Açıkhava Mızıkacıları - M. Zekai Eryalaz

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
e14.jpg


4 Açıkhava Mızıkacıları
4 Kayalar Kartalı
4 Samançöpü Köprüsü
4 DevlerinSavaşı
4 Paçalının Özlemi
4 Nasreddin Hoca'nın Hindisi
4 Martıların Çığlığı
4 Balarısı İle Karatavuk
4 Sadakat Nişanı
4 Atın da Bir Hikâyesi Var
4 Dolap Beygiri
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Açıkhava Mızıkacıları ]</B>​

Sevgili Cocuklar!..
Tabiat ekranının en görkemli dekorunu oluşturan yüce bitki toplulukları ormanlar, nice nice canlıları bağırlarında barındırmaktadırlar. Ormanlar, geceleri ve gündüzleriyle, başlı başına birer sırlar manzumesidirler.
Seher zamanı, dallarında cıvıldaşan kuşlarıyla, bir ahenk cümbüşünü sergileyen orman, gecelerin karanlığına gömüldüğü zaman, sessizliğin ürpertici suskunluğu içerisinde, gizliliğin korunmasına sığınmak zorunda hisseder kendisini... Bu ürpertici suskunluğu, zaman zaman korkunç çığlıkların bozduğu da olur; Bir anda, vahşetin kucağından fırlayan korku, karanlıkların boşluğunda ürpererek gezinir; göğüs kafeslerinden fırlamak isteyen soluklar, bunda başarılı olamayınca, mahpeslerine geri dönmek sıkıntısı içerisinde kıvranırlar.
Sevgili Cocuklar!.. Size asıl anlatacaklarım: Canlılar Dünyası'nın çok sesliler orkestrası'nın konserinden söz etmek olacaktı. Ne var ki, canlılar Dünyası'nı bağrında şefkatle yaşatıp barındıran yüce yeşil örtü, ormandan söz etmekten kendimi alıkoyamadım.
Yüce yeşillik örtüsü ormanlarımız, geceleri anlattığım gibidir de, yerleşim bölgelerimiz çevresini oluşturan dağlar, tepeler, düzlükler, dereler, bağlar, bahçelerde geceler nasıldır dersiniz?!.
Sık sık uzaklardan yakınlara, köpek havlamaları duyduğunuz olmuştur sanırım... Bu seslere, kukumavların katılımlarını işitenleriniz var mıdır bilmiyorum!.. Ben, dere ve sazlıkların bateri topluluğu kurbağaların verdikleri konserleri pek çok izlemişimdir. Ağustos ve cırcır böceklerinin her yaz, evimin çevresinde verdikleri zorunlu konserlerini yıllarca dinlemişimdir.
Sevgili çocuklar!.. Söz, ağustos ve cırcır böceklerine değinmişken, size bu iki canlıyı kısaca tanıtmak istiyorum:
Bu hiç susmadan konuşup duran geveze böcekler, yaz geceleri bağ ve bahçelerde hiç susmadan öter dururlar.
Böcekler sınıfının eklembacak türü eşkanat takımından, iki çift zarkanata sahip olan ağustos böcekleri, bitkilerin özsuyu ile yaşamını sürdüren bir canlıdır. Baş bölümünde yer alan asıl gözlerinin yanında ayrıca üç adet de boncuk gözleri vardır. Ağustos böceklerinin en belirgin özelliği ise, sürekli olarak çıkardıkları tiz seslerdir.
Ağustos böceklerinin en çok yaşadıkları yerler, sıcak bölgelerdir. Bin beş yüz kadar türü bulunan bu böcek, ülkemizin Akdeniz bölgesi zeytinlikleri arasında yaşar ve bu ağaçların özsuları besin kaynaklarıdır.
Ağustos böcekleri'nin erkek olanları ses çıkarır. Bu böcek, öğle sıcağında, soluk alıp verdikçe, karın halkaları, kesik kesik ses verir. Ne var ki, bu yetenek onun hayatını kaybetmesine sebep olur: Böcek yiyen kuşlar, bu seslerden ağustos böceklerinin yerlerini bulur ve onları avlarlar.
Ağustos böcekleri'nin çıkardığı ses tonları, yaşadıkları bölgelere göre özellik gösterir: Güney Amerika'nın Amazon Bölgesi'nde yaşamakta olan bir tür ağustos böceği, tren düdüğünü çağrıştıran sesler çıkarır: Seylan Adası'nda yaşayan türleriyse, ses tonu itibariyle: ''Bıçak bileyicileri'' adıyla anılmaktadır. Bu böceklerin, Yunanistan'da yaşayan akrabalarının ötüşü: "harb" çalgısının çıkardığı sesi andırmakta; Mısırda yaşayan soydaşları ise, deve çanları ses tonu çıkarmaktadır.
Ülkemizde yaşayan ağustos böcekleri de ''manna'' ve ''dişbudak'' adları ile, bütün yaz boyu konserlerini sürdürmektedirler. Bazı türleri evcil olan ''cırcır böcekleri'' ise, böcek sınıfının eklembacak türü, düzkanat takımı arasında yer almaktadır. Bu böceğin de bini aşkın türü vardır: Evlerimizin çağrısız konuğu olan, fakat nerelerde gizlendiğini bilemediğimiz bu böcekler de tabiat ekranının açıkhava mızıkacıları topluluğunun gönüllü solistlerindendir. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!.. Şimdi de size, ağustos böcekleriyle ilgili bir hikâye sunmak istiyorum:
Mevsim sonbahar!.. Otlar, sararmış; ağaçlar, gazel dökmüş... Bağ ve bahçelerin yeşillikleri arasında şakıyarak konserler veren güzel sesli hanendelerin yerinde şimdi, kuru dallar üzerinde, serçeler çırpınıp duruyor. Tabiat ekranını, yumuşak esintileriyle okşamakta olan seher yellerinin yerinde artık, acımasız, sert esintili soğuk rüzgarlar, tokatlarcasına üfürüp savuruyor.. Dondurucu esintinin soluğu, çelimsiz fidanları dallarından sökercesine sallayıp duruyor; Neredeyse kar yağacak... Turna ve Ieylekler gibi göçmen kuşlar, sıcak ülkelere göçmüş bulunuyorlar. Göçebe olmayan canlılar ise, barınaklarına çekilmiş; kış uykusuna hazırlanıyorlar... Karıncası, balarısı kış hazırlıklarını yapmışlar. Bahçe ve kırlarda çiçek çiçek dolaşan kelebekler, ortalıkta pek görünmüyor; Tüm böceklerin yanısıra, karasinekler bile köşe bucak saklanır olmuşlar; Tabiat ekranı tam anlamıyla ölü bir mevsimi sergiler olmuş.. Şimdi artık, yaz mevsimimin açık hava mızıkacılarının, gün boyu verdikleri konserlerin yerini, rüzgârların hırçın esintili çığlıkları almış...
İşte şu anda bir bağ evi barakasının çatı boşlukları ve pencere pervazları arasında rüzgârın soğuk soluğu, cakalı edasıyla ıslıklar çalmada...
Fakat o ne?!. Hırsla esen sonbahar rüzgarının bir an soluklanmak üzere esintisini kestiği bir sırada, iniltiyi andıran ince bir ses duyuluvermişti. Yalvarıncasına konuşmaya çalışan sesin sâhibi şöyle diyordu:
Rüzgâr kardeş!.. N'olursun bana acı da biraz yavaş es!.. Soluğun dondurucu, bense hasta ve güçsüz bir böceğim!..
Hırçın sonbahar rüzgârı, kısa bir süre soluğunu tutarak çevresine bakındı. Yalvarıp yakaran çelimsiz ses, kulübe çatısının çatlak pervazlarından birisinden geliyordu. Eğilerek baktı: Pervaz oyuğunun arasında bir ağustos böceği tirtir titremekteydi. Acımasız sonbahar rüzgârından, acıma duygusu beklenebilir miydi?!. Üstelik olayı eğlenceli de bulmuştu. Bir an tutmakta olduğu soluğunu "Vuvv, vuvv!..'' diye boşalttıktan sonra, üşümekten daha da titremesi artan ağustos böceğine şöyle dedi:
- Soluğum, cılız bedenini üşütüp incitti mi cicim?!. Ağustos böceğinin üzüntülü bakışları sürerken rüzgâra şöyle dedi: ses tonu dermansız, çatlak çatlaktı:....
- Rüzgâr kardeş!.. gördüğün gibi çok üşüyorum. Üstelik karnım da çok aç; Günlerden beri bir Iokma olsun yiyecek bulamadım...
Sonbahar rüzgârı, onun bu konuşması üzerine acıyacağı yerde kızmış, daha da öfkelenmişti. Soluğuna biraz daha soğukluk katarak, böceğe doğru üflerken konuştu:
Kendini özürlü göstererek acındırmaya çalışma; beni kandıramazsın!.. Bütün yaz boyu, bağ ve bahçelerde saz çalıp çengiler gibi oynayıp durdun. Geleceğini hiç düşünmedin. Bütün canlılar yuva kurmak için olanca güçleriyle çalışıp çabalarken sen, gece gündüz şenlik yapardın. Karıncalar durmadan yuvalarına kış yiyintilerini taşıyıp dururken, balarıları her gün çiçek çiçek dolaşıp, bal yapmak için çiçek özleri devşirirken, sen sâdece gününü gün etme yönünü seçtin. Şimdi de durmuş, açım, yoksulum diye kendini acındırmaya çalışıyorsun...
Ben sana dostca el uzatamam; benden bunu bekleme!.. Benim mayam sertlikle yuğrulmuştur; Hızlı ve soğuk esmeden duramam... gidebilirsen karınca yuvalarına sığın... Balarılarına başvur; seni kovanlarında barındırsınlar... Fakat benden hiçbir yardım umma!..
Ağustos böceği donmak üzereydi. Artık konuşabilecek gücü kalmamıştı. Sonbahar rüzgârının ise yapılacak pek çok işi vardı. Bu yüzden, böceğin bulunduğu kovuğa doğru dondurucu soluğunu ard arda birkaç kez boşalttı. Ağustos böceği birden kendini boşlukta savrulurken buluvermişti. Artık onu kurtarmaya hiçbir beşeri güç yetmezdi. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!.. Sorumsuzluk nedir bilmeyen bir ağustos böceğinin acıklı sonunu ibretle izlediniz sanırım. Sakın ha yaşayışınız ne cırcır ne de ağustos böceklerine benzemesin. Sâdece gününüzü gün etmekle yetinmeyiniz. Sık sık söylüyorum: Yine de söyleyeceğim: karıncalar kadar çalışkan, balarıları kadar gayretli olmaya ve yararlı ürünler vermeye çalışınız çocuklar!.. Günlerinizi ne cırcır ve ağustos böcekleri gibi eğlenceyle geçiren ne de tembel tembel oturarak, başkalarının sırtından geçinen asalak canlılardan olmayınız. Amacınız, hayır ve helâl yolda durmadan çalışarak Yüce Allah'ın (cc) rızasını kazanmak ve mutluluğa erişmek olmalıdır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Kayalar Kartalı ]</B>​

Sevgili çocuklar!.. Bu kez size, kanatlı canlıların en güçlü ve saldırgan bir üyesini, kartal denilen bir kuşu tanıtmaya çalışacağım:
Kartal, yırtıcı kuşlar türünün, Kartalgiller takımı arasında yer alır. Bu yırtıcı kuştan sadece öteki kuşlar değil, kara canlılarının pek çoğu da korkar ve çekinirler. Kartal, avlarının üstüne pike yaparak dalar ve güçlü pençeleriyle avını kaptığı gibi havalanır ve alır gider.
Kartal, heybetli, onurlu duruşu ve ateşli bakışlarıyla krallıkların taht ve taçlarına kendini nakışlatmış; hükümdarlıkların armalarına alem olmuştur. Kaya kartalı diye bilinen bir türü, Selçuklular Devleti'nin arması olduğu gibi, Hava Kuvvetlerimiz'in de göklerdeki egemenliğinin en anlamlı simgesi olarak armasında yerini almıştır.
Böylesine görkemli tablolar çizen bu kuş, hakkıyla bu üne kavuşmuştur. Zira, kartal, dağların doruğunda, yalçın kayalıklar üzerinde yuva kurarak yaşar ve çok yükseklerde uçar... Kuzey Afrika, Asya, Anadolu, kayalar kartalının yurt edindikleri coğrafya bölgeleridir.
Kartalların boyu, yaklaşık bir metreyi bulur; kanatları açılınca, iki kanatının arası üç metre kadar gelir. Tüyleri koyu kahverengindedir; telekleri şerit gibi uzanır.
Kayalar kartalının avı, tavşan, sincap ve benzeri ufak canlılarla, küçük kuş türleridir. Dağda bulduğu yaban keçilerine, karaca ve geyik yavrularına, koyun, kuzu, hatta küçük çobanlara bile saldırdığı olur. Gökte, pike yapan uçak gibi hızla dalış yaparak canlıların üzerine saldırır ve bunları pençeleriyle sarmalayıp kaparak kaçar; Bu avlarını yalçın kayalıkların tepesine götürüp parçalar; Hem kendisi yer hem de yuvalarına götürüp yedirir. Bir başka özelliği de, karınlarını doyurduktan sonra arta kalan av kalıntılarını, yuvasının yakınında bir yere gömerek toplama alışkanlıklarıdır.
Kayalar kartalı, av hayvanları değildirler. Etleri çok sert olduğu için yenmez. Ne var ki telek ve tüyleri, şapka süslemelerinde kullanılır.
Genellikle kuşların gözleri iyi görür. Kartalgillerde ise bu yetenek daha da fazladır; gözbebekleri iri ve keskin bakışlıdır. Kartallar, çevresini daha aydınlık olarak görür. Bu yetenek, kartallarda göz hücre sayısının çokluğundan ileri gelir. Gözbebeklerinin bir milimetre kare yüzölçümünde, ışığa duyarlı bir milyonu aşkın hücre, kartalların çevresini daha net biçimde görmesini sağlar. Sevgili çocuklar!.. Başlarını çevirmeden çevresini görebilen canlılar, kuşlardır; üçyüz derecelik bir açı içerisinde kuşlar, bütün alanı görürler. Kartallarda da bu yetenek vardır. İnsanlar ancak, yüz altmış derecelik açı içerisini görme yeteneğine sâhiptirler. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!.. bu kez hikâyemizin konusu, bir kayalar kartalı olacak... Hikayemiz kahramanı, kanadı kırık ve bir ayağı topal, sakat bir kartal... zaman zaman duyulan sesi ise hıçkırır gibi... Onu, bilemiyorum, nasıl olup da yakalayıp bir tahta kafesin içerisine koymuşlar?!. Gerçi gözlerinden yaşlar dökülmüyorsa da, hıçkırır gibi çıkan ses tonu ve bakışlarında hüzünlü olduğu seziliyor. Gözlerinin önünden, yüce kartal kayasındaki yuvası ve yavrularının hayali gitmiyor bir türlü... Bir de yakalanışının acıklı dramını hayallercesine hatırlıyor: O sabah, erkenden yuvasından ayrılmış; yavruları için körpe avlar bulma umuduyla alçaklarda uçmaya başlamıştı. İlkbahar mevsiminin güzel bir sabahıydı. Sürüler halinde, koyun ve kuzular öbek öbek kırlara, bayırlara yayılmışlar; ot devşiriyorlardı. Kayalar kartalının bunlar arasında körpe av yakalaması işten değildi. Kanat çırparak keyifle dağların tepesinden vadilere doğru süzüldü. Keskin gözleri, daha çok uzaklardan av hedefini seçmişti. Biraz sonra dalışını yapacak; pençelerine geçireceği körpe avı ile, yuvasına, yavrularının yanına dönecekti.
Ne var ki kayalar kartalı, pençelerini avının sırtına geçirmişti ki, yakınında patlayan bir tüfek sesiyle sarsılıvermiş; sonra da ayağının birinde sıcaklık duyuvermişti. Tüfeğin ikinci patlayışı sırtında olmuş; saçmalar, kanadını delerek geçmişlerdi. Neler oluyordu Ona?!. Hiç böylesi olmamıştı. Avını pençeleriyle kavramış; fakat havalanamamıştı. Bu ara parmakları da gevşemişti. Avı, bundan yararlanarak kurtulup kaçmıştı. Çelinen bacakları üzerine yığılıvermişti kayalar kartalı... Bu sırada yanıbaşında birkaç adamın belirlendiğini hayaller gibi oldu. Daha sonrasını hatırlamıyordu. Onu yakalayan avcılar, bir çuvalın içinde onu alıp götürmüşlerdi. Götürüldüğü yerde kendine geldiği zaman, saçmaların kanadında açtığı yaralar sızlayıp duruyordu. Yaralarını pansuman yapan avcılara karşı hiçbir tepki göstermemişti. Ne çırpındı ne de sert bir davranışta bulundu. Kayalar kartalı, kendini bir serçe kuşu kadar güçsüz ve zavallı hissediyordu. Hayli kan kaybetmiş; dermanı kesilmişti. Onu yakalayanlar, bir kanarya kuşu gibi tahtadan yapılmış bir kafes içine koymuşlardı. İşte ona revâ görülen bu davranış, ayağını kıran, kanadını delen saçma darbelerinden daha ağır gelmişti. Bunun verdiği acıyı şimdi yüreğinin derinliklerinde duyuyor ve kahroluyordu.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
O, kayaların doruğundaki yuvasında hür olarak doğmuş, engin maviliklerin kucağında kanat çırparak yaşamıştı. Kayalar kartalının gözleri önünde yuvası ve yavrularının hayâli canlanırken, gönlünde gök kubbe'ye olan sevda tutkusu bağrını bir köz gibi yakıvermişti. Kanat gerip geçtiği yemyeşil vâdiler, doruğunu yalçın kayalıkların oluşturduğu tepeler, belleğinin ekranında bir anda gelip geçiverdi. Oralara duyduğu özlem bir kez daha bağrını kavururken, acı gerçekle yüz yüze bulunmanın soğukluğunu tekrar yaşayıvermişti. Aldığı bu yaralardan ölse daha iyi değil miydi. Oysa işte bu sabah da dipdiriydi. Önüne konulan et parçalarına birkaç gaga darbesi vurduktan sonra bıraktı; yavruları yuvada açlıktan kıvranıp dururken o, nasıl olurda önüne konulanı yiyebilirdi.
Avcılar, ertesi gün onu, kafesle birlikte at arabasına koyup götürdüler. Arabacının gözü, kıvrıla kıvrıla giden dağ yollarında, kayalar kartalının gönlü ise yavrularının ağlaştığı yalçın kayalıklar tepesindeki yuvasındaydı.
Arabacı, yol boyu birkaç kez mola vermişti. En son durakladığı yer, yalçın tepelerin eteğinde bir pınar başıydı. Arabacı burada, yemeğini yemiş; atlarını da yemleyip sulamıştı. Tekrar yola koyuldukları zaman, arabacı keyifli mi keyifliydi. Hoşlandığı bir türkü tutturmuş gidiyordu. Tutsak kayalar kartalıysa, öylesine kederliydi ki... Birara, üzgün bakışları, yalçın kayalıkların doruğunda gezindi. Keskin bakışları bu sırada, kayalıkların tepesinde bir kartal silüeti seçer gibi oldu; Hemen ardından da bir kanat hışırtısı duyuldu. Bu sesle tutsak kartal'ın yüreği heyecanla çarpıverdi. Biran tahta kafes içinde olduğunu unutmuş olacak ki, bulunduğu yerden olanca gücüyle havaya doğru hamle yaparak fırlamak istedi. Bu hareket, kafesin araba üzerinden fırlamasına sebep olmuş; arabacı, kafesi yerinde. tutmayı başaramamıştı. İçindeki tutsak kartalla birlikte arabanın üzerinden fırlayan kafes, sarp tepelerin üzerinden vâdiye doğru yuvarlanmıştı. Bu arada tahta kafes parçalanmış; Kafesten kurtulan tutsak kayalar kartalı da vadinin dibine varmıştı. O anda da, kayalıkların doruğundan kanat çırpan bir başka kayalar kartalı, pike yaparcasına, araba ve atların üzerinden vâdiye doğru süzülüvermişti.
Ne var ki tutsak kayalar kartalı, ölümü pahasına da olsa, hürriyetine kavuşmuş bulunuyordu. Yüksek yalçın dağların doruğunda yaşayamadıkça, engin maviliklerin bağrında kanat açıp uçamadıktan sonra, yaşamak neye yarardı. Aşağılanmış bir durumda, tutsak olarak, son anı beklemek yüce kayalıkların kralı bir kartal'a yaraşır mıydı? Bu yüzden hür yaşama azmi yolunda kendinden beklenileni yapmış; bu uğurda onurlu biçimde ölmeği bilmişti. Araba sürücüsünün derdiyse, kayalar kartalının beklenmeyen ölümü yüzünden, onun satışından elde edeceği karlı bir kazançtan yoksun kalmış olmasıydı. Zira o, tutsak kayalar kartalını, büyük kentin hayvanat bahçesine satmak üzere götürüyordu. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili Çocuklar!.. Kayalar Kartalı'nın acıklı hikâyesini ibretle okudunuz sanırım. Topallığı ne de kanadının kırıklığı onun umurundaydı. Onu canevinden vuran tek şey tutsak edilmiş olmasıydı.
Hür yaşama duygusu, bütün canlılar için vazgeçilemez bir olgudur. Bu yüce duygunun ne denli bir değer taşıdığını tutsaklık çekenler, hiç kuşkusuz, çok iyi bilirler. Hürriyetin ne kadar onurlu bir yaşam biçimi olduğunu anlayan atalarımız olmuştur. Yaşadığımız kutsal topraklar, onların bize armağanıdır. Yurdumuz'un her karışı, nice şehit kanlarıyla sulanmıştır. Onun bölünmez bütünlüğünün yanı sıra, milli, maddi ve manevi değerlerimize sahip çıkmak her Türk çocuğunun vazgeçilemez görevlerindendir.
Hür ve egemen yaşamanın ne denli bir değer taşıdığını bir kayalar kartalı kadar olsun bilerek, onurla yaşayacağınıza yürekten inanıyorum sevgili çocuklar!...
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Samançöpü Köprüsü ]</B>​

Sevgili çocuklar!.. Anlattığım hikâyelerin çoğunda fırsat buldukça, canlılar Dünyası'nın en çalışkan üyesi karıncalardan söz etmişimdir. İşte bu yazımda size, karıncalarla ilgili hikayemi sunmadan önce, bu minik fakat son derece çalışkan canlılar hakkında ilginç bilgiler vermek istiyorum:
Sizin de sık sık gördüğünüz gibi işleri sürekli çalışmak olan karıncaların yaşayışı, sosyal bir düzen içinde bulunan insan topluluklarına benzer. Çalışma düzenleri, balarılarını anımsatır: Onlar gibi aralarında, sosyal iş bölümü kavramı vardır.
Karıncalar, tıpkı insanlar gibi, toplu halde yaşamlarını sürdürürler; aralarında kent barınakları gibi yuvalar kurmuşlardır. Her bir karıncanın yapmakta olduğu değişik işi ve mesleği vardır. Bunlardan kimisi, küçük karıncaların bakıcısı ve terbiye edicisidir; Bâzı karıncalar, ülkelerini koruma göreviyle yükümlü asker karıncalardır; Bir başka türleri temizlik işleriyle uğraşırlar. Amelelik yapanlarıysa yuvalarına durmadan yiyecek taşırlar.
Sevgili çocuklar!.. Şimdi size söyleyeceklerime sanırım çok şaşacaksınız; Karıncalar içerisinde, çiftçilik yapanları bile vardır; yer altında yaptıkları barınaklarında, sağım işinde kullandıkları bir tür böcekleri besledikleri ağıl ve mandıralar kurarlar; Bu böcekleri koyun ve inek gibi sağarak tatlı bir sıvı elde ederler. Bu sıvı onlar için çok hoşlandıkları bir besin kaynağıdır.
Karıncalar da tıpkı balarıları gibi üç türden oluşmuşlardır; Her birinin durumu ayrı bir özellik taşır: Kraliçe karınca, yuvadaki karıncaların anasıdır. Başlıca görevi yumurtlamaktır. Erkek karıncaların bir bölümü işçidir. Görevleri yuvaya yiyecek taşımaktır; Bir bölümü de yuvalarını koruma görevi yapar; Bunların çeneleri çok güçlüdür. Düşmanlarıyla kıyasıya savaşırlar.
Zarkanatlı böceklerin arasında yer alan karıncaların gövdesi, bütün böceklerde olduğu gibi, üç bölümden oluşmuştur: Baş, göğüs ve gövdeyi dıştan saran iskelet... Baş bölümünde beyin, bir çift göz, ağız ve duyargalar vardır. Duyu organı, dokunma ve koku almaya yarar; yuvalarını bu organla tanır ve bulurlar. Her karınca yuvasının değişik bir kokusu vardır.
Karıncaların gözleri, bir çift göz görünümünü vermekteyse de, bunlar birçok gözcüklerin birleşmesinden oluşmuşlardır. Kraliçe'yle erkek karıncalar, ayrıca üç normal gözle yaratılmışlardır. Bu yüzden, bunların görmeleri, işçi karıncalardan birkaç kat daha güçlüdür.
Karıncaların güçlü ve keskin olan çeneleri, yanlara doğru açılır ve kapanır; Tıpkı bir makas gibi ağızlarıyla yaprakları parçalayabilirler. Küçük karıncalar, katı besinleri yiyebilirlerse de, ergin karıncalar, bunları yiyemezler. Ancak bu katı besinleri ağızlarında sıkıp suyunu içerler.
Bütün böceklerde olduğu gibi, bu küçük yaratıkların da göğüslerinde, eklem durumunda, üç çift bacak gelişmiştir. Her bacaktaki son eklem, bir çift tarağı andırır; karınca, bununla vücudunu tarar ve temizler. Karıncalar, çok hızlı yürür ve koşarlar. Kraliçe ile erkek karıncalar kanatlıdır. İşçi karıncaların kanadı yoktur.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bu küçük canlıların iki tür midesi vardır: Birisi kendinin, öteki de toplumun hizmetindedir. Karıncanın kendi hizmetinde olan midesi, aldığı besinleri sindirerek ondan yararlanır; Toplumun hizmetinde olan midesi, besinleri biriktirir; gerektiği zaman bu ortak organı sıkıştırarak besinleri, damla damla geriye, ağzına doğru akıtır; öteki karıncalar, bu sıvı besini emerek karınlarını doyururlar.
Karıncaların pek çok türü sokmak nedir bilmezler. Bâzı tür karıncaların da hiç şakası yoktur, sokar ve zehir akıtırlar. Meksika yerlileri, zehirli bir tür karıncayı, düşmanlarına karşı silah olarak kullanırlar. Orta Amerika'nın sıcak kesiminde, ormanlık bölgelerde yaşayan "karıncayiyen" adlı bir canlı, karıncaların en amansız düşmanlarındandır; dişsiz memeliler türünden olan, "karıncayiyen"in ağzında uzun ve yapışkan bir dili vardır. Bununla karıncaları toplu halde yakalar.
Afrika ve Güney Amerika'da yaşayan çok yırtıcı ve amansız bir karınca türü olan ''Ordu karıncaları''nın gözleri görmezse de, büyük, küçük ayrımı yapmadan her tür canlıya saldırmaktan çekinmez. Bu bölgelerin insanları bile bunlardan çekinirler. Bunların saldırısını önlemek için, çevrelerinde sürekli ateş yakarlar. Bu canavar karıncalar, fırsat buldukça köylere de saldırırlar; Bunların şerrinden evlerini, köylerini terkeden insanlar, döndüklerinde, ortada tek bir böceğin bile kalmadığını görürler: Fareden yılanlara varıncaya kadar, ne kadar canlı varsa, bu yamyam karıncalar tarafından yokedilmişlerdir.
Yurdumuzda yaşamakta olan karınca türlerinden, bugüne kadar hiçbir kimsenin önemli bir zarara uğradığı görülmemiştir. Üstelik bu tür karıncalar, toprak ürünlerine zarar veren böceklerle beslendikleri için yararlı bile sayılırlar.
***
Sevgili çocuklar!.. Şimdi size karıncalarla ilgili bir hikaye sunmak istiyorum:
Ali, köylerinde fakir bir ailenin çocuğu idi. Henüz, bir yaşındayken babasını yitiren küçük Ali, bir süre anacığıyla yoksulluğun tasasını çekmişler; acılarını paylaşmaya çalışmışlardı. Ne var ki anacığı, yoksulluğa daha fazla dayanamamış; kocaya varıvermişti.
Ali'nin babalığı Recep, köylerinde çobanlık yapıyordu. Ali, ilkokulun beşine geçtiği sırada, Recep, üvey oğluna yardımcısı gözüyle bakmaya başlamıştı. Bu yüzden onu sık sık yanında sürüyü otlatmak için yaylığa götürüyor; ona davar güttürüyordu. Oysa küçük Ali'in gözü ve gönlü, okulu ve derslerindeydi.
Babalığı Recep, birgün yine, sürüyü küçük Ali'ye teslim etmiş; köy kahvesine gitmişti. Kahvede otururken bir ara, yan masada oturan yabancı adamın konuşmasına kulak kabarttı: Yabancı, çevresinde toplananlara şöyle diyordu. - Bizim patrun gasabadaki iş yerine yeni işçiler alacak!.. Böyüğe on, güççüklere beşer gayma gündelik verecek... İçinizdee benimlen gasabaya gelmek isteyen var mı?!.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Bu konuşma Recep'in ilgisini çekmişti. ''Aydan aya üçyüz gayma ha!.. Çok eyi bi para...'' Diye kendi kendine mırıldanan Recep, düşüncesini sürdürdü: ''Güççüğe de beş gayma dedi sanırım.... Essahsa!.. Heç de yabana atılır gibi deel!.. Benim çobanlıkta yıldan yıla alacağım hak, topu topu üçyüz gayma... Bizim Ali bu işte çalışırsa iki ayda bu parayı alacak!..''
Recep'in yüzünde gülücüğün yelleri dolaşırken yabancının bulunduğu masaya doğru yönelerek konuştu:
- Hemşerim!.. sözünü ettiğin nasılca bir iş?! Yanlış duymadımsa, büyüklere on, güççüklere beşer gayma ücret verilecek dedin sanırım, öyle mi?!.
Yabancı adam, Recep'in sorusunu cevapsız bırakmadı:
- He ya!.. yanlış duymadın; verilecek ücret, dediğin gibi... gabul edenleri toplayıp gasabaya götürecem... Gasabada yağ çıkaran bir işyerinde çalışacaklar...
Recep kararını vermişti. Kısmet otururken ayağına gelivermişti. İşçi toplayan adama dönerek konuştu:
- Bizim oglanı çalıştırmak istiyom da...
- İyi öyleyse... al çoçuğu yanıma getir. Gasabaya götüreyim...
- Şu an burada deel... Dağda davar güdüyo... Ancak akşam üstü eve döner.
- Ben topladığım işçilerle hemen gasabaya dönecem. Sana iş yerinin adresesini verem, yarın çocuğu al gasabaya getir...
İşçi toplayan adamdan, iş yerinin adresini alan Recep'in keyfi yerindeydi. Akşam Ali'nin sürüyle köye dönüşünü bekledi. Ali dağdan dönüp de sofraya oturdukları zaman, ilk kez, babalığını güleç yüzle gören Ali, şaşkın bakışırken Recep, konuyu açarak kestirip attı:
- Yarın erkenden yola çıkarız; Ben gelinceye kadar sürüye öteki çobanlar göz kulak olur. Çalışacağın iş yerinde her gün alacağın beş gayme bu zamanda çok iyi para... Bundan kellim darlıktan gurtulacağız dimektir bu!.. Gazancını çarçur edeyim deme sakın... Patrunun da gözüne girmeğe bak. Gendini işe iyice verirsen Patrun gündeliğini daha da artırır.
Ali, babalığının bu sözlerini hiç sesini çıkarmadan dinledi. Ne var ki, içine çöken hüzün buğulu gözlerinde açıkca okunuyordu.
Ali, ertesi gün ayçiçeği yağı çıkaran işyerinde göreve başlarken, babalığı Recep, köyünün yolunu tutmuştu; Neş'eli mi neş'eliydi. Bu durum keyifle söylediği türküden de açıkça belli oluyordu. İşe başlayan küçük Ali'nin yüzü soluk, yüreği ezikti. Bakışlarında anlamsız bir donukluk vardı. Bir türlü, kendini çalıştığı işe veremiyordu. Ali'nin aklı, sürekli, okulu ve derslerindeydi. Ayçiçeği yağı, varillere dökülürken çıkardığı sesleri, açılan kitapların sayfaları hışırtısına benzetiyor; dalıp gidiyordu. Bu yüzden yağ varillerinin dolup taştığını anlayamıyordu. Bu durum, öteki günlerde de yinelenince, işbaşı yaptığının haftasında, çalıştığı iş günlerinin ücreti avucuna sayılarak görevine son verdiler.
Ali, üzgün ve huzursuz köyüne dönerken, babalığının kendisine çok kızacağını ve hırpalıyacağını biliyor; fakat bunların ötesinde, bu durumunun, anacığına baş kakıncı olacağı endişesi onu pekçok tedirgin ediyordu.
Babalığının onu, artık okula da göndereceğini sanmıyordu. Bu yüzden ertesi sabah babalığı Recep: ''yürü!.. Benimle yaylaya davar gütmeye gelecen!..'' diye sert bir dille seslenince, Ali buna hiç şaşmadı. Alicik, artık dağlarda, sürekli olarak davar gütmeye başlamıştı. Babalığına boyun eğmekten başka bir seçeneği yoktu ki!.. zamanla Recep, sürünün güdümünü tamamıyla üvey oğlunun üzerine yıkmış; her sabah soluğu köy kahvesinde alır olmuştu. Bu yüzden arkadaşları: "Ulan Recep gayli sen de Patrun oldun!..'' diye ona takılıyorlardı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Küçük Ali, artık dağları kendine barınak edinmiş; beş vakit namazını da kırlarda kılmaya başlamıştı. Yine bir gün öğle vaktiydi. Ali, koyunları sulamak için dere kıyısına indirmişti. Ardından, sürüyü dere kıyısındaki çimenlere salmış otlatıyordu. Küçük çoban, akan derenin suyundan abdestini alarak, öğle namazını kılmak üzere, Kıble'ye yönelip, yüce yaratanın huzurlarına durdu. Namazın ardından da avuçlarını açarak yüce Hak'ka dua ve yalvarışta bulundu. Duasının sonunda da şöyle yakardı: "Allah'ım!..(cc) beni kula kul yapma!.. Okumak istiyorum; Beni bilgisiz bırakma!.."
Duasını bitiren Ali, azık torbasını açarak anacığının hazırladığı yiyeceklerle karnını doyurmaya başladı. Oturduğu yer, dere kıyısına yakındı. Bir ara, küçük çobanın bakışları, dereciğe kaydı. Akan derenin suyu, hafif şırıltı sesleri çıkarıyor; Akıntıya kapılmış bulunan ot kökü, saman çöpü, kimi yerde kurulmuş köprüleri andırıyordu. Bu çöp taneciklerine biraz daha dikkatle bakan Ali, saman çöplerinden birisinin üzerinde, küçük bir karıncanın çırpınmakta olduğunu gördü. Ağzında da bir buğday tanesi vardı. Karınca, durmadan çabalıyor; sık sık hamle yaparak kıyıya ulaşmaya çalışıyordu.
Küçük çoban, o anda kendisini, saman çöpü üzerinde çırpınmakta olan karıncanın durumunda hissetti. Bir anda içi burkuluverdi. Küçük karınca, bıkmadan usanmadan atılım üzerine atılım yapıyor; boğulma tehlikesine rağmen, kıyıya erişmeye çalışıyordu. Ali, uzunca bir süre karıncanın davranışlarını izlemekten kendini alamadı. Küçük karınca, sonunda bu çabalarının sonucunu almış; güç de olsa kıyıya çıkmayı başarmıştı. Küçük çobanın yüreği bir hoş oluvermişti; kıyıya çıktıktan sonra, ağzında buğday tanesiyle yürümeye çalışan karıncayı, bakışlarıyla okşarken Ali:''Bir tek karıncasından bile vazgeçmeyen yüce yaratan, elbet de ben kuluna da sahip çıkacaktır." Diye düşünmeden edemedi; sonra da başını gökyüzüne kaldırarak avuçlarını açıp yeniden dua etti: ''Allah'ım (cc)!.. bana da şu küçük karıncana verdiğin kadar olsun güç ver!.. Senin herşeye gücün yeter!..''
Küçük çoban, duasını bitirdikten sonra çevresine bakındı. Sürü, geniş bir alana dağılmış bulunuyordu. Onları çevirerek biraraya getirdi. O anda da kulağına hafif sesler gelir gibi oldu. Biraz sonra, bu sesler, daha belirgin olarak duyulmaya başlamıştı. Dere boyu yatağından, kendisine doğru gelenler olduğunu da algılamıştı. Bunlar, biraz daha yaklaşınca, gelenlerin okul arkadaşları olduğunu gördü; başlarında da öğretmenleri vardı. Tabiatla ilgili derslerini uygulamak üzere, canlı ekrandan yararlanmayı düşünmüş ve buralara gelmiş olmalıydılar.
Ali, öğretmeni ve arkadaşlarını karşılarken sevinç ve hüzünü aynı anda yaşayıvermişti. Öğretmeninin elini öperken, duygusallığı daha da artmış ve mahzunlaşıvermişti. Arkadaşlarıyla da kucaklaşmanın ardından, dere kıyısında oturup sohbet ettiler. Ali, arkadaşlarından okul ve dersler hakkında bilgiler edindi. O da dağdaki yaşayışı hakkında açıklamalarda bulundu. Birara, öğretmeni Ali'ye şunları dedi:
- Senin okul ve öğretime karşı ne kadar istekli olduğunu biliyorum. Okulundan istemeyerek ayrıldığını, ailene maddi katkı da bulunmak için okulu bıraktığını da öğrenmiş bulunuyorum.
Ali, öğretmenini boynu bükük ve mahzun biçimde dinlerken, öğretmeni konuşmasını şöyle sürdürdü: - Hiç üzülme Ali!.. Senin için ne düşündüm biliyor musun?!. Senin davar güderek çobanlık yapman, öğrencilik yapmanı engelleyen bir durum değil... Sürekli okula gitmen de gerekmez. Davar gütme işini sürdürürken bir yandan da ders çalışma işini sürdürebilirsin. Yarın ders kitaplarını da yanında getir; çalışmaya başla... Ben de sana yardımcı olacağım. Bu yıl beşi okuyordun zaten. Seni, ilkokulu dışarıdan bitirme sınavına sokacağım. Sana güveniyorum. İnşaallah başarılı olursun. Babalığın Recep efendiyle de görüştüm; Senin ilkokulu dışarıdan bitirme sınavına hazırlanman için çalışmalara başlamana izin verdi. Göreyim seni Ali, beni utandırma...
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Ali, öğretmeninin bu sözleri karşısında ne diyeceğini bilememişti. Minnet ve şükran duyguları içerisinde küçük çoban, öğretmenin ellerine sarılırken, gözlerinden taşmak üzere olan gözyaşlarının akışına engel olamadı.
Öğretmen ve arkadaşları Ali'nin yanından ayrılırlarken, o, biraz önce dere kıyısında, samançöpü köprüsü üzerinde, yaşama uğraşısı veren küçük karıncayla ilgili olayı yeniden hatırlamadan edemedi. Ağzındaki buğday tanesiyle kıyıya sağlıkla ulaşan küçük karınca, yuvasına varmış olmalıydı. Çok kısa bir süre içerisinde dileğini yerine getiren yüce yaratana karşı içinde oluşan minnet ve şükran duyguları içinde, Ali'nin bakışları dere sularının akışına dalıp gitmişti.
***
Küçük çoban Ali, dağda davar güderken, bir yandan da derslerine bütün gücüyle çalışıyordu. Devre sonu Ali, dışarıdan katıldığı ilkokulu bitirme sınavlarını başarıyla vermiş bulunuyordu. Bunun ardından, öğretmeninin yardımlarıyla katıldığı yatılı ortaokul sınavlarını da kazanan Ali, Başkent'de öğrenimini sürdürmek üzere, yola çıkmaya hazırlanıyordu.
Köyünden ayrılırken, küçük çoban Ali'ye iki şey çok dokunmuştu: Anası ve öğretmeninden ayrılmak...
Küçük çobana artık ilim yolunun kapıları aralanmış; yüce yaratanın izniyle, Ali'nin önünde geleceğin mutlu dünyasına geçit verecek köprüler kurulmuş; dizi dizi sıralanmış bulunuyordu.
Dünün küçük çoban Ali'si, bu köprülerden birer birer geçecek, akıp giden zamanın yollarında, gönlü yüce yaratan'ın sevgisiyle dopdolu olarak, amacına hızla ilerleyecek, âilesi, yurdu ve tüm insanlığa yararlı olmak için çalışacak, çalışacaktı. Belki o da birgün, başka değerler için sebep köprüleri olacak; en azından, küçük bir karıncanın kurtuluşunu sağlayan samançöpü köprüsü kadar olsun bir geçit aracı olabilecekti. Otobüs, asfalt yollar üzerinde, nice köprüler aşıp hızla Başkente doğru ilerlerken, Ali de iç dünyasının aydınlık ülkelerine doğru yol alıyor; Geleceğin yaşantısı üzerine mutluluk köprüleri kuruyordu.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ DevlerinSavaşı ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
Bu kez size iki dev yaratıktan, suaygırı ile timsah'dan söz etmek istiyorum:
Suaygırı, Afrika'da akarsu boylarında yaşayan, çenesi çok güçlü, iri bir canlıdır. Kafatası gövdesine göre oldukça ufak sayılır. Derisi, çıplak ve çok kalındır. Memeli, çifte parmaklı, otcul bir canlıdır. Ağzında sivri, uzun ve güçlü dişleri vardır. Karadan çok, sularda yaşar ve çok iyi yüzer.
Suaygırları genellikle, saldırgan canlılar değildirler. Ne var ki bâzı durumlarda tehlikelidirler; öyleki, korkunç timsahlar bile onlarla başaçıkamazlar; Gövdesini suaygırının güçlü çene ve dişlerine kaptıran bir timsahın durumu bitik demektir: Düşmanını ağzıyla yakalayan suaygırı, onu hızar makinası gibi biçiverir.
Suaygırları, çok kez sürü hâlinde gezerler. Birer yağ tulumunu andıran gövdeleriyle, sularda çok rahat biçimde yüzerler. Bu canlıların başka ilginç yanlarından birisi, suyun altında uzun süre kalabilmeleri, birde sık sık ağızlarını açarak esnemeleridir. Bu esneyiş anında, küçük kuşların, suaygırlarının ağızlarına girerek, dişleri arasında kalan bitki artıklarını aramaları, seyredilmeye değer görüntülerdendir. Suaygırları, onları ne ürkütür ne de korkuturlar; minik kuşlar da Dev arkadaşlarının yiyeceklerine ortak olarak yaşayışlarını sürdürürler.
Sevgili Çocuklar!.. Size, biraz da timsah denilen sürüngenden söz etmek istiyorum: Dev bir kertenkele'ye benzeyen bu sürüngen, iri canlıların en korkuncu ve tehlikelilerindendir. Timsah yavruları, yedisekiz haftalık bir kuluçka devresinden sonra yumurtadan çıkarlar. Çok kısa bir süre içinde büyüyüp gelişen yavrular, önceleri, küçük kuş, balıklarla beslenirler. Yetişkin timsahların boyları dört-beş metreyi aşar; uzun ömürlüdürler; seksen yıl kadar yaşarlar.
Timsahların gövdesi çok sert bir deri katmanıyla kaplanmıştır. Bu kertenkele azmanı, kısa fakat çok güçlü ayaklarıyla yürür; Tropikal bölgelerin ırmak ve bataklıklarında yüzer ve dolaşırlar.
Timsah, suya dalınca, kulak ve burun delikleri, gözkapağı perdeleri iyice kapanır; diliyse soluk borusunu bir kapak gibi örter; Böylece akciğerlerine su kaçmaz. Timsahların, sâdece üst çeneleri açılır ve kapanır. Avını yakaladığı zaman, üst çenesini kapan gibi sıkar; sivri ve keskin dişleriyle parçalar ve avını yutar. Midesi çok sağlam olduğundan, kolayca sindirim yapar. Kuyruğunun kaslarıysa, sırım gibi güçlüdür; bir vuruşta avını sersemletir, hatta öldürebilir. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Afrika Kıt'asının tropikal ormanları arasında sık sık dizilmiş ırmak ve göller vardır. Bu sular ve çevreleri, bu bölgelerde yaşayan insan ve öteki canlılar için yaşam ve geçim kaynakları olmuştur. Pek çok irili ufaklı yaratık, buralara ev sahipliği yapmaktadırlar. İşte buraların yerleşik canlıları arasında timsahlar, buraların en acımasız konuklarıdırlar. Ne var ki, bunların da en amansız düşmanları vardır. Bunların başında insan gelir. Timsahlar, insanları hiçmi hiç sevmezler. Bu yüzden de fırsat buldular mı insanlara saldırırlar. Her yıl, bu ırmak ve göllerde pek çok insan timsahlara yem olmaktadırlar.
Su aygırlarıysa, zorda kalmadıkça, insanlara saldırmazlar. Ancak, kendisine ya da yavrularına ve içinde bulunduğu su aygırı sürüsüne bir saldırı olursa, ölesiye karşı koyar, savaşırlar.
Tropikal suların iki azman yaratığı, timsah ve suaygırları, birbirleriyle hiç geçinemezler; saldırıyı başlatanlarda her zaman timsahlar olur.
Belki inanmayacaksınız ama, birbirlerine karşı amansız düşman olan bu iri canlıların, ortak dostları vardır. Bunların, tepelerine konup ağızlarına giren küçük kuşlardır.
***
Sevgili çocuklar!.. Şimdi de izninizle size, bu iri düşman kardeşlerden ikisinin, bir timsahla, suaygırı'nın amansız savaşlarını anlatmaya çalışacağım:
İri bir suaygırı, ırmağın ortalarında keyifle yüzüyor; yanında da yavrusu küçük suaygırı ona eşlik ediyordu. Görünüşleri, birer dubayı andırıyordu. Hele yavru suaygırının yüzüşü görülmeye değerdi: Zaman zaman anasının sırtına çıkıyor; sonra da dalışlar yapıyor; adeta anasıyla oyun oynuyordu.
Birara, suyun yüzünde uyuklar gibi hareketsiz duran ana suaygırı'nın telaşla sıçradığı görüldü. Neydi bu koca canlının ansızın çırpınışı?.. Birden bir tehlike sezmişti de böyle hareketlenivermişti...
İşte tam bu sırada onun çırpınışına cevap verircesine biraz ileride su yüzünün dalgalandığı ve bir timsahın suları yararak ilerleyen iri gövdesi belirivermişti; üst çenesini yukarıya doğru kaldırmış durumda, hızla küçük suaygırına yönelmiş, adeta kayarcasına ilerliyordu.
İşte anaç su aygırı, yavrusuna yönelik bu saldırıyı zamanında sezinlemiş; Ağır gövdesinden beklenmeyen hızlı bir atılımla, saldırgan timsahla yavrusunun arasına girivermişti. Biranda, iki dev yaratığın birbirlerine saldırısıyla ırmağın suları dalgalanıvermiş; ortalık savaş alanına dönüvermişti: Timsah, korkunç silahı kuyruğunu kaldırmış; durmadan dalgalanan ırmak sularını sert vuruşlarıyla kamçılıyor; Bunun yanısıra, bir fırın kapağı görünüşündeki üst çenesini yukarıya kaldırmış; anaç suaygırını ısırmaya çalışıyordu. Suaygırı'ysa hantal görünümlü gövdesinden beklenmeyen bir çabuklukla karşılık veriyor; koca ağzını açmış, soluk soluğa, timsaha karşı hamleler yapıyordu. Biraz ötedeyse, sularda sürüler halinde gezinen timsahlar topluluğu, az sonra bitecek savaşta yenilecek olandan ganimet paylarını alabilmek için sabırsızlanarak bekleşiyorlardı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Oysa timsah'ın öyle pek acelesi yoktu. Suaygırı'nın kolayca kendisine yem olmayacağı bilincinde olmalı ki, temkinli davranışlarla, şimdilik güçlü kuyruğuyla darbeler vurmakla yetiniyor; Hantal görünüşlü su aygırının yorulmasını bekliyordu.
Suaygırı da en az timsah kadar dikkatliydi. Sürekli olarak timsahın çevresinde dolanıyor; onu bir yanından tutup ısırmaya çalışıyordu. Ne var ki, suaygırı'nın zaman yitirmesi işine gelmezdi; yorulmadan timsahı bir yerinden yakalayıp işini bitirmeliydi; zaman uzarda, üstünlüğü timsaha kaptırırsa, hem kendisi hemde yavrusu timsahlara yem olacaktı.
Birara, anaç suaygırı, beklediği fırsatı yakalamış; Timsahın kuyruk vuruşunu suya dalarak savuşturduktan sonra, suyun altından timsah'ın kuyruğunu yakalamış; dev ağzını kapatarak hızla silkelemiş timsah'ın gövdesini iki parçaya bölmüştü. Böylece zorlu savaşı suaygırı kazanmıştı. Ortalık birden karışıvermiş; pusuda bekleyen timsah'ın hemcinslerinin saldırısına uğrayan yenik timsah'tan, kısa süre içinde, bir parça bile kalmamıştı. Biraz sonra, ırmağın kaynaşan suları durulmuş, anaç suaygırı, sanki bir şey olmamışcasına yavrusunun yanına dönmüş, ırmaktaki günlük yaşantılarını sürdürmeye başlamışlardı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Paçalının Özlemi ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
İlkbahar mevsimi, tabiatın ekranına bir başka güzellik, anlamlı bir görüntü ve mutluluk tablosu biçiminde yansır. Bağrında hayat fışkıran kara toprağın üzerini örten yeşil örtüde, türlü desenlerle oluşan göz alıcı renk cümbüşü sergilenir. Renk renk açmış çiçekler üzerinde uçuşan, oynaşan kelebeklerin, daldan dala gezinip cıvıldaşan kuşların seyrine doyum olmaz. Bir kelebek yakalayıp incelediniz mi bilmiyorum. İnceleyenleriniz olmuşsa, karşılaştıkları renk karışımından, büyülenivermiştir sanırım. Hangi yetenekli ressamın tuvalinde bulunur bu renk cümbüşü; hangi desinatörün çizgilerinde rastlanır bu uyuma?!. Hangi müzik notası seslendirebilir bu görüntüyü ve hangi yetenekli yazarın kalemi işleyebilir bu konuyu?!.
Hiçbir insan aklının çözemeyeceği bir problem, yüce yaratan'ın izniyle kelebeğin kanatlarında çözümlenivermiş... Bu renk uyumundan tavuskuşu, papağanı, kanaryası, muhabbet kuşları ve daha nice canlılar, renklenip biçimlenerek nasiplerini almış; birbirlerini kıskandıran güzelliklerle tabiat ekranında sergilenmişler... Yılanın kendine özgü ürpertici soğukluğu, Pars'ın yırtıcılığı, daha nice canlının gözalıcı renk ahengi yanında etkinliklerini yitirir dersem, abartmış mı olurum çocuklar!.. Oysa, bu soğuk ve korkunç canlılar, güçlü ve yırtıcı oluşlarından çok, etkili bakışları ve derilerinin göz alıcı renkleriyle avlarını büyüleyip yakaladıkları da bir gerçektir.
Sevgili çocuklar!.. bu açıklamalarımdan sonra size, tabiat ekranının, bir küçük sihirbazını tanıtmak istiyorum: Bu yaratık, hepinizin çok iyi tanıdığı güvercindir. ''Güvercinlerin sihirbazlığı da nerelerinde'' diyeceksiniz. Gerçi bu canlıların renk ve biçimlerinde insanları büyüleyecek ne sihir ne de çekicilik vardır. Ne var ki, bu kuşlar, öylesine güzel ve hoş biçimde uçarlar ki, onları izleyenler, hayranlık duymadan edemezler. Bu kuşlar gökyüzünde saatlerce uçtukları halde, yorulmak nedir bilmezler; çeşitli oyun ve gösterilerle izleyicilerini kendilerine hayran bırakırlar. Bunlara, gökyüzü'nün kanatlı akrobatlarıdır dense yeridir. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!.. İzninizle bu kez size güvercin denilen bu sevimli canlıyla ilgili bir hikâye sunacağım:
Ogün, kanatlı akrobatlar'ın gösterisi vardı yine... Geniş alan, güvercin uçuşlarını izleyecek meraklılarla dolmuştu. Alanda yapılacak olan, güvercinlerin uçuş gösterisi ve gökyüzünde fazla kalabilme yarışmasıydı.
Yarışmanın başlama saati yaklaştıkca, yarışmayı seyredecek olanların heyecanı da artıyordu. Yarışmaya çok eski iki rakip güvercinin yanısıra, birde Adana'dan getirilen yabancı bir güvercin katılacaktı. Yarışmayı kazanacak güvercin sâhibine para ödülünün yanısıra, yarışmayı kaybedecek güvercinler de ödül olarak verilecekti.
Adanalı yarışmacı'nın uçuracağı ''Paçalı'' adlı beyaza güvercinin, çok güçlü ve hünerli olduğu söyleniyordu.
Yarışmadan önce hakem tarafından yarışmanın kuralları yeniden açıklandı: Yarışmada tek derece birincilikti; İkinci gelen bile yenik sayılacak ve sahip değiştirecekti.
Yarışma başlar başlamaz iki yerli güvercin, büyük bir hızla gökyüzüne doğru fırlarken, Adanalı Paçalı, isteksiz çırpınışlarla alçaklarda uçmaya başlamıştı. Yerli yarışmacılar, Paçalı'ya nisbet yaparcasına, yükseklerde, güzel çırpınışlarla taklalar atarak uçuşlarını sürdürüyorlardı.
Yarışmayı izleyenlerin çoğunluğu peşin hükümlü olacaklar ki, aralarında: ''Adanalı'da iş yok; soyu karga mı nedir?!. Bu gidişle sondan birinci gelir.'' diye yorum yapıyorlardı. Durum böyle giderse, konuşmalarından haklı da çıkacaklardı.
Fakat o ne?!. Adanalı Paçalı birden yükselmeye başlamış; yerli rakiplerinin daha üstüne çıkarak, güzel hareketlerle taklalar atmaya başlamıştı. Biraz önce, Paçalıyla alay eden seyircilerin, ağızları hayretle açılmış; onu beğeniyle izler olmuşlardı. Şimdi gökyüzünde üç yarışmacı güvercinin birbirinden güzel uçuş ve gösteri becerileri sergileniyordu.
Yarış başlayalı bir saat kadar olmuştu ki, yorulan yerli güvercinlerden birisi yarışmayı bırakıp yere inmişti. Ardından da hiç beklenilmeyen bir anda, Adanalı Paçalı'nın yere indiği görüldü. Bu durumda, gökyüzünde gösterilerini sürdüren yerli güvercinlerden birisi, yarışmayı kazanmış oluyordu.
Adanalı Paçalı yarışmada ikinci gelmişti ama, yarışmanın kuralı gereği o da yenik sayılmış ve sâhip değiştirerek Başkent'te kalmıştı. Paçalı, hasta ve dertliydi. Ölmezse eğer hastalığı bir gün geçerdi. Nevar ki yüreğini yakan sıla hasretinden kurtulmasına imkân yoktu. Adanalı Paçalı'ya kafesinde iyi bakıyorlardı. Yemliğine konulan yem, oldukça cömertti. Nevar ki onun yemede içmede gözü yoktu. Gözünde ve gönlünde sıla hasreti burcu burcu tütüyor; bir solukta uçup gitmek, Toroslar'ı aşarak, Çukurova'daki yuvasına kavuşmak; ya da hemen ölmek istiyordu. Buna rağmen Paçalı, ne yuvasına dönebilmiş ne de kederinden ölmüştü. Üç ay kadar sonra, hastalığı iyileşince onu kafesinden çıkarıp kısa uçuşlar yapmasına izin verdiler.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Günler geçtikçe havaya yükselmeye, kanat çırparak taklalar atmaya başlamıştı. Adanalı Paçalı bugün, kendini biraz daha iyi hissediyordu. İçindeki sıla hasretiyse dayanılır gibi değildi. Kafesinin önünde bir süre gezinen Paçalı, birden havalanmış boşlukta taklalar atmaya başlamıştı. Arada bir yükseliyor, sonra süzülerek aşağı iniyordu. Onu izleyen sâhibi, biraz sonra onun yorularak kafesine döneceğini umuyordu. Fakat öyle olmadı. Paçalı yere inmek istercesine süzülerek sahibine yaklaşmış; sonra da adeta vedâ edercesine çevresinde birkaç kez tur atmış; ardından gökyüzüne yükselip, güney yönünde kanat çırparak gözden kaybolmuştu.
Sahibi onun dönüşünü uzun süre bekledi durdu. Adanalı Paçalı'ysa, çoktan güneye yönelip Toroslar'ın yolunu tutmuştu. Durup dinlenmeden yolalıyor; ancak kısa bir an su başlarında konaklayıp, susuzluğunu giderdikten sonra uçuş yolculuğunu yeniden sürdürüyordu. Paçalı, akşama doğru Toroslar'ı aşarken, artık hayli yorgundu. Fakat, biran önce yuvasına kavuşma isteği onu dürtüklüyor; uçuyor uçuyordu.
Paçalı, Çukurova'daydı artık... Ertesi günü Paçalı'yı yuvasında görenler, şaşkınlığa uğramışlardı: Paçalı, nasıl olmuşda yüzlerce kilometrelik yolu aşabilmişti?! Onu, böylesine bir başarıya ulaştıran etken ne olabilirdi. Bu sorunun cevabını vermek pek kolay olmasa gerekti: Oysa O'nu buraya çeken güç, dayanılmaz sıla hasreti, yuvasına, yavrularına kavuşma duygusuydu. İşte bu dayanılmaz yuva hasreti, olamaz denileni gerçekleştirmiş ve Paçalı yuvasına dönmüştü.
Adanalı eski sâhibi, bu olaydan pek çok duygulanmıştı. Nevar ki, o'nun bu vefakâr kuşa sâhip çıkmaya hiç hakkı yoktu. Bu yüzden, Paçalı'nın Ankara'daki sahibine mektup yazıp göndererek şöyle dedi.
- Nasıl olup da gerçekleştirdiğini bilemiyorum; kuşunuz Paçalı, Adana'ya eski yuvasına döndü. Onu size ilk fırsatta geri göndereceğim. Bu vesileyle size selam ve saygılarımı sunarım!..
Bu mektubuna, Başkent'ten gecikmeden şöyle cevap geldi:
- Saygıdeğer yarışmacı arkadaşım!.. Gönderdiğiniz mektup beni son derece duygulandırdı. Paçalı'nın eski yuvasına dönüşüne ben de çok hayret ettim.
Bu olaya, yüce yaratan'ın nice hikmetlerinden birisidir diyorum. Sakın ha!.. Paçalı'yı geri göndermeye kalkmayın. Onun gerçek rahatsızlığını şimdi anlıyorum; sıla hasreti çekiyormuş meğer!.. Siz yapılması gerekeni yaptınız; Onun Adana'ya dönüşünü bildirdiniz. Nevar ki ben, bu vefakâr kuşu geri alıp onu asıl yuvasından ayıramam!.. Eğer benimle Hak'ca ödeşmek isterseniz ki, bunda hiç kuşkum yok... Paçalı'nın yumurtasından göndermeniz yeterlidir!.. Bu vesileyle bende selâm ve saygılarımı sunarım.
Adanalı kuşcu, bu cevaptan pek çok duygulanmıştı. Zaman geçirmeden, Paçalı'nın yumurtalarından bir çiftini Başkent'teki yarışmacıya gönderdi. Kuluçkaya konulan bu yumurtalardan Paçalı'nın benzeri bir çift güvercin yavruları çıktı. Adana'daki Paçalı ise eşi ve yavrularıyla mutlu yaşantılarını sürdürdüler. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!.. Güvercin denilen bu yetenekli kuşların yuvalarına ne denli bağlı olduklarını, Paçalı'nın hikâyesinden anlamış bulunuyorsunuz; Bu yuvalarına olan düşkünlük ve yavrularına karşı olan şefkat duygusu hemen hemen bütün canlılarda vardır.
Bir küçük kuş bile böylesine yuva hasreti ve şefkat duygusuyla yaşarken, yüce yaratan'ın akıl cevheriyle donatarak, yaratıkların şereflisi payesini verdiği insanların, duygusuz ve sorumsuz yaşamaları onlara yaraşır mı?!. Elbet de yaraşmaz. Bir ülke insanlarını yücelten değerlerin başında, bireylerin sorumluluk duygusu gelir: âilesi, topluma, hele hele, yüce yaratan'a karşı olan sorumluluklarını düşünerek, görevlerini yerine getiren insanların geleceklerinden kaygı duymaları gerekmez.
 
Üst