Augustinus bu bakış açısını siyaset felsefesinden başka, insanlık tarihine de uygulamıştır. İnsanlık tarihini Tanrı devletiyle yeryüzü devletinin, başka bir deyişle insanın bedensel ya da duyusal yanıyla ruhsal ya da tinsel yanının çatışmasının bir tarihi olarak gören Augustinus’a göre, yeryüzü devleti iblisin ayaklanmasıyla başlayıp, Asur ve Roma imparatorluklarıyla gelişen, şeytanın krallığıdır. Buna karşın, gökyüzü devleti, Yahudi halkında ortaya çıkan, kendisini Hıristiyanlık inancı ve Kilisenin dogmalarıyla sürdüren İsa’nın krallığıdır. O yeryüzü devletlerinin örneklerini oluşturan Asur ve Roma imparatorluklarının yıkılıp gittiğini, zira bu devletlerin geçici olduğunu, gökyüzü devletinin son çözümlemede zafer kazanacağını söyler. Onun gözünde Hıristiyanlık ve Kilise gökyüzü devletinin etkisini duyurmaya başladığını gösteren yapı taşlarıdır. Augustinus’a göre, Tanrı devletinin yeryüzündeki temsilcisi Kilisedir.
Yeryüzü devleti ve gökyüzü devleti, dünya devleti ve Tanrı devleti ayırımıyla, daha çok kötü yönetimlerle iyi yönetimleri anlatmak isteyen Augustinus’a göre, Tanrı devleti dünya devletlerinin örnek almaları gereken ideal ve ebedi bir devlettir. Tanrı’nın yönetimi altında olan, yürekleri Tanrı sevgisiyle dolu insanları birleştiren gökyüzü devletinde günah yoktur. Günah olmadığı için de, ilk günahın eseri olan mülkiyet ve kölelik de yoktur. Bundan dolayı, Tanrı devletinde eşitlikçi bir düzen olmalıdır. Tanrı devletinde, prens uyruklarına sevgiyle hizmet eder; uyrukları prense uyar, prens ise, belli bir tabakanın ya da kendisinin iyiliğin değil de, herkesin iyiliğin düşürür. Burada, prens ya da yönetici, yönetmekten çok, hizmet eder.
Yeryüzü ya da dünya devletinde ise, ilk günahın ürünü olan madde hırsı, mülkiyet, kölelik ve eşitsizlik vardır. Burada prens ya da yönetici boyun eğdirdiği halkın iyiliğin düşünerek değil egemenlik sevgisi ile, tahakküm etme arzusuyla, başkalarına üstün olmak, onlara baskın çıkmak hırsıyla yönetir. Oysa, Tanrı, Aziz Augustinus’un hiyerarşik dünya görüşüne göre, yaradılışın en yüksek ve en değerli eseri olan insanı başka insanlara değil de, hayvanlara egemen olması, duyusal yanını sınırlaması için yaratmıştır. Augustinus’a göre, yeryüzü devleti, onun esaslarını belirlediği ve ideal bir model olarak gördüğü Tanrı devletine olabildiğince benzemek durumundadır. Bu ise, ancak aşkla insanların aşkın nesnelerine hak ettiği değeri vermeleriyle, yeryüzü devletindeki Tanrı devleti vatandaşların sayısının artmasıyla olur.

Tao: 1- M.Ö. 6. yüzyılda ortaya çıkan ve uzun yüzyıllar boyunca devam eden bir gelenek oluşturmuş olan Taoizmin kurucusu olarak bilinen düşürür. 2- İkinci olarak evrenin yolu, düzeni yasası anlamına gelen, anlatılamayanı ve açıklanamayanı gösteren kavram. Evrenin adsız kaynağı yasaların yasası, ölçülerin ölçüsü olan, kendi kendine yeter mutlak, kavranamayan ve anlatılamayan temel, gerçek yasa ya da düzen. Etkisi, ifadesi doğada türlü türlü durumlar altında tanınan düzen ilkesi.
3- Üçüncü olarak, bilge insanın somutlaştırdığı, ya da hayata geçirdiği bilgelik yoluna da Tao adı verilir. Buna göre, kendisini hiçe sayarak Tao’nun yoluna yönelen bilge kişi O’nunla birlik ve uyum içinde olmak suretiyle, iç barış ve aydınlanmaya erişebilir.

Taoizm: Çin’de M.Ö. 600’lü yıllarda doğ*muş olduğu kabul edilen Lao Tse tarafından kurulmuş olan felsefi öğreti. Daha doğru bir deyişle, Taoizm, hem Lao Tse’nin öğretisine, hem bu öğretiden çıkarılan felsefeye ve ayrıca Çin’de, bu öğretiden yola çıkılarak geliştirilen dine verilen ad olarak karşımıza çıkar.
Doğa ya da gökyüzünün yasası ve ikinci olarak da bilgelik yolu diye yorumlanan Tao’yu temele almayı öneren Taoizm, varlık ve ahlâk bakımından mutlak bir doğalcılığın savunucusu olmuştur. Doğal bir yaşamda yapmacık davranışların, kendini beğenmişliğin, kurnazlıkların, düşler, istekler ve kazanç peşinde koşmanın yerinin olmadığım; Tao’ya uyan kimsenin Tao’yla bir olacağını; en yüce amaca ulaşan ve kendisini tümüyle yola vererek Tao içinde eriyen, çözülen kişinin ölümsüzlüğe kavuşacağını söyleyen Lao Tse, siyaset alanında her tür yönetim modelini mahkum etmiştir. Tao’nun egemen olduğu yerlerde barışın olacağı, zira bilge kişinin silahları ve savaşı sevmeyeceğini eline silah almak zorunda kalırsa, bunu istemeye istemeye kullanacağını ifade eden ve mutlak bir bireyciliğin savunuculuğunu yapan Lao Tse, bu arada, onulmaz birtakım kötülüklere yol açtığı gerekçesiyle, uygarlık ve bilgiden vazgeçme yolunda olmuştur


Tarihsel döngü teorisi: İlkçağ felsefesinde söz konusu olan, insanların örgütlü toplum içinde yaşadıkları sürece, dairesel bir süreç içinde, aristokrasi, oligarşi, demokrasi türünden yönetim tarzlarının birinden diğerine dönüp durduklarını savunan ve daha sonra İtalyan filozofu G. Vico tarafından canlandırılan tarih anlayışı.

Toplumların varoldukları süre boyunca aynı aşamalardan geçtiğini savunan1 Vicont’ın bu görüşü, 19. ve 20. yüzyılda, tarihsel ilerleme fikrini, yasalı toplumsal gelişme düşüncesini reddederek, kültürlerin gelişigüzel doğduklarını geliştiklerini ve öldüklerini, yani periyodik olarak aynı evrelerden geçtiklerini savunan O. Spengler ve kültürlerin yükselme gelişme ve çöküş dönemleri yaşadıklarını iddia eden A. Toynbee tarafından geliştirilmiştir.

Tarihsel materyalizm: Karl Marx ve Frirdrich Engels’in insanlık tarihinin, insanlığın sosyo-ekonomik gelişiminin, yasa benzeri bir modele göre geliştiğini, diyalektik yasalara göre gerçekleştiğini savunan görüşleri. Marx ve Engels tarafından geliştirilen ve üretim tarzının toplumsal, siyasi ve entellektüel yaşamın mahiyetini belirlediğini öne suren anlayış.
Toplumsal, kültürel ve siyasi fenomenlerin maddi şeylerin üretim tarzı tarafından belirlendiğini öne süren öğreti olarak tarihsel materyalizm, tarihsel olay ve süreçlere ilişkin açıklamada nedensel önceliği, fikirlere değil de ekonomiye vermiştir. Tarihsel materyalizm, sosyal sistemlerin yükseliş ve çöküşünü, toplumsal olmayan etkenlerin bir sonucu olarak gören diğer materyalist tarih yorumlarına karşı tavır aldıktan başka, fikirlerin doğuşuyla kabulünün, kendisi düşünce olmayan bir şeye bağlı olduğunu ve bir toplumsal çevrede ortaya çıkan düşünce ve fikirlerin, sınıf çıkarlarının ifadesi olduğunu savunduğu için, idealist toplum yorumlarına da karşı çıkmıştır. Buna göre, tarihsel materyalizm her şeyden önce varolan her kültürün öğeleri arasında karşılıklı ilişkiler bulunan yapısal bir bütün olduğunu, bir kültürün dini, sanatı ya da hukuk sisteminin kendi başına anlaşılamayacağını söyler.
Evrimci bakış açısıyla, söz konusu bütünün aynı zamanda gelişen bir bütün olduğunu öne süren tarihsel materyalizm, gelişen toplumsal bütündeki bağımsız değişken olarak ekonomik üretim tarzının, toplumun ekonomik yapısının toplumlar arasındaki farklılıkları olduğu kadar, hakim olan toplum ya da kültür modelini açıklamada da anahtar olduğunu iddia eder. Toplumun ekonomik yapısıyla da, üretim ilişkileri toplamını anlayan tarihsel materyalizm, üretim ilişkilerinin toplumun bütün bir kültür kompleksinin gerçek temelini oluşturduğunu iddia eder. Tarihsel materyalizme göre, ekonomik üretim tarzı, ifadesini bireylerden bağımsız olan belirli toplumsal ilişkilerde bulur, zira insan mülkiyet ilişkilerinin daha önceden belirlenmiş olduğu bir toplum içinde dünyaya gelir. Bu mülkiyet ilişkileri feodal bey serf, burjuvazi, işçi sınıfı türünden farklı sınıfları tanımlar. Bir toplumun sınıflara bölünmesi ise, varolan sınıf ilişkilerini dile getiren farklı siyasi, ahlâki ve felsefi ideolojilerin doğuşuna yol açar.
Tarihsel materyalizme göre, her toplumsal düzende maddi üretim güçleri açısından sürekli bir değişme yaşanır. Bu değişmeyi doğuran şey, üretim araçlarındaki gelişmedir; söz konusu değişme, varolan mülkiyet ilişkilerini zorlar ve sınıf mücadelesini hızlandırır. Tarihsel materyalizm, işte bu çerçeve içerisinde, tarihte sırasıyla ilkel komünizm, feodalizm, kapitalizm sosyalizm ve komünizm gibi beş ayrı toplum modelinin \ortaya çıktığını ve çıkacağını savunur.

Tasavvuf: Öncelikle, Tanrı’nın niteliğini ve evrenin oluşumunu vahdeti vücut, yani varlığın birliği görüşüyle açıklayan felsefe görüşü; daha özel olarak da, İslam dünyasında VII, yüzyılda ortaya çıkan, ve IX. yüzyılda Eski Yunan, Yahudi, Hint ve eski İran düşüncelerinin etkisiyle sistemleşen gizemci, dini ve felsefi öğreti.
Tanrı’yı tek gerçeklik olarak gören ve varolan her şeyi, tüm olay ve fenomenleri Tanrı’nın tecellisi olarak kabul eden tasav*vuf, insan yaşamının en yüksek amacının, temaşa ve vecd yoluyla Tanrı’ya erişmek olduğunu söyler. Başka bir deyişle, evrenin vacip ya da zorunlu değil de mümkün olduğunu, yani kendi kendine varolmayıp, Tanrı’nın varlığından dolayı tecelli eden, var görünen bir evren olduğunu, insanın ise bütün evreni bir bütünlük içinde yansıtan, Tanrı’dan gelip yine Tanrı’ya dönecek olan ölümsüz bir özün, bitmeyen bir yaratıcı gücün taşıyıcısı olduğunu dile getiren Tasavvuf, varlığın birliği görüşünü benimsemiştir.

Tefsir: 1-Genel olarak, yorum, yorumlama. 2- Daha özel olarak da, İslam teolojisinde, Kuran’ın metnini, Kuran’da yer alan ayet ve sureleri açıklayarak yorumlama.
Tefsir, İslam dininin kutsal kitabını, Arapça dilbilgisi kurallarından, dini kaynaklardan, bilimsel görüş ve teorilerden yararlanarak yorumlar. Bu bağlamda, dini kaynaklara ek olarak, akla ve bilimsel verilere dayanılmak suretiyle gerçekleştirilen Kur’an yorumuna dirayet tefsiri, salt Kuran ayetlerinden. hadis ve rivayetlerden yararlanılarak gerçekleştirilen tefsire rivayet tefsiri adı verilirken, Kuran’daki tasavvufi anlamları açıklayarak ortaya koyan tefsir türü işari tefsir diye tanımlanır.
Öte yandan, Kur’an’ı yorumlama tarz ve yöntemlerine inceleyen ilahiyat dalına usulü tefsir adı verilmektedir.

Teizm: En genel şekliyle, var olan yaratıcısı olan bir Tanrı’nın varoluşuna inanma, Tanrı’nın mutlak ve sınırsız bir bilgiye ve güce sahip olduğuna sarsılmaz bir inanç besleme. Evrende bulunan ve duyularımız aracılığıyla bilinen ya da imgelem ve akıl sayesinde varolduğu sonucuna varılan tüm varlıkların varoluşlarını ve varoluş durumundaki devamlılıklarını sonsuz, ezeli-ebedi ve bilinçli bir varlığın ve bu varlığın iradesinin yaratıcı ve nedensel eylemine borçlu olduğu, Tanrı adı verilen bu varlığın özünü ve karakterini akıllı yaratıklarının düşüncelerinde ve ideallerinde açığa vurduğu ve bundan dolayı, insan varlıklarıyla kişisel bir ilişki içinde bulunduğu inancı.
Doğanın üstünde ve ötesinde olan, yani evrene aşkın olan bir Tanrı’ya duyulan inancı ifade eden teizmde, Tanrı, yarattığı varlıktan ayrı olan, fakat kendisini yaratıkları aracılığıyla gösteren, özünde kişisel olup, insanın ibadet ve itaatine en yüksek ölçüde layık olan varlık olarak görülür. Tanrı, bu anlayışa göre, yaratıcıdır, varoluşun ve değerin kaynağı ve koruyucusudur; Tanrı’nın gücü her şeye yeter, O her şeyi bilir; Tanrı güç, gerçeklik ve değer bakımından en yüksek Varlıktır ve insan O’nu bilebilir ve O’na erişebilir.

Teknokrasi: Özel işletmelerle Kamudaki, salt teknolojik üretkenlik ve verimliliği amaçlayan, bürokrasinin hakim olduğu; teknik uzmanlığa sahip seçkinlerin egemen yönetici güçler olarak ortaya çıktığı siyasi sistem.
İktisadi ve siyasi kararların alınmasında uzman, teknisyen ya da teknokratların, siyasetçilerin yerini aldıkları ekonomik ve politik sistemi tanımlayan teknokrasi terimi, modern toplumların bu tanıma giderek daha fazla uygun düşmeye başladıklarını, geleneksel politik yapı, kurum ve organların günümüz toplumunda anlam ve önemini yitirdiklerini savunan Kenneth Galbraith ve Daniel Bell gibi araştırmacı ve düşünürler tarafından geliştirilmiştir.
Bu bağlamda, teknokrasinin kaçınılmaz olduğu ya da endüstri ve toplumun yönetiminin, insan etkeni ve insani unsurlar pek dikkate alınmadan, bilimsel ilkelere veya mühendislik prensiplerine göre olması gerektiği inancına teknisizm adı verilmektedir.

Teknoloji: 1-İnsanların veya toplumların, kendi fiziki çevrelerini kontrol altında tutmak için kullandıkları araçlarla teknik bilgiden meydana gelen maddi kültür bütünü.
2- Makineler ve teknik donanım ya da bu araçlarla birleşen üretim tekniği. 3- Endüstriyel faaliyetin çok çeşitli alanlarında kullanılan takım, makine, araç ve yöntemlere dair inceleme. 4- İş ya da üretimin teknik organizasyonu ve mekanizasyonunun belirlediği toplumsal ilişki türü.
Bu bağlamda, bilimdeki gelişmelerin ya da daha ziyade bilimsel devrimin sonucu olan teknolojiye modern teknoloji adı verilirken, belirli bir tarihsel bağlamda, varolan teknoloji karşısında, üretim maliyetindeki azalma veya üretimin verimliliği açısından önemli bir ilerleme sağlayan üretim teknikleri bütünü yeni teknoloji diye tanımlanır. Buna göre, elektrik gücü ve iç yakımlı motor teknolojisi buhar gücüne dayalı makineleşme; elektronik ve nükleer güç teknolojisi de elektrik gücü ve iç yakımlı motor teknolojisi ne göre bir yeni teknoloji meydana getirir.
Teknolojinin özellikle günümüz toplumlarında çok önemli bir yer tuttuğu ve rol oynadığı gerçeği dikkate alındığında, gelişmekte veya sanayileşme çabası içinde olan Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişmiş Batı toplumlarından teknoloji ya da teknik bilgi alma ya da aktarma gayretleri teknoloji transferi olarak bilinir. Buna karşın, iki kültür ya da ülke arasında, üretim tekniklerinin kullanımı bağlamında söz konusu olan farklılığa teknoloji açığı denmektedir.
İşte bu bağlamda, günümüzde teknoloji ve teknokrasinin sosyal değişme ve toplumsal kurumların özünü giderek artan ölçülerde belirlediği ayrı bir toplum türü teknolojik toplum diye tanımlanır. Çağdaş Fransız sosyolog ve teologu Jacques Ellul’ün eseri olan teknolojik toplum terimi, teknolojiyi yabancılaşmanın bir yeni şekli ve örneği, teknik unsur ve eserlerin toplumlar ve insan varlıklarındaki tahakkümü olarak görür.

Tek Tanrıcılık: Yalnızca tek bir tanrının varolduğunu ya da Tanrı’nın bir olduğunu öne süren ve bundan dolayı, çoktanrıcılığa ve bir dizi ilahi varlığa duyulan inanca karşı olan Tanrı anlayışı.
Çoğunluk tek Tanrı’nın aşkınlığına duyu*lan inançla, tek Tanrı’nın en yüksek derecede gerçek olduğu, buna karşın dünyanın gerçeklikten yoksun bulunduğu teziyle birleşen tektanrıcılık, aynı zamanda felsefi panteizme, tateizme ve tanrısal varlıklarla ilgili kuşkuculuğa da karşıttır. Tektanrıcılığın en önemli problemi, dünyanın ne ölçüde gerçek olduğu, ne dereceye kadar rasyonel ve ahlâki bir düzen sergilediği sorularına doyurucu bir yanıt verebilme problemidir.

Telepati: Bir kimsenin başka bir kimseyle, duyu organlarını, bilinen başka iletişim araçlarını kullanmadan iletişim kurması.

Temel ve üstyapı: Marksist sosyologların ekonomiyle (temel) devlet, aile yapısı, toplumdaki hakim ideoloji (üstyapı) arasındaki ilişkiyi konu alan analizleriyle, toplumun ekonomik yapısının devletle sosyal bilincin varlığını ve şeklini belirlediği tezlerinde kullandıkları benzetme.
Marx ve Engels’in tarihsel materyalizmine göre, temel ya da toplumsal temel bir toplumdaki sosyal ilişkiler bütününü veya toplumun ekonomik altyapısını tanımlar, üstyapı ise toplumdaki ideoloji, ve hukuk, siyaset, sanat, vb. bütünü olarak ortaya konur. Daha doğrusu, bazı eserlerde üstyapıyla yalnızca ideoloji, yani insanların sosyal ilişkileriyle ilgili düşünceleri anlatılmak istenirken, diğer bazılarında üstyapıya ekonomik olmayan toplumsal kurumlar da dahil edilir.
Temelle üstyapı arasındaki ilişki söz konusu olduğunda, bu ilişki öncelikle açıklayıcı bir bağımlılık ilişkisi olmak durumundadır. Nitekim, Karl Marx’a göre, üstyapısal fenomenler maddi terimlerle, yani ekonomik temele olan bağımlılıkları yoluyla açıklanabilir. O temeli meydana getiren bütün fenomenlerin bilimsel bir dakiklik ve kesinlik ile bilenebileceğini söyler; fakat aynı şey üstyapısal fenomenler için geçerli değildir. Onlar göreli olarak olumsal olup, ekonomik temele olan bağımlılık dereceleri yüksek olduğu zaman ancak, bilimsel bir tarzda ele alınabilirler. Siyasetin, sanatın, hukuğun tutarlı bir tarihini ortaya koymanın hiç de kolay olmadığını savunan Marx, insanlığın gerçek tarihinin iktisadi olduğunu söylemekten bir an olsun usanmamıştır.
Bu ilk ilişki dikkate alındığında, üstyapısal fenomenlerin ekonomik olgulara neden-sel olarak bağlı iken, ekonomik olgular üzerinde hiçbir etkilerinin bulunmadığını söylemek gerekir. Yani bağımlılık ilişkisi, aynı zamanda epifenomenal olmak durumundadır. Bununla birlikte, bu açıklama tarzına, farklı yaşam alanlarının ekonomik alan üzerinde etkide bulunabilmekle birlikte, son çözümlemede belirleyici olanın iktisadi güçler olduğunu öne süren Engels tarafından itiraz edilmiştir.
Yine, Marksizmin 20. yüzyılın ikinci yarısındaki gelişmesine koşut olarak, temeli salt maddi üretimden, ekonomik ilişkilerden ibaret görmeyen, temelin iktidar ve ideolojik ilişkileri de ihtiva ettiğini söyleyen ve temel-üstyapı ilişkisini yeni baştan tanımlayan farklı görüşler ortaya çıkmış ve temelin üstyapıyı mutlak olarak belirlediği ortodoks görüşünde önemli değişiklikler yaşanmıştır. En azından Louis Allthusser, üstyapını kimi unsurlarının göreli özerkliğinden ve onların temeli etkileyebilme kapasitelerinden hararetle söz eder.

Temsil: Genel olarak bir nesnenin sosyal bir grup ya da sınıfın sözcülüğünü yapma, onlar adına, çıkarlarını koruma amacıyla hareket etme. Bu bağlamda, genel iradenin sadece milletin temsilcileriyle vücut bulabileceğini ve yalnızca bu vekillerle ifade edilebileceğini öne süren ulusal egemenlik teorisine temsil teo denmektedir.

Teokrasi: Tanrı anlamına gelen Yunanca theos sözcüğüyle, güç, iktidar anlamına gelen kratos sözcüklerinin bir birleşiminden meydana gelen ve Tanrı’nın tek yönetici, mutlak bir kudret sahibi biricik varlık olduğu, iktidarın Tanrı’dan geldiği ve bu iktidar ya da gücün, yalnızca Tanrı’nın yeryüzündeki elçisi tarafından kullanıldığı inancına dayanan siyasi toplum düzeni.


Teoloji: Dine ilişkin olgu ve fenomenleri konu alan ve dinle ilgili olarak geniş kapsamlı bir senteze ulaşmayı amaçlayan disiplin. Tanrı’yı ve insan yaşamının anlamını, vahyin verilerine dayanarak inceleyen disiplin. Vahyin verilerine dayanarak, tanrısal, değişmez, ezeli-ebedi ya da ideal dünya ile fiziki dünya arasındaki ilişkinin ne olduğunu araştıran, Tanrı’nın özünü, varlığını ve iradesini ifade etmeyi amaçlayan disiplin. Tanrı’ya duyulan inancı tutarlı ve anlamlı bir biçimde yorumlamayı ve haklı kılmayı amaçlayan araştırma alanı.
Dini grupların ya da düşünürlerin Tanrı’yla ilgili inançlarından ya da öğretilerinden oluşan bütün olarak teoloji, araştırmalarında yalnızca akla dayanan doğal teoloji ve sistemini oluştururken, vahyi temele alan vahye dayalı teoloji olarak ikiye ayrılır.

Teori: Olgulardan hareketle, şeyh birbirleriyle olan evrensel ve ideal ilişkileri içinde kavramanın ürünü olan kapsayıcı görüş; bilimsel bir bilgi sistemi içinde, konusunun bir bölümüne ya da tamamına ilişkin olarak sistematik bir görüş geliştiren soyut, genel ve açıklayıcı ilke; doğa veya toplumdaki düzenlilikleri ifade eden, kendisine dayanılarak fenomenlerin açıklandığı, fenomenlere dair öndeyilerde bulunulduğu, doğru kabul edilen hipotez veya yorum.


Teorik: 1- Tecrübe edilene, gözlemle ilgili olana karşıt olarak, düşünce, teori, hipotez veya bilimsel yasa ile ilgili olan; 2- Eylem veya uygulamayı göz önüne almadan, salt bilgi ve spekülasyon ile ilgili bulunan; 3- Gerçek, somut, elle tutulabilir olanın tersine, yalnızca fikir alanını ilgilendiren, soyut bir tarzda ele alınan; 4- Pratik veya yapılması gerekeni değil de, fenomenleri, doğal olguları konu alan genellemelerle ilişkili olan için kullanılan niteleme

Terörizm: Örgütlü bir grup ya da partinin bireylerin veya azınlıkların, siyasi amaçlarına ulaşmak için, şiddeti sistemli bir biçimde kullanma tavrı ve yöntemi, söz konusu tavrın gerisindeki teori. Bir hükümet, yönetim veya toplumu radikal bir siyasi ya da sosyal değişmeyi kabul etmeye zorlamanın bir aracı olarak şiddeti kullanma tavrı.


Teşhircilik: Bir toplumda varolan görgü kurallarının açık seçik ifade edilmesini ya da sergilenmesini istemediği şeyleri, bireysel özellikleri, özel yaşantıları, kişiye özgü duyguları açıkça ifade etme veya sergileme tavrı. Kişinin, çıplaklığına dikkat çekmek amacıyla soyunması, cinsel organlarını göstermesi dürtüsü.



Tez: 1-Genel olarak, doğru olduğu inancıyla öne sürülen ve savunulan düşünce, iddia, genel fikir ya da önerme. 2- Doğruluğu kanıtlanmaya çalışılan teorik öneri, düşünce, kanı.


Thales: Batı Felsefesinin ilk filozofu.
Bilimsel Çalışmaları: M.Ö. 6. yüzyılda yaşamış olan Thales felsefi faaliyetleri yanında bilimsel çalışmalarıyla da seçkinleşmiştir. Bu çalışmalar arasında ise, her şeyden önce, ona Yunan dünyasında abartılı bir ün kazandıran M.Ö. 585 yılındaki güneş tutulmasıyla ilgili doğru tahmini dolayısıyla astronomi çalışmaları gelir. Matematik alanında ise Thales’in, Yunanlının eşsiz genelleme yeteneğini çok canlı bir biçimde kanıtlayan, oldukça güçlü bir uzmanlık bilgisi olduğu kabul edilmektedir. Geometriyi Mısır’dan Yunanistan’a getiren Thales, denizdeki gemilerin aralarındaki mesafeden başka, insan varlığının gölgesinin büyüklüğü kendisi kadar olduğu zamanı bekleyerek, piramidleri de gölgelerinden ölçmüştür.
Felsefi Görüşleri: Thales’te, felsefe bakımından esas önem taşıyan husus, onun “Neyin var olduğu” “Neyin gerçek olduğu” ya da “Neyin gerçekten var olduğu” sorusu üzerinde düşünmüş olmasından kaynaklanır. O bu çerçeve içinde, doğada var olan şeylerin tüketici bir listesini yapmayı amaçlamamış, fakat şeylerin varlığa gelmeleri ve daha sonra da yok olup gitmeleri olgusundan etkilenmiştir. “Neyin var olduğu” sorusunu ya*nıtlamanın en önemli yolu, onun gözünde birlik ile çokluk ya da görünüş ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi doyurucu bir biçimde ifade edebilmekten geçmiştir. O, buna göre, gözle görünen bireysel varlıkların ve değişmelerin oluşturduğu kaosun, çokluğun gerisinde akılla anlaşılabilir, kalıcı ve sürekli bir gerçekliğin var olduğuna inanmıştır. Thales, çokluğun kendisinden türediği, çokluğun gerisindeki bu birliğin “su” olduğunu öne sürmüştür
Thales’i tarkhe olarak suyu seçmeye götüren nedenlerin bir kısmı mitik, bir kısmı da rasyonel nedenlerdir. Buna göre, suyun sadece Yunan değil, fakat Doğu mitolojisinde de işgal etmiş olduğu istisnai konum, onu suyun varolan her şeyin ilk nedeni olduğunu öne sürmeye sevketmiş olabilir. Sonra, su ile hayat düşüncesi arasındaki doğrudan bağlantının bizatihi kendisi Thales’e ilk neden olarak suyu önermiş olmalıdır. Hepsinden önemlisi, suyun hiçbir gözlem aracı olmadan, ısısına bağlı olarak, katı, sıvı ve hava haline dönüştüğü gözlemlenen biricik madde olması, onun arkhe olarak su tercihinde etkili olmuştur. Nitekim buharlaşma fenomeni suyun buhar ya da hava olabilmesini, donma fenomeni ise, suyun toprak olabilmesini akla getirmiştir.
Dahası Thales, suyu kendi hareket ilkesini kendisinde ihtiva eden, canlı bir madde olarak tasarlamıştır. O işte bundan dolayı organik bir evren anlayışı içinde ve ilkel canlıcılığa epey yakın olarak, her şeyin tanrılarla dolu olduğunu dahi söylemiştir.

Tin: 1-En genel olarak bazı metafizikçilerin yada Hegel gibi nesnel idealistlerin, gerçekliği ve evreni açıklamak üzere, varolan her şeyin temeli, özü olarak kabul ettikleri cisimsel olmayan varlık, maddi olmayan gerçeklik. 2- Dinlerde, dini düşünce geleneklerinde dünyayı yarattığına inanılan varlık. Dünya ruhu.


Tocqueville, Alexis de: 1805-1859 yılları arasında yaşamış ve liberalizmin ön plana çıkardığı özgürlükle, sosyalizmin temele aldığı eşitlik arasında bir denge kurmaya çalışmış olan düşünür. Temel eseri: De la Democratie en Amerique (Amerika’da Demokrasi Üzerine).
Devlet müdahalesini en aza indirgemeye çalışan demokrasinin eşitlikçiliğini ön plana çıkartan liberal bir düşünür olarak Tocqueville. özgürlüğü eşitlikle nasıl bağdaştırmak gerektiği ya da eşitlikçi bir ortamda özgürlüğün nasıl sağlanacağı sorusunu temel soru olarak belirlemiş ve özgürlüğün ancak iki yoldan kurtarılabileceğini söylemiştir. Bu yollardan birincisi ona göre, bir ademi merkeziyet sistemi, diğeri de çeşitli alanlarda özellikle de siyasi, ekonomik ve bilimsel alanda birtakım dernek ve birliklerin kurulmasıdır.
Tocqueville, küçük bölgelere yönetsel özerklik tanımak ve böylelikle de yönetimin tek merkezde toplanmasını önlemek suretiyle siyasi özgürlüğün gerçekleştirileceğini ve bu arada vatandaşların kişisellikten kurtularak kamu işleriyle ilgilenmelerinin sağlanacağını dernekler yoluyla da çeşitli çıkarların savunulmasının olanaklı olacağını öne sürmüştür.

Toplumsal cinsiyet: Cinsel farklılığın sosyal boyutunun ihmal edilmemesi gerektiğini dile getiren feministler tarafından geliştirilen ve cinsiyetin erkekle dişi arasındaki biyolojik ayırıma karşılık geldiği yerde, eni ve dişil arasındaki, buna koşut, ama sosyo-kültürel eşitsiz bölünmeye işaret eden kavram.
Kavrama göre, eril ve dişi insan varlıkları arasında bir ayırım yapıldığı zaman ayırımın biyolojik olarak açıklanması gerektiği düşünülür, fakat toplumsal cinsiyetten söz edildiğinde, kadın ve erkek kavramlarının sosyo-kültürel belirlenimleri dikkate alınır. Başka bir deyişle, cinsiyetin biyolojik olarak verilmiş olduğunu, buna karşın toplumsal cinsiyetin sosyal olarak inşa edildiğini ima eden kavram, erkeklik ve dişiliği belirlemede, doğuştan getirilen bedensel farklılıklara bağlanamayan tüm etmenlerin, fakat özellikle de sosyal ve kültürel etmenlerin önemini vurgular. Feminist düşüncenin bir katkısı olan toplumsal cinsiyet kavramı, cinsler arasındaki toplumsal ayrımcılığa karşı, sadece kültürel değişim yoluyla mücadele edilebileceğine dikkat çekmesi bakımından önem taşır. Toplumsal cinsiyet düşüncesi veya kavramı modern bir kavram olmakla birlikte, zihin ya da bilincin bedene, insan doğasının hayvani varoluşa, özerk iradenin de doğal determinizme olan aşkınlığından aldığı ilhamlara bakılırsa, onun kökleri bir yönüyle de geleneksel felsefededir.

Toplum sözleşmesi: 1- Toplumu meydana getiren bireylerin yükümlülükleri ve haklarının kökenlerini açıklayan sözleşme; doğa durumundan, bireysel ve egoist alışkanlıklarından vazgeçen bireylerin, kendi çıkarları yanında, genelin çıkarı ve iyiliği adına, bir toplum oluşturmak üzere, aralarında yaptıkları, ve kendi kendilerini yönetme haklarını hepsinin üzerindeki ortak bir hakeme devrettiklerini ifade eden yazılı olmayan anlaşma.
Politik yönetim istikrarlı bir işbölümü, partiler ve kurumlar olmadan yalnız başlarına varolan imgesel veya hipotetik bireylerin asgari düzeyde birtakım yükümlülükleri ve daha sonra da bu yükümlülükleri güçlendirip politik otoriteye bağlayan politik otoriteyi kabul ederek, bir toplum kurmak üzere yaptıkları düşünülen aynı ölçüde varsayımsal sözleşme.
2- Toplum sözleşmesinin modern düşünürlerin politik otoritenin bireyin onayına bağlı olduğu göstermek amacıyla geliştirmiş oldukları bir kurgu olduğu, filozofların bu kurguyla politik toplumun insanın yarattığı ya da inşa ettiği bir şey olduğunu göstermeyi amaçladıkları dikkate alındığında, sözleşme fikrini temele alıp, toplumun ‘doğa durumu’ndan bilinçli olarak uzaklaşan, kendilerinin ve bu arada genelin iyiliği için, birtakım özgürlüklerinden vazgeçen bireylerden meydana geldiğini öne süren teori ya da anlayış; toplumun kökeniyle ilgili rasyonel bir kabulün sonucu olarak, bireyin topluluktan, gruptan önce geldiğini ifade eden öğreti; devletin ve hukukun kökenini, bireyler arasında bilinçli olarak akdedilmiş bir sözleşmede bulan anlayış; bir toplumun üyelerinin birbirleriyle olan ilişkilerinde, devletin yönetimi altında karşılıklı sorumluluk ilkesine göre davranmak için anlaşma yapmış olduklarını bildiren ilke.
Toplum sözleşmesi düşüncesi Sofistlere ve Platona kadar geri gitmekle birlikte, o daha çok 17. yüzyılda bireyin toplumdan önce geldiğini göstermek, toplumun kökenini açıklamak ve ulus devletlerinin kuruluşu sırasında geleneksel otoriteyi mahkum etmek için kullanılmıştır. Hobbes, Locke ve Rousseau tarafından savunulan toplumsal anlaşma anlayışı Hume, Burke ve, toplumun bir sözleşmeye dayandırılamayacağını, zira toplumların oluşumundan önce, sözleşme diye bir şeyin olamayacağını savunan Hegel tarafından eleştirilmiştir.
Buna göre, toplum sözleşmesi teorisinin ilk savunucusu olan Hobbes, önce insanın doğa durumunu betimlemiş, tüm insanların söz konusu doğa hali içinde birbirlerine eşit olduklarını bu eşitliğin ise, herkesin kendi varlığını sürdürmek için istediğini yapmak durumunda olması anlamına geldiğini, özü itibariyle bencil olan insanda düzenli ve barışçıl bir toplum yaratma yeteneğinin bulunmadığını öne sürmüştür. İnsanın insanın kurdu olduğunu söyleyen Hobbes, söz konusu doğa halinin mutlak bir anarşiye, herkesin herkesle savaş durumu içinde olmasına neden olacağını belirtmiştir. İşte insanlar, varlıklarını sürdürebilmek için bu anarşi ve savaş durumundan sakınmanın kendi yararlarına olduğunu anlamışlar ve dolayısıyla bir toplum sözleşmesiyle, doğa durumundan uzaklaşıp, birtakım haklarından vazgeçerek ve özellikle de kendi kendilerini yönetme haklarını bir hakeme, yönetici bir güce devrederek, toplum kurmuşlardır. Hobbes’a göre zorunlu olan bu sözleşmenin, o bir şekilde güçlendirilmediği sürece, hiçbir değeri olamaz. Bu nedenle, haklarını bir sözleşmeyle egemen bir güce devreden akıllı insan varlıkları, egemen gücün bu ister bir kişi ya da ister bir meclis olsun en yüksek otoriteye sahip olmasına özen göstereceklerdir. Çünkü toplum ancak ve ancak sözleşmenin ürünü olduğu için, sözleşmeye taraf olmayan ve dolayısıyla sözleşmenin üzerinde olan yöneticinin gücü ve otoritesiyle anlam ve değer kazanır.
Doğa halindeki insanların Tanrı’nın yasa*sını tanıyıp, bu yasaya hürmet ve itaat ettiklerini savunan Locke ise, insanların bir toplum sözleşmesi yaparlarken, savaştan kurtulmak için barış ortamına yönelmiş olmadıklarını fakat daha çok uygar yaşamın avantajlarından yararlanmak için, doğal özgürlüklerinden vazgeçtiklerini söylemiştir. Bundan dolayı toplumsal sözleşmenin sonucu olan sivil toplum John Locke’a göre, insanların doğal haklarına kesinlikle saygı göstermelidir.
Aynı sözleşme görüşünü, ve insanın doğa halindeyken iyi özgür ve mutlu olduğunu, mutlak bir bağımsızlık hali içinde bulunduğunu, doğa insanının kimsenin kötülüğünü istemediğini kimseye fenalık yapmadığını, ihtiyacı olmayan hiçbir şeye göz dikmediğini insanda kendi türüne karşı bir sempati ve merhamet içgüdüsü bulunduğunu savunan Rousseau, biz insanların tümüyle özgür ve iyi bireyler olarak, toplumu meydana getiren bir toplum sözleşmesine girebildiğimizi belirtir. Rousseau geçmişte daha mutlu olan insanları doğa durumundan toplum haline gelmeye zorlayan nedenin zorunluluk ile özgürlük olduğuna, bunların ise, kendilerini içgüdü ve ihtiyaç şeklinde gösterdiğine inanıyordu. Bir insan bir toplum içine girdiği zaman bir dönüşüme uğrar; onun beni, doğa durumunda olduğu gibi mutlak bir özgürlükle değil de, paylaşmayla belirlenir; işte o, bu sayede bir yurttaş olup çıkar.
Bu bağlamda, sivil toplumu temellendirmek, devlet otoritesini meşrulaştırmak için, tarih öncesine dair bir hipotez olarak toplum sözleşmesinden yararlanan politik Öğretiye ise toplum sözleşmesi teorisi adı verilir. Toplum sözleşmesi öğretisi, 20. yüzyılda John Rawls tarafından yeniden canlandırılmıştır. Rawls’a göre adil bir toplum, insani öznelerin, rasyonel failleri uymaya hazır oldukları bir sözleşmenin tüm hükümlerini yerine getiren bir toplum olmak durumundadır.

Totalitarizm: Nazizm, faşizm ve Sovyet komünizminde örneklenen, tek bir partinin egemenliği altında, her tür siyasi, ekonomik ve toplumsal faaliyetin devlet tarafından düzenlendiği ve muhalefetin baskı altında tutulduğu ve ezildiği, özgürlüğe yer bırakmayan siyasi yönetim tarzı.
Çoğu zaman otoritaryanizm veya diktatörlükle birleştirilmek ya da karıştırılmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağlantının bulunmadığı politik kavram olarak totalitarizm söz konusu olduğunda, yöneticilerin, iktidar sistemi dışında kalan birey ya da grupların karar alma sürecinde hiçbir katkı ya da özerklikleri olmayacak şekilde iktidar sahibi oldukları, özel ve siyasi yaşamın her yönünü kontrol altında bulundurdukları bir politik sistem anlatılmak istenir.
İlk kez İtalyan faşistleri tarafından, bizzat kendi politik hedeflerini tanımlamak için kullanılan ve günümüz siyaset felsefesinde, Nazizmi olduğu kadar Sovyet komünizmini de yani iktidarın tek bir merkezde toplandığı kapalı toplum biçimlerini, baskıcı yönetimleri, örneğin ‘Şeytan İmparatorluğu adı altında Stalin’in Sovyetler Birliği’ni karakterize etmede kendisine başvurulan totalitarizm terimi hayatın potansiyel ya da aktüel olarak politik bir önemi olan tüm boyutlarını denetim altında tutan yönetim biçimini ifade eder. Terim sırasıyla 1- Ütopik bir gelecek vaadiyle güçlendirilmiş bütünsel bir ideolojiyi; 2- Tek bir kişi tarafından yönetilen bir kitle partisini; 3- Fiziki veya psişik mahiyeti olan sistemli terör uygulamasını; 4- İletişim araçlarında tekelciliği; 5- Güçlü bir ordu ve silahlanma mantığını; 6- Ekonominin tek bir merkezden yönetimi ve denetimini ihtiva eder.


Toynbee, Arnold: Tarihin konusunun kültürler olduğunu söyleyen, kültürlerin ise dinamik yapılar olup, özelliklerini yaratıcı kişilerden aldıkları, dolayısıyla tarihin kültürler hakkında olumlu ya da olumsuz değerlendirmelerde bulunmak yerine, kültürleri anlamaya çalışması gerektiği düşüncesiyle seçkinleşen ünlü tarih felsefecisi.
Tarihçinin insan türünün birtakım temel bölümlerinin yaşamlarını ele aldığını, toplum denen söz konusu varlıkları seçip incelediğini dile getiren Toynbee, tarih araştırmacısının toplumlar arasındaki ilişkileri yalnızca belli kavram ve kategoriler altında incelediğini savunur.


Tutarlılık: Şeylerin düşüncelerin ortak bir ilkeyle, bağıntı, düzen, kavram ya da fikirle birbirine bağlanmış olması durumu, mantıklı bir bütünün parçaları, öğeleri arasında bağlantı ve uyum bulunması hali.


Tutarsız: Parçaları arasında bağımlı olmayan, parçaları birbirleriyle uyuşmayan ve hatta bir anlamdan yoksun olan bütün için kullanılan sıfat.


Tüketim toplumu: Modern ya da çağdaş toplumlar için kullanılan ve bu toplumların giderek artan ölçüler içinde tüketim olgusu etrafında örgütlendiğini ya da düzenlendiğini dile getiren deyim.
Hemen tümüyle Batı toplumlarını karakterize eden bir terim olarak tüketim toplumu deyimi şu özelliklerin varlığına işaret eder: 1- Tüketim toplumunun üyeleri, tüketim amacıyla, tatillerde ve boş zamanlarını değerlendirmek üzere daha çok para harcamak durumundadırlar. 2- Çalışma saatleri yüzyılın başından beri sürekli olarak düşmektedir. Bu da, tüketim toplumunun üyelerinin daha fazla boş zamana sahip oldukları anlamına gelir. 3- İnsanlar kimliklerini, ürettikleri şeyden ya da işlerinden çok, boş zamanlarındaki faaliyetleriyle, tüketici etkinliklerinden kazanmaktadırlar. Gündelik yaşamın estetizasyonundan dolayı, bir yaşam tarzı yaratma, belli bir imge sunma olağanüstü büyük bir önem kazanmıştır ki, bunlardan her ikisi de tüketimle doğrudan ilgilidir.
4- Tüketim faaliyetleri, bir yaşam tarzı geliştirme, belli mal ve değerli ürünleri satın alma, belli markaların müşterisi olma, toplumsal konumun temel belirleyicileri olmuştur. 5- On dokuzuncu yüzyılla yirminci yüzyılın ilk yarısında toplumsal bölünme sınıf ya da ırka dayanırken, tüketim toplumunda bunun yerini tüketim modelleri almıştır. 6- Tüketim toplumlarında, tüketiciler üreticiler sayesinde güç ve otorite kazanırlar; tüketicinin tüketim faaliyeti, siyasi hak ve ödevlerin yerini alır. 7- Çok sayıda mal ve hizmet yanında, gündelik yaşamın çok çeşitli boyutlarıyla, insanın deneyiminin birçok yönü eşyalaştırılır. Büyük mağazalarda alışveriş boş zamanları değerlendirmek amacıyla gerçekleştirilen değerli bir uğraş olup çıkmıştır.


Tümel: İstisna kabul etmeme, bir sınıfın tüm üyeleri için geçerli olma durumu. Buna göre, bir yargı, yüklemi öznesinin bütün bir kaplamı için tasdik ya da inkar edildiği tümeldir.


Tümevarım: Genelden özele, tümelden tekele giden genel yasadan örnek ya da özel bir uygulamasını çıkarsayan tümdengelime karşıt olarak, özelden genele tek tek olgulardan genel yasalara ulaşan tekil gözlem önermelerinden sınırlanmamış genellemelere yükselen akıl yürütme türü, genelleme.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-Ü- Felsefi Terimler Sözlüğü

Üç Evre Yasası: Pozitivizmin kurucusu Comte’un insan zihni, insan düşüncesi, bilim ve toplum için öngördüğü üç aşamalı evrim ya da gelişme yasası. Comte tarafından ifade edilen gelişme sürecindeki birinci evre, 1- Teolojik evredir. Be evrede hakim olan zihniyet, doğada varolan şeyleri büyük ölçüde insan zihninin kendisiyle analoji içinde düşünen ve dolayısıyla doğal fenomenlere, bizim onlara karşı olan tepkilerimize özgü duygu ve iradi faaliyetler yükleyen bir zihniyettir. Bu evrede düşünce animistik ve antropomorfik olma eğilimi sergiler; herhangi bir şeyin varoluşuna ilişkin açıklama ona yüklenen amaç ya da tin aracılığıyla olur. Öyleyse, “nasıl” ve “niçin”, dolayısıyla da açıklamayla temellendirme arasında bir ayırım yapamama teolojik bilincin en önemli özelliğidir. Dünya bu bakış açısından tinsel bir düzen olarak görülür. Şeylerin harekete geçirici, canlıcı güçleri aynı zamanda onları davrandıkları gibi davranmaya sevkeden etkin güçler olarak değerlendirilir. Bütün fenomenler kişileştirilirken, her süreç bir eylem olarak düşünülür.
Teolojik evrenin kendi içinde, Comte’un yasasına göre alt-bölmeleri vardır. a) Fiziki nesnelerin kendi duyguları ve amaçları olan canlı varlıklar olarak görüldükleri fetişist evre. b) Plüralistik canlıcılığın aşamalı bir basitleştirilmesinden sonra, tanrıların fenomen öbeklerini ya da sınıflarını yöneten görünmez güçler olarak tasarlandıkları politeistik evre. c) Bütün güçlerin artık evreni yaratıp yönettiğine inanılan tek bir Tanrı’da toplandığı monoteist evre.
2- Comte’un entellektüel ilerleme ve özgürlük yasası olarak sunmuş olduğu üç evre yasasının ikinci evresi, meta fizik evredir. Burada animistik düşünme eğilimi ortadan kalkar. Bundan böyle söz konusu olan şey, doğayı canlandırmaktan ziyade, fikirleri ve kavramları şeyleştirmek; rüzgara duygu ve denize amaç yüklemek yerine, kavramlara taşın, toprağın gerçekliğinden daha az olmayan bir gerçeklik yüklemektir. Özler, potansiyel güçler ya da doğalar, kendinde kaim varlıklar olarak, evrenin nüfusuna katkı yapar ve bu varlıklara, daha önce tinlere izafe edilmiş olan nedensel bir etkinlik yüklenir. Burada yine, teologların görünmez tanrılarının yerini, doğal dünyadaki düzeni belirleyen temel güç olarak logos ya da akıl alır. Burada metafizikçi şeylerin gerçek nedenlerini sadece akıl yürütme yoluyla açıklayabileceğine inanır. Zorunlu varlık dediği Tanrı’nın varoluşu için, filozof apaçık doğrulardan yola çıkan tümdengelimsel olarak oluşturulmuş kanıtlar getirir.
Metafiziksel evrenin sonunun başlangıcına, realizm ile nominalizm arasındaki tümel kavramların statüsüyle ilgili kavgayla erişilir. Nitekim, nominalizmin baskın çıkmasının ardından gelen evre, 3- Pozitif evredir. Başka bir deyişle, bu evreye tümel kavramların statüsüyle ilgili tartışma benzeri kavga ve problemler, bu evrede sahte ve yararsız problemler oldukları gerekçesiyle bir kenara atıldığı ve pozitif bilimin tek başına insan bilgisinin tümünü meydana getirdiğine inanıldığı zaman ulaşılır. Bu evrede açıklamadan, empirik hipotezler ya da gözlemlenebilir fenomen sınıfları arasındaki sabit ilişkileri betimleyen yasaların sağladığı açıklama anlaşılır. Kabul edilebilir “nedensel bağlantılar” fenomen sınıfları arasındaki doğrulanabilir korelasyonlardır. Burada aklın görevi, bilimsel hipotezlerin kendileri arasında geçerli olan mantıksal ilişkilerin izini sürmektedir yalnızca.
Comte’a göre, teolojik evrede düzen militarist bir düzendir; metafizik evrede ise hukuki düzen güç kazanır. Pozitif evre ise, endüstri toplumu evresidir.

Üçlemecilik: Hıristiyan teolojisinde Tanrının doğasının, töz bakımından bir, kişi ya da cisimleşme bakımından üç olduğunu öne süren anlayış. Bu öğretinin temelinde gerçekten varolanın tümel olduğunu, tikellerin tümelden dolayı, tümel sayesinde varolduğunu savunan Platoncu realizm ve Hıristiyanlar Hz. İsa’nın tanrılığını ve kutsal kitapta geçen Kutsal tanrısallığını, çoktanrıcılığın saçmalıkları düşmeden koruma arzusu bulunur. Bu inanca göre, Tanrı birdir, fakat Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olarak üç şekilde görünür.


Üretim: Sosyal ve yaşamın temelinde bulunan bir olgu olarak insani ihtiyaçları karşılayacak mal ve hizmetleri elde etmek amacıyla gerçekleştirilen faaliyetler bütünü; yeni bir mal ya da hizmetin yaratılmasını sağlayan etkinlikler toplamı. Bu bağlamda, toprağı ekmek suretiyle belirli birtakım ürünler yetiştirmeye tarımsal üretim; sınai birtakım girdiler kullanmak suretiyle, endüstriyel ürünler meydana getirmeye sınai üretim; zihin gücü ve emeği harcayarak entellektüel bir ürün ya da eser meydana getirmeye de zihinsel üretim adı verilir.
Söz konusu üretim sürecinde, insan emeğinin tamamlayıcısı olarak kullanılan nesnelere; üretim sürecine doğrudan ya da dolaylı olarak katılan kendileriyle üretimin yapılabildiği doğal ya da insan eseri her türlü araç, nesne ve teknik bilgiye üretim araçları denmektedir. Bu üretim araçlarıyla insan emeğinin meydana getirdiği bütünlüğe, üretim araçları ile bu araçları kullanabilen, bilgi, üretim deneyimi ve iş alışkanlıklarına sahip insan emeğinin meydana getirdiği bütünlüğe üretim güçleri adı verilir.
Öte yandan, bir toplumda insan bilincinden bağımsız olarak varolan maddi ilişkilere, üretim faaliyeti sırasında insanlar arasında kurulan ilişkilerin tümüne, üretim, mübadele ve zenginliğin dağılımı sürecinde oluşan ilişkilere üretim ilişkileri denir. Buna mukabil, hayatın idamesi için gerekli olan sosyal ve fiziki ihtiyaçların karşılanmasını sağlayacak ürünlerin elde edilmesi yöntemine, Marksist terminolojide, toplumsal evrimin tek tek her aşamasında, toplumun bir durumunu ifade eden üretim güçleri ile üretim ilişkilerinden meydana gelen bütüne üretim tarzı denmektedir.

Üstyapı: Tarihsel maddecilikte, bir toplumun ekonomik yapısını yansıtan, hukuki, siyasi, ideolojik ve kültürel sistemlere verilen ad.
Hukuki ve siyasi sistemlerin kendiliğinden gelişmediğini öne süren maddeci görüş, siyasal sistem (devlet aygıtı) ile ideolojik sistemden (hukuki, eğitimsel, kültürel, dini sistem) oluşan ve belli bir iktisadi temele dayanan bütün olarak üstyapı terimini, bu sistemlerin bir toplumun ekonomik yapısındaki gelişmelerine bağlı olduğunu belirtmek için bulmuştur.

Ütopya: İdeal ya da yetkin toplum. İdeal bir toplum düzeni ya da yönetim biçimi ortaya koyan tasarım.
Bilinen ilk ütopya örneği, Platon’un Devleti ve Yasalarıdır. Platonun bu eserlerinde olduğu gibi, bazı düşünürler, uygulamadaki düzeni anlamında ütopyalar geliştirmişlerdir. Bu düşünürler, içinde yaşadıkları toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceği ne inandıkları için, gerçekleşme şansı çok fazla olmayan, ideal hatta düşsel bir toplum düzeni tasarlamışlardır. Bu çerçeve içinde düşünür, insanlar için her bakımdan ideal olduğuna inandığı, yetkin bir toplumsal düzen tasarlar ve insanın, dolayısıyla da toplumun kurtuluşunun, ancak bu ideal düzen yaşama geçirildiği takdirde mümkün olduğunu savunur. Başka bir deyişle, uygulamadaki toplum düzeni, bu ideal ve yetkin toplum düzenine göre şekillenmelidir. Ne var ki, söz konusu ideal ve yetkin toplum düzeninin hayata geçirilme şansı pek fazla olmadığı için. o bir ütopya olarak kalır.
Buradan da anlaşılacağı üzere, bir Ütopya karşısında, şu tavırlardan biri ya diğeri sergilenebilir: 1- Bir ütopyanın, ideal bir toplum düzeni ortaya koyduğu için, gerçek bir değeri vardır ve tanı olarak hayata geçirilemese bile, ona bir şekilde yaklaşmak mümkündür. 2- Bir ütopyanın, ideal bir toplum düzeni oluşturduğu ve varolan toplum düzenlerine değer biçerken kullanılacak bir standart sağladığı için, gerçek bir değeri vardır, bununla birlikte, bu ideal düzeni tam olarak hayata geçirmek bir yana, gerçekte ona yaklaşabilmek bile söz konusu olamaz. 3- Ütopyalar, gerçekleşme şansı hiç olmayan, gerçekdışı, idealist ve bundan dolayı da değersiz şemalardır.

Ütopyacılık: Toplum kuramı veya siyaset teorisinde, mükemmel bir toplum modeli veya tasarısını temele alan yaklaşım; sadece daha iyi değil, fakat yetkin bir toplum düzeni inşa etmeyi amaçlayanların, söz konusu düşünce deneyini. veya salt düşüncede yaratılan yetkin toplum düzenini varolan aktüel düzeni dönüşüme uğratmak için kullananların inanç ve tavırları.
Belli birtakım akli ve ahlâki ilkelere, insan ve tarih konsepsiyonlarına dayanarak ya da birtakım teknolojik imkanlar tasarlamak suretiyle, insani varoluşun mümkün en iyi şeklini gerçekleşmesini sağlayacak alternatif dünyalar ortaya koyan eleştirel ve yaratıcı bir düşünce olarak ütopyacılık, sosyal eşitsizliği, cinsel baskıyı, ekonomik sömürüyü ve benzeri diğer baskı ve hakimiyet formlarını aşmayı amaçladığı için, statükoyu şiddetle eleştirir.
Düşünce tarihinin belli başlı ütopyaları İdeal Devletiyle Platon, Güneş Ülkesiyle Tommaso Campanella, Utopya’sıyla Thomas More, ve Yeni Adands’iyle F. Bacon tarafından ortaya konmuştur. Kişilerin ya da filozofların ütopik davranmalarına, Ütopya yazmalarına yol açan birtakım nedenler vardır. Bu nedenlerin başında, elbette ki, her şeyden önce, 1- Filozofun ya da entellektüelin, dünya ya da dünyalar yaratma ihtiyacı gelir. Bu bağlamda, bir ütopya oluşturma, kağıt üzerinde bile olsa, bir bakıma tanrısal bir faaliyettir. Ütopyacılığın başka bir nedeni, 2- Toplumu ve varolan toplumsal kurumları tümüyle mahkum etme ve aşma arzusudur. Rousseau, Marx ve Engels bu tür bir ütopyacılığın temsilcileri olarak görülebilir. Burada, tasarlanan ideal toplum düzeni, temel amaç varolan toplum düzenini mahkum etmek olduğu için, varolan toplum düzeninin tam karşıtı bir toplum düzeni olmak durumundadır.
Ütopik düşüncenin temelinde, nihayet 3- Toplumsal uyum ve düzenle ilgili tüm doğruların bilindiği, bu bilgilerin aktarılarak, gerçek ve yetkin bir toplum düzeninin kurulabileceği inancı ve iyimserliği bulunur. Ütopyacı literatürün her şeyden önce sosyolojinin gelişmesine, ahlâki düşüncenin ilerlemesine ve insan doğasının daha iyi anlaşılmasına büyük katkısı olmuştur.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-V- Felsefi Terimler Sözlüğü

Vahiy: Peygambere gelen tanrısal kelam ve haber. Bir düşünce ya da buyruğun Tanrı tarafından elçisine ilham edilmesi; Tanrının yüksek öneme haiz mesajlarını; kendi varoluşu, sıfatları, iradesi, vb., ile ilgili temel bilgileri insanlığa Peygamber aracılığıyla iletme yolu. Vahiy, İslam dininde, Kuran’ın bildirdiğine göre, ‘Oku!’ anlamına gelen ifadeyle başlamış, Kur’an tamamlanınca da son bulmuştur. Kur’an’ın dışında kalan ve hadisi kutsi adı verilen hadislerin doğuşu da, vahiy yoluyla olmuştur. Bununla birlikte, Hadisi Kutsi’de sözler Hz. Muhammed’in olup, tanrısal bir nitelik taşıyan ana düşünce vahiy yoluyla Peygambere bildirilir. İslam inancına göre, deneyim üstü olan ve dolayısıyla, bilimin konusu dışında kalan, yalnızca inanç alanına giren vahyin niteliği, sadece onu yaşayan peygamberler tarafından bilinenidir. Tanrı ile peygamberi arasındaki bu olay hakkında öteki insanların bilebildikleri şeyler, vahyin gelişi esnasında peygamberde gözlenen dış belirtilerle peygamberin vahiyle ilgili açıklamalarından ibarettir. Bu nedenle, din felsefesi açısından, vahiyle ilgili en önemli problem, her şeyiyle tinsel bir nitelik arzeden, sıfatları açısından, insana ve doğaya özgü olan sıfatlarla ifade edilemeyen mutlak bir Varlık olarak Tanrıyla, O’ndan tümüyle farklı bir varlık olan insan arasındaki iletişimin zorluğunu açıklayabilme problemidir.

Varlık: Yokluğa karşıt olarak var olan şey. Oluşa karşıt bir şey olarak, değişmeden aynı kalan gerçeklik. Boşluğa karşıt bir şey olarak, mekanda bir yer işgal eden kalıcı gerçeklik.

Varolmak: Varoluşçu felsefe geleneği içinde özgür bireyle ilgili bir kategori olarak, kışının Kendisini alternatifler karşısındaki özgür seçimler yoluyla gerçekleştirmesi durumuna ya da eylemine verilen ad.

Buna göre, varolmak, kişinin bir grup, sınıf ya da yığının üyesi olmaktan alabildiğince çıkarak, daha çok ve daha yoğun olarak bir birey haline gelmesini; bireysellik adına tümelliği aşmasını; izleyici olmaktan çıkarak aktif aktör haline gelmeye çalışmasını ifade eder.


Varoluş: 1- Genel olarak varolma durumu.
2- Dış dünyada, insanın bilgisinden bağımsız olarak gerçekleşme, mekan ve zaman içinde potansiyel değil de, aktüel bir varlığa sahip bulunma hali.

3- Soyutlama ya da teorilere karşıt olarak, canlı ya da yaşanan gerçeklik.
4- Bir şeyin asil doğasından dolayı, olması gereken şeyi ifade eden öze karşıt olarak, o şeyin her ne ise, her nasılsa öyle olması durumu.
5- Tanımlanamayan kendinden kaim birey.



Varo1uşçu etik: Varoluşçuluğun, Aydınlanma değerlerine modern rasyonalizme, liberalizmin kitle kültürüne ve yığın ahlâkına karşı soylu ve görkemli bir tepki olarak yorumlanan etik anlayışı.
Varoluşçu etik, her şeyden önce bir özgürlük etiği olmak durumundadır. Hemen tümüyle özgürlük problemi üzerinde odaklaşan söz konusu etik, modern insanın içinde bulunduğu durumu teşhis ettikten sonra, insanlara yitirmiş oldukları özgürlük duygusunu yeniden kazandırma, onları yanılsamadan kurtarma insanların hayatlarını yeni bir ışık altında görmelerini sağlama misyonunu üstlenmiş olan pratik bir felsefe olarak gelişmiştir. Çünkü varoluşçu düşünürler, öz-gürlük problemini, bir felsefe sistemi içinde ele alınıp tartışılacak teorik bir problem olarak değil, fakat pratik bir problem olarak görmüşlerdir. Egzistansiyalist etik, insanlara, bilimsel ve nesnel düşüncenin ifade ettiği nedenselliğin bir yanılsama olduğunu göstermek, unuttukları özgürlük duygusunu anımsatmak onlara neye değer izafe etmek ve nasıl yaşamak gerektiğine karar vermek bakımından mutlak bir özgürlük içinde olduklarını kabul ettirmek ister.
Başka, bir deyişle, insanlardan özgürlüklerini deneyimleyip, hayata geçirmelerini isteyen egzistansiyalist etik özgürlüğü özümseyip hayata geçiren insanın dünyaya bakışının ve kendisinin bu dünyadaki yerine dair görüşünün bundan sonra fiilen değişip dönüşüme uğrayacağını iddia eder. Egzistansiyalist etiğin insanları değiştirmek ve dönüşüme uğratmak isteyen temsilcileri, şu halde, sadece birer misyoner değil, fakat aynı zamanda duygusal ve pratik bakımdan birer yenilikçilidirler.
Egzistansiyalist etiğin özgürlük kavrayışıyla etik teorisine getirdiği yeniliği teyid eden çok önemli bir diğer nokta da, varoluşçu filozofların ahlâk felsefesi alanında, doğrudan doğruya kendi kendini tanımlayan ve belirleyen insandan yola çıkmalarıdır. Her şeyi kucaklayan evrensel sistemlerin, varlık ve toplumla ilgili nesnel doğruların insanın bireyselliğine kaçınılmaz olarak yabancı kaldığını, ve dolayısıyla insanı kendi içinde eriten genel sentezlerin bireyin kendi hayatına dönük ilgisine hiçbir şekilde cevap veremeyeceğini savunan egzistansiyalist etik, ahlâki problemlerin, bu problemler özsel olarak bizatihi bireylerin kendilerini ilgilendirdiği için, ahlâki bilincin nesnel ölçütlere, evrensel ahlâk yasasına veya iradenin çıkar gözetmeyen akla tabi kılınmasıyla asla çözülemeyeceği iddiasındadır. Etik ile öznellik arasında olmazsa olmaz bir ilişki bulunduğunu iddia eden bu etik anlayışa göre, ahlâki sorular birinci şahsın bakış açısından sorulmak durumunda olup, gerçek özne de, bilen değil, fakat ahlâken varolan öznedir. Bununla birlikte, nasıl yaşamak gerektiğini soran ahlâki özne, kendisine karşı bir gözlemci konumu aldığı, kendi insani durumuna ilişkin olarak kişisel olmayan nesnel bir kavrayış benimsediği zaman, kendi kendisini aldatır. Söz konusu etik gelenek açısından insan ahlâken varolan özne ya da hakiki birey, bilgiyle, ya da nesnel olgulara veya dünyaya ilişkin olarak daha fazla bilgiye sahip olmak suretiyle değil, fakat kendisine, kendi hayatına anlam ve ahlâki bir yapı kazandıracak uzun vadeli ilgiler geliştirme imkanı verebilen seçimlerde bulunmak ve angajmanlara girmekle olabilir.
Sadece bireyci değil, fakat aynı zamanda öznelci olan söz konusu etik gelenek açısından, ahlâk felsefesi, etik alanında nesnelliği aramak yerine kaygıyı, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu insanlık halini ele alıp, kesinlikle öznelliğe yönelmelidir, çünkü hakikat öznel olup, bireysel varoluşun gerçekliği hiçbir soyutlama tarafından asla kavranıp ifade edilemez.
Egzistansiyalist etik, iradeci bir etik teorisidir. Zira bu anlayış, insanı akıl sahibi bir varlıktan ziyade, irade sahibi bir varlık. İrade fail olarak tanımlar. İnsanın evrendeki tüm diğer varlıklardan, varoluşu bütün değerlerin kaynağı olan bir irfideye sahip olmak bakımından farklılık gösterdiğini öne süren egzistansiyalist düşünürler, irfidenin yaratıcı boyutuna büyük bir önem atfederken, her nasılsa varolan, bir şekilde vuku bulan veya hiç kimsenin seçiminin objesi olmayan şeylerde en küçük bir değer bulunmadığını, değer taşıyan biricik şeyin irade eylem olduğunu, kendilerine bir değer yüklenen şeylerin bizzat iradi edimler tarafından yaratıldığını söylerler. Hatta hümanist veya ateist boyutu içinde egzistansiyalist etik, akılla anlaşılabilir bir gelişme doğrultusu bulunmayan evrenin özde saçma ve anlamsız olduğunu, insana yabancı ve kayıtsız dünyaya anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer. Anlam, düzen ve amaçtan yoksun olan böyle bir dünyada insanın hazır bulduğu ahlâki kurallar bulunmadığına göre, egzistansiyalist etik ısrarla, ahlâki ilkelerin kendi eylemleri dışında başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını öne sürer.


Varoluşçuluk: J. P. Sartre, K. Jaspers, M. Heidegger ve G. Marcel gibi düşünür ta*rafından savunulmuş olan çağdaş felsefe akımı. İnsanın varoluşuyla doğal nesnelere özgü varlık türü arasındaki karşıtlığı büyük bir güçle vurgulayan iradesi ve bilinci olan insanların, irade ve bilinçten yoksun nesneler dünyasına fırlatılmış olduğunu öne süren felsefe okulu.

Genel bir çerçeve içinde, dünyada bir insan varlığı olarak varolmanın ne olduğunu açıklama çabası içine giren bir okul ya da sistemden ziyade belli ortak ilgileri ve önkabulleri olan filozoflar tarafından oluşturulan felsefe hareketi ya da akımı olarak varoluşçuluğun soyağacı, genellikle iki ayrı parçaya ayrılır: Bunlardan, kendi içinde teolojik ve laik diye iki ayrı parça ya da geleneğe ayrılan birincisi, bir irade sahibi varlık, irade bir fail olarak insana verdiği önemle seçkinleşen etik gelenektir. Birincisinde S. Kierkegaard, ikincisinde ise Nietsche bulunur.
Varoluşçuluğun soyağacındaki ikinci temel parça, varoluşçu felsefeye bir yöntem sağlayan, insanın dünya ile olan ilişkisine dair sistematik bir açıklama için gerekli altyapıyı tedarik eden fenomenolojidir. Buradan hareketle varoluşçuluğun söz konusu iki atanın, etik gelenekle Husserl fenomeno*lojisinin evliliğinden doğduğu söylenebilir.
Varoluşçuluğu belirleyen temel özellik ve tavırlar şöyle sıralanabilir:
1- Varoluşçuluk, her şeyden önce egzistans ya da varoluşun hep tikel ve bireysel, yani benim ya da senin veya onun varoluşu olduğunu öne sürer. Bundan dolayı, o insanı mutlak ya da sonsuz bir tözün tezahürü olarak gören her tür öğretiye, gerçekliğin Tin, Akıl, Geist, Bilinç İde ya da Ruh olarak varolduğunu öne süren idealizmlerin karşı çıkar.
2- Akını, varoluşun öncelikle bir varlık problemi, varoluşun kendi varlık tarzıyla ilgili bir problem olduğunu dile getirir ve varlığın anlamına ilişkin bir araştırmaya karşılık gelir. Bu çerçeve içinde, her tür bilimci, nesnel ve analitik yaklaşıma şiddetle karşı çıkan varoluşçuluk, özellikle varoluşun zamansal yapısına ilişkin analiz yoluyla, Varlığın genel anlamıyla ilgili bir öğreti, belli bir ontoloji üzerinde yoğunlaşır.


3- Bu bağlamda varoluşçuluk, epistemolojik açıdan dünyanın insanın ilgi ve eylemlerinin etkisi ya da müdahalesinden bağımsız olan, bütünüyle ve mutlak olarak nesnel bir tasvirinin olabileceğini yadsır. Dünya verilmiş olup, onun varoluşundan kuşku duymanın bir anlamı yoktur. Ama, dünya ya da varlık mutlaka insanla olan ilişkisi içinde betimlenmek veya araştırılmak durumundadır.

4- Varoluşçuluğa göre, varlığa ilişkin araştırma, varolanın aralarından bir seçim yapmak durumunda olduğu çeşitli imkanlarla karşı karşıya gelmeyi gerektirir. Başka bir deyişle, varoluşçu felsefe, geleneksel felsefenin öne sürdüğü gibi, özün varoluştan önce değil de, varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce varolduğunu, daha sonra kendisini tanımlayıp, özünü yarattığını dile getirir. Yani, varoluşçuluğa göre, insanların insan varlıkları diye nitelenebilmeleri için, kendisine uymak durumunda oldukları sabit ve değişmez bir öz yoktur. İnsan bilinci, fiziki nesnelerin varlık tarzından bütünüyle farklı bir varlık tarzına sahiptir. O sadece bir şey (beden) olarak varolmaz, fakat aynı zamanda hiçbir şey, yani bir bilinç ve boşluk olarak varolur. Bilinci onu her ne ya da kim olacaksa, onu seçebilmesinin önkoşuludur.
İşte bu bağlamda, insanın kendisine yabancı bir dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, onun kendisini nasıl oluşturursa, öyle olacağını; kendisinin belirleyeceğini öne süren ve dolayısıyla determinizm ya da zorunlulukçuluğa büyük bir güçle karşı çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe mahkum olduğunu ve olduklarından tümüyle farklı biri olabileceklerini dile getirir.

5- İnsana öz ünü oluşturma şansı veren bu imkanlar, onun şeylerle ve başka insanlarla olan ilişkileri tarafından yaratıldığı için, varoluş her zaman dünyadaki bir varlık olmak veya seçimi sınırlayan ya da koşullayan somut ve tarihsel olarak belirlenmiş bir durumda ortaya çıkmak durumundadır. Bu ise, varoluşçuluğun tekbenciliğe ve epistemolojik idealizme taban tabana zıt bir felsefe akımı olduğu anlamına gelir.
6- Varoluşçuluk, nesneden yola çıkan. varlıkla ilgili nesnel doğrulara ulaşmaya çalışan görüşlere karşı, özneden hareket ve öznel hakikatlerin önemini vurgular. Felsefenin, varlık ve tümeller gibi konularla uğraşıp, nesnelliği araması yerine, korkuyu, yabancılaşmayı, hiçlik duygusunu, insanlık halini ele alıp, öznelliğe yönelmesi gerektiğini; hakikatin tümüyle öznel olup, hiçbir soyutlamanın bireysel varoluşun gerçekliğini kavrayamayacağını ve ifade edemeyeceğini söyler.

7- Varoluşçuluk, özellikle de hümanist ya da ateist boyutu içinde, evrenin akılla anlaşılabilir olan bir gelişme doğrultusu olmayıp, özü itibariyle saçma ve anlamsız olduğunu, evrenin rasyonel bir tarafı bulunmadığını, evrene anlamın insan tarafından verildiğini öne sürer.

8- Böyle bir evrende, insanın hazır bulduğu ahlâk kuralları olmadığından; varoluşçuluk, ahlâki ilkelerin, kendi eylemleri dışında, başka insanların eylemlerinden de sorumlu olan insan tarafından yaratıldığını savunur.

Varoluş evreleri: Varoluşçu düşünür Sören Kierkegaardın egzistansın, varolan bireyin seçimlerine bağlı olarak, yaşam süresi içinde bulunabileceğini söylediği varoluş tarzları.
Özellikle pratik alanda, etik düzlemde ça*lışan birçok filozof gibi Kierkegaard da kendisine bir misyon yüklemiştir. Kendisine bu bağlamda Sokrates’i örnek alan filozof misyonunu, egzistansa ahlâki gerçekliğini hissettirebilmek, onun varolan bir birey ya da kendisi olmasını, umutsuzluğunun farkına varmasını sağlamak, onda gerçek bir dönüşüm yaratma misyonunu gerçekleştirebilmek diye tanımlamıştır. O işte bu misyonunu hayata geçirebilmek için, dolaylı bir iletişim tarzı içinde, bireyin hayatının akışı boyunca kendisinde yer alabileceği üç, ama gerçekte biri diğer üçüne hazırlık olacak şekilde dört ayrı varoluş evresi, küresi ya da tarzından söz etmiştir: Estetik, ahlâki ve dini varoluş tarzı. Son çözümlemede ne yapmak, hangi yoldan gitmek veya nasıl bir yaşam tarzı benimsemek gerektiğine karar vermek bireyin kendi işi olduğundan, Kierkegaard insanların özgürlüklerine her koşul altında saygı gösterir ve onlara sadece durumlarının veya konumlarının mahiyetini ve sınırlarını göstermek ister. O, Sokrates’le kıyaslandığında, çok daha yumuşak ve zararsız bir at sineğidir.
Kierkegaard’ın sözünü eniği üç temel bireysel varoluş küresinin gerisinde ya da temelinde, henüz birey veya kendisi olamamış, muhtemelen olmak da istemeyen insanın yaşamını karakterize eden evre, olarak «sürü hayatı» bulunur. Burada insan kendisini üyesi olduğu, içinde yaşadığı toplumla özdeşleştirir. Bu toplum da ya organik bir cemaat ya da daha kötüsü, geleneksel toplumun çöküşünden sonra ortaya çıkmış olan, atomize bireylerden oluşmuş, sürü toplumudur. O burada kendisinin bir birey olarak farkında olmadığı gibi, kendisine açık olan alternatiflerin de farkında değildir; özgürlüğünden, tinsel imkanlarından vazgeçen bu insan yalnızca, iyinin ve kötünün, nasıl yaşayacağının ölçüsü olarak sosyal norm ve standartları kabul eder ve sürü içinde oldukları gibi kabul ettiği bu normlara göre yaşar.
İnsan varlığı, Kierkegaard’a göre, kendisinin bir birey olarak farkına vardığında, sürü ya da sosyal kimliğinden sıyrılma çabası içinde, kendi kimliğini oluşturma yoluna girdiğinde, kendisini diyalektik olarak açımlanan varoluş tarzları ya da küreleri içinde bulur. Söz konusu varoluş tarzlarından birincisi olan estetik varoluş söz konusu olduğunda, onun bireyciliği asosyal bir amoralizm şeklini alır. Yani, o toplumsal rol ve bağları kendisine bütünüyle yabancı bir şey olarak görür; onun dünya ve başkaları ile olan bağı yüzeysel bir bağ olup, egzistans onları kendi tüketici ya da sömürücü amaçları için kullanır. Estetik varoluş küresindeki bireyi, dışsal uyaranlar yönetir, onun bilinci, kendisine değil dışarıya yönelmiş durumdadır. Dahası, o, başkalarını kendi amaçları için kontrol altında tutabilmek ve idare edebilmek amacıyla, kendisini hem kendisine ve hem de başkalarına karşı gizler. Estetik varoluş küresinde olan insanın hayatında bir süreklilik ve istikrar yoktur; bunun nedeni de hiç kuşku yok ki, onun kendi varlığının kontrolünü kendi elinde tutamaması, kendi dışındaki koşullara bağlı olmasıdır. Onun tatmini ya da mutluluğu, varlık ya da gerçekleşmeleri kendisinin iradesinden bağımsız koşullara sahip olduğu için, bu insanın hayata bakış açısı, dünyaya yaklaşım tarzı bütünüyle pasif olmak durumundadır. Onun kesinlikten yoksun, rastlantısal nedenlere bağlı olan hayatının, olabildiğince haz elde etme amacı dışında, hiçbir anlam ve tutarlılığı yoktur. Kişisel kimlik ve sorumluluk duygusundan yoksun böyle birinin temel kategorileri iyi şans, kötü talih ve kaderdir.
Ahlak varoluş küresi ya da tarzında ise, kişilik mutlak değer olup, kişinin kendisi olması esas hedef ya da amaç haline gelir. Estetik evrede yaşayan bireyin harici faktörlere bağlı olduğu, kendisini olumsal koşullara tabi kıldığı yerde, ahlâk! özne. kendine dönen, kendini bilen, kabul eden ya da olumlayan kişidir. Daha doğru bir deyişle, o kendini, sadece birtakım meziyetlere, korku, eğilim ve tutkulara sahip olan bir insan varlığı olarak olumlamakla kalmaz, fakat bütün bu özelliklerin değiştirip geliştirilebileceklerini, yeni bir biçimde düzenlenebileceklerini görerek kendini gerçekleştirmenin, kendi olmanın yollarını arar, kısacası kendi sorumluluğunu bütünüyle kendi üstüne alır. Ahlaki özne kendine dair böylesi bir kavrayış saye*sinde sadece kendi empirik benliğini tanımakla kalmayıp, gerçekte ne olmayı özlediğini belirleyerek, ideal benliğini ortaya çıkarır. Ahlâk öznede önemli olan şey, artık onun birtakım projelerle özdeşleşmesi, yaptığı şeylerden veya bu şeylerin sonucundan ziyade, bunları yaparken sergilediği azim, kararlılık, içtenlik ve enerjidir. Egzistansın toplumsal boyutuna tekabül eden ahlâki kürenin temel kategorileri ise iyi, kötü ve ödevdir.
Ahlâki kürenin sınırlarının ötesinde ise, aynı anda hem içe ve hem de dışa yönelik olduğu için, gerek estetik gerekse ahlâki varoluş tarzının, sosyal bağ veya bireyin toplum içindeki kökleşmişliği ile mutlak bireyselliğinin bir sentezini yapan, sonlu bireydeki ezeli-ebedi boyutu bütün çıplaklığıyla ortaya çıkaran dini varoluş tarzı bulunur. Şu halde, ahlâki varoluşa alternatif bir varoluş tarzı olarak görülmemesi gereken dini varoluş, öznelliğin en yüksek, içselliğin en tam ve yoğun ifadesi olan acıyla karakterize olur. Egzistans artık burada Tanrı’nın önündedir, kendini ilk günah bilinciyle Tanrı’ya teslim eder. O, hiçbir delil olmamasına rağmen, yerleşik değerlerden, belirlenmiş özlerden bağımsız olarak, salt kendi öznelliği sayesin*de, duyduğu sesin Tanrı‘nın sesi olduğuna karar verir.

Vicdan: Bireyde veya ahlâki özne ya da failde var olan doğru ve yanlış duygusu.
Çeşitli filozoflar tarafından farklı şekillerde tanımlanan vicdanla, dini bir çerçeve içinde bazen Tanrı’nın sesinin bir yansıması, hümanizm çağında insanlara neden sakınmaları gerektiğini bildiren insani bir meleke veya aklın sesi, bu ikisi arasında kalan dönemlerde de özel bir ahlâk duyusu anlatılmak istenmiştir.
Bununla birlikte, vicdan terimine ilişkin en iyi açıklama, onun tüm güdülenmeler üzerinde mutlak bir otoritesi olduğunu söyleyen Joseph Butler’dan gelmiştir. On sekizinci yüzyılda akılcı ahlâk görüşleriyle ahlâk duyusu öğretilerinin bir sentezini yapan filozof, vicdanı yüreğin olaylara yönelmiş algısı olarak tanımlamıştır.

Voltaire, François: 1694-1778 yılları arasında yaşamış olan ünlü Fransız denemecisi, tarihçi ve filozofu.
‘Benim mesleğim, tüm düşündüklerimi yazmaktır’ diyen Voltaire 99 cilt eser vermiştir. Aydınlanmanın en önemli düşünürlerinden biri olan filozof, metafizik, din, siyaset ve ahlâkla ilgili görüşlerini, yazmış olduğu Dictionnaire Philosophique [Felsefe Sözlüğü]’nde ifade etmiştir. Voltaire’in diğer temel eserleri, Traitsurla Tolrance [Hoşgörü Üzerine İnceleme] ve Candide [İyimserlik Üstüne]’dir.
Voltaire Aydınlanma felsefesinin yeni hümanizminin en önemli temsilcisi, hatta sözcüsüdür. Ruhun ebedi saadetinden ziyade, bu dünyadaki mutluluğuna, metafizik yerine fiziğe, soyut fikirlerden çok gündelik yaşama önem vermiş olan filozof, Fransız Devriminin getireceği insan haklarının savunuculuğunu yapmıştır. Aydınlanmanın kimi aşırılıklarından sakınmaya da özen gösteren Voltaire’in burjuva düşünüşünün hem dinamizminin ve hem de sınırlamalarının en canlı örneği olduğu söylenir.
Bütün kötülüklerin kaynağı olan siyasi rejim türüne, bağnazlığın kaynağı olan dinlere ve insanları düş kırıklığına uğratmış olan metafiziğe şiddetle karşı çıkmış olan Voltaire, ateist değil de, bir deistti. O, insanların din yoluyla baskı altında tutulmalarına şiddetle karşı çıkmış ve Hıristiyanlığı bu bakımdan eleştirmiştir. Voltaire, birtakım inanç kavgaları içinde bulunan, vergi vermeyen ve birçok yurttaşı, manastırlarda her tür haktan yoksun bırakan bir dinin yanı başında, hiçbir yönetimin güçlü olamayacağını iddia etmiştir. O, ekonomik yaşama büyük bir önem vermiş, yaşadığı dönemde, dinin ticarete Voltaire’e göre, dinin egemen olduğu yerde, ahlâk da olamaz ve insana doğanın önerdiği amaçların bağımsızlığı düşüncesine aykırı düşen hiçbir dinin değeri yoktur.
İnsanın doğası itibariyle bir hayvan olduğunu, uygarlığın, kurmuş olduğu düzenle, insanın vahşi içgüdülerini yumuşatmak ve zincir altında tutmak için varlığa geldiğini ve uygarlığın idaresi altındaki insanın, vahşi, doğal haline göre, çok daha iyi bir yaratık olduğunu, kurumları meydana getiren insan olsa bile, kurumların da insanları disiplin altına aldığını savunan Voltaire, kralın despotizmine ve soyluların imtiyazlarına da karşı çıkmıştır. Voltaire’in felsefesi bu yönleriyle olumsuz bir felsefe gibi görünse de, o, ilerleme ve insanın gelişimi için beslediği sarsılmaz inancı, despotizme, savaşa, hoşgörüsüzlüğe, işkenceye, eşitsizlik ve adaletsizliklere yönelik eleştirileri ve eyleme çağrısıyla, aynı zamanda olumlu ve yapıcı bir felsefedir. Voltaire, dünyada çok fazla kötülük bulunduğunu öne sürerek, Leibnizin ‘dünyamızın mümkün dünyaların en iyisi olduğu’ görüşünde ifadesini bulan iyimser bakış açısına da karşı çıkmıştır.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-W- Felsefi Terimler Sözlüğü

Weber, Max: 1864-1920 yılları arasında yaşamış olan ünlü Alman düşünürü ve sosyologu. Weber’in büyük önemi, onun Emile Durkheim’la birlikte, ayrı ve bağımsız bir disiplin olarak modern sosyolojinin kurucusu olması olgusundan kaynaklanmaktadır. O, sosyal bilimlere felsefi bir temel, sosyolojiye de kavramsal bir çerçeve kazandırmıştır. Başka bir deyişle, Weber bir bilim olarak sosyolojinin genel kavramsal çerçevesini en iyi bir biçimde ortaya koyduğu, tutarlı bir sosyal bilimler felsefesi geliştirdiği ve nihayet, modern endüstri toplumunun temel özelliklerini sağlam bir biçimde kavrayıp ifade ettiği için, modern sosyolojinin kurucusu olarak tanınır. Zira, Durkheim’ın sosyoloji bilimini kurma, sosyoloji iyi temellendirme teşebbüsü, zamanının pozitivizmine dayandığı yerde, entelektüel gelişimi Windelband ve Rickert’in de içinde yer aldığı Yeni-Kantçı gelenek içinde gerçekleşmiş olan Weber, öncelikle sosyolojinin insan davranışıyla ilgili olarak, doğa bilimlerininkine benzer, genel-geçer yasalara ulaşamayacağını iddia etmiştir. Diğer bir deyişle, Yeni-Kantçı felsefenin algılanan dünya ya da fenomen ve algılayan bilinç ya da numen ayırımını benimseyen Weber’de söz konusu ayırım doğa bilimleriyle sosyal bilimler arasındaki bir ayırım haline gelmiştir. Buna göre, biz doğa bilimlerinde evrensel yasalara ulaşmaya çalışırız. oysa bu, toplumsal eylemleri tikel, tarihsel bağlamları içinde anlamayı amaçlayan sosyal bilimlerin amacı olamaz.
Sosyolojinin yöntemi ve felsefi problemleriyle ilgili analizinde Yeni-Kantçı bir bakış açısı sergileyen Weber, her şeyden önce sosyolojinin insan davranışıyla ilgili olarak, doğa bilimlerininkine benzer, genel-geçer yasalara ulaşamayacağını, insan toplumları söz konusu olduğunda, evrim niteliği taşıyan bir gelişmeyi doğrulayıp temellendiremeyeceğini öne sürmüştür. Fakat Weber bir yandan da, sosyolojinin eylemlerin anlamını kavramayı amaçlamak durumunda olduğunu, onun buradan hareketle, karşılaştırmalı bir temel üzerinde, ideal eylem tiplerine ya da formel davranış modellerine yönelmesi gerektiğini ve dolayısıyla, sosyolojinin yalnızca eyleme ilişkin öznel bir yorum olmadığını savunmuştur.
Şu halde, sosyolojinin konusunun sosyal eylem olduğunu öne süren Weber, sosyal eylemi dörtlü bir başlık altında sınıflamıştır. Bu dört eylem türü sırasıyla geleneksel eylem, duygulara dayalı eylem, nihai ve en yüksek değerlere yönelmiş değer temelli rasyonel eylem ve araçsal eylem. Bu dört eylem türünden rasyonel eylem kapsamı içine sadece son ikisinin girdiğini söyleyen Weber, rasyonalizasyonu kapitalist Batı toplumundaki en temel ve belirgin eylem olarak görmüştür. Rasyonalizasyonun her alanda izlerini süren ünlü düşünür, söz ko*nusu rasyonalizasyonun bir kaynağının Protestan ahlâkının yol açtığı kültürel değişmelerde bulunduğunu savunmuştur. Buna göre, Protestan ahlâkı, her ne kadar kapitalizmin ilk ve temel nedeni olmasa da, bireyciliğin, sıkı çalışma ve disiplinin, rasyonel davranış ve özgüvenin önemini vurgulayan bir kültür doğurduğu için, kapitalizmin doğuşunda ve gelişiminde önemli bir rol oynamıştır.
Weber’in sosyal bilimlere yaptığı bir başka önemli katkı da, onun sıklıkla naif bir nesnellik inancı diye yanlış yorumlanmış olan değerden bağımsızlık teorisinden meydana gelir. Weber’e göre, bilim ve sosyoloji tercihi, araçsal akılcılık temeli üzerinde hiçbir zaman meşrulaştırılamayacak olan bir tercihtir. Aynı durum, bilimsel ve sosyolojik araştırma konularının seçiminde de geçerlidir. Bununla birlikte, söz konusu tercih ve seçimler bir kez yapıldıktan sonra, sosyolojik bir araştırma, rasyonel tutarlılığın bilim cemaatinin eleştirilerine tabi olması anlamında, değerden bağımsız ve yansız olmak durumundadır.
Weber, buradan da anlaşılacağı üzere, ekonomik determinizme karşı çıkıp, kültürün, özellikle de dinin, insan davranışını biçimlemedeki rolünü vurguladığı; insan ilişkilerinde, bireylerin öznel yönelimlerini ön plana çıkardığı, ve nihayet, kapitalizmin yıkılacağı tezine karşı eleştirel bir tavır takınıp, sosyalist toplumlardaki planlı ekonominin rasyonalizasyonu güçlendirdiğini söylediği için, Nietzsche’yle birlikte, 19. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olarak gördüğü Marx’ı olmasa bile, kurumsallaşmış Marksizmi şiddetle eleştirmiştir.

Wittgenstein, Ludwig: Viyana’da doğup, 23 yaşına kadar orada yaşamış olmakla birlikte, 20. yüzyılda önce Anglo-Sakson dünya, sonra da bütün dünyada etkili olan ünlü çağdaş filozof. Felsefi kariyeri, her birinde birbirleriyle uzlaştırılması hiçbir şekilde mümkün olmayan iki ayrı döneme ayrılan Wittgenstein’ın temel eserleri, Tractatus Logico-Philosophicus [Mantıksal-Felsefi Deneme] ve Logical Investigations [Felsefi Soruşturmalar]’dır.
Bütün felsefe problemlerini bir dil problemi ne indirgeyen Wittgenstein’ın düşüncesinin merkezinde, dilin kapsamını ve sınırlarını belirleme problemi vardır. Ona göre, dili kullanma, dili anlama, insanları başka varlıklardan ayıran biricik şey, insan yaşamının özünü oluşturan dokudur. Wittgenste*in bu bağlamda iki temel sorunun gündeme geldiğini söyler: Dilin dünyayla olan ilişkisi nedir? Dilin düşünceyle olan ilişkisi neden meydana gelir?
Bu çerçeve içinde, Wittgenstein birinci dönemin temel eseri olan Tractatus’ta, dilin fonksiyonunu nasıl gerçekleştirdiğini ve dilin sınırlarını ortaya koyacak bir teori geliştirmeyi amaçlamıştır. Dil düşünceyi ifade eniği için, onun üstlendiği bu görev, aynı zamanda düşüncenin sınırlarına dair bir araştırma olarak anlaşılmak durumundadır; başka bir deyişle, onun projesi, Kant’ın kalkıştığı işin, yani Kritik der Reinen Vernunft’un dille ilgili olan versiyonuna tekabül eder. Tractatus’un iki temel tezi ya da öğretisi vardır: Bunlardan pozitif olan ve dilin dünyayı resmederek, onu temsil ettiğini öne süren birincisine göre, olgusal dilin önermeleri dış dünyayı, olguları resmeder, mantığın önermeleri ise otolojilerdir. Buna mukabil, eserin olumsuz olan tezi ya da öğretisi, ahlâki, dini, ve hatta felsefi söylemin dilin sınırlarını aştığını ifade eder.
Wittgenstein’ın, her tümcenin mümkün bir durumun, varolan bir olgunun resmi olduğunu öne süren söz konusu dil ve anlam görüşüne göre, tümce ya da önermeler, son çözümlemede basit nesne ya da şeylere gönderimde bulunmak durumunda olan isimlerin bir birleşimidir. Gerçeklik, dil ve düşünce arasındaki bu resmetme ilişkisinin mümkün olabilmesi için, onların ortak bir mantıksal form ya da yapıyı paylaşmaları gerekir. Bununla birlikte, bu mantıksal form dünyada bulunmaz; bulunmadığı için de, dilde resmedilemez. Aynı şekilde, ahlâki değerler ve benin dünya ile olan ilişkisi de, dış dünyadaki olgular arasında bulunmadığı için, bunların da resmedilebilmeleri söz konusu olmaz. Bu ve benzeri şeyler, kendileriyle ilgili olarak hiçbir şeyin söylenemeyeceği ve dolayısıyla, sessiz kalınması gereken metafiziksel konulardır. Wittgenstein’ın bu görüşü, metafiziksel problemlerin, bir çözüme kavuşturulamasalar bile, ciddi ve derin konular oluşturduğunu teslim eden filozofu, Viyana Çevresinin metafizik karşıtı doğrulamacılığına çok yaklaştırır.
Oysa Wittgenstein’ın ikinci dönem felsefesi kullanımsal bir anlam teorisi geliştirirken, dilin değişmez ve temel bir özü olduğu, bu özün dünyanın temsiliyle belirlendiği ve dildeki sözcüklerin salt adlandırma işlevi gördüğü görüşünü tümden reddeder. Başka bir deyişle, Wittgenstein bu dönemde, dilin özyapısı üzerine açık, belirgin, soyut ilkeler getirmek yerine, dile doğal bir insan fenomeni, çevremizde olup biten bir şey, karmaşık insan faaliyetlerinin oluşturduğu bir bütün olarak yaklaşmıştır. Bu dil anlayışının önemli bir özelliği, onun dili özünde toplumsal bir fenomen, ancak birden fazla insanın benimsediği kuralların varlığıyla işleyebilen bir fenomen olarak görmesidir. Wiugenstein, bu dönemde dili, insan tarafından kullanılan bir alet olarak görür. Bir ifadenin anlamı, o ifadenin mümkün kullanışlarının bir toplamıdır. Bu da anlamı, insan faaliyetlerine ve sonunda da yaşam biçimleri bütünlerine bağlar. Dille ilgili olarak resim benzetmesinden alet benzetmesi ne geçiş, Wittgenstein’in iki dil görüşü arasındaki en önemli farktır. Wittgenstein, bu ikinci dil görüşünde, dilin kullanılmasını aynı zamanda oyun oynamaya benzetir. Tüm oyunlar kurallar tarafından yönetilen faaliyetler, yapıp-etmeler olduklarına göre, amaçlı bir faaliyet olan dil, uzlaşımsal ve değişken kuralların yönettiği öğelerle yürütülür.
İkinci dönemin Wittgenstein’ına göre, felsefe özünde bir teori değil, fakat bir faaliyetidir. Felsefe yapılan bir şeydir, ama sayıp dökülecek bir öğreti bütünü değildir. O felsefenin geleneksel problemlerinin kötü bir biçimde formüle edilmiş olan anlamsız problemler olduklarını öne sürer. Bundan dolayı, felsefi teoriler oluşturmaktan vaz*geçmek gerekir; çünkü bu, kafaları daha da karıştırmaktan başka bir işe yaramaz.
Wittgenstein’a göre, filozofa düşen, dilin çeşitli kullanım biçimleri içinde uygulandığı, farklı, ancak ilişkili dil oyunlarında nasır kullanıldığını göstermektir. Filozof bunu insanların saptırıcı benzetmelerle yoldan çıkmalarına engel olmak için yapar. Wittgenstein’a göre, kişi felsefe yapmaya başlamadan önce, dilin, kendisini saptırabilme tarzlarını ve saptırdığı yolları araştırmak zorundadır. Onun felsefe yapma biçimi işte bu anlayıştan çıkar: Felsefe, dil konusundaki yanlış ve sahte kabullerimizin, dünya üzerine olan düşüncelerimizi nasıl saptırdığının çok yönlü bir biçimde araştırılmasıdır. Felsefenin görevi, bir tür terapidir, tedavidir. Felsefi problemlerle kafası karışmış ya da çıkmaza girmiş kişiye, insanların kullandıkları dil-oyununun kuralları anlatılarak yardımcı olunabilir.
Wittgenstein’a göre, insanı yanlışa sürükleyen şey, onun sözcüklerin bir oyunda nasıl kullanıldıklarına bakarak, aynı sözcüklerin başka bir oyunda da aynı şekilde kullanılacağını düşünmesidir. O, birinci oyunun kurallarının ikinci oyunda da aynen geçerli olduğunu düşünür ve böylelikle de çıkmaza girer. Böyle bir insan kafası karışmış olan biridir. Kafası karışmış olan kişi, benim bir dükkanda çevreme bakıp, ‘Bu, bir bisiklet; bu. bir televizyon; bu, bir ekmek kızartıcısı’ dediğime göre, kendi içime yönelerek ‘sol dizimde bir ağrı, içimde bir fincan çay içme, bir de bugünün Pazar günü olması isteği var’ dediğim zaman, benzer bir iş yaptığımı sanır. Oysa, bunlar tamamıyla farklı iki işlemdir. Kendimize ilişkin betimlemelerde yapılan, kendi içimizde bulduğumuz şeyleri sıralamak değildir. Bu konuda açıklığa varmanın yolu, Wittgenstein’a göre, dili doğal çerçevesi içinde ele almak ve insanların bir şeyler söyledikleri zaman, içinde bulundukları durumları, bunların söylenmesine eşlik eden davranışları hesaba katmaktır.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-Y- Felsefi Terimler Sözlüğü

Yabancılaşma: 1-Özgün anlamı içinde, bir şeyi ya da kimseyi başka bir şeyden ya da kimseden uzaklaştıran. başka bir şeye ya da kimseye yabancı hale getiren eylem ya da gelişme. Yabancılaşma,
2- Daha özel olarak da, psikiyatride, normalden sapmaya;
3- Çağdaş psikoloji ve sosyolojide, kişinin kendisine, içinde yaşadığı topluma, doğaya ve başka insanlara karşı duyduğu yabancılık hissine işaret eder.
4- Felsefede, yabancılaşma, şeylerin, nesnelerin bilinç için yabancı, uzak ve ilgisiz görünmesi, daha önceden ilgi duyulan şeylere, dostluk ilişkisi içinde bulunulan insanlara karşı kayıtsız kalma, ilgi duymama, hatta bıkkınlık ya da tiksinti duyma anlamına gelir.

Yabancılaşma, kontrol altına alınamayan içgüdüler, tutkular ve yerleşik alışkanlıklar nedeniyle, insanın kendisine, kendi gerçek özüne yabancı hale gelmesi durumunu, insana özgü özellikleri, insani ilişki ve eylemleri, insandan bağımsız olan ve insanın yaşamını yöneten şeylerin, cansız nesnelerin özellikleri, ilişkileri ve eylemlerine dönüştürme hareketi ya da sürecini tanımlar.

5- Yabancılaşma daha özel olarak ve benliğe yabancılaşma anlamında, benin kendi özünden uzaklaşmasıyla, kendisine ve eylemlerine nesnel bir biçimde, sanki bir ustanın elinden çıkmış bir nesneye bakarcasına yaklaşmasıyla belirlenen bilinç haline karşılık gelir. Buna göre, yabancılaşma, kişinin kendi beniyle ya da zihin halleriyle, kendisi arasına duygusal bakımdan mesafe bırakması durumunu, kişinin gerçek beniyle olan içsel temasını yitirdiğini anlamasının sonucu olan kendinden kopma halini ifade eder.
Yabancılaşmanın ‘güçsüzlük’ ya da iktidarsızlık’ boyutu, insanların toplumsal çevrelerini etkileyememeleriyle ilgili duygularını, kaderlerinin kendi denetimleri altında olmayıp, dış güçler, başkaları ya da kurumsal düzenlemeler tarafından belirlendiği hislerini ifade ederken, ‘anlamsızlık’, değerli sayılan hedeflere ulaşabilmek için, meşru olmayan yollara gerek olduğu duygusunu, genel olarak yaşamda, özel olarak da belirli bir eylem alanında, örneğin kişisel ilişkilerde anlam ya da amaçlılık bulamama halini ortaya koyar.
Yine, yabancılaşmanın yalıtlanmayla ilgili boyutu, insanların toplumun norm ve değerlerinden uzaklaşmış ya da kopmuş oldukları hissine kapıldıkları, toplumsal ilişkilerde dışlanmışlık ya da yalnızlık duydukları zaman ortaya çıkar. Öte yandan, yabancılaşmanın ‘normsuzluk’la ilgili boyutu, kabul görmüş ve gelenekselleşmiş davranış kalıplarına uyamama ya da bağlanamamayı ifade ederken; yabancılaşmada, kendinden uzaklaşma, kişinin psikolojik bakımdan ödüllendirici olan etkinlikler bulamamasıyla ilgilidir.
Plotinos ve Aziz Augustinusa kadar geri giden yabancılaşma düşüncesi, en açık ifadesini Hegel‘de bulur. Yabancılaşmayı ontolojik bir olgu olarak değerlendiren Hegel’e göre, yabancılaşma aynı insanın, özne, yani kendini gerçekleştirmeye çalışan yaratıcı insan ve nesne, yani başkaları tarafından etkilenip yönlendirilen insan olarak ikiye ayrılışının sonuca olup, insanın kendi yaratılan (dil, bilim, sanat, vb,) ona yabancı nesneler haline geldiği zaman ortaya çıkar.
Hegel’den çok gelmiş olan ‘maddeci Alman filozofu Feuerbach ise, yabancılaşmanın kaynağını din kurumunda bulmuştur. Tanrı’nın kendi kendisine yabancılaşmış insan olduğunu savunan Feuerbach’ın gözünde Tanrı, insanın özünün mutlaklaştırılması ve insanın kendisinden uzaklaştırılmasıdır. Yani, ona göre, insan kendi özünden, daha yüksek, hayali ve yabancı bir varlık yarattığı, onu kendi üstüne koyduğu ve karşısında kendisini köleleştirdiğinde, kendi kendisine yabancılaşır.
Feuerbach’ın görüşlerini kabul etmekle birlikte, insanın dini anlamda yabancılaşmasının, çeşitli yabancılaşma türlerinden, insanın kendi kendisine yabancılaşma şekillerinden yalnızca biri olduğunu savunan Marx’a göre, insan, kendi faaliyetinin ürünü olan şeylerden, bir köle, güçsüz ve bağımlı bir varlık olarak ilişki kurduğu, ayrı, bağımsız ve güçlü bir nesneler dünyası meydana getirmek suretiyle, kendi kendisine çeşitli şekillerde yabancılaşır. Bu yabancılaşma türlerini özellikle kapitalist topluma ilişkin eleştirisinde ön plana çıkartan Marx’a göre, modern kapitalist toplum teknolojiye yalnızca üretim açısından değer vermekle kalmaz, fakat teknoloji tarafından üretilen nesnelere, insan varlıklarına gösterilmesi gereken saygıyı göstererek, tapar. Böyle bir toplumda, insanlar birbirlerini gerçek bir değeri olmayan araçlar olarak görürlerken, makineler çok yüksek bir değer kazanıp, insanların taptığı amaçlar olup çıkar. Böyle bir toplum insanları birbirlerine’ yaklaştırmak yerine, her birini diğerlerinden yalıtlanmış küçük adacıklar haline getirir. İşte böyle bir toplum yabancılaşmış bir toplum, böyle bir toplumun bireyleri de yabancılaşmış insanlardır.
Başka bir deyişle, insanın özünün iş ya da çalışmada, başka insanlarla birlikte, ve insanlara kendilerinin dışındaki dünyayı değiştirme olanağı veren yaratıcı etkinlikte gerçekleştiğini öne süren Marx’a göre, üretim süreci bir nesneleştirme süreci olup, insan bu süreç içinde yaratıcılığını cisimleştirmekle birlikte, yaratıcısından ayrı şeyler olarak duran maddi nesneler meydana getirin. Yabancılaşma, işte bu noktada, insan, artık daha fazla kendisine ait olmayan ayrı ve bağımsız bir güç olarak karşısında duran ürününde kendisini tanımadığı zaman ortaya çıkar. Bununla birlikte, yabancılaşma, tarihsel olarak yalnızca kapitalizmde söz konusu olur, zira yabancılaşmanın kökeninde, kapitalistlerin başkaları tarafından yaratılmış ürünleri kendilerine almaları olgusu vardır.
Marx, yabancılaşmanın dört ayrı görünümünden söz etmiştir. Bunlardan birincisi, işçinin, ürettiği şey başkaları tarafından alındığı ve onun ürününün kaderi üzerinde hiçbir kontrolü ya da etkisi kalmadığı için, emeğinin ürününe yabancılaşmasıdır. İkinci olarak, işçi, Marx’a göre, üretim eylemine yabancılaşır. Çünkü kapitalist ekonomide, çalışma gerçek ve özsel hiçbir tatmin sağlamayan ve kendi içinde bir amaç olmaktan çıkan yabancı bir faaliyet haline gelir. Emek satılan bir şey ya da meta haline gelmiş olup, onun işçi için taşıdığı tek değer, satılabilirliğidir. Üçüncü olarak, işçi doğasına, özüne ya da türsel varlığına yabancılaşır, zira yabancılaşmanın ilk iki yönü, onun üretici faaliyetini insani niteliklerden yoksun bırakır. Ve insan, Marxa göre, nihayet, kapitalizm insan ilişkilerini pazar ilişkilerine dönüştürdüğü ve dolayısıyla, insanlar, insani nitelikleriyle değil de, pazardaki yer ya da statüleriyle değerlendirildikleri için, başka insanlara da yabancılaşır.
Yabancılaşma düşüncesinde, söz konusu Marksist düşünce geleneği dışında. Durkheim, Weber ve Simmel tarafından temsil edilen sosyolojik düşünce geleneği de çok etkili olmuştur. Bu geleneğe göre, modern insan, şimdiye kadar hiç olmadığı ölçüde yalıtlanmış, kendisine ve toplumuna yabancılaşmış durumdadır. Eski ve geleneksel değerlerle bağını koparan modern insan, yeni rasyonel ve bürokratik düzende, hiçbir şeye güvenmez, her şey karşısında inançsız olmuştur. Örneğin Weber’e göre, toplumsal düzendeki rasyonalizasyon ve formalizas*yon eğilimi karşısında, kişisel ilişkiler azalırken, kişisel olmayan bürokrasinin gücü ve önemi artar.
Yabancılaşma düşüncesi içinde üçüncü bir gelenek ise, yabancılaşmayı, bir insanın başka insanlara olduğu kadar, kendisine, kendi benine aykırı düşmesi diye tanımlayıp, bireyin gerçek beninden, özünden, daha derindeki kişiden ayrı düşmesinin ise, onun başkalarının isteklerine göre eylemesi, rahatını bozmamak istemesi, toplumsal kurumların baskısından kurtulamaması, sorumluluktan kaçması, dışarıdan yönlendirilmesi şeklinde tezahür ettiğini söyleyen varoluşçu gelenektir. Kierkegaard, Heidegger, Camus ve Sartre gibi düşünürlerin yer aldığı bu gelenek içinde, nesnel bilgi karşısında öznel hakikatin önemini vurgulayan Kierke*gaard’a göre,’yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve umutsuzluğun hüküm sürdüğü bir dünyada, insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi, kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi problemidir. Yabancılaşmayı aşma ancak ve ancak inancın sıçrayışıyla, Tanrı’ya yönelmek suretiyle mümkün olabilir. Buna karşın, Sartre ve Camus gibi ateist varoluşçularda ise, yabancılaşma, anlamdan ve amaçtan yoksun bir dünyada söz konusu olan doğal bir durum olup, varoluşun saçmalığının bir sonucudur. Yabancılaşmayı aşmak da, yaşamın anlamsızlığını içtenlikle kabul edip, kişinin özgür ve etkin seçimlerle kendini yeniden yaratmasıyla söz konusu olur.

Yabancılaşmanın nedenleri: İnsanın kendi özüne içinde yaşadığı dünyaya, üyesi olduğu topluma yabancılaşmasının nedenleri ya da kaynakları beş ayrı başlık altında toplanabilir. Bunlardan
1- Ekonomik etkenleri ön plana çıkartan ekonomik yaklaşıma göre, yabancılaşmanın kaynağında, insanın insana yabancılaşması sonucunu doğuran mülkiyet ilişkileri ve üretim araçlarının özel mülkiyeti vardır.


2- Teknolojik faktörleri ön plana çıkartan yaklaşıma göre ise, yabancılaşmanın kaynağında, modern dünyada teknoloji ruhunun akıl almaz yükselişi vardır. Bu anlayışa göre, insan yaşam biçimini makineye uydurduğu, makineleşmeye başladığı için, yabancılaşır.
Öte yandan,
3- toplumsal nedenlerin önemini vurgulayan toplumsal yaklaşıma göre, yabancılaşmanın kaynağında, modernite öncesi geleneksel toplum biçiminin ortadan kalkarak, onun yerini büyük ölçekli ve kitlesel eyleme dayalı laik toplumun alması olgusu vardır. Yine,
4- Felsefi-varoluşçu öğretilerin yabancılaşmanın kaynağını insanın dünyada bir yabancı olarak varoluşunun sonlu ve yalıtlanmış doğasında bulduğu yerde, 5- Psikolojik yaklaşım yabancılaşmanın kökünü Oedipus kompleksiyle, uygar toplumdaki engellenme olgusunda arar.



Yahudilik: Musevilik. İsrail halkının dini düşünce, inanç ve kurumlarının tümü; İsrailoğullarının tarihi içerisinde oluşmuş olan dini gelenek.
Irk temeline dayalı bir din anlayışıyla seçkinleşen Yahudi inancı, ünlü Musevi teolog İbni Meymun tarafından on üç başlık altında toplanılmıştır:
1- Tanrı dünyanın yaratıcısı olup,
2- Bir ve tektir.
3- Tanrı ruhtur ve
4- Ölümsüzdür;
5- Sadece Tanrı’ya dua edilmelidir.
6- İsrail peygamberlerinin bütün sözleri gerçek olup,
7- Musa, peygamberlerin en büyüğüdür.
8- Yahudilerin benimsediği yasa, Musa’ya Tanrı tarafından vahyedilmiştir.
9- Onu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.
10- İnsanların bütün eylemlerini gören Tanrı,
11- Emirlerini yerine getirenleri ödüllendirir.
12- Peygamberlerin müjdelediği Mesih’i gönderecek olan Tanrı,
13- Ölüleri diriltecektir.

Dünyayı Tanrı’nın lütfunun bir eseri olarak gören, insanlığın Tanrı’nın yarattığı Adem ile Havva’dan gelen büyük bir aile olduğuna inanan Yahudilikte, insana Tanrı tarafından seçme gücü, irade özgürlüğü verilmiştir. Ruhun ölümsüz olduğunu, ebedi saadetin tanrısal yetkinliği gönül gözüyle görmekten meydana geldiğini beyan eden Yahudiliğin kutsal literatürü, yalnızca Hıristiyanların Eski Ahit dedikleri kısma tekabül eden İbrani kitaplarından meydana gelir. Bunlar, Tevrat (Torah), Peygamberler (Nebilm) ve Ketubimdir. Bununla birlikte. Tevrat sadece dini bir eser, ahlâki öğütler derlemesi olmayıp, Mısır egemenliğinden kurtularak yeni doğan bir halk için gerekli olan yasa ve kural toplamı olmak durumundadır.

Yapısalcı fonksiyonalizm: Toplumsal yapıların, politik sistemlerin analizinde kullanılan genel bir teorik yaklaşım tarzı.
Özde toplumsal sistemler diye kavramsallaştıran ve toplumsal yapıların özelliklerinin bu sistemlerin bekasına olan katkılarıyla açıklayan teorik yaklaşımları tanımlayan bir teori olarak yapısal fonksiyonalizm, bir sosyal sistemin varoluşunu sürdürmek, ayakta kalabilmek için yerine getirmek durumunda olduğu görevleri veya işlevleri teşhis etmekten ve daha sonra da hangi kurum ya da yapıların bu ihtiyaçları karşılamaya yetili görün-düğünü araştırmaktan meydana gelir.
Buradan da anlaşılacağı üzere, yapısal fonksiyonalizmde, 1- Toplum birbirleriyle ilişki içinde bulunan parçalardan meydana gelmiş bir sistem olarak düşünülür. 2- Doğallıkla dinamik bir denge durumu içinde olan toplumdaki hareketlilik ya da faaliyetlerin tümü genel denge durumuna katkıda bulunur. 3- Öyle ki, yapısal fonksiyonalizme göre, bu düzenli eylem ya da faaliyetlerden hiç değilse bir kısmı toplumun bekası için vazgeçilmez bir durumdadır.


Yararcılık: Genel iktisadi bir öğreti bir siyaset felsefesi ve toplum teo*risi olarak iyinin mutluluk ya da hazza ve dolayısıyla da doğruya eşit olduğu görüşü. Belli bir nüfus veya tek bir birey söz konusu olduğunda, acı karşısında hazzı ya da genel olarak mutluluğu arttıran politika, tercih, karar ya da eylemin iyi ve dolayısıyla doğru olduğunu öne süren görüş.

Yaratıcı evrim: Evrime inanmaklabirlikte bu evrimin Darwin’in evrim anlayışı gibi, mekanik bir doğal ayıklanma kuramına dayanmayıp, yaratıcı olduğunu savunan Henri Bergson’un evrim anlayışına verilen ad.
Darwin’in yeryüzünde ve tarih boyunca ortaya çıkmış çok çeşitli türleri, basit orga*nizmaların, insanla doruk noktasına ulaşan daha karmaşık ve yüksek organizmalarla nasıl tamamlandığının hesabını veremeyen keyfi bir adaptasyon modeliyle açıklamaya kalkıştığını öne süren Bergson, Darwin’in söz konusu mekanik modeli yerine, teleolojik bir evrim anlayışı geçirmiş ve bütün bir evrim sürecine yayılmış olan yaratıcı hamle ya da yaşam atılımının varlığından söz etmiştir. Bergson’a göre, yaşam ve evrim en iyi bir biçimde bir yaratıcı hamle yoluyla açıklanabilir. Yaratıcı hamle, tüm canlı varlıklardaki başlıca içsel öğedir. O yaratıcı gelişmesinde boyuna yeni türler, yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı hamle, buna göre yaratmadan yaratmaya bir sıçramadır.
Bergson, canlılara sürekli olarak sıçramalı bir hareket veren bu yaşam atılımının iç güç kaynağının Tanrı olduğunu söyler. Tanrı’nın kendisi evrendeki bu yaratıcı gelişmeyle içten bir bağlantı içindedir. Bundan dolayı, Tanrı son bulmuş bir şey değildir, bitip tükenmez bir yaşamdır. O, sonsuz eylem, durmayan özgürlüktür. Bergson, tüm canlı varlıkların birbirleriyle bağlantı içinde olduklarını, hepsinin aynı verimli atılımın egemenliği altında olduğunu söyler. Bergson’a göre, yaşam varolan her şeyin, kendisinin parçaları değil de, görünümleri olduğu sürekli ve bölünmemiş bir süreçtir. Her şey bu yaratıcı hamle tarafından harekete geçirilir ve bu yaratıcı hamle temel gerçekliktir.

Yasa: 1- Şeyleri belirlediği kabul edilen ilke; doğal olayları birbiri etme bağlayan zorunlu ilişkiyi ortaya koyan genel prensip. Doğadaki olaylar arasında hüküm süren sürekli ilişki. 2- Bir bütü*nü meydana getiren öğelerin işleyişini yöneten zorunlu ve sürekli bağıntı.
3- Toplumsal yaşamı ve insan eylemlerini düzenleyen normlar, kurallar; belli bir otoriteye dayanılarak konan ve birtakım yaptırımlarla desteklenen ilkeler bütünü.
Bu bağlamda, Tanrı tarafından konan ve vahiy yoluyla insanlara bildirilen, insanların birbirleriyle ve yaratıcılarıyla olan ilişkilerini düzenleyen yasaya tanrısal yasa denmektedir. Buna karşın, insan iradesinin insana tüm insanlar için geçerli olacak şekilde buyurduğu evrensel ahlâk kuralları bütününe ahlâk yasası, bir toplumda yasama organı tarafından çıkarılan, toplumsal yaşamı ve insan etkinliklerini düzenlemeyi, denetlemeyi amaçlayan bağlayıcı kurallara hukuk yasa, doğal olaylar arasındaki sürekli ve düzenli ilişkilere doğa yasası, doğa bilimlerinin konu aldığı sürekli düzenliliklere de bilimsel yasa adı verilmektedir.
Bu bağlamda, en iyi bilinen ve en çok kullanılan açıklama türü olarak, açıklanma ihtiyacı duyan nesne ya da olgunun bir yasaya uyduğunu göstermekten oluşan açıkla*ma türüne yasayla açıklama adı verilir. Bu anlayışa göre, örneğin, bir parçası suya batırılmış olan bir sopa. Snellin kırılma yasası temele alınarak, bir gezegenin konumu Kepler’in birinci ya da ikinci yasasına göre açıklanabilir.

Yasakçılar: Çin felsefesinde ortaya çıkan ve siyaset felsefesi alanında, toplumun yönetimi için buyurucu ve düzenleyici yasaların önemine işaret eden akım.
Bir ülkenin başarıyla yönetilebilmesi için Konfüçyus’un öğütlediği gibi, halka iyi örnek olmanın, gerisini törelere ve geleneklere bırakmanın yeterli olmadığım öne süren Yasakçılar, en ince ayrıntılara yarıncaya dek iyi tasarlanmış buyurucu ve düzenleyici yasalar ve yasaklar koymanın ve böylelikle herkesin doğru yolda olabilmesi için gerekli çerçeveyi oluşturmanın gerekliliğini ortaya koymuşlardır.

Yazgı: 1-Her şeyi belirleyen, kontrol eden kaçınılın zorunluluk. 2- İnsan zihninin rasyonel bir zorunluluk ya da amaçlı bir iradi eylem fikri oluşturamaması durumunda, tüm insanların kendisine tabi oldukları, kişisel olmayan ya da kişileştirilebilen fakat kesinlikle tahkik edilemeyen, anlaşılamayan akıldışı güç.
3- Şeylerde ortaya çıkan ve onları oldukları gibi olmaya zorlayan zorunluluk. 4- Kişinin hiçbir şekilde denetlenemeyen güçler tarafından biçimlenen talihi.


Yeniden inşacılık: Sosyoloji ve eğitim felsefesinde, eğitimi, çağın bunalımlarını gidermek üzere, toplumu yeniden düzenleme programı veya girişimi olarak gören anlayış; yirminci yüzyılda, bilimsel ve teknolojik değişmelerin bir sonucu olarak, Batının bir bunalım çağına girdiğini, temel değerlerinin tehlikeye düştüğünü öne sürme ve bunalımdan çıkma görevini, eğitin veren görüş.
20. yüzyıl uygarlığının kendi kendisini yok etme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu, sahip olduğu muazzam gücün insanlığın geleceğini ciddi bir biçimde tehdit ettiğini, siyasi eylemle aşılamayacak denli büyük olan bu bunalımın, ancak ve ancak eğitim yoluyla giderilebileceğini savunan bu eğitim anlayışına göre, eğitimin amacı ve araçları, mevcut kültürel bunalımın taleplerini karşılayacak ve davranış bilimlerinin buluşlarına uygun olacak şekilde, yeniden düzenlenmelidir.

Yeni kozmoloji: Kopernik, Galile ve Newton’ın geliştirmiş olduğu modern bilimin ortaya koyduğu veya içerdiği evren görüşü.
Yunan ve Hıristiyan kozmolojisinin yerini alan yeni kozmolojinin doğuşunda ilk büyük ve önemli adımı Polonyalı astronom Kopernik atmıştır. Başka bir deyişle, güneşin dünya etrafında döndüğünü söyleyen jeosantrik sistem yerine, dünyanın güneşin çevresinde döndüğünü gösteren helyosantrik sistemi içeren Kopernik astronomisi, yalnızca dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkardığı için değil, fakat evrenin bir merkezi olmadığı düşüncesini gündeme getirdiği için önem taşır. Kopernik. işte bu bağlamda teorisiyle, Yunan ve Hıristiyan kozmolojisinin belli bir bölümünü değil, onun Aristoteles’ten çıkan tüm temellerini yıkmıştır. Bilindiği üzere, eski kozmolojide evren, kendisini meydana getiren öğeler arasındaki niteliksel farklılıklara karşın, içinde her şeyin, tek tek her varlığın belli bir yerinin ve işlevinin bulunduğu tek bir canlı organizma şeklinde tasarlanmıştı.
Oysa Kopernik, Galile ve Newton tarafından kurulan modern bilimin öngördüğü kozmolojinin en büyük yeniliği, onun doğayı, insan varlığıyla Tanrı’nın dışında olan bir varlık alanı olarak sunmuş olmasıdır. Buna göre, doğa, canlı ve akıllı insan varlığına ilgisiz ve yabancı olan ve dolayısıyla, akıllı insan varlığı tarafından gözlemlenip analiz edilmek suretiyle, denetim altına alınacak olan cansız madde alanını meydana getirmekteydi.
Dünya evrenin merkezinde değilse, ve evrenin bir merkezi bulunmuyorsa eğer,.bu takdirde, evren, her yerde var olmak bakımından bir ve aynı olurken, salt zaman ve mekan içindeki yayılımıyla farklılaşan maddenin varlık alanı olarak anlaşılmalıdır. Bu ise, evrene ilişkin bilginin, ölçüme, zaman ve mekan kavramlarının imkan tanıdığı nicellikli ölçütlere bağlı olduğu anlamına gelir. Buna göre, doğal bir fenomeni anlamak, artık daha fazla onun ereksel nedenini, onun evrendeki, kendisine Tanrı tarafından verilmiş olan, amacını ya da işlevini kavramayı gerektirmez Tam tersine, doğal bir fenomeni anlamak, yeni kozmolojinin bir sonucu olarak, onun fail nedenini, yani fiziki evrende onun doğuşuna yol açan koşulları ve faktörleri bilmeyi gerektirir. Şu halde, yeni kozmolojide evren ya da doğa, büyük ve cansız bir makine olup, hem insan varlıklarının ve hem de Tanrı’nın dışında kalır. Bundan dolayı, doğa, Tanrı’nın amaçlarına dair bir bilgi aracılığıyla değil de, ancak ve ancak kendi terimleriyle anlaşılabilir.

Yeni-liberalizm: Klasik liberalizmden farklı olarak yirminci yüzyılda geliştirilen, özellikle de İngiliz iktisatçısı John Maynard Keynes tarafından temsil edilen liberalizm türü.
Yeni-liberalizm, on sekizinci yüzyıl liberalizminin temel koşul ya da kabulleri olan refah ve gelir dağılımının, rekabetten doğan iktisadi ahenk varsayımına bağlı olarak hakkaniyet içinde olacağı, ve liberal ilkelere göre şekillenen iktisadi yapının şiddetli bunalım ve çöküşlerden bağışık olacağı kabullerinin gerçekleşmemesinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda yeni liberalizm, eski liberalizmin başta devletin iktisadi alanla ilişkisi ve görevleri konusundaki görüşlerinde yapılan değişikliğe bağlı olan versiyonudur.
Gerçekten de, Locke’tan itibaren liberalizm, devletin birey ya da halkın bir aracı olduğunu öne sürer. Bununla birlikte, klasik liberalizmin yeni liberalizmden ayrıldığı nokta, onun devletin hakimiyeti kaldırıldığı zaman, iktidar probleminin bütünüyle çözülmüş olacağı inancıdır. Klasik liberalizme göre, devlet yok olup gidecek ve onun yerini, yönetilenin ve yönetenin olmadığı, eşit yurttaşların bir birliği olarak toplum alacaktır. Oysa, yeni-liberalizm ya da yirminci yüzyıl liberalizmi, iktisadi yapının, tıpkı geçmişte siyasi iktidarın yaptığı gibi, halkın yaşamına ve özgürlüğüne tecavüz edebileceğini kabul eder. İşte bu kabulün bir sonucu olarak, eski liberalizmin tarihsel bir düşman olarak gördüğü devlet, ekonomik ve mali iktidarın medet umduğu bir kuruluş, gerekli toplumsal düzenlemenin faili diye görür. Başka bir deyişle, yeni-liberalizm her şeyden önce, her insan tekine gıda, yiyecek, konut, vb.ni kapsayacak şekilde, asgari bir maddi kazanç sağlanması gerektiğine inanır. O, ikinci olarak, yeterli bir yaşam standardının varolan maddi kaynaklar ve bilimsel bilgi yoluyla temin edilebileceğini düşünür. Yeni-liberalizm, nihayet, devletin özel teşebbüsün başarısızlığa uğradığı her yerde harekete geçme hakkına, daha doğru bir deyişle görevine sahip olduğuna inanır. Buna göre, devletin teknik olarak toplumsal olan birtakım hizmetlerde bulunması gerekmektedir.

Yeni-Marksizm: Yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan ve geleneksel Marksizmin, özellikle bilim karşısında dogmatik bir tavır aldığı için yanılmış olduğunu öne süren; Marx ve Engels’in düşüncelerinden yola çıkmakla birlikte, bu fikirleri psikanaliz veya Weber sosyolojisi ya da anarşizm gibi unsurların da yer aldığı daha geniş bir çerçeve içine oturtan fikir hareketi, sosyolojik analiz veya toplum teorisi, Marksizm anlayışı.
Marksizmin özünü, özgürleştirici bir felsefe ve pratik anlayışını korumakla birlikte, onu determinizmden, insan öznelliğini göz ardı eden nesnelcilik, bilimcilik ve tarihsicilikten kurtarmaya çalışmıştır. Klasik Marksizmin kötü ideoloji, iyi bilim ayırımına dört elle sarıldığını, oysa bunun bilimi efsaneleştirip mutlaklaştırdığını öne süren Yeni Marksizm, ekonomizm ve bilimle ilgili ütopyacılıktan vazgeçmiş, bilimi diğer inanç sistemleriyle aynı düzeye getirmeye çalışmıştır.
Bilimcilik ve tarihsicilikten olduğu kadar, tarihsel determinizm, evrimcilik ve ekonomizmden de uzak duran Yeni Marksizmin kaynakları arasında, temeli ya da özü itibariyle klasik Marksizm, ve bu arada, Yeni Hegelcilik, fenomenoloji, süreç felsefesi, mantıkçı empirizm, Spinozacı anlamda akılcılık, psikanaliz ve yapısalcılık; buna karşın katkı yaptığı alanlar arasında ise, proletaryanın sınıf bilinci, bürokrasi, ulusçuluk, kent ve siyaset sosyolojisi, üstyapı, kültür endüstrisi, yabancılaşma, şeyleşme ve özgürlük gibi konular sayılabilir.

Yeni sol: 1950’lerde oluşan ve Sovyetlerin Macaristan’ı 1956, Çekoslovakya’yı da 1968 yılında işgal etmeleriyle birlikte güç ve ivme kazanan, Soğuk Savaş dönemine özgü, entelektüel ve politik hareket.
Marksist düşünce geleneklerinden esin*lenmekle birlikte, Eski Sol diye tanımladığı, Troçkizm, Stalinizm, Maoizm ve anarşizm gibi geleneksel sol görüşler ve Sovyet yanlısı ideolojilerle arasına bir mesafe koyan Yeni Sol, kapitalizme ve Batılı demokrasilerin politik sistemlerine olduğu kadar, Doğu ve Batı Avrupa’daki komünist partilerin resmi Marksist ideoloji ve politikalarına şiddetle karşı çıkmıştır.

Yer merkezli teori: İlkçağda yunalı astronom Batlamyus tarafından geliştirilen ve sistemleştirilen Polonyalı ünlü astronom Kopernik, güneş merkezli sistemine kadar kabul gören astronomi teorisi.
Yer merkezli teoriye göre, dünya sabit olup, evrenin merkezidir. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldız1ar, dünyanın çevresinde dönmektedir.

Yeşiller: Modern endüstriyel ve teknolojik süreçlerin (ozon tabakasında oluşan delik örneğinde olduğu gibi) çevre için yarattığı tehdit karşısında oluşan bir baskı grubu.
Sadece endüstriyel ve teknolojik süreçleri değil, fakat bu süreçlerin görünüşte sınırsız teknolojik ilerleme ve tüketim düzeyinin yükselmesi talepleriyle, kendilerinden türediği sosyo-ekonomik ve politik sistemleri sorgulayan Yeşiller günümüzde Batı toplumlarında azımsanamayacak bir güce sahip bulunan bir baskı grubunu meydana getirir. Yeşiller ilerleme idesini kuşkuyla karşıladıkları için, bir postmodernist hareket olarak tanımlanır.


Yoga: Hint felsefesinin geleneğe bağlı kolu içinde yer alan ve Patanjali tarafından kurulmuş olan felsefe sistemi.
Söz konusu sisteme göre, bireysel ruhun yaradanla kaynaşmasının ya da birleşmesinin tek yolu gerçekliğin ortadan kalktığı, bütün bütüne kendinden geçmek ve vecd haline ulaşmak için yapılan bir dizi alıştırma ve uygulamadan geçer. Başka bir deyişle, kurtuluşa götüren yol, uzun ve zorlu bir yolculuktur. Buna göre, bireysel ruhun, yıllar süren bir kendini yenme, nefsini alt etme çabasıyla, öncelikle maddi çıkarlardan uzak durması, ikinci olarak azla yetinmesi, sıkıntılara katlanması, bilgiyi araması, kendini Tanrı‘ya adaması gerekir.
Söz konusu sisteme göre, bireysel ruh daha sonraki basamaklarda duyularını geri çekmek, yani dışa yönelik olan duyularını içe yöneltmek, düşüncelerini yalnız bir şey üzerine yönelterek orada yoğunlaşmak durumundadır. Bireysel ruh, daha sonraki basamakta, yoğunlaşmanın derinleştirilmesi ve güçlenmesi suretiyle, düşüncenin üzerinde yoğunlaştığı şeye kendiliğinden akmasını ya da kaymasını sağlar. Bu felsefe sistemine göre, ruhun kurtuluşu yolunda, bundan sonra gelen basamak, sonuncu basamak olan vecd halidir. Burada, yogi ya da ruh kendisini ayrı bir varlık, ayrı bir benlik ve ayrı bir bilinç olarak görmekten kurtulur ve mutluluğa erişir.
Ruhu bedenin zorlamalarından kurtarmayı amaçlayan süreç sekiz ayrı aşamayı ihtiva etmektedir: 1- Yama ya da beş ahlâk ilkesi; 2- Niyana, beş dini kural; 3- Asana, duruşlar, 4- Pranayana, nefsin kontrol altına alınması; 5- Pratyahara, duyuların büzülmesi; 6- Dharma, bir nokta üzerinde odaklaşma; 7- Dhyana, aynı konu üzerinde yoğunlaşma ve tefekkür; 8- Samadhi, vecd.
Öte yandan, yoga felsefesinin Patanjalize atfedilen temel metninin adı Yogasutra olarak bilinir. M.Ö. 2. yüzyılda yazılmış olan bu metin söz konusu yoga düşüncesini ve pratiğini sistemleştirdikten başka, ona hinduizm içinde saygın bir yer kazandırmıştır.


Yönetim: Gerek belirli bir birim ya da düzeyde, örneğin ulusal, bölgesel ya da yerel düzlemde, otoriteye sahip olan bütün veya yapıyı, gerekse bütün bir anayasal sistemi tanımlamak için kullanılan terim.
Demokrasi, otokrasi ve diktatörlük gibi farklı yönetim biçimleri vardır.

Yurttaşlık: 1- Hukuki olarak, belli bir yurtta doğup büyümüş olma; bir devletin vatandaşı olma. 2- Normatif ve ayırıcı bir biçimde demokratik bir ideal olarak, yönetilenlerin politik süreçlere tam ve eşit bir katılım içinde olmaları veya katılım hakkına sahip bulunmaları durumu.
Buna göre, monarklar, hükümdarlar veya askeri diktatörler tarafından yönetilen insanların, yurttaşlardan ziyade, sultan ya da diktatörlerin tebaası oldukları yerde, insanın yalnızca hak ve ödevlerin doğru tanımlandığı gerçek bir demokratik düzende yurttaş olabileceğini unutmamak gerekir. Öte yandan, Aristoteles’te yurttaşlık özellikle ödevler açısından ele alınmışken, liberalizmin etkisi altına girmiş modern dünyada yurttaşlığa esas haklar açısından yaklaşılmıştır.
 

seyyah_acem

YEŞİL TUAL
Katılım
25 Haz 2007
Mesajlar
766
Tepkime puanı
53
Puanları
0
-Z- Felsefi Terimler Sözlüğü

Zerdüşt: Zerdüştçülüğün kurucusu olan, 628-551 yılları arasında yaşamış kişi. Bilgelik tanrısı Ahuramazda’nın kendisine görün-düğünü söyleyen Zerdüşt, Tanrı’nın kendisine Vohu Manah isimli bir melekle vahiy indirdiğini ve hakikati yayma görevi verdiğini söylemiştir. İran kültüründe çoktanrıcılıktan tektanrıcılığa geçiş sürecinde oldukça önemli bir rol oynayan Zerdüşt’ün kurmuş olduğu din ise, Zerdüştçülük olarak bilinir. M.Ö. 7. yüzyılda ortaya çıkmış olan, İran ve çevresinde yaşayan halkların bağlandığı eski bir din olarak Zerdüştçülük, iyi ve kötü arasındaki kavga dinin kozmolojisine de yansıtıldığı ve ışıkla karanlık arasındaki bir savaşla sembolize edildiği için, ahlâki bir karakteri olan, ikici bir dindir. Zerdüştçülüğe göre, evrenin yaratıcısı, iyilik Tanrı’sı olan Ahuramazdadır. Ahuramazda, insanlara kötülük etmeye çalışan kardeşi Ehrimen ile sürekli bir savaş halindedir. Buna göre, Zerdüştçülükte, iyilik ve kötülük gibi, iki temel ilke vardır. Aydınlık iyiliği, karanlık da kötülüğü gösterir. İyiliği yayan Ahuramazda’nın karşısında, kötülüğü yayan Ehrimen bulunmaktadır. İnsan ruhu, işte bu iki gücün, iyilikle kötülüğün çatışma alanıdır. İnsan hangi taraf üstün gelirse. Zerdüştçülüğe göre o tarafa yönelir.
 
Üst