Açıkhava Mızıkacıları - M. Zekai Eryalaz

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Nasreddin Hoca'nın Hindisi ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
Birçok hikayemde belirttiğim gibi, Yüce Yaratan'ın insanlara bağışladığı değerli yeteneklerin başında akıl cevheri gelir. İnsan denilen varlığın, Yüce Hak'ka olan sorumluluğu başta olmak üzere, âilesine, içinde bulunduğu topluma karşı olan sorumlulukları akıllı olmakla başlar. İnsan, aklını iyi kullandığı sürece mutluluğu, kullanamadığı zamanda mutsuzluğu hakeder. Akıl gibi, insanı hayvanlardan ayıran en değerli yeteneğin yanısıra, konuşabilmek yeteneği de önem taşır. İnsanı tanımlayan bilim adamları da söz ve yazılarında ''İnsan konuşan hayvandır'' diye söz ederler. Gerçi öteki canlıların da bir takım sesler çıkardıkları olursa da, bunlara konuşma denemez: inek, öküz böğürür; koyun, kuzu meler; eşek anırır; atlar kişner; köpek havlar; kedi miyavlar... Horoz ve kuşların öttüğü, tavukların gıdakladıkları gibi daha pek çok canlının kendilerine özgü sesler çıkardıkları olur.
Nevar ki bu canlıların içinde papağan adlı yetenekli bir kuş vardır ki, insan gibi konuşabilen bir yaratıktır. Geveze mi gevezi bir kuştur Papağan... kendisine öğretilen kelimeleri, bir söz dizisini tekrarlar durur. Fakat, Papağanların bu konuşma yeteneği bilinçli değildir. Bu tür canlıların güçlü birer belleği varsa da, sözlerin anlamını bilmeden konuşur dururlar.
***
Sevgili çocuklar!.. Şimdi de size bir fıkra anlatmak istiyorum. Fıkra deyince akla en başta nükte deryası rahmetli büyüğümüz Nasreddin Hoca'mız gelir. Güldürü Dünyası'nın yüzyıllar boyu eşsiz nüktedanı Nasreddin Hoca'mız fıkralarında, ibretli yaşantısıyla insanları güldürürken, bir yandan da derin derin düşünmemizi sağlar. O'nun her çağa ve zamana uyarlanabilecek seçkin sözleri, yüzleri güldürürken, özleri de derinden yakıverir. O, toplumun çürük, çarpık bedenini neşterlerken, sosyal dertlerin nedenini, ince nükteleriyle gözler önüne serer; konuları sâde fakat derin bir mantıkla ele alarak ferasetle dillendirir.
İşte şu anda, rahmetli Hocamız'ın ünlü fıkralarından birisini hatırlayıverdim; izninizle anlatacağım:
Nükte deryâsı Nasreddin Hocamız birgün, alışveriş yaparken, bir adamın, elinde renkli tüyleri bulunan bir kuşu satmaya çalıştığını görür. Adam, çevresini saran kalabalığa yönelik şöyle konuşur:
- On akçaya satıyorum; yokmu bu becerekli Papağanı alacak!..
Kuşu satmak isteyen adamın kuş hakkındaki övgü dolu sözleri, hocanın da dikkatini çektiği için, onu bir süre dinledikten sonra satıcıya şöyle der:
- Eti ne budu ne ki bu kuşu över durursun; yumruk kadar bir kuş, hiç on akça eder mi?!.
Papağanı satmak isteyen adam, Hoca'nın bu sözlerine kızmıştır; Hoca'ya ters ters bakarken şöyle der:
- Yetenekli bir kuş o!.. Papağan derler ona; İnsan gibi konuşur, dedikten sonra öğrettiği sözleri papağanına tekrarlatır. Çevresindekilerin gülüşleri arasında Hoca, oldukça düşünceli görünümde evinin yolunu tutar. Doğruca kümeslerinin bulunduğu tarafa yönelerek, besili hindilerden birisini yakaladığı gibi, soluğu, Papağanı satmak isteyen adamın yanında alır. Onu, kucağında bir hindiyle görenlerden birisi, hindinin satılık olup olmadığını sorması üzerine Nasreddin Hoca şöyle konuşur:
- Maşaallah deyin ahali!.. yirmi akçaya satarım; almayanın aklına şaşarım!..
Hoca'nın bu sözleri üzerine, çevrede gülüşmeler başlar; içlerinden birisi gülmekten kasıklarını tutarken şöyle der:
- Hoca!.. hiç görülmüş şey mi bir hindi yirmi akça eder mi?!. Nasreddin hoca gâyet ciddi ve sâkin bir görünümle biraz önce on akçaya satmak isteyen adamın kucağındaki Papağanı eliyle işaret ederken şöyle cevap verir:
- Biraz önce şu yumruk kadar kuşa on akça isteyen adamın sözlerine gülüşmediniz de şimdi benim sözlerime gülersiniz ha!...
Hoca'nın bu sözleri üzerine, Papağan sâhibi kaşlarını çatarak tekrar şöyle der:
- Biraz önce de söyledim; yumruk kadar dediğin kuşum, senin, benim gibi konuşur; ona Papağan derler; yetenekli bir canlıdır. Senin hindinin buna benzer bir yeteneği var mı?!.
Rahmetli Nasreddin Hoca'mız taşı gediğine koymada gecikmez: - Senin Papağan dediğin bu kuş konuşuyorsa, bizim hindi de filozof gibi düşünür durur. O'nun bu yeteneğini daha az değerde mi sanırsın!.. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Evet Sevgili çocuklar!.. Rahmetli Nasreddin Hocamız'ın bu fıkrasında vermeye çalıştığı mesajını anlayabildiniz mi bilmiyorum. Hocamız'ın her nüktesi bir hikmet parıltısı, insanlık yararına bir ibret görüntüsüdür. Toplum yaşayışının çürük çarpık yanlarını, insanları birbirine düşüren haksızlıkları, fıkralarında ibretle dillendirir bu büyük nüktedan...
O'nun nesillerden nesillere anlatılagelen fıkraları, toplumların birer aynasıdır sanki... Bunlar, milli, târihi, kültür mirasımızın öz kaynaklarıdır. Hocamız'ın pırıl pırıl zekasının paha biçilmez ürünü olan fıkraları, her geçen gün biraz daha anlam ve önem kazanmaktadır.
Güzel konuşabilmek, bir kültür ve yetenek işidir. Konuşmak her ağzı olanın söz edivermesi demek değildir. Papağanda da konuşma yeteneği vardır. Nevar ki onun konuşmasında düşüncenin eseri yoktur. Bu yüzden onun konuşuyor görüntüsü, taklitten öteye geçmez. İşte bunun gibi bazı insanların, düşünmeden konuştuğu sözlerde, papağan kuşlarının konuşuyor sanılan kelimeler hükmündedir. Bunun için, uluorta konuşan insanlar için ''Papağan gibi adam'' diye söz edenler olur. Böyle insanların, çeneleri düşüktür; durmadan konuşurlar; böylece densizliklerin yanısıra, bilgisizliklerini de ortaya saçarlar. Bu konuda söylenmiş pekçok ibretli atasözlerimiz vardır:
''Söz gümüşse susmak altındır.'' Deyiminde çok önemli bir gerçek yatmıyor mu?!. Çok kez, saatlerce konuşmanın yerini bir anlık sessizlik doldurur; anlatılmak istenen şey, bu susuşla daha belirgin anlatılıverir. İyi düşünülmeden ağızdan çıkıveren sözler, çok kez, konuşanı zor, hatta gülünç duruma sokuverir.
İşte rahmetli Nasreddin Hocamız, düşünme yeteneğini, gelişigüzel konuşmaya yeğ tutmuş; fıkrasında bunu kendine özgü bir nüktedanlık anlatımıyla belirlemiştir. Sevgili çocuklar siz, ne bir papağan ne de birer hindisiniz. Yüce yaratan, insanı yeteneklerin en üstünü akıl cevheriyle donatarak yaratmıştır. Bunun için dilini bir papağan gibi konuşuvermekle değil, aklınızın yönlendirdiği doğrultuda, düşünerek ve bilinçli olarak kullanınız, yeri geldiği zaman da susmasını biliniz ki, yapacağınız işler, hem size, hem de toplum yararına olabilsin!...
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Martıların Çığlığı ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
Deniz denilince aklıma, masmavi, engin, uçsuz bucaksız sular gelir. Onu her düşünüşümde, içimde bir eziklik duyar; hasretlik duygusuyla hüzünleniveririm. Bu engin sularda, sefere çıkan yakınlarının ardında çırpınan yüreklerin, o andaki duygularını yaşıyorcasına, gittikçe uzaklaşan silüetlerin, salladığı mendillerin ıslaklığını yüzümde hisseder; dostlukları ve beklentileri beraberinde sürükleyen teknelerin, gittikçe küçülüp kayboluşlarını muhayyile ekranımda izler gibi olurum. Bununla birlikte, muhabbet sahillerine erişmek istercesine çırpınan dalgaların birbirlerine saldırışına, kıyılarda devriye nöbeti tutan martıların kızarcasına çığlıklar koparmasını duyar gibi olurum.
Bu göçebe kuşlar, her mevsim, başka başka deniz kıyılarının özlemini çeke çeke yaşayışlarını sürdürürler. Denizlerin yaygaracı kuşları martılar, kuzeyde İskandinavya'dan, güneyde Akdeniz'e, doğuda Japon Denizi ve Hind okyanusuna kadar göçerek, her mevsim, başka başka ülkeleri dolaşır dururlar. Bu yüzden bu kuşların bir tek ülkeyi yurt edindikleri görülmemiştir.
Martıların, elliye yakın türü vardır. Bunlardan, ülkemiz karasularında yaşayanı, on iki tür kadardır. Bu çeşit göçmen kuşların en ilginci, Akdeniz bölgesinde yaşayan ''Güler martı''lardır. Bu tür martı'nın gülüyormuş duygusunu veren çığlığı, insan sesine benzediğinden bu adla tanınmıştır.
Martıların uçuşu pek hızlı değilse de, sürekli uçarlar ve yorulmak nedir bilmezler. Çok kez, sürüler hâlinde uçan bu kuşlar, yedikleri besinler yönünden obur insanlara benzer. Bitki olsun, hayvan olsun, hiçbir ayrım yapmadan, denizde ne görürlerse saldırırlar ve kursaklarına sürekli birşeyler doldurmaya çalışırlar.
Martıların cüsseleri, türlerine göre irili ufaklı olur; otuz santimetreden, yetmiş santimetre arasında değişen boyları vardır. "Cüce martı'' denileni en ufağı, ''Karabaşlı martı'' olarak adlandırılanları da en uzun boylu olanlarıdır. ''Gümüşsel martı'' bu tür kuşların en yaygın bir türüdür. ''Üç parmaklı martılar'', yazın Avrupa, Asya ve Afrika kıt'alarının kuzeyinde; kışın ise, bu kıt'aların güney denizlerinde yaşarlar. Böylece, martıların ömrü, bölgeler arası göç yollarında geçer. Pek çok insanın yaşayışı da bu göçmen kuşlar gibi değil midir. Onlar da martılar gibi dört mevsim arasında göçederek ömürlerinin tüketmiyorlar mı?!. Hele, yurt yuva sâhibi olamayan berdüş insanların durumları, göçmen martılar gibi geçmez mi?!. Böyleleri, toplum tarafından itelenmiş durumda değiller mi?!. Ne yaşam savaşı vermişler; ne de alınteri dökerek insanca yaşamayı denemişlerdir. Bunlar, kendilerine bitkisel yaşıyor gözüyle bakanlara, kızarlarsa da, onlar bundan da yoksundurlar. Çünkü bitkiler birer yararlı besin kaynaklarıdır. Oysa başıboş gezen insanlar, sorumsuz biçimde hayat sürmeleriyle, toplumun başına dert ve felâkettir. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!..
Size martıları anlatmaya çalışırken, sözü yine insanlara getirdim. Amacım, her hikâyemin sonunda, insanların yararına bir sonuç çıkarmaktır. İnsanca yaşamak istediğinizden hiç kuşkum yok. Alınteri dökerek emeğiniz karşılığında geçiminizi sağlamayı isteyeceğinizi de biliyorum. Ne denizlerde başıboş gezen martılar, ne de Ieşler üzerinde konan kargalar da değilsiniz. Sevgili çocuklar siz yüce hak tarafından akıl cevheriyle onurlandırılarak yaratılmış insanlarsınız. Bu yüzden, dünyaya geliş amacınız doğrultusunda benliğinize sâhip çıkarak, nefislerinize kul olarak değil, yalnız ve yalnız yüce yaratan'a kul olmanın bilinci içerisinde çalışacak ve mutlu geleceğinizi kazanacaksınız. Yoksa bu sağlıklı yoldan sapanlara, denizlerin çığırtan kuşları martılar bile acımayacak, kahkaha ile güleceklerdir.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Balarısı İle Karatavuk ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
Bu kez size yararlı bir canlıyı ele alarak hikâyeme konu yapmak istiyorum:
Tavuk ve tavukçuluk konusunda, içinizde bilgi edinmiş olanlarınız vardır sanırım. Hiç kuşkusuz tavuk denilen kümes hayvanlarını yakından bilirsiniz. Hatta bunların civcivlerini ellerine alıp sevenleriniz olmuştur.
Eti ve yumurtalarıyla çok yararlı bir besin kaynağımız olan tavuk, omurgalı canlıların kuş sınıfı, tavukgiller takımı arasında yer alır. Bu yüzden, kuşlar türünün birçok özelliklerine sâhiptir: Başı küçük, ağız görevi yapan gagası, yem toplamada son derece beceriklidir. Tepesinde kırmızı bir ibik, çenesinde de kendine özgü iki parça etten oluşan bir sakal bulunur. Horozda ve bâzı cins tavuklarda bu ibikler daha büyüktür. Bunların renk parlaklığı ve canlı görüntüleri sağlıklı oluşlarının belirtisidir. Başının iki yanındaki yuvarlak küçük gözlerini, üç perdeli kapaklar ışıktan korurlar. Birer delikten ibaret olan kepçesiz kulakları gözlerine yakındır.
Tavuğun başı, boynu üzerinde rahatça arkaya dönebilecek yetenekte olduğu için, gerisini de kolayca görebilir. Gövdesini örten yumuşak tüyleri, iki kanadını aralarında gizler; Bu kanatlar, tavuğa kısa uçuşlar sağlarsa da pek zora gelmeden uçmak istemezler.
Tavukların kuyruğu kısa olmasına karşı, horozların kuyruğu daha uzundur ve tırpan biçimindeki telekleri'nin rengi parlak ve göz alıcıdır. Tavukların ayakları dörder parmaklıdır; Bunların üçü önde birisi arkadadır; horozların ayaklarında ayrıca "mahmuz" denilen bir çıkıntı bulunur.
Tavuklar, tüneklerinde dengelenerek dururlar; Bu durumda yere düşmeden uyur ve dinlenirler. Tavuk, tünediği zaman, bacak kasları hemen kasılır, parmaklar içe doğru kıvrılarak tüneği sıkıca kavrar.
Tavuğun derisini örten tüy ve telekler, birbirine yapışık gibidirler; Aralarında bulunan bir damar, tavuğun gövdesi ve teleklerine besin sağlar. Tavuğun tüyleri genellikle, beyaz, kara ve kahverenginde olur; başlıca görevleri, canlıyı hava değişiklikleri, soğuğa ve sıcağa karşı korunmalarını sağlamaktır.
Tavuğun midesi, iç organlar bakımından kuşlarda olduğu gibidir ve kursak, önmide ve katı bölümlerinden oluşmuştur. Tavuk, yediği yemleri, önce kursak ve önmide de yumuşatır; sonra da katı organ bunları, tavuğun yuttuğu kum ve taşlarla halleder; sıvılaşan yemleri güçlük çekmeden sindirir. Tavuk, çok obur bir yaratıktır; gagası yerden kalkmaz. Filiz, yaprak, dene ne bulursa durmadan atıştırır; parmaklarıyla eşelediği yumuşak topraklardan bulduğu böcek ve kurtçukları da kursağına indirir. Tavuk, suyu emerek içmeği beceremez; bir içimlik suyu, alt gagasına doldurup, başını yukarıya kaldırarak yudumlar.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Kümes hayvanlarımızdan olan tavuklar, kuşlar gibi yumurtlar ve kuluçkaya yatarak çoğalırlar. Yumurtalarının yapısı, akı ve sarısı olmak üzere iki tür besin kaynağından oluşmuştur. Yuvarlak olan dış kabuğu ise kireçle kaplanmıştır. Cins tavuklar bir yılda ikiyüzelli, üçyüz kadar yumurta yumurtlarlar.
Yavrularını en iyi biçimde gözetip kollayan canlıların başında tavuk gelir. Civcivlerini kanatları arasında özenle saklayıp onları korur.
Evcil tavukların pek çok türü vardır; Anayurtlarıysa Asya'dır; Hindistan ve Malezya'dan bütün dünya'ya yayılmışlardır. Yurdumuz'daki yerli türlerin içinde en ünlüleri, Hacıkadın, Denizli ve Cebeci adıyla anılanlarıdır. Denizli horozlarımız, seher vakitlerinin güzel sesli habercileridir. Siyah renkli, küçük yapılı Gerze tavukları birer biblo görünümündedirler. Siyah, beyaz ya da kahverenkli türleri olan tepeli tavuklar, başlarına kalpak giymişler gibidir sanki... İspenç tavukları da ufak yapılıdır. Beç ya da Nemçe adıyla anılan tavukların etleri çok Iezzetlidir.
Sevgili çocuklar!.. adlarını sayamadığım daha pek çok tavuk türü vardır. Denizli horozu gibi ötücülüğüyle ünlü olanların yanısıra, döğüşgenliğiyle bütün Dünya'ca tanınmış Hind horozlarından da söz etmeden geçemiyeceğim: Tüyleri az fakat mahmuzları son derece güçlü bu tür horozlar, horoz döğüştürücülerin gözdeleridir.
***
Sevgili Çocuklar!.. şimdi de size balarısı ile bir tavuğun hikâyesini anlatmak istiyorum:
İlkbahar'ın en güzel günlerinden birisiydi. İrili ufaklı canlıların tümü geçimlerini sağlamak için, büyük bir çaba içerisinde çalışmalarını sürdürüyorlardı.
Kış aylarının uyuşuk tabiatı, yeniden canlılık kazanmış; kırlarda, koyun kuzular otluyor; bağ ve bahçelerde toprağı belleme, sürüp ekme ve dikme işleri sürdürülüyordu. Kelebekler, balarıları çiçek özü toplamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. İşte böylesine canlı ve hareketli günün sabahında, sevimli küçük bir balarısı da, erkenden bir tavuk çiftliğinin çok yakınındaki meyve bahçesinde, çalışmalarına başlamıştı. Nevar ki, balarısı'nın kovan kraliçesinin, bu tavuk çiftliği kümeslerine yaklaşmamaları hakkında uyarıları vardı.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Küçük balarısı, bu uyarıyı unuttuğu, ya da pek önem vermediğinden olacak ki birara tavuk kümeslerine doğru yönelmekte bir sakınca görmemişti. İlk kez geldiği bu yöreyi beğenmiş olacak ki, sevinçle kanat çırparak çevre de bir süre tur attı. Bahçedeki meyve ağaçlarının değişik türde oluşu, üzerlerinde kanat çırparak uçuşan kuşların cıvıltıları onu etkilemişti. Kendi kendine: "Burada hayat var... Kraliçemiz bize burasını neden yasaklamış ki... Bahçenin her yanı çiçek dolu... Bunların çiçek özlerini rahat toplamak varken, kırlara, uzak yörelere gitmenin anlamı var mı?!" diye düşünen balarısı, çiçek çiçek dolaşmaya başlamıştı. Biraz sonra kümeslerin bulunduğu yere kadar sokulmuş bulunuyordu. Birden, çevreyi çepeçevre sarmış bulunan tel kafeslerin ardında, o ana kadar hiç görmediği bazı yaratıkların, başları yerde, birşeyler arıyorcasına gezindiklerini gördü.
Arıcık, ilk kez bir tavuk topluluğu görüyordu. Bunlardan kimi tel kafeslerin ardında gezinirlerken, kimi de tüneklerinde uyuklar gibi duruyorlardı.
Bizim küçük yaramaz balarısı, kümes tellerinden birisine konarak, onları bir süre izledi. Bu canlıların değişik yaşantısı, arıcığı iyice meraklandırmıştı. Hafifçe vızıldayıp, bulunduğu yerden uçarak, kümes tellerinden içeriye girdi; çevresine bakınırken, follukların bulunduğu yere doğru yöneldi.
İşte tam bu sırada bir gürültü kopuvermişti. Arıcık, bu sesten çok korkmuştu. Yaygarayı koparan kapkara bir tavuktu. Gıdaklaması öylesine çirkin ve soğuktu ki, folluğundan kalkmış; üst üste uzun uzun cayırtı koparıyor; aynı anda da çevresinde dönerek şov yapıyordu.
Küçük balarısı, korku ve telaşla, kümesin kapısına güçlükle tutunabilmişti. Bulunduğu yerde tir tir titriyor; tavuğun yaygarası uzayıp gidiyordu. Birden bire, ensesine bir şeyin dokunmak üzerine olduğunu algılayıvermişti. Şaşkınlığı anında bir başka tavuğun kendisine yaklaştığını görememişti. İşte ensesinde hissettiği, bu tavuğun gaga vuruşuydu. Atik davranıp da zamanında havalanmamış olsa, yaşamı sona eriverecekti.
Saf küçük balarısı, havada kanat çırparak kendine gelmeye çalıştı; korkusu biraz hafiflemişti. Derince soluk alarak çevresine bakındı. Bir anda yaşadığı olaylar ve görüntüler onun monoton hayatına renk katmış; dilediğince yaşama duygusundan tad almaya başlamıştı. Karatavuğun başlattığı yaygaraya, şimdi öteki tavukların bir bölümü de katılmış bulunuyordu. Bu gıdaklamalar, arıcığı oldukça neş'elendirmişti; dudağının bükülüşünde gülücükler gezinirken; "Ah! Şu görüntüye kraliçemizin de tanık olmasını ne kadar isterdim.'' Diye düşünmeden edemedi. Sonra bakışlarını hâlâ gıdaklayıp yırtınmakta olan karatavuğa çevirerek kendi kendine konuştu:
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Şu kara tavuğa bakın hele!.. Bir ak yumurta yumurtladım diye ne kadar yırtınıp şamata yapıyor; haspanın başına sanki kraliçe tacı giydirmişler... Be hey şaşkın tavuk!.. Altın mı yumurtladın sanki?!. Alt tarafı bir tek yumurta çıkardığın... Üstelik rengini bile yansıtmıyor bu yumurta... Neyine böbürlenir durur bilmem ki bu arsız!.. Oysa ben öyle miyim ya!.. sapsarı olan ürünüm kendimi yansıtıyor; petek petek dolu kovanımla ben hiç bunun gibi kibirleniyor, gururlanıyorum mu?!. Büyüklenmek yalnız yüce yaratana yaraşır; yaratıkların alçak gönüllü olması gerekir. Gerçi başka canlılara yararlı olmak da elbet güzel bir şey, yumurta da yararlı bir besin kuşkusuz. Hele çocuklar için küçümsenemez değerde bir besin kaynağı... Nevar ki, benim ürünüm, daha az mı yararlı?!. Balımız, beslenme ve sağlık konusunda en değerli besinlerden birisidir. Gereksiz yere kovanlarımıza yaklaşan insan ya da öteki canlılara kızdığımız olur elbet de!.. O zaman onlara iğnelerimizi batırıyoruz. Bunun dışında biz arılar uysal sayılırız. Oysa şu tavuk denilen canlıların geçimsiz olduğunu biraz önce gördünüz; beni nasıl da gagalamak istedi. Eğer çevik olmasaydım beni bir vuruşta yutuverecekti. Oysa ben öyle miyim ya?! Hiç kimseye zararım olsun istemem. Hele hele hiç haram Iokma yemem... Çiçeklerin izniyle, onları incitmeden çiçek özü toplar; bunlardan yararlı ve şifalı bal ürünü yaparım. Oysa, birçok zararlı böcek ve şu karatavuk gibi canlılar, ekili, dikili ürünlere zarar vermekte çekinmezler.
Bu sırada, karatavuk, yorulmuş olacakki, yaygarayı kesmişti. Sanki, biraz önce yaygara koparan o değilmiş gibi, tel kümesin içinde gezinmeye ve yerlerde yiyecek birşeyler aramaya başlamıştı.
Küçük balarısı, kısa bir an karatavuğu izledi; sonra da yüzünde hayret belirtisi oluşurken, kendi kendine: "Demek böyle çerçöple yaşayanlar da varmış...'' diye konuşmadan edemedi.
Arıcık, bu sözlerinden sonra, kıvançlı bir durumda, kanatlanarak uçtu. Biraz sonra tavuk kümeslerinden uzakta meyve bahçesindeydi. Pembe elma çiçeklerinin çoğunlukta bulunduğu ağaçlar üzerinde, çiçekten çiçeğe dolaşarak öz suyu derlemesini sürdürdü.
*** Sevgili çocuklar!.. Küçük balarısı ve karatavuğun birbirlerine ters düşen davranışlarını gördünüz değil mi?!. Hayatınız, yararlı ürünler veren canlılar gibi çalışarak geçsin. Nevar ki, karatavuk gibi yaptıklarınızla, öğünüp böbürlenmeyiniz. Arılar gibi alçak gönüllü olunuz; çalışmalarınızı başkaları değerlendirsin; eserlerinizle siz değil, yaşadığınız toplum ve insanlık övünsün!..
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Sadakat Nişanı ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
Bu yazımda size, köpek denilen sevimli canlıyı tanıtmak istiyorum. İçinizde: "Biz köpekleri iyi tanırız." Diye düşünenleriniz olacaktır sanırım. Evet!.. Aranızda, bu canlıların bâzısı ile dostluk kurmuş olanlarınız vardır. Bunlardan fino tipi olan küçüklerine biblo gözüyle bakıp evlerin içinde besleyenleriniz; boyunlarına tasma takıp sokak ve caddelerde gezdirenleriniz vardır. Kasaba ve köylerin bağ, bahçe ve ağıllarında bekçilik ve davar koruculuğu yapan iri yapılı köpekleri de çok iyi tanıyanlarınız olduğunu biliyorum. Fakat içinizde hiç görmediğiniz daha pek çok köpek türleri vardır.
Köpek denilen sâdık canlının "Buldog'' diye adlandırılan türü, bekçilik yapmakta ün kazanmıştır. Koyun sürülerinin en güvenilir koruyucuları olan çoban köpekleri, sürünün çevresini sararak görevlerini başarıyla sürdürürler. Fedakârlıkta üstlerine yoktur; sürüye saldıran aç kurt sürüleriyle, ölesiye boğazlaşırlar.
Av köpekleri de çeşit çeşittir. Bunların "tazı'' diye adlandırılanları çok hızlı koşar; kaçan av hayvanlarını kovalayıp yorar ve pes ettirir. Bâzı tür köpekler de at gibi alanlarda yarıştırılır. "Sinedrom'' adı verilen alanlarda, oyuncak tavşanları tutmaya çalışan bu yarış köpekleri, bahse tutuşanları heyecandan heyecana sürükler. Bu tür yarış köpekleri bir makine sisteminin hareketiyle yön verilen, içi saman dolu oyuncak tavşanları, alanda izleyerek tutmaya çalışırlar.
İnsan denilen varlık, eğleneceğim diye nice akıl almaz kaprislere kaptırmıştır kendisini!... Ringlerde horoz döğüşü, meydanlarda deve güreşleri, arenalarda boğa saldırılarını çığlıklar kopararak izlemekteler... daha nice bunlara benzer tuhaflıklar sürüp gitmektedir.
Konumuz köpekken, söz, deve güreşleri, horoz döğüşleri ve boğa çılgınlıklarına kadar uzandı. İsterseniz köpek denilen vefâlı ve cefâlı yaratık üzerinde biraz daha duralım.
Bâzı köpek türleri, görme özürlü insanların en güvenilir yardımcılarıdır. Özel eğitim görmüş olan bu köpeklere, görmezlere dikkatle hizmet etme biçimleri öğretilir; Bu köpekler, son derece duyarlı ve yumuşak huylu canlılardır. ''Senbernar'' adı verilen yetenekli köpek türleri, bir sağlık personeli ekibi gibi hizmet görürler: Bunlar, karla örtülü geçit vermez yüksek dağlarda, tipide yollarını kaybeden yolcu ve dağcıları bularak, donmak üzere olan insanları kurtarırlar.
"Ternöv'' diye adlandırılan bir tür köpek de deniz kazazedelerini kurtarmak için eğitilirler.
*** Sevgili Çocuklar!... izninizle şimdi de size, bir sadâkat timsali "Çomar'' adlı köpeğin hikâyesini anlatacağım: Hikâyemiz, yüksek bir dağın yamacına yaslanmış bir köyde geçmektedir. Yaşamına alışılmış bir yaz gününün öğle sıcağında, Köy halkının kadınlı erkekli çoğunluğu, tarlalarında çalışmalarını sürdürüyorlardı. Kimi olgunlaşmış ekinlerini biçmede, kimi de harman yerine sap taşımada, ya da düven sürmekteydiler. Köy evlerinin bacalarından, yer yer, dumanlar tütmekteydi. Bundan, evlerin ocaklarında, akşam yiyintileri için çorba, aş pişmekte olduğunu anlamak güç değildi. Her gün seher vakti ağaçlarda cıvıldaşan kuş seslerine, hafif şırıltı akışıyla karşılık vermekte olan derecik, şu öğle sıcağında bunalmış olacak ki, şimdi yatağında tembel tembel gerinmekte, çevrede hergün alışılagelmiş bir sessizlik sürmekte...
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili Çocuklar!... izninizle şimdi de size, bir sadâkat timsali "Çomar'' adlı köpeğin hikâyesini anlatacağım: Hikâyemiz, yüksek bir dağın yamacına yaslanmış bir köyde geçmektedir.
Yaşamına alışılmış bir yaz gününün öğle sıcağında, Köy halkının kadınlı erkekli çoğunluğu, tarlalarında çalışmalarını sürdürüyorlardı. Kimi olgunlaşmış ekinlerini biçmede, kimi de harman yerine sap taşımada, ya da düven sürmekteydiler. Köy evlerinin bacalarından, yer yer, dumanlar tütmekteydi. Bundan, evlerin ocaklarında, akşam yiyintileri için çorba, aş pişmekte olduğunu anlamak güç değildi. Her gün seher vakti ağaçlarda cıvıldaşan kuş seslerine, hafif şırıltı akışıyla karşılık vermekte olan derecik, şu öğle sıcağında bunalmış olacak ki, şimdi yatağında tembel tembel gerinmekte, çevrede hergün alışılagelmiş bir sessizlik sürmekte...
Fakat o ne?!. Birden bu uyuşuk suskunluğu yırtmak, istercesine köpeklerin, ulurcasına havlamaları duyuluvermişti. Sanki birden ağıllları kurt sürüleri basmış; ya da ahırlarından yüzlerce hayvan kaçıyor sanılabilirdi.
İşte tam bu sırada, çolak Rıza'nın iri çoban köpeği çomarda, kapılandığı evin sokak kapısından içeri dalmış; beşikte yatmakta olan küçük çocuğu kundağiyle kaptığı gibi, hiç zaman geçirmeden dışarı fırlamıştı. Çomar, kendisini şaşkın bakışlarla izleyen ev halkına aldırmadan, dağın yamacına yönelmişti. Çok kısa süren şaşkınlığın ardından, ellerine geçirdikleri sopa, küreklerle çomarın ardına düşen ev halkı ve komşuları da telaşla seğirtmişlerdi.
Birden, toprağın derinliklerinden geldiği sanılan bir uğultu, çevreyi sarıvermiş; sonra da yer yerinden oynamış; köyün üzerine, yoğun bir toz bulutu çökmüş, göz gözü görmez olmuştu. Göz açıp kapanacak bir süre içinde ne olmuşsa olmuştu.
Köyün üzerinden toz bulutları sıyrılmaya başlayınca yerinde bir yığın toprak kaldığı gözlenmişti.
Sopalarla çomarın ardından seğirten köy halkı, kurtuluşlarını bu köpeğe borçlu bulunuyorlardı.
Çomar'sa hiçbir şey olmamış gibi, tepenin doruğunda durmuş; ağzında kundağıyla birlikte taşıdığı çocuğu yere bırakmış, sonra da dört ayağı üzerine çömelerek oturmuştu. Dili bir karış dışarıda, sık sık soluk alıp verirken, kendisini izleyenlere bakıyordu.
Sopalarla çomarın ardından seğirten köylüler, olanların bilincine vardıkları zaman, çomar'a karşı duydukları önlenemez hırsları, yerini deprem felâketinin verdiği korku ve dehşete bırakmıştı.
Köy halkı, şimdi çomarı unutmuş; her biri can ve mallarının derdine düşmüşlerdi. Bu yüzden, hiçbiri çomarla ilgilenmeyi akıl edemedi. Çomar da onlardan ilgi ne de taktir bekliyordu. Ekmeğini yediği insanlara hizmet etmek onun görevi değil miydi. O, Ademoğlu değildiki göğsüne dizi dizi madalyalar takıp kasılarak yaşasındı. Sâhipleri verirlerse, bir parça kuru ekmekle yetinecek ve kendisine verilenin kat katı hizmet görmeği sürdürecekti; hattâ horlansa, döğülse, aç bırakılsalar da, köpeklerin mayasında sadâkat vardı. Onlar, hâyinlik yapmasını bilmezler; bâzı bencil insanlar gibi şeytanlık yapmayı akıl edemezlerdi. ***
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Sevgili çocuklar!.. Size bu kez de yararlı olabilmek için çomar'ın hikâyesini dilime, oradan da kalemimin ucuna getirerek, hizmet ve sadâkat kavramının önemini, birazcık olsun anlatmaya çalıştım. Sadâkat sözcüğünün anlamı, köpeklerde simgelenmiştir diyebilirim. Nice yaşanmış olaylar, bu sevimli canlıların, böyle yeteneklerini belgeleyen konularla doludur.
Birer insan olarak, içinde yaşadığımız âile ve topluma karşı, bizim birçok yükümlülüklerimiz vardır. Bunların başında sorumluluk duygusu gelir. Bu duygu, Yüce Hak'kın biz insanlara ikram ettiği manevi değerlerin başında gelir ki, bu emânetin bilincini çok iyi kavramamız gerekir. Bu emânet, sadakatle korunduğu sürece, topluma yapılan hizmetler kat kat yararlı olacak ve yüce yaratanımızın rızasını kazanacaktır.
Üzerlerine düşen görevleri titizlikle yerine getirmeye çalışan insanların, takdir görmesi ve nişanlarla onurlanmayı beklemeleri gerekmez. Böyleleri için en büyük ödül, huzur dolu bir vicdana sâhip olmaktır. Eğer yürekler, bu vicdan huzuru kavramından yoksun iseler, maddi ödüllerle doyurulmaya çalışılması neye yarar?!.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Atın da Bir Hikâyesi Var ]</B>​

Sevgili Çocuklar!..
Bu yazımda size, at denilen çok yararlı bir canlıdan söz edecek, bu sevimli hayvanı çoğunuzun bilmediği özellikleriyle tanıtmaya çalışacağım.
At denilen sevimli yaratık, insanların en eski dostudur. Yararı anlatılmakla bitmez. İçinizde atı bilmeyenleriniz yoktur sanırım: üzerine binip gezenleriniz de olmuştur sanırım. Ancak, bu güçlü canlının soyu, sopu, cins ve çeşitleriyle ilgili bilginiz ne derecededir bilemiyorum.
At, omurgalı memeliler sınıfı, toynaklılar grubunun tek tırnaklı türünden bir canlıdır. Atın ana yurdu Orta Asya sayılır. Yüzyıllar boyu, atalarımıza bineklik ve can yoldaşlığı yapmıştır.
Evcil at, milâttan önce, üçbin yıllarında, Orta Asya'da yetiştirilmiş; Önasya'ya da atalarımız Türkler tarafından getirilmiş, oradan da batı ülkelerine yayılmıştır. Zamanla değişik türleri oluşan atın, doğu ile batı ırkı türü ün salmıştır. Doğu atları türü içinde sıcak kanlı olarak bilinen arap ve ingiliz atları, binek olarak, en çok ilgi gören at türleridir. Bu canlılar, hırçın yaratılışlı fakat o oranda da ince yapılı ve gösterişlidirler. Bu tür atlar, koşu, binek, engelli atlama sporu gösterilerinin en güç figürlerini ustalıkla yaparlar.
Soğukkanlı atlar ise, iri kalın gövdeli, daha güçlü canlılardır. Tarımda, yük çekmede, koşum hayvanı olarak ağır işlerde kullanılırlar. Bunlar, batı ülkelerinde çeşitli adlarla anılırlar. Bugün bile, motor gücünün üstünlüğüne rağmen, bu yarımkan atlar, binek hayvanlığından, koşum işlerine kadar, insanların hizmetinde kullanılırlar. Atların kendine özgü yürüyüş biçimleri vardır: Bunlar, adeta, tırıs, rahvan ve dörtnal olmak üzere dört çeşittir. Atların en duyarlı organları, gözleri ve kulaklarıdır; En koyu karanlıkta bile çok uzağı görür, en hafif sesi işitebilir. Atın rengini veren kılların tümüne birden ''atın donu'' denilir; Kahverengi, doru, süt beyazından tutunuz da, yağız, kula, bozkırı ve karışık renklerde küheylan ve kısrak türleri vardır.
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
Atın, Türk Tarihi'nde çok önemli bir yeri bulunmaktadır: Atalarımızın pek çoğu, onun üzerinde doğmuş, yine onun sırtındayken ölmüşlerdir. Savaş alanlarında kazanılan her zaferde atların büyük payları vardır. Savaş alanları, yüzyıllar boyu, Türk akıncılarının at koşturdukları yiğitlik harmanı olmuştur. Atları üzerinde Ortaasya'dan gelen Bozkurtlar, Anadolu'yu kendilerine yurt edinmişler; Ardından da üç büyük kıt'a, Türk akıncıları'nın kılıç kalkan seslerini dinlemiştir. Yağız Türk Yiğitlerinin öyküsü, nice küffar diyarında korkuyla anlatılır olmuş; Türk atları, Volga Irmağı'ndan su içmiş; aktolgalı Beylerbeyi, Tuna'dan geçmiş; at kişnemelerine kös sesleri karışmıştır. Yüce bir Hakan, Fâtih Sultan Mehmed Han, Kostantiniyye Kenti'nin surları üzerine yürümüş; mehterlerin çaldığı zafer marşları ve Tekbir sesleri eşliğinde adı İstanbul'a çevrilen kentin sur kapılarından ihtişamla girerek, Âlemlere Rahmet yüce Peygamberimiz'in övgüsünü kazanmıştır.
Sevgili çocuklar!... Türk evlâdı'nın belleğinde yer etmiş, üç önemli olgu vardır ki, yurdu ve kutsal değerleri için savaşırken, onlara güç ve başarı kaynağı olmuşlardır. Bunlar, ailesi, silahı ve binek hayvanı atıdır.
At denilen bu becerikli ve sevimli yaratık, târih boyu Türk akıncılarının böylesine baş tacı olmuşken, ne hallere düşürüldüğünden de üzülerek söz etmek istiyorum:
Evcil canlılar içerisinde, böylesine güçlü ve değerliyken, bakıcıları tarafından el üstünde tutulan safkan İngiliz ve arap atları, yaşlandıkları zaman, ne olurlar bilir misiniz çocuklar?!.. Vereceğiniz muzip yanıtı duyar gibi oluyorum: "Ne olacaklar, kesicilere satılır; onlar tarafından sucuk pastırma yapılırlar!..''
Hele durun canım!.. o onura erişmeleri için zaman biraz erken sayılır. Elbet buna da sıra gelecek... Bundan önce onların çekeceği çileler var: Örneğin, bir zamanların üzerine titrenen safkan yarış atı, yaşlanıp gözden düşünce kendini bir arabaya koşulmuş buluverir. Artık tavlada geçen hoş anlar, onun için düş oluvermiştir; Süper besin olarak yemliğine konulan şeker, fındık, üzüm gibi yiyecekler, yerini kuru ot ve samana bırakıvermiştir. Bir süre sonra da sâhibine verimli kazanç ve övgüler sağlayan soylu at, hayvan pazarında, yanırlı eşeklerle satılığa çıkarılmış olacaktır. Yeni sâhibi arabacının nasırlı elleri, hamutu boynuna geçirivermiş; nasıl bir oyuna getirildiğini anlayamadan, kamçının meşin ucu, sağrısına inmiş; ince bir sızı, belinden karnına doğru yayılıvermiştir.
Soylu yarış atının bundan böyle yaşantısı, çile çekmekle sürecek, zaman, zaman geçmiş anılarını düşleyerek avunmaya çalışacak; hamutun vurduğu boyun ve sırtındaki yaraların verdiği acıya katlanacaktır. Belki onun çektiği çile, burada da bitmeyecek; sıra, bir bostan kuyusu dolabında, gözleri bağlanmış durumda dönüp durmaya gelecektir.
Sevgili çocuklar!... Ne var ki atlar onurlu yaratıklardır. Bu yüzden, dayanılması güç acılar çekseler de, insanlar gibi ne yalvarmayı, ne de hıçkırarak gözyaşı dökmeyi bilirler. Şimdi de size bu onurlu canlılardan birinin, bir yarış atının, hayat hikayesini manzume halinde dile getirmeye çalışacağım:
 

Erkam.

Kıdemli Üye
Katılım
25 Mar 2007
Mesajlar
8,441
Tepkime puanı
259
Puanları
83
Konum
BURDUR
[ Dolap Beygiri ]</B>​

Dolap beygiri gibi ömrün geçirdin;
Kimseler acımadı senin haline...
Gelen geçen yolcuya suyun içirdin;
Omuz veren olur mu dersin sâline?!.
***
Düşündün mü acaba şu beygir neydi?..
Bir çiftlik tavlasında belki gözdeydi;
Nice el yelesini okşayıp sevdi;
Neydi, ne oldu şimdi bakın hâline!..
***
Favori idi belki o her yarışta;
Olurdu kazananlar içinde başta;
Anlam sezemese de kopan alkışta;
Fındık, üzüm konurdu hep yemliğine!...
***
Götürdüler onu da birgün Pazara;
Bakmadılar sattılar zarara kâra;
Geçirdiler hamutu boyna bu sıra;
Kamçının meşin ucu indi beline!..
***
Yokuş, iniş denmedi araba çekti;
Çifte koştular onu, düvende tekti;
Yük vurdular sırtına ah!... ölecekti;
Düşmüştü zâlim, hoyrat adam eline!..
***
Kalmıştı sonunda o bir deri kemik;
Çeker olmuştu hasret günlerce yemlik;
Hamutun vurduğu boyn, sırt yanır, delik;
Acı veriyordu gem dişi diline!..
***
Bostan kuyusu oldu en son durağı;
Çevreyi göstermiyor gözünün bağı;
Dönmek nasibi imiş ömrün son çağı;
Kapılıvermek varmış kader yeline!..
***
Zekâi der hayatın ömrü kısadır;
Yaratan buyruğu bu düzen, yasadır; Hayatın akışıysa çok kez tasadır; Bu böyle anlaşıla böyle biline!..
 
Üst