Abdurrahman Aslan / Sabra Davet Eden Hakikat

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
113903.jpg



Ekim 2010

Nehri Geçerken, Müslümanların bugün içinde bulundukları temel meseleleri tartışmakta, yol göstermektedir. Özellikle küreselleştirilen dünyada büyük sorunlarla karşılaşan Müslümanların hangi konuma yerleşecekleri ve kendilerini ne şekilde ifade edecekleri de ayrı bir önem taşımaktadır. Yazılarında Müslüman kimliği taşıyanlara önemli ipuçları veren Arslan, yirmi birinci yüzyılda hayatı pazar ekonomisine dönüştüren neo-liberal ideolojinin tahlil edilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. İslâm, modernlik, sekülerlik, postmodernite, iktidar ve akıl konuları üzerine yaptığı çalışmalarla öne çıkan Abdurrahman Arslan, yayımlanan kitaplarının yanında söyleşi ve soruşturmalara verdiği cevaplarda da aynı entelektüel derinliğe sahip bir düşünür olarak ön plana çıkmaktadır.
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
Müslümanların hayat algısı bozulmamalı!
28592.jpg



Abdurrahman Arslan, Müslümanların modern veya kadim sorunları üzerine düşünenlerin okuması gereken bir isim.



Abdurrahman Arslan ismi benim aklıma öncelikle iki kelimeyi getiriyor: samimiyet ve modernite. Pek alâkası olan iki kelime değil sanırım ama kendisinin samimiyeti ve moderniteyle her halükârda verdiği savaş benim aklımda bu ikiliyi oluşturdu. Kitaplarını okumak ve konuşmalarını dinlemek ayrı bir zevk benim için ve tanıdığım birçok kişi için de aynı durum söz konusu. Abartı gibi geliyor olabilir ama mesela herhangi bir -örneğin aile konulu- seminerine gidilse; üstüne bir de onun söyleşilerinden ve dergi soruşturmalarına verdiği cevaplardan oluşan “Nehri Geçerken” isimli kitabı okunsa rahatlıkla anlaşılır söylemek istediklerim.
Asım Öz’ün yayına hazırladığı ve Beyan Yayınları’nın bastığı Nehri Geçerken her satırı dikkatle okunması gereken güzel bir kitap. 1994’teki söyleşilerden başlayıp 2010’a kadar gazetelerde ve dergilerde yer alan söyleşilerle devam ediyor ‘söyleşiler’ kısmı. Diğer kısım, ‘soruşturmalar’, yine dergi ve gazetelerin belirli bir konu hakkında hazırladığı dosyalara verilen cevaplardan oluşuyor.
Modernite algı değiştiriyor
nehri-gecerken-106445.jpg

Kitabı okurken sık sık ara vermek zorunda kaldım, zira bazı cümleler çok etkileyici ve üzerine düşünülmesi gereken tespitler içeriyor. Abdurrahman Arslan, modernitenin taşıdığı anlamı ve değiştirdiği algılarımızı anlatıyor kitabında. Sevginin, aşkların, iyiliklerin, güzelliklerin, kısacası her türlü duygunun başkalaştığı, bize ait olmaktan çıktığını belirtiyor.
Sorulara verilen cevaplar yer yer uzuyor. Mesela soru “modernizmin süreci”nden bahsediyor, hâliyle Arslan yıllarını verdiği bu konuya dair uzun cevaplar veriyor, kelimenin kökeninden tarihine kadar. Evet, zaman zaman sıkılabiliyor insan; fakat kitabın/ söyleşinin sonunda bu sayede -uzun ve kapsamlı cevaplar- kavramların daha anlaşılır olmasını sağlıyor.
Abdurrahmna Hoca, ‘birey’in tanımını yaparken ‘kendi varlığını, kendisinin ispat ettiği, dışsal bir referansa ihtiyaç hissetmeyen yeni bir yaratık’ ifadesini kullandıktan sonra modern dönemin aslında bu kavramla kurulduğunu söylüyor. Pek sık kullanılan, felsefe derslerinde yazılı sorusu olan ve eğitim sistemimizin test mantığı vesilesiyle adeta oyuncak hâline gelen “Düşünüyorum, öyleyse varım.” cümlesi için de, ajandalarımıza not almamız gereken vurucu bir tespitte bulunuyor. Arslan bu sözle varlığın başkasına ait olmayacağının bilinçlere işlendiğini söylüyor.
Müslümanın kimlik sorunu olmaz!
Abdurrahman Arslan’ın kitaplarını okuyan ve onu takip edenler zaten bu tespitleri çok sık duymaktadır. Mesela Müslüman kimlik mevsuzu... Ona göre kendini Müslüman addeden bir insanın kimlik sorunu olamaz. İslam’a inanmak, zaten başlı başına bir kimlik tercihidir, kimliği kalpte taşımak demektir.
Kitabı okurken şunun da farkına vardım: Sosyal hayatta benim için sıradan hâle gelen herhangi bir olayın aslında benim bilincime pek de sıradan olmaması gerekiyor. O sıradan değildi eskiden, sıradan hâle getirildi birileri tarafından. Kitapta anlatılan ‘dondurma’ meselesi örneğin: 1960’ların sonunda dünyanın, şu an Batılı olarak addedilen yerlerinde(mesela İngiltere’de) dışarıda yemek pek hoş karşılanmazmış. Aradan 50 yıldan fazla geçmiş ve günümüzde Müslümanından Müslüman olmayanına dışarıda yemek ayıp karşılanıyor mu? Burada Arslan, toplumların zihninin de insanlar gibi bozulmuş olduğuna dikkat çekiyor.
Kitapta eleştiriler, özellikle Müslümanlara yönelik eleştiriler oldukça fazla. Ben bunları reçete olarak görüyorum. Eleştiriler genelde olumsuz, lâkin yazar, umut dolu. Sorunu tespit edip çözüme gidilmesidir zaten esas olan. Sorun tespit edilmeden çözüme nasıl ulaşılabilir ki? Müslüman ümidini yitirmez, Abdurrahman Arslan da... Mesela bir eleştirisinin ardından (şirk temelli bir hayatın anlatıldığı cümlelerden sonra) bir grup Müslümanın İslam’ın rahmet dini olduğunu göstereceğine inandığını söylüyor.
Kitapta modernite dışında, postmodernite üzerinde de duruluyor. Kitabı okuyanlar bu iki kavram arasındaki mücadeleyi ve zıtlaşmaları derinlemesine tahlil etme imkânına sahip. Mesela, modernitenin başörtüyü reddederken postmodernitenin bunu içeriye davet etmesi kitapta yer alan örneklerden bir tanesi.
Mahiyet algısı İslam’a göre olmalı
Müslüman bir düşünür iletişime dair bir şeyler yazdığı zaman benim orayı atlamam mümkün olmuyor. Çok uzatmayacağım, Abdurrahman Arslan'ın söylediklerini, altını çizip okumayı bırakıp üzerine düşünmek zorunda kaldığım yargıları sizlere aktaracağım. İletişim araçlarının etkisini anlatırken can yakıcı bir duruma el atıyor: kadın ve erkek arasındaki ilişkiler. İletişim araçları vesilesiyle bu ilişkilerin yeni bir hâle sokulmak istendiği görülüyor. Bu ilişkileri değiştirmek aynı zamanda ‘dünya görüşünü değiştirmek’tir. Özellikle medyaya dikkat çeken yazar, yeni bir kadın- erkek ilişkisinin önerildiğini ve toplumsal ilişkilerin İslâm’ın öngördüğünden farklı bir mahiyet kazandığı tespitinde bulunuyor. İnternetin insanı değiştirdiği de açık bir gerçek. Abdurrahman Arslan insanların yüz yüze geldiklerinde birbirlerine söyleyemeyecekleri şeyi internette rahatlıkla söylediklerini ifade ediyor. Benim yıllardır kafa yorduğum bu sorunu yazarın dillendirmesi benim açımdan dikkat çekici. İnsanın karşı karşıya gelmesi gibi ‘insanî’ bir ilişki yok edilmeye çalışılıyor ve araya iletişim teknolojileri giriyor.
Kitap, özellikle modern sorunlara kafa yoran arkadaşların çok fayda sağlayacağı nitelikte söyleşilerden ve sorgulamalardan oluşuyor. “İslâm’ın yaşadığımız çağa bakışı ne?” sorusu kafamızı kurcalamıyor mu Müslümanlar olarak? Nasıl bir dil önerisi sunduğunu İslâm’ın, sürekli düşünüyoruz. Bu düşünsel sürece katkıda bulunuyor işte Nehri Geçerken.
‘Cemaat aile esaslıdır’
Üzerine çokça düşünülen ve farklı ifadelerle asıl anlamından uzaklaştırılmaya çalışılan kavramlar vardır. Kitapta bu kavramlar üzerinde de duruluyor. Mesela, siviltoplum ile cemaat. Arslan bu iki kavramın birbirine karıştırılmaması gerektiğini söylüyor. Çünkü siviltoplum “merkezî olan örgütsel bir yapı” özelliğinde değildir. Cemaat derken ise ‘aile’yi esas alıyor ve modern sosyal teorinin toplumu meydana getirirken en küçük birim olarak ‘birey’i; İslam’ın ise aileyi kullandığını belirtiyor. Aile ve toplum arasındaki farkı ise söz konusu olan ‘irade’nin sahibi bakımından değerlendiriyor. Toplumda insan kurucu irade sahibiyken ailede bu durum böyle değildir.
İnsanların ve özellikle Müslümanların değişimi üzerine söylenmesi gereken çok şey var belki, kitapta bunlardan da bahsediliyor. Yazar bir yerde artık birbirine karşı güven hissetmeyen, güvenliği İslâm’ın dışında arayan, emekli, cüzdanına/ banka hesabına güvenen ve güvenliği bunlarda arayan bir insan modelinin ortaya çıktığı tespitinde bulunuyor. Bu insan modeli açıklamasını ilerleyen sayfalarda “insanlar televizyona çıkmazlarsa bir hiç sanıyorlar kendilerini” diyerek tamamlıyor.
Kendisini İslâmcı olarak nitelediğini bildiğimiz Abdurrahman Arslan İslâmcılığı ‘öteki’ karşısında Müslümanın aldığı pozisyon olarak tanımlıyor. Bu durum da tarafsızlık gibi bir tercihi engelliyor doğal olarak, yazara göre.
Ayrıca yazar bazı çözüm önerilerinde bulunuyor. Müslümanların Gazali’ye daha fazla eğilmelerini öneriyor.
Sünnet, cemaat ve tasavvuf
Dünyevileşme problemini aşmak için neleri önerdiği sorulan soruya üç önemli hususa dikkat çekerek cevap veriyor: Müslümanın hızlı bir şekilde sünneti ihya etmesi, cemaat olmanın imkânının aranması ve bunlara kapı açan tasavvuf. Bu üç husustan özellikle cemaate dikkat çeken Arslan cemaat olmadan İslâm’ın ve Müslümanlık’ın iyi bir şekilde kurulmasının zor olduğunu belirtiyor. Tasavvuf algısına da açıklık getirirken kendi anladığı tasavvufun ‘dünyadan el etek çekmek’ olmadığını özellikle vurguluyor. “İlk dönemin Müslümanları, takva sahibi, züht sahibi Müslümanlarına baktığımızda göreceğimiz şey bahsettiğim.”

Esad Eseoğlu altını çizdiklerini aktardı
 

ismail

Yeni
Katılım
3 Mar 2007
Mesajlar
20,475
Tepkime puanı
2,063
Puanları
0
Yaş
45
sabra-davet11.jpg


Sabra Davet Eden Hakikat

Abdurrahman Arslan’ın 2009 yılında yayımlanan Sabra Davet Eden Hakikat kitabının yeni basımı yapıldı




Dünya Bülteni / Kültür Servisi
Abdurrahman Arslan’ın Modern Dünyada Müslümanlar ve Nehri Geçerken kitaplarının ardından Sabra Davet Eden Hakikat kitabının da yeni basımı yapıldı.
Günümüz dünyasının hakikat noktasında yaşamakta olduğu kırılma ve dönüşüm süreci Müslümanlar açısından da temel bir dönüm noktasını işaret etmektedir. Özellikle küreselleştirilen dünyada büyük sorunlarla karşılaşan Müslümanların hangi konuma yerleşecekleri ve kendilerini ne şekilde ifade edecekleri de ayrı bir önem taşıyor. Yazılarında Müslüman kimliği taşıyanlara önemli ipuçları sunan Abdurrahman Arslan Sabra Davet Eden Hakikat kitabında yer alan yazılarında İslâmcılığın temel meselelerinden yirmi birinci yüzyılda hayatı pazar ekonomisine dönüştüren neoliberal ideolojiye değin pek çok konuyu tahlil etmektedir.
Genel olarak modernizmden postmodernizme geçişin ne şekilde gerçekleştiği üzerine sorular soran Arslan, aydınlanma ve pozitivizmin bir hâsılası olan modernizmin hakikat anlayışını temellendiren teknoloji ve “ilerleme”ye indirgenmiş katı hakikat anlayışının genelde Batı-dışı toplumlarda özelde ise Müslüman toplumlarda ortaya çıkan tezahürlerini dikkatle irdeliyor. Kitapta yer alan yazılar dinî olanı tamamen hayatın dışına atan seküler ve pozitivist hakikat anlayışına karşı tavrını koyarken, aydınlanmanın teknoloji ve ilerleme temelli katı hakikat anlayışına bir eleştiri imkânı olarak ortaya çıkan neoliberalizm ve postmodernizmin her şeyi değersizleştiren izafi hakikat anlayışının tehlikelerini de göstermekten geri durmuyor. Bu tehlikelerin en önemlilerinden biri olarak da bu yeni düşünce tarzının sekülarizmin aksine kendisi içinde dinî olana yer verdiğini ve fakat onu kendi izafi hakikat anlayışı içinde dönüşüme uğratmasını gösteriyor.
Kitabın Sunuş yazısından bir bölüm şöyle:
Her toplum, insanları bir arada tuttuğu kendi bağlılık biçimini, insanların faaliyetleriyle inşa ettikleri kendi toplumsal gerçekliğini, seçtiği ve/veya inandığı “hakikat”e göre kurar. Her insan, süreçlendirdiği amellerini bu hakikate göre anlamlandırır; düşüncelerini ve geleceğini bu hakikate göre düzenler. Yaşanan hayat da bu hakikate göre şekillenir.
Modern dönemde hakikat arayışı aslında nitelik olarak kutsal bir çaba olma özelliğine sahiptir. Bu dönemin insanı hakikati İncil’in yerine artık tabiatta bulabileceğine inanarak orada aradı. Kendi zihniyet dünyasını kaynağı tabiatta bulunan, Hıristiyanlıktan mülhem evrensel bir hakikat olduğu inancı üzerine inşa etti; toplumu olduğu kadar insani faaliyetleri de bu hakikati temel alarak yeniden düzenledi. Sorun, günümüzde yaşamakta olduğumuz gibi, her şeyin kendine göre düzenlendiği ve anlamlandırıldığı hakikate karşı beslenen inanç zayıfladığında ve giderek çoğunluğun kendisine şüpheyle baktığında ortaya çıkıyor. İnsan, kendi varoluşunun anlamlandırılmasıyla ilgili olduğundan, hakikate karşı duyduğu şüpheyle beraber mahiyeti farklı, bu yüzden de tarihte az rastlanan türden bir sorunla karşı karşıya geliyor. Böyle zamanlarda hakikat inancı artık kurucu işlevini kaybetmiş demektir.
Reel Sosyalist sistemin çöküşü, yanlış bir şekilde batılı kurum ve değerlerin evrenselliğinin kanıtı olarak yorumlandı. Oysa cereyan eden bu önemli hadise sadece bir ideolojinin reel uygulamasının iflasıyla sınırlandırılabilecek cinsten değildi; bundan çok daha önemli saymamız gereken, Aydınlanma paradigmasının, diğer bir ifadeyle modern dünyayı kuran pozitivist hakikat telakkisinin bozulan büyüsüyle alâkalıydı. Hatta bundan dolayı, söz konusu çöküşe üzülmek gerektiğini söylemek bile mümkün. Zira Marksizm, her şeye rağmen Aydınlanmanın kökenindeki Liberalizmin doğurduğu gayri insani sorunları yeniden ve kendince köklü bir şekilde tamir etmenin görkemli entelektüel çabası olarak ortaya çıktığı günden beri modern batının “vicdanı” olmaya çalışmıştı. İdeolojik çöküşü bu imkânı ortadan kaldırdı. Bugün batının elinde artık böyle bir vicdan yok; yenisini neyin temsil edeceği ise, henüz cevabı bulunmayan bir sorun olarak ortada duruyor.
Şimdilerde, kendini pozitivist hakikat anlayışı üzerine inşa etmiş olan Aydınlanmacı dünya görüşü ve onun zihniyet yapısının kendine temel edindiği bu hakikat anlayışından koptuğuna şahit olduğumuz tarihsel bir kırılma dönemindeyiz. Karşı karşıya olduğumuz, artık kontrol dışı bir modern dünyadır. Yeni bilimsel, teknolojik devrimler bu kopuşu mecbur kılmakta; bunun yanında, insan ve geleceğiyle ilgili belirsiz yeni bir evrilmeye kapı açmaktadır. Hakikatin anlam kaynağı olmaktan çıkması, getirdiği yeni değişimlerle beraber insanın varlık dünyası, tabiat ve toplum içinde nasıl bir “kimlik” ve ne şekilde yeniden konum alacağı, cevabı aranan önemli sorunlar olarak ortaya çıkıyor. Ne var ki yaşamakta olduklarımız, bir hakikatin kurucu liderliğinde cereyan eden bir değişim türü değil; tersine, bir zamanlar kurucu işlev üstlenerek neredeyse tarihte ilk defa bütün dünyayı ve beşerin muhayyilesini kendine göre şekillendirmiş olan mevcut hakikat anlayışının çözülmesiyle ortaya çıkan farklı bir değişimi temsil ediyor. Bu değişim yeni bir “politik” kültür” hasıl etmekte; dünün hâlâ içinde yaşadığımız sosyal dünyasını kuran politik kültürünü hayatımızdan çıkartırken, kendisi aşina olmadığımız değişimler yaratarak sosyal “uzamımızı” yeniden inşa etmeye çalışıyor. Toplumsal olanın uğradığı çözülmeyle beraber ilericilik, laiklik, sağ, sol, ilerleme, kalkınma gibi “kutsanmış” kavramlar anlam kaybına uğrayarak içleri boşalmakta; Leninizm, Maoizm, Baasçılık ve Kemalizm gibi bütün kurucu ideolojiler artık tasfiye olmaktadır. Karşı karşıya olduğumuz sorun, mahiyet olarak farklı bu muazzam değişimi bugün nasıl anlamlandıracağımızla ilgilidir.
İçinde yaşadığımız süreçler daha başlangıçta, Aydınlanma düşüncesinin tarihin “telos”u olduğu inancını yerle bir ediyor. Başka din ve dünya görüşlerinin, gecikmişlik olsa da nihayetinde Aydınlanmaya eklenmek zorunda olduğunu söyleyen tarih tezinin, aslında insanın o muazzam ve batıda üretilmiş bir kuramla asla ihata edilmesi mümkün olmayan tarihine bir dipnot olarak kalacağa benziyor. Bu süreç, “günlerin insanlar arasında dönüp dolaştırıldığı” tarihin yeni sayacağımız bir evresine kapı açmakta. Dolayısıyla bir dönem özgürlüğün, zenginliğin ve umudun imkânı olduğuna inanılan bir düşünce ve hakikat anlayışının, tarihin bir başka döneminde tutsaklığın, konformizmin ve karamsarlığın sebebine dönüştüğüne şahit olduğumuz zamanlarda yaşıyoruz.
Batılı düşünür ve siyasal kuramcılar çöküş sonrasını postliberal dönem şeklinde adlandırsalar da, bu dönemin kendi epistemolojisinden kaynaklanan yeni muhafazakarlık, konformizm ve daha önemlisi yeni bir “irrasyonalizm”le beraber Aydınlanma paradigmasının ufukları dışına taşan bir dönem olacağı kesin görünüyor. Her rasyonalizm gibi Aydınlanma rasyonalizmi de bugün kendi irrasyonalizmini yaratarak varlığını onun üzerinde yeniden inşa etmek istiyor. Bu irrasyonalizm içinde Aydınlanmanın kutsadığı insan modelinin kendini, içerik olarak değil ama görünüşteki mevcut haliyle korumaya çalışan, muhafazakâr bir dünyaya hapsederek tatmin aradığını görmek şaşırtıcı değil. Bunu modern dönemin sözleşmeci/faydacı toplum tasarımının şimdilik vardığı son ufuk sayabiliriz. Ancak bu uğrakta gördüğümüz, liberal bir toplum kurma idealinin yerini nihayetinde inkârı mümkün olmayacak kadar her şeyiyle denetlenen bir toplum modeline bırakmış olmasıdır. Sözleşmeci kuramın bu nedenle günümüzde tekrar o ilk tasarlanma ve kuruluş zamanına geri dönmediği söylenemez. Karşımızda duran bu defa sahiden “Leviathan”dır; onun Thomas Hobbes’a ait olması, John Locke’ı asla haklı çıkarmıyor.
Kendi klasik köklerinden giderek kopmakta olan Aydınlanma paradigmasının bir bütün olarak tekrar tamiri mümkün olamayacak şekilde artık sorun haline geldiğini kabul ediyorsak; bu durumda söz konusu paradigmanın diğer yarısını temsil eden neoliberalizmin de, pozitivizm sonrası epistemolojinin öngördüğü yeni duruma kendini ne kadar uyarlamaya çalışırsa çalışsın, gelecek için insanlara umut olma gücü taşımıyor, diyebiliriz. Diğer bir ifadeyle felsefi bir görüş olarak neoliberalizmin bize söyleyebileceği neyi var… Bu yüzden küresel ölçekte yaşamakta olduğumuz duruma karşı yapılacak bir itiraz, her şeyden evvel sosyal bilimlerin kategorileştirdiği hal içinde ne bir kapitalizm eleştirisi şeklinde ne de sınıf temelli bir eleştiri olabilir. Bunun ancak farklı bir hakikat temelinde yapılabilecek bir itiraz şeklinde olması; pratik gerçekliği içinde sürdürülen mahiyeti farklı bir “hayat tarzını” esas alması gerekiyor. İster siyasal isterse sosyal düzlemde olsun, ulusdevlet bu süreçlerde sığınılabilecek bir korunak olamaz. Hatta imparatorluklarda asla görmediğimiz, yönetimle ilgili yoğun kuvvet temerküzünü eline geçirmiş olan ulusdevletin, insana reva gördüğü haksızlık ve zulüm hatırlandığında; dünya ahalisinin daha önce yaşamadığı bugünkü trajik halinin başta gelen sorumlularından sayarak küresel çapta desteklenen bir mahkeme tarafından, adaletin yerini bulması için yargılanması gerekiyor.
Bu kitap, yukarıda sözünü etmeye çalıştığımız “yeni durum”la ilgilidir. Kitap, felsefi/kültürel cihetten nasıl bir dünyayla karşı karşıya olduğumuzun resmini çekmeye çalışan, aynı meseleler etrafında odaklanmış yazılardan oluşuyor. Kitabın ilk basımında yer almayan ama ele alınan meseleleri biraz daha derinleştiren üç yazı daha kitabın bu yeni basımına ilave edilmiştir. Müslüman dünyanın, batıya en yakın ve ümmetin son siyasal temsilciliğini yapmış bu coğrafyada; ruhları karartan, Müslüman muhayyilenin kıblesini şaşırtan travmatik bir tecrübe olarak bu “yeni durum”u yaşarken, aynı zamanda yaşadığına yabancılaşan bir Müslüman muhayyileyle bugün karşı karşıyayız. Günümüzde fazlasıyla dünyevileşmiş, bu yüzden de nasipsiz haldeki bu muhayyilenin yaşadığı çaresizlik, nefislerimizin bize dünyayı hak ettiğinden daha fazla değerli ve daha çekici göstermesine müsaade etmemizin bulmuş olduğu karşılıktır. Oysa çekiciliğinin doruklarında gezinen bugünün dünyasıyla hesaplaşabilecek yegâne imkân Müslümanda bulunuyor. Dünyayı hak ettiği yere iade edip “değersizleştirdiğimizde” sözün kalpler üzerindeki dönüştürücü gücünün bereketine şahit olmanın kapılarını açmak zor değil. Fakat herkes de biliyor ki “hakikat”in gereği olarak bereketin varisi ve ona şahitlik yapabilecekler ancak sabredenlerdir. Allah’ın sabredenlerle beraber olduğuna inananlar, sabrın verilmiş bir nimet olduğunu unutabilirler mi?"
 
Üst