dilhuba
Profesör
- Katılım
- 27 Eki 2006
- Mesajlar
- 2,630
- Tepkime puanı
- 20
- Puanları
- 0
- Konum
- Manisa
- Web sitesi
- mustafababuroglu.sitemynet.com
1. Sohbet
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Birinci Sohbet
İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadar devam eder. İşte Eshabı Kehf’in köpeği. Köpek olması münasebetiyle haram, necisülayndır. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak lâzım gelir. Çünkü haramdır (1). Fakat iyilerle kaldığı için, Allah-u Teâla onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necisülayn olduğu halde cennetlik oldu ve cennette de iyilerle beraber bulunacak.
Halbuki Nuh Peygamberin oğlu, Ulü’l-azm bir peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Rabbü’l - Alemîn de onu kâfirler zümresinden yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine, imansız olarak gitti ve Cehennemlik oldu. Öte taraftan haram olan bir köpek ise Cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı.
Bu mevzuda Peygamber (S.A.V) şöyle buyuruyor : İnsan her kimi seviyorsa (Kıyamette de) onunla beraber (haşr olacak kiminle arkadaşsa Haşirde de onunla arkadaş olacaktır.)
Öyleyse kimlerle arkadaş olmamız lâzım geldiğini, kimleri sevmemiz icap ettiğini bilmemiz lâzım; dolayısıyla Hazret’i sevmemiz, şeyhlerimizi sevmemiz, Sâdât-ı sevmemiz lâzımdır ki, ;Kıyamet gününde de onlarla beraber olup sevdiğimizden menfaat görmüş olalım.
Düşmanlarına bile iyilik yapan, onlara ihsanlarda bulunan Rabbü’l – Alemîn çok büyüktür. Kâfirler ki Allah’ın münkirleridir, Allah’ı inkar ederler, dolayısıyla Allah’ın düşmanlarıdırlar, onlara bile iyilik eden, mal veren, evlât veren, dünya keyfi ve zevki veren Rabbü’l – Alemîn nasıl olur da doslarına, yüzünü Allah’a çevirip onu seven kimselere iyilikde bulunmaz, onlara nimetler verip ihsan etmez?
İnsan kendisine fenalık eden, düşmanlık yapan kimselere, elinden geldiği kadar kötülük yapmak ister. Halbuki çok büyük olan Allah-u Teâlâ kendisini inkâr eden düşmanlarına bile ihsanlarda bulunurken, tabii ki dostlarına da ihsanlarda bulunacak, yüzünü ona çevirip onu sevenlere de ikramlarda bulunacaktır.
Her kim ki, Allah’a doğru bir adım atarsa, Allah da ona on adım yaklaşır. Her kim ki, yüzünü Allah’a döndürürse Allah da ona yüzünü döndürür. Fakat her kim Allah’a sırt çevirirse, şüphesiz Allah da ona sırt çevirir. Demek ki her şey insanın elindedir. Çünkü Allah-u Teâlâ insana cüz’i ihtiyar vermiş ve doğru yolu da göstermiştir. Doğru yolu tutup o yoldan giden herkes Allah’a kavuşur. Fakat eğri yoldan giden kimse ise kendini helâk etmiş olur. Böylece en büyük düşmanlığı kendi kendine yapmış olur. Haşa Allah kimseye kötülük yapmaz. Haşa Allah kimseye zulmetmez. İnsan kendi nefsine zulüm yapmakta, kendi nefsine kötülük etmektedir.
Dünya ve âhirette olan her şeyin, hâtırı için yaratıldığı Peygamber (A.S.V) her an için tâât ve ibadette bulunurdu. Peygamber (A.S.V) o kadar büyük halk edilmiştir ki, O’nun şefaati olmasa Kıyamet günü hiçbir Peygamber bile Cennete giremez. Hal böyle iken O’nun şefaati olmadan başkaları nasıl Cennete girebilir? Bütün Cennete girecekler ancak ve ancak O’nun şefaati neticesi Cennete girebileceklerdir. İşte bu kadar mükerrem yaratılmış olan Peygamber (A.S.V) devamlı olarak Allah’a tâât ve ibadette bulunurdu. O kadar ibadet ederdi ki, ibadetinin çokluğundan mübarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü’l-Âlemîn :
(Emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et.)
… diye buyurmuştu. Bu hitap Peygamber ve şahsında bütün ümmete gelmektedir. Demek ki biz ümmet-i Peygamber (A.S.V) de Allah’ın emrettiği ve Peygamberin (A.S.V) tebliğ ettiği şekilde hareket etmemiz lâzımdır.
Öyleyse insan bu çok aziz ve kıymetli ömrünü Allah yolunda, Allah rızası uğrunda harcamazsa, salih amellerle tüketmezse çok yazık etmiş olur. Çünkü insanın bu kadar kıymet verdiği aziz ömrü, mutlaka ihtiyarlık gelip, hastalık gelip tükenecek, neticede de toprağın altına girecektir. Sonu böyle olunca, artık insan ömrünün ne kıymeti kalır? İnsan, ancak yüzünü Allah’a çevirip, O’nun dostluğunu kazanmak suretiyle ömrünü değerlendirebilir. Allah’ın fazlında nihayetsiz istifade eder; dünyada da rahat eder kabirde de rahat eder, haşirde de rahat eder ve nihayet Cennette ebedi rahata kavuşur.
Allah’ın emrine uymayan ise ebedi olarak zahmet çeker. İnsanın aklı vardır, deli değildir. Dünya işlerinde kimse insanı kolay kolay kandıramaz. Kimse kolay kolay hile yapamaz insana. Halbuki âhiret işinde aldanıyor. Şeytan hileler yaparak çok çabuk insanı kandırabiliyor. İnsanın Allah yolunda da akıllı olması icap eder. Nasıl dünya muamelesinde insan aldatılamıyorsa âhiret işinde de aldatılmamalıdır. Yüzünü Allah’a döndürmeyen kimse aslında delidir. Halbuki insan kendini çok akıllı zannetmektedir.
Bir zamanlar bir padişah vardı. Çok muazzam, mükellef bir köşk yaptırmıştı. İçinde her türlü dünya süsleriyle, ziynetleriyle donatmıştı. Bir gün o taraflara Allah dostlarından birinin yolu düştü. Padişah ihtimamla yaptırdığı sarayını o Allah dostlarından birinin yolu düştü. Padişah ihtimamla yaptırdığı sarayını o Allah dostuna da göstermiş, o Allah dostunu da sarayında gezdirmiş ve sormuştu : “Nasıl, sarayım güzel olmuş mu? Beğendin mi sarayımı? Allah dostu ona şu cevabı vermişti : “Padişahım, sarayında iki büyük ayıp var. Ben iki büyük ayıp gördüm sarayında.” Padişah bu cevaba sinirlenmiş, kızmış : “Nasıl olur da sarayımda iki büyük ayıp görebiliyorsun? Ben hiçbir noksan bırakmadım. Onu dünyanın altın ve gümüşlerini harcayarak süsledim. Senelerce emek verip bütün gücümü bu sarayın yapımında kullandım. Sen ise iki büyük ayıp gördüğünü söylüyorsun.” Allah dostu olan zat cevaben, “Darılmayın padişahım. Sizim sarayınızda gerçekten iki büyük ayıp vardır. Birincisi, yapılan saray birgün yıkılacak; bunca emek boşa gidecek. İkincisi ise bu sarayı binbir ihtimamla yapan zat da nihayet ölecek; sarayı bırakıp gidecek” deyince, padişah o zaman hakikatı görebilmiş, başlamış ağlamaya. “Çok doğru diyorsun.” demiş. “Gözümüz kör olmuştu, böyle bir gerçeği göremedik. O köşk, o saray yıkılacak. Sonunda toprağa karışacak. Ne kıymeti olabilir? Ve o saray ki yaptıran sahibi ölecek. Artık o neye yarar? Hakikat böyledir. Biz bu iki büyük ayıbını maalesef görememişiz.”
Şeyh Fethullah Verkanisi (K.S.) iki kardeştiler. Bir kendisi, diğeri kardeşi Şehmuz. Şeyh Fethullah kendisine yol olarak ilim tahsilini seçti. Medreseye gitti. Daha sonra Seyda-i Tâği Hazretlerine gidip ona intisab etti. Seydaya hizmette bulunarak sâdâtı Nakşibendî’nin arasına karıştı. Sâdât-ı Nakşibendî olduğu içindir ki, kıyamete kadar, bu tarikatı Nakşibendî durduğu müddetçe, onun amel defteri kapanmayacak; kıyamete kadar ismi anılacak, kazancı yazılmaya devam edecek.
Kardeşi Şehmuz ise aksine dünyaya yöneldi. O da dünya cihetinden ilerledi. O kadar zengin oldu ki, her vilâyette bir mağazasını bulmak mümkündü. Bankalarda o zamanın parasıyla, banknot hariç kırkbin altını vardı. Bu kadar zengindi. Fakat sonunda, bu kadar zenginliğine rağmen, kıtlık yıllarında açlıktan öldü. Hatta kefen alacak para bulamadıklarından yorganının yüzünü söküp ona kefen yaptılar. Bugün için ismi kayboldu. Hiç kimse Şehmuz diye birinin yaşayıp yaşamadığını bilmemektedir. İşte dünyanın sonu. Dünyaya bel bağlamanın neticesi. Bunca zenginliği kendisine fayda vermediği gibi, öldüğü zaman kefen bile bulamadı.
Kardeşi Şeyh Fethullah ise yüzünü Allah’a çevirdiği için Alah ona kerem etti, lütfetti ve onu Sâdât-ı Nakşibendî’nin arasına aldı. Kıyamete kadar ismi anılacak. Her gün ona belki onbin, belki de yirmibin Fatiha okunmaktadır. Nakşibendî yolu olduğu müddetçe, tâ kıyamete kadar böylece devam edecektir.
İşte böyle, Allah yolunda gidenlerin zahmetleri kaybolmaz. Dünyada da, âhirette de zahmetleri boşa gitmez.menfaatleri, ticaretleri ebedü’l ebed devam eder.
Keşif ehli bir kimse bir gün Gavsı Hizani’ye (K.S.A) gelip, “Kurban, kabristanımızda hristiyanlar vardır.” demiş. Gavs, “Nasıl, hristiyan var?” deyince, “Kurban kabristanda yüzleri değil de sırtları Kıbleye çevrilmiş olan mevtalar gördüm” karşılığını almış. Gavs (K.S.A) tebessüm ederek, “Hayır, onlar kâfir değil, müslümandırlar. Onların dünyaya karşı aşırı muhabbetleri olduğu için, melekler onların yüzünü Kıble’den çevirip sırtlarını Kıble’ye getirdiler. Dünyaya olan muhabbetleri yüzünden öyle oldular” buyurmuştur.
İnsanın sevgisinin tamamı Allah olmalı, Allah’tan gayri hiçbir şeye muhabbet beslememelidir. Çünkü Allah-u Teâlâ yalnız kendisinin sevilmesini, yalnız Zâtına muhabbet edilmesi arzu eder. Başka şeyin sevilmesine, başka şeye muhabbet beslenilmesine asla razı değildir.
Ancak Allah muhabbeti, Allah dostluğu, Allah sevgisi kazanıldıktan sonra insan her şeyden yana rahata kavuşur. Dünya da rahat olur; kabir de rahat olur; her şey, her şey rahat olur. Ebedi olarak rahata kavuşulur.
Kazançların en kârlısı Allah dostluğudur. Yüzünü Allah’a çevirip Allah dostluğu kazanan kimseye eziyet olmaz.
Nemrud’un ateşe atıp yakmak istediği İbrahim Peygamber (A.S) da Allah dostlarındandı. Nemrut dağlar kadar odun yığmış, ateş yakmıştı. Öyle bir ateş ki kimse yanaşmaya muktedir değildi. Onun için dağda bir mancınık kurup Hz.İbrahim’i mancınıkla ateşe attılar. İbrahim Peygamber ateşe atıldığı sırada Cenab-ı Hak, Cennetten bir taht getirtip ateşin içine kurdurdu. İbrahim (A.S) ateşin içinde oturdu da asla ateş onu yakamadı. Çünkü Rabbü’l - Âlemin ateşe, (Biz ateşe “Ey ateş, İbrahim’e selametli bir serinlik ol!” dedik) (Enbiya : 79) diye emir buyurmuştu. Ateş de yakmadı, yakamadı. Zaten yakan ateş değil ki. Yakan Allah’tır Ateş ise Rabbü’l – Âlemin’in vazifeli bir memurudur. Eğer ateş yakıcı olsaydı Hz.İbrahim’i de yakardı. Çünkü o da etten, kemikten, sinirden yaratılmıştı. Bizim gibi bir insandı. Halbuki olan zebaniler devamlı Cehennem’de ateştedirler. Ama ateş onlara zerre kadar zarar veremez. Rahatsız edemez onları. Demek ki yakan ateş değildir. Ateş ancak almış olduğu emre göre hareket eden bir memurdur sadece.
Meselâ, Seyyid Ahmed er-Rufâî (K.S.A) Hazretleri’nin tarikatinde olan müridleri de yanan tandırın içine girerler, fakat ateşten zarar görmezlerdi.
(1) Şafiî mezhebi fıkhı iktizasınca
http://www.menzil.net [email protected]
2. Sohbet
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
İKİNCİ SOHBET
Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “Eğer irşad etmek vaaz ve nisahatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil” demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. Ancak ve ancak sâdâtın manevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “ Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınız nedir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş : “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.”
Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs (K.S.A) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevi tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter. Babası Gavs-i Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütün millet cezbeye kapılıyor.”
Bir tarihte Bitlis’ de Gavs’a itirazda bulunmuşlar: “Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir? diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Ben biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişi bile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh AbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alâmeti değil de ya nedir? biz âlimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.
İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak sohbet ederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.
İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlâkının değiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün bunlar da ancak manevi tasarrufla olur.
Seyda Abdurrahman Tâği Hazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavs midir acaba? Bir ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizani (K.S) bir mollasını çağırıyor, “Evlâdım, diyor, var, Norşin’e doğru git, orada Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle, misafirlerim çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i Tâği Hazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’i bulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet ediyor sizi.” Abdurrahman-ı Tâği Hz.”Vallahi ben de ziyaretine niyet etmiştim. Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor.
Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden “Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadırlar. Mevsim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacak bir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizani Hazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye, “Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince, “Bir şey olmaz, sâdâtın himmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor. Hakikaten az bir zaman sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer manevi tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkân bulunur muydu?
Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara hastalanmış, bir müddet için cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve çağırtmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifak etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, “Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor. Huzurundan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına, “Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevi tasarruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar lâf u güzaf peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar. Bu durumda Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ” diyerek ağlıyor.
Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar.” Onlar sohbet peşinde değiller.
Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lâfla eğlendirir, lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç – dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de sâlikler için böyledir. Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati’ne alıştırıncaya kadar sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu, Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çok geniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zâhiri olan sohbetle değil, Batınî olan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevi tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.
İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın.
Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevi tasarruf olmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşîbendiye tasarrufu bulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece; Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşman olmuş, kuvveî maneviye olmasa, Nakşîbendi silsilesi ve onların himmeti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâti kendinde bulamaz.
Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı.
Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşîbendi Tarikatı Pâkistan’da, Hindistan’da, Yemen’de bile olsa, hiç durmadan oralara kadar koşup tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olmak, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfaatinin ne kadar çok olduğunu gayet iyi bilirler.
Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S.A) buyuruyor diyor ki ; Hazret’i (Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana çevirdi. Beni yanına çağırarak şöyle buyurdu : “ Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah’tan uzaktır” ve hayvanını sürerek yoluna devam etti.
İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı nefsidir. Onun için insanın kendisinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.
Nakşîbendi yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.
Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed Haznevi) buyuruyor : Norşin’e gitmiştim. On beş – yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Birgün Hazret’i ziyarete Muş tarafından bir ağa gelmişti. Hazret’i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa bende ziyafete giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp : “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o gelmeyecek” buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret’in niçin öyle dediğini anlamadım ve nefsime dönüp dedim ki : Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi.
Yine Şah-ı Hazne anlatıyor : (Bir gün Hazret bana sordu : “Molla Ahmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?” Dedim : “Sofilerle beraber yiyorum. Kurban”. Tekrar sordu : “Peki nerede yatıyorsun?” “Aşağı divanda yatıyorum, kurban” dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir. Şeyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyi gibi zatlar hep orada kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı ise Seyda’nın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok hoş bir yer orası” dedi.)
İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifade eder.
Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor : (Bir seferinde Hazret’in huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de oradaydı ve daha hatırlayamayacağım başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi. “Molla Ramazan” dedi. “Buyur, kurban” dedim, “Haydi bana ço ço de bakayım” dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu sefer Seyda-i Mezzin’e dönüp, “Molla, hâlâ Molla Ramazan’da nefs var, henüz nefsini yenememiş” dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirmediğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm. Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım, diye söz verdim. Ondan sonra emrini gözetlemeğe başladım.
Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü : “Molla Ramazan, bana biraz su getir” dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oyna dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldü ki… Dedi, şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor. O zaman yaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu.
İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendini yok bilmelidir.
Bir seferinde Kadiri şeylerinden Molla Abdurrahman’ın bir sofisi Seyda’yı ziyarete gelmişti. Seyda sofiye; “Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi’nin sohbetinden söyle” dedi. Sofi ise: “Vallahi Kurban, aklımda hiç sohbet yok” deyince, Seyda “hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?” diye sordu. Sofi biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhim derdi ki : “Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.” Bu söz Seyda’nın hoşuna çok gitti, çok keyfi geldi. “Vallahi, çok doğru bir söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursa suyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyun dibine çöker.”. Seyda : “Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir” buyurdu ve kâhyasına dönüp, “Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofiye ver.” Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. “Kurban beş mecidiye var” dedi. Seyda, hepsini sofiye vermesini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad ü figan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, hayır alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs’ın başı için ne kadar para olsaydı kesede, tümünü sana verecektim” buyurdu.
Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.
İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun gibi ilâhlık davasında bulunanlar ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradırlar, o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabii, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede padişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâketler açtı.
İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?
İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azameti Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez.
Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayan Allah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lâzımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve bilirse Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âli eder, ona mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır.. insan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir.
Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefsten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsani yönden) idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.
Meselâ, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa, onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabii ki yetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla her emirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda’ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlaka uyması gerekir.
Allah dostları, Allah ehilleri, daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur.
Meselâ, Şah-i Hizne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğer sofilerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunu bile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onun garip bir sofi olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş.
Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış. Hazret’in Şeyhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağa biner, köylere irşada giderken Hazret’i çağırarak kendisini çekmesini istemiş. Bu duruma Seyda’nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, Şeyhinin oğludur, onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan Şeyh Fethullah : “Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsiniz” buyuruyor.
Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabii ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip de manevi değer kazansın, diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâp ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah’a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret’in birkaç senelik hizmetinden sonra, Şeyh Fethullah, Hazret’i çağırıp, “artık sen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla” diyerek irşad makamına oturtuyor.
İşte böyle… Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.
3. Sohbet
ÜÇÜNCÜ SOHBET
Geçmiş zamanda fakir, dünya malı olarak bir şeye malik olmayan bir papaz vardı. (Bu şeyhler ne yapıyorlar? Halkı kandırıp zengin oluyorlar. Ben de kimsenin tanımayacağı uzak bir memlekete gideyim. Kendimi şeyh olarak tanıtayım. Böylece zengin olurum) diye düşünüyor. Hemen tasavvuf kitaplarını temin ediyor. Tarikat adablarını okuyor. Nasıl hatme yapılır, nasıl teveccüh yapılır, hepsini öğreniyor. Adab ve talimatları ezberliyor. Ve kalkıp kendinin tanınmayacağı bir memlekete gidip kendini şeyh olarak tanıtarak tarikat vermeye başlıyor. Hatme, teveccuh, tâlim ve adab derken etrafına çok kalabalık birikiyor.
Kendisine muhabbet ve bağlılığı çok fazla olan bir dükkan sahibi tüccar varmış. Papaz da onun sık sık ziyaretine gidermiş. Bu tüccar verilen vazifeleri yapıyor, samimi olarak çalışıyor ve nihayet keşfi açılıyor. Bir gün virdini çekmiş, rabıtadayken, hele bir bakayım şeyhimin Allah yanında mertebesi ne kadar yücedir, diye Levhi Mahfuza nazar ediyor bir de ne görsün? Bunca zaman hizmet ettiği şeyhi orada Müslüman değil, keşiş olarak yazılır. Derhal şeyhine karşı kalbi soğuyor. Muhabbeti kesiliyor. Hergün kendisine uğrayan hürmet ve saygı gösteren şeyhi o günden sonraki ziyaretlerinde bakar ki tüccar hiç hürmet göstermiyor, adabı falan terk etmiş. Dayanamaz : “Banı karşı soğuk davranıyorsun, muhabbetin kalmamış, bunun sebebi nedir?” diye ısrar eder. Tüccar evvelâ söylemek istemez, fakat ısrar karşısında hakikati söyler : “Benim dinimde kâfire hürmet yoktur. Allah’ın inayetiyle keşfim, kerametim açıldı, Levhi Mahfuza şeyhimin makamına bakayım, dedim. Baktım, seni orada papaz olarak gördüm. Kâfire hürmet caiz olmadığı için sana hizmet etmiyorum.” Papaz donup kalıyor.
“Burada benim papaz olduğumu bilen hiç kimse yok. Bunu bildiğine göre senin keşfin haktır. Müslümanlık da hak dindir” diyerek Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oluyor. “Ben zannediyordum ki şeyhler bu dünya malı için şeyhlik yapıyorlar, milleti kandırıyorlar. Onun için ben de şeyhlik yaparım, diye düşündüm. Tarikat adabını öğrenip kendime şeyhlik tasarlamakla bu işin olacağını zannediyordum. Halbuki bu işte hakikat vardır ve İslâmiyet hak dindir. Tarikat-ı Nakşîbendiye de hak ve müstakim bir yoldur” deyip İslmiyeti kabul ediyor.
Nakşîbendi Tarikatı hakiki bir tarikattır. Bundan istifade edip gayeye ulaşmak da ancak tarikata uymayan şeylerden kaçınmak, tarikatın yolundan gitmek ve Allah’a ulaşmayı hedef edinmekle mümkündür. Bu da ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti, ve nazarlarıyla olur. Amelinin kuvvetiyle hedefe kimse ulaşamaz. Daha henüz tarikata girmeden bile insanda değişmeler olmaya başlar. Allah muhabbeti hasıl olur. Rabbü’l-Âlemin Hazretleri’nin sevgisi kalplere dolmaya başlar. Kalpler dünyadan koparak, Allah’a, Allah yoluna yönelir. Fakat ne zaman ki tarikata girilirse bu haller o zaman daha da pekişir, kuvvetlenir. Bütün bu değişmeler sohbet kuvvetiyle, zahiri kuvvetle değil, ancak ve ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti ve Nakşîbendi Tarikatı’nın bereketiyle meydana gelir.
İnsan hakiki olarak tarikata girdikten, hakiki olarak tövbe edip pişman olduktan sonra, derhal dünya muhabbetinin kesildiğini, eski tamah, buğz ve düşmanlık hallerinin kalmadığını, eski fiil ve hareketlerinin terk edildiğini görür, anlar. Bütün arkadaşlarının değiştiğini fark eder. Tövbe edip tarikata giren o kimsenin huyu değişir; halim olur, sabır ehli olur, kendisinden hakiki muhabbet zuhuru gelir. Allah’a kulluk, tâât tatlı olmaya başlar. İşte bütün bu değişmeler ancak manevi kuvvetle olabilir, zahiri kuvvetle değil. Çok güzel vaaz ve nasihat edip sohbette bulunan çok kimseler vardır ki, topluluklara hitap ederler. Herkes onları dinler. Fakat hiçbir te’sir icra edemezler. Cemaat dağıldıktan sonra sanki hiç o vaaz ve nasihatı dinlememişler gibi cemaatle değişme olmaz. Eğer zahiri kuvvetle irşad işi olsaydı, cemaatin çok değişmesi icap ederdi. İşte bunlar gösteriyor ki, Nakşîbendi’lerdeki değişmeler, düzelmeler bir manevi tasarrufun neticesidir. Zahiri tasarrufla değildir.
Gavs (K.S.A) buyurdu. Gavs-i Hizanî’den bahs ederek, “Onun sohbetleri yok denecek kadar azdı, çok ender sohbet ederdi. Fakat manevi tasarrufun çokluğundan cemaatinin hemen hepsi Allah aşkı, cezbe ve muhabbet içinde bulunurlardı. Zahiri tasarrufla olsaydı bunların olmaması icap ederdi. Demek ki manevi tasarrufla olmaktadır.
İnsanın Allah’a, bu Nakşîbendi Tarikatı’nı nasip ettiği için, insanı vasıta kıldığı için çok hamd ve şükür etmesi lâzım gelir. İnsan gerçekleri ancak bu Tarikata girdikten sonra görebiliyor. Nakşîbendi Tarikatı’nda olanlar, özellikle tarikatta olmayanlara baktığı zaman, onların bu helâldir, şu helâl değil, diye tefrik etmeden önlerine ne gelirse, hoşlarına ne giderse, almakta ve yapmakta olduklarını görüp şeriat ve tarikattan, onların emirlerinden haberlerinin hiç olmadığını müşahede ediyor. Fakat insan tarikata girdikten sonra bunlardan uzaklaştığını görüp hissettiği için Allah’a çok şükür ve hamd etmesi lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Hak bu tarikatı âliyi kendisine nasip edip kurtuluşuna sebep kılmıştır.
İnsanın tarikatın kıymetini bilip verilen vazifelere devam etmesi, atalet göstermemesi lâzımdır ki Allah-u Teâla vermiş olduğu nimetleri geri almasın. Rabbü’l-Âlemin verdiği nimetin kıymetini bilmeyenlerin elinden alır. Nasıl ki Allah-u Teâla bir yerden insana rızkını verdi mi, ona riayet edip o işe sarılması lâzımdır ki işini kaybetmesin, Rabbü’l-Âlemin onun rızkını kesmesin. İşte Allah yolu da aynen böyledir. İnsan bir yerden bir menfaat görürse ona devam etmesi lâzımdır ki Allah-u Teâla elinden almasın. Buna göre kişi Müslümanlığını ziyadeleştirmesi, günahlardan kendini daha çok muhafaza etmesi, Allah emrine karşı gelmekten kendini daha koruması, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri unutmaması, amellerinde gevşeklik yapmayıp bilâkis onu günden güne ziyadeleştirmesi icap eder.
Muhabbetin artması için ne lâzımsa onu yapmak, tembellik etmemek gerekir. İnsanın Müslüman kardeşlerini kaybetmemesi ve Allah bahsi, sâdâtın sohbeti yapıldığı yerlerde dolaşması lâzımdır.
Bir gün Gavs (K.S.A) sohbetinde buyurdu : “Bir yerde bir cemaat oldu mu hemen melâike oraya gelir, bakarlar. Şayet Allah bahsi yapılıyorsa onlar dualarda bulunurlar. Yok eğer Allah bahsi yapılmıyorsa o cemaatten nefret ederek, (Eğer siz Allah’a kul olsaydınız, O’nun bahsini yapardınız. Eğer siz Allah aşığı olsaydınız maşukunuzu anardınız) der ve oradan uzaklaşırlar.”
Bu gerçeklerin ışığında artık insanın Allah (C.C) bahsi yapılan yerlere gitmesi, Allah’ın anılmadığı yerlerden de uzaklaşması lâzımdır ki meleklerin nefreti üzerlerinde olmasın. İnsanın, Allah’ın rahmetinden ve meleklerin duasından istifade etmesi için Allah’ın anıldığı yerleri dolaşması, onlara devam etmesi lâzımdır.
Bir seferinde Gavs (K.S.A) sohbetlerinde buyurdular ki : Hazret sohbet aşığıydı. Her zaman sohbet ederdi. Sohbet edecek kimseyi bulamayınca beş – altı yaşlarındaki çocukları toplar, dizlerinin üzerine oturtarak onlara Allah’ın sâdâtın sohbetini yapardı. Hanımı kendisinden bir seferinde sormuş. “Kurban demiş, insan senin için taaccüp ediyor. Üç yaşındaki altı yaşındaki çocuk bu sohbetlerden ne anlıyor ki onları etrafına topluyorsun.” Hazret, cevaben : “Ben de biliyorum bir şey anlamazlar ama benim gayem sohbet edip nâzil olan Allah’ın rahmetinden, bereketinden ve sâdâtın himmetinden istifade etmektir. Zaten, sohbetteki gaye sohbet sırasındaki Allah ve sâdât anıldığı zaman nâzil olan İlâhi rahmetten, İlâhi bereketten, sâdâtın himmet ve nazarlarından istifade etmektir. Menfaat sohbetin kendisinde değildir” dedi.
Bu Nakşîbendi yolunda olanların tamamı Maksud-i Bizzat içindir. Peygamber (A.S.V) şeriatı içindir. Nakşîbendi Tarikatı’nda ve diğer tarikatlarda tek gaye, Allah ve Resûl’ünün sözünden çıkmamak, Peygamber’in (S.A.V) şeriatine tam ittiba ederek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Şu husus bilinmelidir ki, maksud tarikat değil, maksud Allah’ın Zatı, Allah’ın dostluğudur. Bütün düşünce Allah ve Resûl’ünün emirlerine uyarak maksudunu Allah’ın Zatı yapmaktır. Bu da ancak Allah’ın emirlerine uymakla olur. Allah’ın emirlerinden asla çıkmamaya gayret edilmelidir. Çünkü tek gaye, maksud odur.
Bunların elde etmenin tek yolu kendini çok muhafaza ederek Allah’ın emrine muhalefette bulunmamak, kendinden günah sudur etmemesine dikkat etmektir. İnsanın Allah yolundan, hakikat yolundan çıkmaması lâzımdır. İşte bunlara titizlikle riayet edilirse Allah rızası o zaman meydana gelir. Rabbü’l-Âlemin o zaman insandan razı olur. Allah rızası elde edilince insanın bütün işleri hallolmuş olur.
Bütün gayeler, tarikat ve diğer çalışmalardaki bütün gayeler yalnız ve yalnız Allah rızası içindir. Maksudi Bizzat içindir. Maksud Allah’ın (C.C) Zatı ve talep onun rızasıdır.
Allah rızası, ancak emirlerine tam itaat etmekle, muhalefet etmemekle, nasıl emretmişse harfiyen tatbik etmekle kazanılır. Ve o kazanıldıktan sonra insanda hiçbir noksanlık kalmaz. Nasıl kalır ki Allah (C.C) ona dost, o da Allah’a (C.C) dost olmuş olur.
Şu bilinmelidir ki Allah-u Teâlâ’nın insanın ibadetine, tââtına asla ihtiyacı yoktur Hâşâ) Rabbü’l-Âlemin onlarla ne büyük, ne de küçük olur. Yapılan bütün amellerde tek maksud Allah’ın rızasıdır. Allah’ın rızası da emirlerine mutlak bir itaat ve sözlerinden dışarıya çıkmamakla olur. Namazdaki, tââtteki ibadetteki, maksud, gaye, menfaat Allah rızasını kazanmak içindir. Bunlar Allah rızası ve Allah dostluğu içindir.
Allah’ın emirlerine muhalefetten azamir derecede kaçınılmalıdır. Unutulmamalı ki Allah’ın namaz, oruç ve diğer ibadetlere hiç ihtiyacı yoktur. Sadece emirlerine itaat için yapılmalıdır. Yasaklarından da, menetmiş olduğu için kaçınılmalıdır. Böylece emretmiş olduklarını yapıp yasaklarından kaçınılmakla Rıza-i İlâhi kazanılmış olur. Bütün gaye bunda, rızada toplanıyor. Çünkü maksud Allah’ın Zatı ve O’nun insandan razı olmasıdır.
Meselâ, insanın birkaç tane oğlu olsa, bunlardan emrine itaat edenini, sözünden çıkmayanını muhakkak ki daha çok sever. Ondan daha çok memnun olur. Diğerleri de evlâtları, ciğerleri oldukları halde emirlerine muhalefet ettikleri için babaları onları sevmez. Onlardan memnun olmaz. Emrine uyan oğluna daha fazla muhabette bulunur,ondan daha hoşnut olur, ne kadar iyi şeyler varsa o emrinde olan oğlu için düşünür. Emrinde olmayan evlâtları için ciğerleri olduğu halde, iyi şeyler düşünmez. İcabında onları malından bile mahrum eder. İşte Allah yolunda da durum böyledir. İnsan Allah rızası için çalışıp onu gözetmeli, bütün gaye Allah rızasını tahsil olmalıdır. Eğer Allah insandan razı olursa insana dünyayı da, âhireti de nasip eder. Ne kadar iyi şeyler varsa, cennet dahil hepsini ona ihsan eder. Maksud dünya menfaati değil, âhirettir, Allah sevgisidir. Allah (C.C) insanı severse karşılığını daha ziyade âhirette verir. Dünya malı vermiş veya vermemiş hiç mühim değildir. Allah rızasının karşılığı âhiret mükafatıdır. Eğer Allah rızasını tahsil etmek nasip olursa, Rabbü’l-Âlemin onu ebedül ebed maksuduna erdirir, ebedi saadet ihsan eder. Ve nihayet ebedi olarak Cemalullaha kavuşturur.
Hakiki dostluk ve hakiki düşmanlık âhirette meydana çıkar, dünyada pek az bilinir. Esas iyilik ve kötülük âhirette meydana çıkar, bu dünyada iyilik kötülük pek belli olmaz. Onun için insanın muhabbeti dünyaya, dünya nimetlerine olmamalıdır. Eğer sevgisi Allah’a değilse ve kendisi de doğru yolda bulunmuyorsa, dünya muhabbeti onu kurtaramaz. Dünya kötülüklerine karşı insanın tedbir alması lâzımdır. Gerçi takdir Allah’ındır ama insanın da tedbiri elden bırakmaması icap eder. Allah’ın takdiri değişmeyeceği halde insan dünya hayatı için, rızkı için her türlü tedbiri alıyor, âhiret için de elinden gelen tedbiri alması, Allah rızasını kazanmak için ameli salihe devam etmesi lâzımdır.
Eğer insana bazı şeyler keşif ve rüya yoluyla beyan olunursa ve kendisi de buna göre hareket ederse indallahta mes’ul değildir.
Peygamber (S.A.V) buyuruyor: (Günahlardan tövbe eden günah işlememiş gibidir)
Allah’ın tövbe dergâhı her daim açıktır. Sâdâtın himmetleri de çoktur. Şimdi de Gavs’ın himmeti çoktur.
4.Sohbet
DÖRDÜNCÜ SOHBET
Şu dünya hayatında keyifle çalışan kimse yoktur, kimse isteyerek çalışmaz. Ama çalışmaya da mecburdur. Çünkü çalışmazsa bu dünya hayatında aç kalır, susuz kalır, perişan ve muhtaç olur. İşte bunun içindir ki bir çok kimse ağır şartlar altında çalışmaktadır. Meselâ, Adana’ya pamuk toplamaya giden kimseler; evlerini, çocuklarını, mal ve mülklerini terk ederek ağır şartlar altında, kavurucu sıcak güneşin hararetini tahammül ederek, sıcak sular içerek, kendi arzuları ile isteyerek mi gidiyorlar? Hayır, çünkü mecburdur gitmeye. Biliyor ki bir ay kırk gün o sıkıntıya katlanıp çalışmazsa, dünya hayatında müşkül durumda kalacak, aç kalacak, perişan olacak. Ona, buna muhtaç ve el âlemin içinde rezil olacak.
İşte Âhiret için de aynen böyledir. Kimsenin canı, keyfi çalışmak, ibadet yapmak istemese bile, Allah’ın gazabına uğramamak, cehennem ateşinde yanmamak, âhirette perişan olmamak için yüzünü Allah’a döndürmeye mecburdur. Nasıl dünya hayatında perişan ve muhtaç olmak istemiyorsa, âhiret hayatında da perişan ve muhtaç olmak istememeli ve bunun için Allah’ın emirlerine uymalıdır. Şayet uymazsa öldüğü vakit, ruhu çıktığı vakit Allah’ın azâbına uğrar. Kabir azâbı çeker, hesaba gittiğinde orada zor durumda kalır ve sonunda Rabbü’l-Âlemin onu cehennem ateşine atar. İşte bu felâketlere uğramamak için, insanın yüzünü Allah’a çevirip emirlerine riayet etmesi lâzımdır. Allah’ın rızasını kazansın. İnsan ne kadar Allah’a yönelirse emirlerine riayet ederse o kadar Allah’ın yanında makbul olur. Nitekim Allah-u Teâlâ (C.C) bir âyetinde şöyle buyuruyor :
katında en şerefliniz Allah’tan en fazla korkanınızdır) Hucurat Evet, Allah’ın (C.C) yanında en makbul insan müttakî olan takva sahibi insandır. Hakiki olarak Rabbü’l-Âlemin’in yolunda gidendir. İnsanın büyüklüğü, insanın iyiliği ameline göredir. İnsanın ameli ne kadar çok olursa Allah’ın yanında o kadar makbul ve iyilerden olur. (*)
Peygamberler bile asla amelsiz olmamışlardır. O Peygamberler ki Allah (C.C) onları yaratılışlarında büyük yaratılmış, onları Peygamber olarak var etmiş, onlar üzerinden kabir azâbını kaldırmıştır. Onlar için Cehennem azâbı olmadığı halde, yine de O, Peygamberlerine tâât ve ibadet etmelerini emretmiş ve onlar da asla emre muhalefet etmemişlerdi. Şayet etselerdi, namaz kılmayıp, oruç tutmasalardı asla Peygamber olamazlardı.
Bu amelden maksad ihlâs ve samimiyetle olan ameldir.
Allah’ın yanında en makbul kul, Peygamberin en efdali, Allah’ın (C.C) mahbubu ve dostu bizim Peygamberimiz (A.S.V) olduğu halde yine de en çok ibadeti o yapardı. O kadar tâât ve ibadet eder, Allah yolunda o kadar eza ve cefaya katlanır ki hiç kimse O’nun yaptıklarına tahammül edemezdi. İbadetlerinin çokluğundan mübarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü’l-Âlemin bir Âyetinde Habibine şöyle hitap eder :
şekilde dosdoğru hareket et!) (Hud : 112)
Yani sana nasıl emrettiysem öyle hareket et, sakın sözümden çıkma, diye buyuruyordu Âlemlerin Rabbi. Bu âyet-i kerime inzal oldukta Peygamber (A.S.V) : “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuştur. Çünkü içinde yukarıda geçen âyet-i kerime vardır. Onun korkusundan ve dehşetinden ihtiyar oldum. İşte Peygamber Allah’tan (C.C) bu kadar korkar, emirlerine muhalefetten bu kadar çekinirdi. İnsan da Allah’a kullukta böyle olmalı. Bazı şeyler vardır ki insan isteyerek yapmaz. Fakat mecbur olduğu için yapmalı, nefis ve şeytan muhalefet etse vücudunda bir atalet olsa bile, yine ibadetini yapmalıdır. Vücudun rahatını düşünmemelidir. İnsan dünya işine bir baksın, nasıl canı istemediği halde çalışıyor. Çünkü mecburdur. Âhiret de aynen böyledir. İnsan rahatını düşünürse Rabbına kulluk yapamaz. Zaten nefsle şeytan bu hususta çalışıyorlar. Daima insanın vücuduna gevşeklik verip Allah’a tâât ve ibadete karşı tembelleştiriyorlar. Öyleyse insan da onların aldatmasına kanarak vücudunun rahatını düşünmemelidir. İnsanın rahatı ancak yüzünü Allah’a çevirmesi ile olur. Şu halde Allah’ın emirlerin meyletmek lâzımdır.
İnsan çalışıp, yorulup eziyet çekmeden dünya rahatını temin edemeyeceği gibi, âhiret rahatı da çalışılmadan, yorulmadan temin edilemez. Âhirette vücud rahatı bulunamaz. Öyleyse insan, ne kadar zor olursa olsun, mecburen ibadetini yapmalıdır. Böyle zorlukla yapılan ibadet Allah’ın yanında daha makbuldür. Hayrı daha çoktur. Çünkü amel, tâât ve ibadet Allah’ın emirlerine uymak ve aynı zamanda nefis ve şeytana muhalefet içindir. Ameldeki gaye budur.
Yoksa Rabbü’l-Âlemin’in insanın namazına, orucuna ne ihtiyacı var. Onları ne yapsın. Âlemlerin Rabbi olan Allah (C.C) büyüktür. Hâşâ ondan noksanlık yoktur ve kimsenin ibadetine de ihtiyacı yoktur. İnsan için bütün gaye, Allah (C.C)’ın emirlerine itaat suretiyle nefis ve şeytana muhalefet edip onları ezmektir. Böylece insanın gayesi nefis ve şeytana muhalefet etmek olmalıdır.
Şeytan Allah’ın (C.C) emirlerine uymayıp, söz dinlemediğinden dolayı tard edilerek dergâhı İlâhi’den atılıp lânetlendiği zaman, Rabbü’l-Âlemin’e : “Ben de elimden geldiği kadar senin mahluklarını yoldan çıkarıp onları azdıracağım” demişti. Allah da (C.C) da :
ki Cehennemi senden (türeyenlerle) ve Adem oğullarının içinden sana uyanların hepsiyle dolduracağım.) (Sad : 85)
Şeytan vaadini yerine getirmeye çalışıyor. Elinden geldikçe, imkân ve kuvvetinin müsaade ettiği nisbette, insanları yoldan çıkarmamaya, Allah’ın (C.C) emirlerine muhalefete teşvik ediyor, zorluyor.O şeytan, şeytanlığıyla biliyor ki tard edilmiştir. Biliyor ki kendisine azâb vardır. Tahkikü’l-yakîn olarak biliyor ki Allah’ın Cehennemi vardır. Allah’ın kuvvet ve kudretini biliyor. İnsandan binlerce defa daha fazla Allah’ın azametini idrak ediyor. Cennet ve Cehennemin var olduğuna, Cehennem azabını insanlardan binlerce defa daha fazla olarak müdriktir. Bütün bunlara rağmen münafıklık edip, bütün kullarını yoldan çıkaracağım, diye Allah’a vermiş olduğu sözü yemiyor. Vaadine sadık kalıyor. Elinden geldikçe Rabbü’l-Âlemin’in mahluklarını yoldan çıkarmağa uğraşıyor. Sözünü yerine getirme gayreti içindedir. Hal böyleyken Âlemlerin Rabbi olan Allah nasıl olur da sözünü yerine getirmez. Şeytana, seni ve sana uyanları Cehenneme atacağım, dememiş miydi? Emrime uyan kullarımı Cennetime koyacağım diye vaad buyurmamış mıydı? Şeytan şeytanlığı ile sözünü yerine getirmeye çalışıyorken, hâşâ Rabbü’l-Âlemin nasıl sözünü yerine getirmez? Muhakkak ki sözünü yerine getirecektir. Öyleyse insanın bütün gayesi nefis ve şeytanla mücadele olmalı, onların sözlerinin aksini yapmalı, kendi vücudunun rahatını düşünmemeli, bir tek gayesi olmalıdır: O da kulluk üzere devam. İster şevki, ibadet aşkı olsun veya olmasın, ister hasta ister sıhhatli olsun, ister mukim isterse seyahatta olsun, insanın durumu hep aynı olmalı, elinden geldikçe durumunu bozmamalı, her zaman ve her halükârda nefs ve şeytanla mücadele etmeli, onlara muhalefette bulunmalıdır.
Birazcık olsun Allah’ı (C.C) tanıyan, birazcık olsun Peygamberin’in (S.A.V) şeriati üzerine istikameti olan kişi, şeytanın işini, nasıl aldattığını bilir, ona göre tedbir alır, kendini korur. Aksi halde helâl haram gözetmez ve şeytanın fiilinden kendini koruyamaz. İstikameti olan, Allah rızasında gitmek isteyen kendini şeytandan korur.
Allah dostluğu rahatlıkla olmaz, Allah dostluğuna rahatlıkla kavuşulmaz. Evliyaullah, mürşidi kâmiller, pek çok amel etmişler, Rabbü’l-Âlemin’e çokça tâât ve ibadette bulunmuşlar, vücutlarını çok ağır ibadetlerle yormuş ve eziyet çekmişler, ondan sonra Allah dostu olmuşlardır.
Bir sohbetlerinde Gavs (K.S.A) : “Şeyh Abdülkadir Geylâni yirmibir sene, insanlar içine girmeden, devamlı olarak, çölde, yabanda tâât ve ibadetle meşgul olmuştu” buyurdular. Bu zamanın en meşhur, en makbul evliyası belki onun kadar büyük, belki daha da büyük Şeyh Abdülkadir Geylâni’nin (K.S.A) velâyeti gibi meşhur velâyet sahipleri makamlarını amelsiz ve ibadetsiz elde etmemişlerdir.
Onun için, insan vücud rahatını düşünmeyerek daima Rabbü’l-Âlemin’in emrini gözetmelidir. Vücud rahatını düşünen, dünya rahatını arayan, dünya güzelliği peşinde koşan, kıyamette perişan olur, âhiret rahatı elden gider. Bundan dolayı, insanın dini kendisince çok mühim olmalı, Allah’ın emri her şeyin üstünde bulunmalıdır. İnsanın yanında hiçbir şeyin Allah (C.C)’ın emri kadar ehemmiyetli olmaması gerekir.
Âhiret dünyadan çok daha makbuldür. Âhiret hayatı dünya hayatından çok daha uzundur. Âhiretin keyfi ve zevki dünyanınkinden çok daha hoştur. Şu halde insan tâât ve ibadette bulunmalı, en makbul şeyin Allah sevgisi olduğunu bilmelidir.
Şayet insan dünyayı âhiretten üstün görür ve öyle zannederse âhirette perişan olur. Maalesef bu zamanda görülüyor : Âhireti dünyadan üstün tutan bindebir bile kalmamış. Âhiret hayatına dünyadan fazla kıymet veren bindebir bile yoktur. Şimdi insan dünya işleri için hastalanıyor. Dünya işlerinde bir eksiklik olsa başı ağırıyor, hasta düşüyor ve yataklara giriyor. Çok zorluk çekiyor. Halbuki Âhiret elinden gitse hiç umursamıyor, işte böylece onların dünyaları âhiretlerinden bin kat daha makbul olmuş oluyor. Hal böyle olunca nasıl insanın işi iyi olur, nasıl Allah insandan razı olur. İnsanın yanında en makbul Allah (C.C) rızası, Allah dostluğu ve âhiret olmalıdır. İnsan şayet dünya işinde bir ziyana uğrarsa, bu ziyanın âhiret ziyanı kadar kendine acı gelmemesi lâzımdır. Sahabeler zamanında böyle idi. Eğer birisi cemaatle namaz kılmaya yetişemezse matem tutardı. Evde cenaze varmışcasına üzülürdü. Arkadaşları cemaati kaçırdı diye ona taziyede bulunurlardı. İşte âhiret, Allah rızası onların yanında bu kadar makbuldü, Allah (C.C) muhabbeti, Allah aşkı, Allah sevgisi onların yanlarında bu kadar kıymetliydi. Tabii ki onlar da Allah yanında makbuldürler. Bu zamanda Allah yolunu terk etmeyen ancak bindebir kalmış gerisi Allah yolunu terk etmiş, hiç o yoldan haberi bile olmaz hale gelmiştir. Bunların Allah’a tâât ve ibadetleri kalmamış, ancak bindebir kalmış ki onlarda âhiret işlerinde çok perişan, âhiret işlerinde çok gevşek durumdadırlar. Nazarlarında dünyalarının kıymeti âhiretlerinden bin defa daha fazladır.
Artık insan o kanaate varıyor ki nihayete gelinmiştir, artık kıyamete doğru sondur. Bunu da geçerse artık küfürdür. Bir şey kalmaz.
insanların en şerli olanlarının üzerine kopacaktır)
Bununla beraber sûrun son nefhasına kadar Allah dostları bulunacak, eksik olmayacaktır.
Öyle bir zamanda bulunuyor ki, bu zamana “nefsi” zamanı demek lâzımdır. Nasıl ki kıyamette hesap vakti Allah-u Teâlâ Mîzân’ı kurup Peygamber (A.S.V) tahtında oturduğu zaman, günahkârlardan, Allah’ın emrine muhalefet edenlerden feryad u figân yükselir. Azgın at gibi tepinip melâikenin elinden kurtulmaya çalışırlar. O dehşetli manzarayı ve Cehennem ateşini gören Peygamberler bile yüzlerini arşa çevirip, “Ya Rabbi; nefsi” diye feryad ederler. Kendi ümmetlerinden, çoluk çocuklarından ümidini kesmiş bir halde, “Yarabbi, nefsî, nefsî” diyerek kendi nefislerinin kurtuluşlarını dilerler. Vallahi şimdi de öyle olmuştur, nefsî nefsî zamanıdır. İnsan yalnız kendi nefsini kurtarmaya çalışmalıdır. Artık vaaz nasihat devri değildir. Vaaz ve nasihatla iş yapılır dersek şimdi artık oda mümkün görülmüyor. Hiç tesiri olmuyor. Çünkü dünya muhabbeti, keyif ve safası çok artmış, Şeriate muhalefet, Allah’ın emirlerine muhalefet çoğalmış, helâl ve haram gözetilmez olmuş. İşte bunlardan dolayıdır ki vaaz ve nasihat tesir etmiyor. Artık nefsî, nefsî zamanı olmuş. İnsan nefsini bilsin kâfidir. Ona harb açsın yeter.
Bir kimse Gavs’w (K.S.A) sormuş : “Kurban, bu kadar cezbe ehli, muhabbet ehli, vird ehli vardı şimdi ise hepsi gevşemişler, atâlet içindedirler. Bu nasıl oluyor?” Gavs cevaben şöyle buyurmuş : “Evet artık hidayet kalmamış da ondan. Bizimki de bu zamanda Vallahi bir idaredir. Aldatmaca gibi bir şey. Çünkü hidayeti tâmme şimdi Hazret-i Mehdî’nin elindedir. Hidayeti tâmmeyi ancak o yapacak. Biz şimdi idare ediyoruz. Çoluk, çocuk nasıl aldatılır, eğlendirirse, bizde öyle yapıyoruz. Artık iş Mehdî’ye kalmış. Onun zamanında hidayeti tâmme olabilir. Bu zamanın insanlarında ilerleme olmuyor. Gün be gün, saat, dakika be dakika geriye gidiliyor. İlerleme, terakki hiç yoktur. Devamlı yönleri gerileme ve atalet üzerindedir.
İnsan öyle kanaate varıyor ki artık zamanıdır. Hiç tutulacak taraf kalmamış şimdi. Onun zamanı olmasa hidayet zordur. Ümitler kırılmış. Tek ümit kapısı varsa o da Nakşîbendi Tarikatı’ndadır. Durum çok kritiktir. İnsan o kanaate varıyor ki zamanı çok yaklaşmıştır.
İmam-ı Rabbanî (K.S.A) zamanında kendisine gelip, “Mehdî sensin” demişler. “Hayır ben değilim” buyurmuş, gerçi ben de öyle zannediyordum ama ben yüzün başını, (Asrın başını) geçtim. Mehdî asrın başında gelecek, zuhuru asrın başında olacak ve Nakşîbendi halifesi olacak; tabii bu hadis falan değil, İmam-ı Rabbâni’nin sözüdür. Bugün her ne kadar nefsî nefsî zamanı ise de insan elinden geleni yapmalıdır. İnsan kendisini nefis ve şeytandan kurtarmaya çalıştığı gibi elinden geldiği kadar akrabasını, ailesini, çocuğunu, çevresini ve ümmeti Muhammedi de kurtarmaya onlara yardımcı olup yüzlerini Allah’a döndürmeye çalışmalıdır. Bilhassa kendisini nefis ve şeytanın elinde bırakmamaya çok gayret edip kendini muhafaza etmelidir. Kıyamet günü nefsî nefsî’dir. Orada Allah-u Teâlâ herkesin hayır ve günahına göre muamele eder. Kimsenin hayrını kimseye vermez, herkes günahıyla baş başadır. Nefis ve şeytanla elden geldiği kadar bu dünyada mücadele etmek lâzımdır ki yarın nefsî nefsî zamanı olan kıyamette, müşkül durumda kalınılmasın. Bu mücadelenin sûr üfürülünceye kadar devamı lâzımdır.
Nefis ve şeytanla mücadele etmek insanın elinden gelir, kuvveti yeter onlarla mücadeleye. Her kim benim gücüm, kuvvetim yetmiyor derse, o yalan söylüyordur, o kezzabdır.insan nefis ve şeytana yetebilir. İnsan Allah’ın emirlerine muhalefet etmeyebilir, günah işlemek istemese işlemez. Gayet kolaydır. Eğer ben edemiyorum gücümün üstündedir derse yalan söylemiş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ :
bir nefse gücünün yetmediği şeyi teklif etmez. Ancak takatının ve gücünün yeteceği şeyi teklif eder) (Bakara : 286)
Hiçbir nefse kendi vusatından fazla teklifte bulunmam, buyuruyor, yani Allah kimseye yapamayacağı şeyleri emretmez. Öyleyse insan nefs ve şeytanla mücadele edebilir. Gerçi İmam-ı Rabbâni, Şeyh Abdülkadir Geylâni gibi yapamaz ama kendi gücünün nisbetinde yapabilir. İnsan yapmıyor, sonra da yapamıyorum, edemiyorum, diyor. Bu kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Şeytanın aldatmasıdır. İnsan kendini Allah’ın vermiş olduğu kuvvet ve nusret nisbetinde muhafaza edebilir, şeytana muhalefet edebilir. Allah’a kulluk dünya işinden zor değil, dünya işi kadar yorucu değildir. İnsan yirmidört saatte bir saat yüzünü Allah’a çeviremez mi? Yirmidört saatte beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş dakika sürer. Yapamaz mı bunu insan? Esasında insan kendi kendine hile yapıyor, yoksa haram yemek istemese yemeyebilir, gıybet etmek istemese terk edebilir. Demek ki hepsi insanın elindedir. Hoş şeytanın tüfeği yoktur ki insana çevirsin de zorla insanı kötülüğe teşvik etsin. Şeytanın yapabileceği tek şey kalbde vesvese meydana getirip kötü işleri telkin etmeye çalışmaktır. Hepsi bu kadar. Bütün kuvveti bundan ibarettir. Başka hiçbir şeyi yoktur. Eğer insan ona yardımcı olmazsa hiçbir zararı dokunamaz. Fakat insanın canı (nefsi) da Allah’ın emrine karşı gelmek istiyor. Vücudunun rahatını onda görüyor. Şeytan da arada sırada yol gösteriyor. Başkaca hiçbir şey yapmıyor, zaten elinde de gelmez.
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Birinci Sohbet
İnsan hep iyilerle bulunmalı, iyilerle arkadaşlık yapmalıdır. İyilerle bulunmanın menfaati ebediyete kadar devam eder. İşte Eshabı Kehf’in köpeği. Köpek olması münasebetiyle haram, necisülayndır. Islakken dokunduğu yerin temizlenmesi için yedi defa yıkamak lâzım gelir. Çünkü haramdır (1). Fakat iyilerle kaldığı için, Allah-u Teâla onu beraber kaldığı iyilerin hürmetine cennetlik yaptı. Haram ve necisülayn olduğu halde cennetlik oldu ve cennette de iyilerle beraber bulunacak.
Halbuki Nuh Peygamberin oğlu, Ulü’l-azm bir peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapıp onlarla beraber bulunduğu için imanını kaybetti. Rabbü’l - Alemîn de onu kâfirler zümresinden yazdı. Peygamber oğlu olduğu halde kâfirlerle arkadaşlık yapmasından dolayı son nefeste küfür üzerine, imansız olarak gitti ve Cehennemlik oldu. Öte taraftan haram olan bir köpek ise Cennetlik oldu. Çünkü iyilerle beraberdi, onlardan ayrılmadı.
Bu mevzuda Peygamber (S.A.V) şöyle buyuruyor : İnsan her kimi seviyorsa (Kıyamette de) onunla beraber (haşr olacak kiminle arkadaşsa Haşirde de onunla arkadaş olacaktır.)
Öyleyse kimlerle arkadaş olmamız lâzım geldiğini, kimleri sevmemiz icap ettiğini bilmemiz lâzım; dolayısıyla Hazret’i sevmemiz, şeyhlerimizi sevmemiz, Sâdât-ı sevmemiz lâzımdır ki, ;Kıyamet gününde de onlarla beraber olup sevdiğimizden menfaat görmüş olalım.
Düşmanlarına bile iyilik yapan, onlara ihsanlarda bulunan Rabbü’l – Alemîn çok büyüktür. Kâfirler ki Allah’ın münkirleridir, Allah’ı inkar ederler, dolayısıyla Allah’ın düşmanlarıdırlar, onlara bile iyilik eden, mal veren, evlât veren, dünya keyfi ve zevki veren Rabbü’l – Alemîn nasıl olur da doslarına, yüzünü Allah’a çevirip onu seven kimselere iyilikde bulunmaz, onlara nimetler verip ihsan etmez?
İnsan kendisine fenalık eden, düşmanlık yapan kimselere, elinden geldiği kadar kötülük yapmak ister. Halbuki çok büyük olan Allah-u Teâlâ kendisini inkâr eden düşmanlarına bile ihsanlarda bulunurken, tabii ki dostlarına da ihsanlarda bulunacak, yüzünü ona çevirip onu sevenlere de ikramlarda bulunacaktır.
Her kim ki, Allah’a doğru bir adım atarsa, Allah da ona on adım yaklaşır. Her kim ki, yüzünü Allah’a döndürürse Allah da ona yüzünü döndürür. Fakat her kim Allah’a sırt çevirirse, şüphesiz Allah da ona sırt çevirir. Demek ki her şey insanın elindedir. Çünkü Allah-u Teâlâ insana cüz’i ihtiyar vermiş ve doğru yolu da göstermiştir. Doğru yolu tutup o yoldan giden herkes Allah’a kavuşur. Fakat eğri yoldan giden kimse ise kendini helâk etmiş olur. Böylece en büyük düşmanlığı kendi kendine yapmış olur. Haşa Allah kimseye kötülük yapmaz. Haşa Allah kimseye zulmetmez. İnsan kendi nefsine zulüm yapmakta, kendi nefsine kötülük etmektedir.
Dünya ve âhirette olan her şeyin, hâtırı için yaratıldığı Peygamber (A.S.V) her an için tâât ve ibadette bulunurdu. Peygamber (A.S.V) o kadar büyük halk edilmiştir ki, O’nun şefaati olmasa Kıyamet günü hiçbir Peygamber bile Cennete giremez. Hal böyle iken O’nun şefaati olmadan başkaları nasıl Cennete girebilir? Bütün Cennete girecekler ancak ve ancak O’nun şefaati neticesi Cennete girebileceklerdir. İşte bu kadar mükerrem yaratılmış olan Peygamber (A.S.V) devamlı olarak Allah’a tâât ve ibadette bulunurdu. O kadar ibadet ederdi ki, ibadetinin çokluğundan mübarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü’l-Âlemîn :
(Emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et.)
… diye buyurmuştu. Bu hitap Peygamber ve şahsında bütün ümmete gelmektedir. Demek ki biz ümmet-i Peygamber (A.S.V) de Allah’ın emrettiği ve Peygamberin (A.S.V) tebliğ ettiği şekilde hareket etmemiz lâzımdır.
Öyleyse insan bu çok aziz ve kıymetli ömrünü Allah yolunda, Allah rızası uğrunda harcamazsa, salih amellerle tüketmezse çok yazık etmiş olur. Çünkü insanın bu kadar kıymet verdiği aziz ömrü, mutlaka ihtiyarlık gelip, hastalık gelip tükenecek, neticede de toprağın altına girecektir. Sonu böyle olunca, artık insan ömrünün ne kıymeti kalır? İnsan, ancak yüzünü Allah’a çevirip, O’nun dostluğunu kazanmak suretiyle ömrünü değerlendirebilir. Allah’ın fazlında nihayetsiz istifade eder; dünyada da rahat eder kabirde de rahat eder, haşirde de rahat eder ve nihayet Cennette ebedi rahata kavuşur.
Allah’ın emrine uymayan ise ebedi olarak zahmet çeker. İnsanın aklı vardır, deli değildir. Dünya işlerinde kimse insanı kolay kolay kandıramaz. Kimse kolay kolay hile yapamaz insana. Halbuki âhiret işinde aldanıyor. Şeytan hileler yaparak çok çabuk insanı kandırabiliyor. İnsanın Allah yolunda da akıllı olması icap eder. Nasıl dünya muamelesinde insan aldatılamıyorsa âhiret işinde de aldatılmamalıdır. Yüzünü Allah’a döndürmeyen kimse aslında delidir. Halbuki insan kendini çok akıllı zannetmektedir.
Bir zamanlar bir padişah vardı. Çok muazzam, mükellef bir köşk yaptırmıştı. İçinde her türlü dünya süsleriyle, ziynetleriyle donatmıştı. Bir gün o taraflara Allah dostlarından birinin yolu düştü. Padişah ihtimamla yaptırdığı sarayını o Allah dostlarından birinin yolu düştü. Padişah ihtimamla yaptırdığı sarayını o Allah dostuna da göstermiş, o Allah dostunu da sarayında gezdirmiş ve sormuştu : “Nasıl, sarayım güzel olmuş mu? Beğendin mi sarayımı? Allah dostu ona şu cevabı vermişti : “Padişahım, sarayında iki büyük ayıp var. Ben iki büyük ayıp gördüm sarayında.” Padişah bu cevaba sinirlenmiş, kızmış : “Nasıl olur da sarayımda iki büyük ayıp görebiliyorsun? Ben hiçbir noksan bırakmadım. Onu dünyanın altın ve gümüşlerini harcayarak süsledim. Senelerce emek verip bütün gücümü bu sarayın yapımında kullandım. Sen ise iki büyük ayıp gördüğünü söylüyorsun.” Allah dostu olan zat cevaben, “Darılmayın padişahım. Sizim sarayınızda gerçekten iki büyük ayıp vardır. Birincisi, yapılan saray birgün yıkılacak; bunca emek boşa gidecek. İkincisi ise bu sarayı binbir ihtimamla yapan zat da nihayet ölecek; sarayı bırakıp gidecek” deyince, padişah o zaman hakikatı görebilmiş, başlamış ağlamaya. “Çok doğru diyorsun.” demiş. “Gözümüz kör olmuştu, böyle bir gerçeği göremedik. O köşk, o saray yıkılacak. Sonunda toprağa karışacak. Ne kıymeti olabilir? Ve o saray ki yaptıran sahibi ölecek. Artık o neye yarar? Hakikat böyledir. Biz bu iki büyük ayıbını maalesef görememişiz.”
Şeyh Fethullah Verkanisi (K.S.) iki kardeştiler. Bir kendisi, diğeri kardeşi Şehmuz. Şeyh Fethullah kendisine yol olarak ilim tahsilini seçti. Medreseye gitti. Daha sonra Seyda-i Tâği Hazretlerine gidip ona intisab etti. Seydaya hizmette bulunarak sâdâtı Nakşibendî’nin arasına karıştı. Sâdât-ı Nakşibendî olduğu içindir ki, kıyamete kadar, bu tarikatı Nakşibendî durduğu müddetçe, onun amel defteri kapanmayacak; kıyamete kadar ismi anılacak, kazancı yazılmaya devam edecek.
Kardeşi Şehmuz ise aksine dünyaya yöneldi. O da dünya cihetinden ilerledi. O kadar zengin oldu ki, her vilâyette bir mağazasını bulmak mümkündü. Bankalarda o zamanın parasıyla, banknot hariç kırkbin altını vardı. Bu kadar zengindi. Fakat sonunda, bu kadar zenginliğine rağmen, kıtlık yıllarında açlıktan öldü. Hatta kefen alacak para bulamadıklarından yorganının yüzünü söküp ona kefen yaptılar. Bugün için ismi kayboldu. Hiç kimse Şehmuz diye birinin yaşayıp yaşamadığını bilmemektedir. İşte dünyanın sonu. Dünyaya bel bağlamanın neticesi. Bunca zenginliği kendisine fayda vermediği gibi, öldüğü zaman kefen bile bulamadı.
Kardeşi Şeyh Fethullah ise yüzünü Allah’a çevirdiği için Alah ona kerem etti, lütfetti ve onu Sâdât-ı Nakşibendî’nin arasına aldı. Kıyamete kadar ismi anılacak. Her gün ona belki onbin, belki de yirmibin Fatiha okunmaktadır. Nakşibendî yolu olduğu müddetçe, tâ kıyamete kadar böylece devam edecektir.
İşte böyle, Allah yolunda gidenlerin zahmetleri kaybolmaz. Dünyada da, âhirette de zahmetleri boşa gitmez.menfaatleri, ticaretleri ebedü’l ebed devam eder.
Keşif ehli bir kimse bir gün Gavsı Hizani’ye (K.S.A) gelip, “Kurban, kabristanımızda hristiyanlar vardır.” demiş. Gavs, “Nasıl, hristiyan var?” deyince, “Kurban kabristanda yüzleri değil de sırtları Kıbleye çevrilmiş olan mevtalar gördüm” karşılığını almış. Gavs (K.S.A) tebessüm ederek, “Hayır, onlar kâfir değil, müslümandırlar. Onların dünyaya karşı aşırı muhabbetleri olduğu için, melekler onların yüzünü Kıble’den çevirip sırtlarını Kıble’ye getirdiler. Dünyaya olan muhabbetleri yüzünden öyle oldular” buyurmuştur.
İnsanın sevgisinin tamamı Allah olmalı, Allah’tan gayri hiçbir şeye muhabbet beslememelidir. Çünkü Allah-u Teâlâ yalnız kendisinin sevilmesini, yalnız Zâtına muhabbet edilmesi arzu eder. Başka şeyin sevilmesine, başka şeye muhabbet beslenilmesine asla razı değildir.
Ancak Allah muhabbeti, Allah dostluğu, Allah sevgisi kazanıldıktan sonra insan her şeyden yana rahata kavuşur. Dünya da rahat olur; kabir de rahat olur; her şey, her şey rahat olur. Ebedi olarak rahata kavuşulur.
Kazançların en kârlısı Allah dostluğudur. Yüzünü Allah’a çevirip Allah dostluğu kazanan kimseye eziyet olmaz.
Nemrud’un ateşe atıp yakmak istediği İbrahim Peygamber (A.S) da Allah dostlarındandı. Nemrut dağlar kadar odun yığmış, ateş yakmıştı. Öyle bir ateş ki kimse yanaşmaya muktedir değildi. Onun için dağda bir mancınık kurup Hz.İbrahim’i mancınıkla ateşe attılar. İbrahim Peygamber ateşe atıldığı sırada Cenab-ı Hak, Cennetten bir taht getirtip ateşin içine kurdurdu. İbrahim (A.S) ateşin içinde oturdu da asla ateş onu yakamadı. Çünkü Rabbü’l - Âlemin ateşe, (Biz ateşe “Ey ateş, İbrahim’e selametli bir serinlik ol!” dedik) (Enbiya : 79) diye emir buyurmuştu. Ateş de yakmadı, yakamadı. Zaten yakan ateş değil ki. Yakan Allah’tır Ateş ise Rabbü’l – Âlemin’in vazifeli bir memurudur. Eğer ateş yakıcı olsaydı Hz.İbrahim’i de yakardı. Çünkü o da etten, kemikten, sinirden yaratılmıştı. Bizim gibi bir insandı. Halbuki olan zebaniler devamlı Cehennem’de ateştedirler. Ama ateş onlara zerre kadar zarar veremez. Rahatsız edemez onları. Demek ki yakan ateş değildir. Ateş ancak almış olduğu emre göre hareket eden bir memurdur sadece.
Meselâ, Seyyid Ahmed er-Rufâî (K.S.A) Hazretleri’nin tarikatinde olan müridleri de yanan tandırın içine girerler, fakat ateşten zarar görmezlerdi.
(1) Şafiî mezhebi fıkhı iktizasınca
http://www.menzil.net [email protected]
2. Sohbet
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
İKİNCİ SOHBET
Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “Eğer irşad etmek vaaz ve nisahatla olsaydı, çok güzel vaaz eden, nasihatta bulunan hocaların, mollaların etrafında cemaatlerin bulunması, onları irşad etmesi icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil” demek ki, bu iş zahiri değil. Bu iş, yani kulluğa davet vaaz ve nasihatla değildir. Ancak ve ancak sâdâtın manevi tasarrufu tesir ve irşada sebeptir. Yine Gavs (K.S.A) bir sohbetlerinde şöyle buyurdular : “ Bir şeyhe sormuşlar : (İşiniz nedir, sanatınız nedir, siz neyle meşgul oluyorsunuz?” diye. Demiş ki : (Bizim işimiz çözmek ve bağlamaktır.) (Nasıl çözmek ve bağlamak Kurban?) diye sorduklarında şöyle cevap vermiş : “Bize gelenlerin kalplerini dünyadan çözer, âhirete bağlarız.”
Gavs-i Hizani Hazretleri’nin huzurunda cezbe ve harareti çok kalabalık bir cemaat her zaman bulunurdu. Cezbe, hararet ve muhabbetin çokluğundan kimse huzurunda normal olarak oturamazdı. Halbuki Gavs (K.S.A) fazla sohbet de etmezdi; umumiyetle sükut ederdi. Fakat tasarrufu maneviydi. Manevi tasarrufta bulunurdu. Bir seferinde oğlu vaaz ve nasihat etmek için müsaade ister. Müsaade alır ve sohbete, vaaza başlar. Allah’tan bahs eder. Bir iki saat kadar vaaz eder. Hiç kimsede ses yok, muhabbet ve cezbe emaresi görülmez. Sohbet biter. Babası Gavs-i Hizani “Haydi, kalkın Kamet getirin” der demez, cemaatin içinde bir feryadu figan kopar. Gavs’in oğlu hayretle kalır: “İki saattir sohbet ediyorum, hiç kimsede ses yok. Babam (haydi, Kamet getirin) diyor. Bütün millet cezbeye kapılıyor.”
Bir tarihte Bitlis’ de Gavs’a itirazda bulunmuşlar: “Kim biliyor Gavs olduğunu; delili, alâmeti nedir? diye fikir serdetmişler. Orada hazır bulunan Bitlis müftüsü, “Ben biliyorum onun Gavs olduğunu. Delilim de şudur onun Gavslığına : Ben de âlimim, ilmim var. Bir şehrin müftüsüyüm. Ulu Cami’ye gidiyorum, bir iki saat vaaz ediyorum. Vaazım bitip camiden çıktığım zaman arkamdan bir iki kişi bile gelmiyor. Bastonumdan başka bana yoldaşlık eden bulunmuyor. Halbuki Şeyh AbdülHalim çok az sohbet edip de kalktığı zaman arkasından en az yüz kişi de beraber kalkıyor. Bu Gavslık alâmeti değil de ya nedir? biz âlimiz, bizim de ilmimiz var. Gerek halk yanında, gerekse resmi yerlerde sayılır ve seviliriz, itibarımız var. Ben vaaz ettiğimde camiden bastonumdan başka benimle çıkan olmuyor. Ama onun yüzlerce kişi peşindedir. Gavslık için bundan daha büyük delil olur mu?” diye itiraz edenleri ikna etmiş oldu.
İşte böyle… Eğer zahiri tasarrufta olsaydı, bunca kuvvetli vaizler, âlimler, gayet güzel vaaz ve nasihat ederek, Allah’ı anarak sohbet ederken bir çok kimseyi de irşad etmeleri gerekirdi. Halbuki öyle olmuyor. Çünkü irşad işi tamamen manevi tasarruftur.
İnsan tarikata girince bunları daha iyi anlıyor. Huyunun, ahlâkının değiştiğini; hiçbir cebir olmadan dünyadan kesilip âhirete bağlandığını, dünyadan soğuduğunu, Allah bahsi sohbetinin her şeyden daha şirin olduğunu, tâât ve ibadetin hoş geldiğini insan hemen hissediyor. Bütün bunlar da ancak manevi tasarrufla olur.
Seyda Abdurrahman Tâği Hazretleri henüz tarikat almamışken Gavs-i Hizani için; “hakikaten Gavs midir acaba? Bir ziyaretine gidipde baksam” diyor. Gitmeden de tasavvuf kitaplarını karıştırarak Gavslık alâmetlerini okuyor. O sırada Gavs-i Hizani (K.S) bir mollasını çağırıyor, “Evlâdım, diyor, var, Norşin’e doğru git, orada Abdurrahman’ı gör, kendisiyle görüşmek istediğimizi söyle, misafirlerim çoktur, onun için benim gitmem mümkün değil, lütfen kendisi buraya kadar zahmet etsin.” Molla derhal kalkıp Abdurrahman-i Tâği Hazretleri’nin köyünün yolunu tutuyor. Soruyor soruşturuyor, Hazret’i bulup geliş sebebini anlatıyor. Diyor ki: Beni Gavs gönderdi. Misafirlerinin çokluğundan kendisi gelemedi. Sizinle görüşmek istiyor, köyüne davet ediyor sizi.” Abdurrahman-ı Tâği Hz.”Vallahi ben de ziyaretine niyet etmiştim. Kal,sabah olsun, beraberce gideriz.” diyerek gelen mollayı o gece misafir ediyor.
Sabah yola beraberce çıkıyorlar. Gelmekte olduklarını Gavs haber alınca müridleriyle beraber karşılamağa çıkıyor ve köyün dışındaki bir tepenin üzerinde beklemeye koyuluyor. Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri ise yolda gelirken tasavvuf kitaplarında gördüğü Gavslık alâmetlerinden “Yağmur yağınca Gavslar yağmurdan ıslanmaz” ibaresini düşünerek köye yaklaşmaktadırlar. Mevsim bahar, gökte en ufak bir bulut kümesi bile yok. Nihayet köye vasıl olup Gavs Hazretleri ile buluşuyorlar. Hemen orada tepenin üzerinde oturarak sohbete koyuluyorlar. Az bir zaman sonra gök gürleyip, şimşekler çakarak sağanak halinde yağmur yağmaya başlıyor. Oysa ki havada hiç bulut yoktu az evvel. Sığınılacak bir yer olmadığı için iyice ıslanıyorlar. Tam bu sırada Abdurrahman-ı Tâği Hazretleri’nin aklına tasavvuf kitaplarında gördüğü (Gavslar yağmurdan ıslanmazlar) ibaresi geliyor. Başını kaldırıp Gavs-i Hizani Hazretleri’ne baktığında ne görsün, üzerinde en ufak bir ıslaklık bile yok, sanki hiçbir yağmur yağmıyor. Gördüğü manzara karşısında kendinden geçip bir nara atarak derhal oradan uzaklaşıyor. Gavs-i Hizani’ye, “Kurban, Molla Abdurrahman gitti” denilince, “Bir şey olmaz, sâdâtın himmetiyle o tekrar gelir” buyuruyor. Hakikaten az bir zaman sonra tekrar geliyor, hem de bir daha geri dönmemek üzere. İşte böyle… Eğer manevi tasarruf, manevi kuvvet olmasaydı böyle bir teslimiyet, böyle bir bağlılık olmasına imkân bulunur muydu?
Hazret-i Norşini (Şeyh Muhammed Diyauddin) bir ara hastalanmış, bir müddet için cami’e gidememiş, evden çıkamamıştı. Bir magrip namazında, rabıtadan sonra haber gönderip mollaları eve çağırtmış. Bütün mollalar neşe içinde eve koşmuşlar. Öyle ya mürşidlerini uzun müddet görememişler, bir müddetten beri ondan uzak kalmışlar. Huzura varmışlar, Hazret müsaade verince oturmuşlar ve beklemişler. Hazretten ise hiç ses yok, zerre kadar kimseye iltifak etmiyor, sakin ve sessiz. Bir saat kadar oturduktan sonra Hazret, “Haydi, size müsaade verdim, gidebilirsiniz” diye mollaları gönderiyor. Huzurundan çıkan bazı mollalar üzüntülü üzüntülü konuşuyorlar : Sohbet olacak diye ne kadar sevinmiştik. Halbuki Hazret hiç konuşmadı. Nasıl geldiysek öyle de dönüyoruz, diye dertleşiyorlar. Bunları işiten Hazretin hanımı, çocuklarına, “Eyvah, ben Hazretin sâliklerini manevi tasarruf ehli zannederdim. Bilmiyordum ki onlar lâf u güzaf peşindedirler. Ben zannediyorum ki onlar manevi tasarruf peşinde koşanlardandır. Halbuki onlar lâf peşinde koşuyorlar. Bu durumda Allah’tan uzaktırlar. Hakiki Nakşibendî olmamışlar hâlâ” diyerek ağlıyor.
Çokları vardır ki şeyhlerinin huzurunda otururlar. Fakat şeyh hiç sohbet etmez. Ama lâzım gelen irşadı da sohbetsiz olarak yapar.” Onlar sohbet peşinde değiller.
Sohbet bir eğlencedir. Nasıl çocukları lâfla eğlendirir, lâfla kandırırlarsa sohbet de aynen onun gibi bir şeydir. Sohbet Cennetten bahsedip neşelendirmek, Cehennemden bahsedip korkutmak içindir. Üç – dört yaşlarındaki çocukları bazen korkutup bazen mükâfatlandırma gibi bir şey. İşte sohbet de sâlikler için böyledir. Bazen neşelendirir, bazen de hüzünlendirir, bazen Cennet bahsi ederek mesrur etmek suretiyle tâ Nakşibendîye Tarikati’ne alıştırıncaya kadar sohbet devam eder. Esasta, hakiki Nakşibendîlikte sohbet yoktu, Tarikat-i Nakşîbendi’de bir rükün mesabesinde olan sohbete pek kıymet verilmez. Sultanın pek kıymet verilmez sözleri manevi tasarruf cihetiyledir. İrşadın sohbetle değil, manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Şayet irşad sohbetle olsaydı, binlerce vaiz, hatip ve natıka sahibi kimselerin birer mürşid olup irşad makamında oturmaları icap ederdi. Halbuki hiç de öyle değil. Gavs-i Hizanî gibi zatların, çok az sohbetle çok geniş kitlelere irşad etmeleri irşadın zâhiri olan sohbetle değil, Batınî olan manevi tasarrufla olduğunun işaretidir. Sohbet ise manevi tasarrufa zemin hazırlayan, talipte alıcı gücü kuvvetlendiren bir vasıtadır.
İleride görüleceği gibi sohbet haşa inkâr edilmemekte, bilâkis teşvik ve tavsiye edilerek ehemmiyeti belirtilmektedir. Bütün tasarruf işleri, manevi olarak yapılır. Yeter ki talipte huzur olsun, rabıta huzuru bulunsun, lâf u güzaf aşığı olmasın.
Zaten bu zamanın insanlarını sâdâtın himmeti, manevi tasarruf olmadan düzeltmek çok zor. Çünkü fesat çoğalmış, her tarafı zorluk sarmış, sâdâtın himmeti, Peygamberin (S.A.V) himmeti olmadan muvaffak olmak mümkün değildir. Eğer bütün bu himmetler olmasa, Nakşîbendiye tasarrufu bulunması idi, bu zamanda Allah’ın yolunu tutmak mümkün olmazdı. Çünkü insanda bir kuvvet kalmamış. Eskiden insana musallat olan iki düşman vardı sadece; Nefs ve şeytandan başka bütün âlem, insanın dinine, imanına düşman olmuş, kuvveî maneviye olmasa, Nakşîbendi silsilesi ve onların himmeti bulunmasa mücadele edip muvaffak olmam mümkün olmaz. İnsan o güç ve tâkâti kendinde bulamaz.
Peygamberler (A.S) dahi insanın yardımına gelirler, manen yardımcı olup insanı desteklerler. Eğer onların da manevi kuvvet ve destekleri olmasaydı, bu zamanda hiç kimse yakasını kurtaramaz, imanını muhafaza edemez ve onu koruyamazdı.
Bu gerçekleri bilen insanın, Nakşîbendi Tarikatı Pâkistan’da, Hindistan’da, Yemen’de bile olsa, hiç durmadan oralara kadar koşup tarikat alması icap ederdi. İman hakikatini arayanlar Allah yolunda olmak, Allah dostluğunu kazanmak isteyenler bu zamanda tarikatın menfaatinin ne kadar çok olduğunu gayet iyi bilirler.
Şeyh Ahmed-i Haznevi (K.S.A) buyuruyor diyor ki ; Hazret’i (Şeyh Muhammed Diyaüddin) ziyarete gitmiştim. Hazret ata binmiş gidiyordu. Beni görünce atının başını kıstı ve yüzünü bana çevirdi. Beni yanına çağırarak şöyle buyurdu : “ Molla Ahmed, insanın şu kadar, zerre-i miskal kadar nefsi olsa o Allah’tan uzaktır” ve hayvanını sürerek yoluna devam etti.
İnsanın evini yıkan en büyük düşmanı nefsidir. Onun için insanın kendisinden haberi olmalı, nefsin tuzaklarına düşmemeye çalışmalıdır.
Nakşîbendi yolunun bütün çalışmaları nefsi öldürmek içindir. Nefis ölüp gittikten sonra her şey düzelmeye başlar.
Şah-ı Hazne (Şeyh Ahmed Haznevi) buyuruyor : Norşin’e gitmiştim. On beş – yirmi günden beri Hazretin evindeydim. Malûm, yemeğimiz darı ekmeği ve darı çorbasıydı. Birgün Hazret’i ziyarete Muş tarafından bir ağa gelmişti. Hazret’i ve mollalarını da yemeğe davet ediyordu. Hazret daveti kabul etti ve icabet edeceğini bildirdi. Benim de keyfim geldi, diyor Şah-ı Hazne, düşündüm, nasıl olsa bende ziyafete giderim, güzel yemekler yerim, diye nefsim çok zevklendi. Hemen, çarıklarımı, ıslansın da rahat giyeyim diye suya bıraktım. Nihayet hazret gitmek için, hazırlığını yaptı, ben de diğer mollalarla beraber hazırlandım. Hazret çıktı, yüzünü bana döndürüp : “Haydi gidiyoruz. Bütün mollalar benimle beraber gelsin, yalnız Molla Ahmed kalsın, o gelmeyecek” buyurdu. O zaman ben ayrıldım. Hazret’in niçin öyle dediğini anlamadım ve nefsime dönüp dedim ki : Bütün suç senindir. Sen güzel yemekler yerim, diye iştahlandın, güzel yemeklere tamah ettin. İşte bunun için Hazret seni götürmedi.
Yine Şah-ı Hazne anlatıyor : (Bir gün Hazret bana sordu : “Molla Ahmed sen yemeklerini nerede yiyorsun?” Dedim : “Sofilerle beraber yiyorum. Kurban”. Tekrar sordu : “Peki nerede yatıyorsun?” “Aşağı divanda yatıyorum, kurban” dedim. Hazret benim bu cevaplarımdan çok hoşlandı, keyfi geldi ve ferahlandı. Bana “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı divan hoştur. Seyda orada sohbet ettiği, çok teveccühlerde bulunduğu için oranın nisbeti çok fazladır. Yukarı divan ise ağaların yeridir. Şeyh Alaâddin, Şeyh Mahmud-i Karaküyi gibi zatlar hep orada kalırlar. Yukarı divan ağalar yeri. Aşağı ise Seyda’nın divanıdır. Orada çok hatme, çok sohbet ve çok teveccüh yaptığı için nisbeti bol, çok hoş bir yer orası” dedi.)
İnsan nefsini bilmeli, eğer nefsini bilirse halk da ondan istifade eder.
Seyda-i Molla Ramazan anlatıyor : (Bir seferinde Hazret’in huzurunda bulunuyordum. Seyda-i Mezzin de oradaydı ve daha hatırlayamayacağım başkaları da vardı. Birden Hazret yüzünü bana çevirdi. “Molla Ramazan” dedi. “Buyur, kurban” dedim, “Haydi bana ço ço de bakayım” dedi. Ben utandım emrini yerine getirmedim. Bu sefer Seyda-i Mezzin’e dönüp, “Molla, hâlâ Molla Ramazan’da nefs var, henüz nefsini yenememiş” dedi. Bunun üzerine emrini yerine getirmediğimden dolayı çok pişmanlık duydum, çok üzüldüm. Kendi kendime bir daha ne emr ederse yapacağım, diye söz verdim. Ondan sonra emrini gözetlemeğe başladım.
Aradan bir iki hafta geçti. Ben ise bir emri olursa hemen yerine getireyim diye hep gözetliyorum. Bir ara bana döndü : “Molla Ramazan, bana biraz su getir” dedi. O kadar heyecanlandım ki bana Molla Ramazan kalk oyna dediğini zannettim. Hemen kalktım, raks etmeye başladım. Hazret o kadar güldü ki… Dedi, şuna bakın hele, ben su istiyorum o ise kalkmış oynuyor. O zaman yaptığım hatayı anladım. Ama böylece nefsim bir defa daha kırılmış oldu.
İnsanda nefs olmaması lâzım. Nefs insanda olduğu müddetçe kendini yok bilmelidir.
Bir seferinde Kadiri şeylerinden Molla Abdurrahman’ın bir sofisi Seyda’yı ziyarete gelmişti. Seyda sofiye; “Bize biraz Molla Abdurrahman Çoğreçi’nin sohbetinden söyle” dedi. Sofi ise: “Vallahi Kurban, aklımda hiç sohbet yok” deyince, Seyda “hiçbir şey de aklına gelmiyor mu?” diye sordu. Sofi biraz düşündü. Evet bir sohbeti hatırladım. Şeyhim derdi ki : “Gübre olunmadıkça su üstünde kalınmaz.” Bu söz Seyda’nın hoşuna çok gitti, çok keyfi geldi. “Vallahi, çok doğru bir söz, dedi, bundan daha güzel bir şey olmaz. Sözü doğrudur. İnsan nefsini gübre etmedikçe su üstünde kalamaz. Nefis olduğu müddetçe insan bir şey olamaz. Gübre hafif olduğu için suyun üstünde kalıyor, yükseliyor. İnsan nefsini hafif tuttukça yükselir, su üstünde kalır. Yok eğer insan ağır olursa suyun dibine batar. İnsanın nefsi olduğu müddetçe insan ağırdır, suyun dibine çöker.”. Seyda : “Bu sohbetten daha güzel bir şey yoktur. Bu çok büyük bir sohbettir” buyurdu ve kâhyasına dönüp, “Kesende ne kadar paran varsa bu sohbetin karşılığı olarak sofiye ver.” Kâhya baktı kesede beş altın mecidiye vardı. “Kurban beş mecidiye var” dedi. Seyda, hepsini sofiye vermesini emretti. Sofi almak istemedi, her ne kadar feryad ü figan edip ihtiyacı olmadığını beyan ettiyse de, Seyda, hayır alacaksın, senin bu sohbetin çok kıymetlidir. Gavs’ın başı için ne kadar para olsaydı kesede, tümünü sana verecektim” buyurdu.
Hakikaten insan nefsini gübre olarak mülâhaza etmedikçe su üstünde kalamaz. İnsan nefsini gördüğü müddetçe Rabbine kavuşamaz. Ne zaman nefsini öldürürse Allah’ına o zaman kavuşur.
İnsanı helâke götüren nefsidir. Firavun, Şeddad ve Kârun gibi ilâhlık davasında bulunanlar ve helâke gidenler, hep nefisleri yüzünden bu felâketlere uğradırlar, o hallere düştüler. Nefisleri büyüdü, büyüdü, sonunda ilâhlık davasına kalkıştı. Çünkü nefis kendinden üstün hiçbir varlığın bulunmasını istemez. Büyüyüp terakki edip elde etmek için hiçbir şey kalmayınca, haşa, Allah’lık davası etmeye başlar. İşte onlar da haddini aşmış, azgınlaşmış nefislerinin iddiasına uydular. Sanki Firavun kendisinin Allah olmadığını bilmiyor mu idi? Biliyordu tabii, söylediklerinin aslı olmadığını çok iyi biliyordu. Fakat maalesef büyüyen ve büyük iddialara kalkışan nefsine kendisi de uyuyordu. Çünkü nefsi, o kadar büyümüştü. Halbuki Firavun evveliyatında fakir bir kimseydi. Bir çobanın oğlu idi, babası çobandı. Kendisi ise bekçiydi. Bir gece inkilap yapıp padişahı öldürerek ve bir gecede padişahın sadık adamlarını ortadan kaldırmak suretiyle tahta geçtikten sonra nefsi azgınlaştı, büyüdü ve neticede başına büyük felâketler açtı.
İnsan biraz düşünsün ki Allah’ın azameti ve büyüklüğü karşısında ne kıymeti olabilir. İnsanın değeri, azamet-i Hüda karşısında bir pire kadar bile olamaz. Yaradılışına bir baksın neydi, nasıl meydana geldi, Allah (C.C.) kendini nasıl yarattı?
İşte böyle… İnsan kendi yaradılışını mülâhaza ederse azameti Hüda karşısında aczini daha iyi görüp daha iyi anlar. Nefsinin telkinatına kanıp kendini bir şey zannetmez.
Her şeyden evvel insanın kendini tanıması lâzım. Kendini tanımayan Allah’ı da tanımaz. Kişi kendini tanıması için evveliyatını düşünmesi lâzımdır. Allah’a karşı durumunu düşünmesi lâzımdır. Görecek ki insanın, azamet-i Hüda karşısında hiçbir kıymeti yoktur, bir pire kadar bile. İnsan kendi fakirliğini, aczini, biçareliğini görür ve bilirse Allah-u Teâlâ o zaman onu yükseltir, onu âli eder, ona mertebeler ihsan eder. Şayet insan kendini bir şey olmuş zannederse o insan yok sayılır.. insan kendini adam olarak görmemeli; nefsine bu payeyi vermemeli, vücudunu ve nefsini yok bilmelidir.
Her türlü günah, kullara yapılan zulüm ve hakaretin hepsi nefsten geliyor, onun büyüklük taslamasından ve kibrinden geliyor. Ne zaman ki insan fakirliğini, aczini, kendinden aşağı bir mahluk olmadığını (nefsani yönden) idrak etse, insanda kibir ve azamet kalmaz. İşte o zaman Allah’ın emirlerine göre hareket etmeye başlar.
Meselâ, insan bin kişilik bir kabilenin içinde tek başına bulunsa, onlara muhalefet etmeye, onlarla mücadele etmeye gücü yeter mi? Tabii ki yetmez. Onlara karşı biçare, kuvvetsiz ve zavallıdır. Dolayısıyla her emirlerine uymak mecburiyetinde kalır. Öyleyse azamet-i Hüda’ya karşı da insanın boynu bükük, mahzun olması lâzımdır. Kendinde kuvvet ve kudretin olmadığını bilmesi lâzımdır. Ve ona göre hareket etmesi her emre mutlaka uyması gerekir.
Allah dostları, Allah ehilleri, daima fakir ve mahzunlar arasında olmuştur. Sâdâtın nisbetleri fakir, nefissiz ve boynu büküklerin üzerine olmuş. Hulefa hep onlardan olmuştur.
Meselâ, Şah-i Hizne, o kadar fakir, abdal, kendi halinde imiş ki, diğer sofilerden hiç fark edilmezmiş, kimse kendini tanımazmış, molla olduğunu bile bilmezmiş. Ancak ârifler müstesna. Herkes onun garip bir sofi olarak bilir, değer bile vermezmiş. Hazret de öyleymiş.
Büyüklerin kendi nefisleri için hiç çalışmaları olmazmış. Hazret’in Şeyhi Şeyh Fethullah kışın karda kızağa biner, köylere irşada giderken Hazret’i çağırarak kendisini çekmesini istemiş. Bu duruma Seyda’nın bazı hülefa ve sâlikleri itiraz etmişler, Hazret, Şeyhinin oğludur, onun için hatırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken Şeyhinin oğlu zahmet ve meşakkatla kızağını çekiyor, demişler. Duruma muttali olan Şeyh Fethullah : “Üstadım Seyda, oğlunu bana teslim etti ve ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsiniz” buyuruyor.
Şeyh Fethullah bilmiyor muydu, Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi lâzımdır? Tabii ki biliyordu. Fakat Şeyhinin oğlu kendisine hizmet edip de manevi değer kazansın, diye böyle yapıyordu. Kendisi âdâp ve erkânı terk ederek, ziyanına razı olarak Şeyhinin oğlunun istifade etmesini, Allah’a ulaşmasını, menfaat görmesini istiyordu. Ziyanı bana, kârı ona olsun, diyordu. Nitekim öyle de oldu. Hazret’in birkaç senelik hizmetinden sonra, Şeyh Fethullah, Hazret’i çağırıp, “artık sen yetişmiş bulunuyorsun, buyur, babanın makamına geç ve irşada başla” diyerek irşad makamına oturtuyor.
İşte böyle… Allah yolu hizmetle kazanılır, abdallık ve fakirlikle elde edilir, ağalık, pehlivanlık ve padişahlıkla olmaz.
3. Sohbet
ÜÇÜNCÜ SOHBET
Geçmiş zamanda fakir, dünya malı olarak bir şeye malik olmayan bir papaz vardı. (Bu şeyhler ne yapıyorlar? Halkı kandırıp zengin oluyorlar. Ben de kimsenin tanımayacağı uzak bir memlekete gideyim. Kendimi şeyh olarak tanıtayım. Böylece zengin olurum) diye düşünüyor. Hemen tasavvuf kitaplarını temin ediyor. Tarikat adablarını okuyor. Nasıl hatme yapılır, nasıl teveccüh yapılır, hepsini öğreniyor. Adab ve talimatları ezberliyor. Ve kalkıp kendinin tanınmayacağı bir memlekete gidip kendini şeyh olarak tanıtarak tarikat vermeye başlıyor. Hatme, teveccuh, tâlim ve adab derken etrafına çok kalabalık birikiyor.
Kendisine muhabbet ve bağlılığı çok fazla olan bir dükkan sahibi tüccar varmış. Papaz da onun sık sık ziyaretine gidermiş. Bu tüccar verilen vazifeleri yapıyor, samimi olarak çalışıyor ve nihayet keşfi açılıyor. Bir gün virdini çekmiş, rabıtadayken, hele bir bakayım şeyhimin Allah yanında mertebesi ne kadar yücedir, diye Levhi Mahfuza nazar ediyor bir de ne görsün? Bunca zaman hizmet ettiği şeyhi orada Müslüman değil, keşiş olarak yazılır. Derhal şeyhine karşı kalbi soğuyor. Muhabbeti kesiliyor. Hergün kendisine uğrayan hürmet ve saygı gösteren şeyhi o günden sonraki ziyaretlerinde bakar ki tüccar hiç hürmet göstermiyor, adabı falan terk etmiş. Dayanamaz : “Banı karşı soğuk davranıyorsun, muhabbetin kalmamış, bunun sebebi nedir?” diye ısrar eder. Tüccar evvelâ söylemek istemez, fakat ısrar karşısında hakikati söyler : “Benim dinimde kâfire hürmet yoktur. Allah’ın inayetiyle keşfim, kerametim açıldı, Levhi Mahfuza şeyhimin makamına bakayım, dedim. Baktım, seni orada papaz olarak gördüm. Kâfire hürmet caiz olmadığı için sana hizmet etmiyorum.” Papaz donup kalıyor.
“Burada benim papaz olduğumu bilen hiç kimse yok. Bunu bildiğine göre senin keşfin haktır. Müslümanlık da hak dindir” diyerek Kelime-i Şehadet getirip Müslüman oluyor. “Ben zannediyordum ki şeyhler bu dünya malı için şeyhlik yapıyorlar, milleti kandırıyorlar. Onun için ben de şeyhlik yaparım, diye düşündüm. Tarikat adabını öğrenip kendime şeyhlik tasarlamakla bu işin olacağını zannediyordum. Halbuki bu işte hakikat vardır ve İslâmiyet hak dindir. Tarikat-ı Nakşîbendiye de hak ve müstakim bir yoldur” deyip İslmiyeti kabul ediyor.
Nakşîbendi Tarikatı hakiki bir tarikattır. Bundan istifade edip gayeye ulaşmak da ancak tarikata uymayan şeylerden kaçınmak, tarikatın yolundan gitmek ve Allah’a ulaşmayı hedef edinmekle mümkündür. Bu da ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti, ve nazarlarıyla olur. Amelinin kuvvetiyle hedefe kimse ulaşamaz. Daha henüz tarikata girmeden bile insanda değişmeler olmaya başlar. Allah muhabbeti hasıl olur. Rabbü’l-Âlemin Hazretleri’nin sevgisi kalplere dolmaya başlar. Kalpler dünyadan koparak, Allah’a, Allah yoluna yönelir. Fakat ne zaman ki tarikata girilirse bu haller o zaman daha da pekişir, kuvvetlenir. Bütün bu değişmeler sohbet kuvvetiyle, zahiri kuvvetle değil, ancak ve ancak manevi kuvvetle, sâdâtın himmeti ve Nakşîbendi Tarikatı’nın bereketiyle meydana gelir.
İnsan hakiki olarak tarikata girdikten, hakiki olarak tövbe edip pişman olduktan sonra, derhal dünya muhabbetinin kesildiğini, eski tamah, buğz ve düşmanlık hallerinin kalmadığını, eski fiil ve hareketlerinin terk edildiğini görür, anlar. Bütün arkadaşlarının değiştiğini fark eder. Tövbe edip tarikata giren o kimsenin huyu değişir; halim olur, sabır ehli olur, kendisinden hakiki muhabbet zuhuru gelir. Allah’a kulluk, tâât tatlı olmaya başlar. İşte bütün bu değişmeler ancak manevi kuvvetle olabilir, zahiri kuvvetle değil. Çok güzel vaaz ve nasihat edip sohbette bulunan çok kimseler vardır ki, topluluklara hitap ederler. Herkes onları dinler. Fakat hiçbir te’sir icra edemezler. Cemaat dağıldıktan sonra sanki hiç o vaaz ve nasihatı dinlememişler gibi cemaatle değişme olmaz. Eğer zahiri kuvvetle irşad işi olsaydı, cemaatin çok değişmesi icap ederdi. İşte bunlar gösteriyor ki, Nakşîbendi’lerdeki değişmeler, düzelmeler bir manevi tasarrufun neticesidir. Zahiri tasarrufla değildir.
Gavs (K.S.A) buyurdu. Gavs-i Hizanî’den bahs ederek, “Onun sohbetleri yok denecek kadar azdı, çok ender sohbet ederdi. Fakat manevi tasarrufun çokluğundan cemaatinin hemen hepsi Allah aşkı, cezbe ve muhabbet içinde bulunurlardı. Zahiri tasarrufla olsaydı bunların olmaması icap ederdi. Demek ki manevi tasarrufla olmaktadır.
İnsanın Allah’a, bu Nakşîbendi Tarikatı’nı nasip ettiği için, insanı vasıta kıldığı için çok hamd ve şükür etmesi lâzım gelir. İnsan gerçekleri ancak bu Tarikata girdikten sonra görebiliyor. Nakşîbendi Tarikatı’nda olanlar, özellikle tarikatta olmayanlara baktığı zaman, onların bu helâldir, şu helâl değil, diye tefrik etmeden önlerine ne gelirse, hoşlarına ne giderse, almakta ve yapmakta olduklarını görüp şeriat ve tarikattan, onların emirlerinden haberlerinin hiç olmadığını müşahede ediyor. Fakat insan tarikata girdikten sonra bunlardan uzaklaştığını görüp hissettiği için Allah’a çok şükür ve hamd etmesi lâzımdır. Çünkü Cenab-ı Hak bu tarikatı âliyi kendisine nasip edip kurtuluşuna sebep kılmıştır.
İnsanın tarikatın kıymetini bilip verilen vazifelere devam etmesi, atalet göstermemesi lâzımdır ki Allah-u Teâla vermiş olduğu nimetleri geri almasın. Rabbü’l-Âlemin verdiği nimetin kıymetini bilmeyenlerin elinden alır. Nasıl ki Allah-u Teâla bir yerden insana rızkını verdi mi, ona riayet edip o işe sarılması lâzımdır ki işini kaybetmesin, Rabbü’l-Âlemin onun rızkını kesmesin. İşte Allah yolu da aynen böyledir. İnsan bir yerden bir menfaat görürse ona devam etmesi lâzımdır ki Allah-u Teâla elinden almasın. Buna göre kişi Müslümanlığını ziyadeleştirmesi, günahlardan kendini daha çok muhafaza etmesi, Allah emrine karşı gelmekten kendini daha koruması, Allah’ın vermiş olduğu nimetleri unutmaması, amellerinde gevşeklik yapmayıp bilâkis onu günden güne ziyadeleştirmesi icap eder.
Muhabbetin artması için ne lâzımsa onu yapmak, tembellik etmemek gerekir. İnsanın Müslüman kardeşlerini kaybetmemesi ve Allah bahsi, sâdâtın sohbeti yapıldığı yerlerde dolaşması lâzımdır.
Bir gün Gavs (K.S.A) sohbetinde buyurdu : “Bir yerde bir cemaat oldu mu hemen melâike oraya gelir, bakarlar. Şayet Allah bahsi yapılıyorsa onlar dualarda bulunurlar. Yok eğer Allah bahsi yapılmıyorsa o cemaatten nefret ederek, (Eğer siz Allah’a kul olsaydınız, O’nun bahsini yapardınız. Eğer siz Allah aşığı olsaydınız maşukunuzu anardınız) der ve oradan uzaklaşırlar.”
Bu gerçeklerin ışığında artık insanın Allah (C.C) bahsi yapılan yerlere gitmesi, Allah’ın anılmadığı yerlerden de uzaklaşması lâzımdır ki meleklerin nefreti üzerlerinde olmasın. İnsanın, Allah’ın rahmetinden ve meleklerin duasından istifade etmesi için Allah’ın anıldığı yerleri dolaşması, onlara devam etmesi lâzımdır.
Bir seferinde Gavs (K.S.A) sohbetlerinde buyurdular ki : Hazret sohbet aşığıydı. Her zaman sohbet ederdi. Sohbet edecek kimseyi bulamayınca beş – altı yaşlarındaki çocukları toplar, dizlerinin üzerine oturtarak onlara Allah’ın sâdâtın sohbetini yapardı. Hanımı kendisinden bir seferinde sormuş. “Kurban demiş, insan senin için taaccüp ediyor. Üç yaşındaki altı yaşındaki çocuk bu sohbetlerden ne anlıyor ki onları etrafına topluyorsun.” Hazret, cevaben : “Ben de biliyorum bir şey anlamazlar ama benim gayem sohbet edip nâzil olan Allah’ın rahmetinden, bereketinden ve sâdâtın himmetinden istifade etmektir. Zaten, sohbetteki gaye sohbet sırasındaki Allah ve sâdât anıldığı zaman nâzil olan İlâhi rahmetten, İlâhi bereketten, sâdâtın himmet ve nazarlarından istifade etmektir. Menfaat sohbetin kendisinde değildir” dedi.
Bu Nakşîbendi yolunda olanların tamamı Maksud-i Bizzat içindir. Peygamber (A.S.V) şeriatı içindir. Nakşîbendi Tarikatı’nda ve diğer tarikatlarda tek gaye, Allah ve Resûl’ünün sözünden çıkmamak, Peygamber’in (S.A.V) şeriatine tam ittiba ederek Allah’ın rızasını kazanmaktır. Şu husus bilinmelidir ki, maksud tarikat değil, maksud Allah’ın Zatı, Allah’ın dostluğudur. Bütün düşünce Allah ve Resûl’ünün emirlerine uyarak maksudunu Allah’ın Zatı yapmaktır. Bu da ancak Allah’ın emirlerine uymakla olur. Allah’ın emirlerinden asla çıkmamaya gayret edilmelidir. Çünkü tek gaye, maksud odur.
Bunların elde etmenin tek yolu kendini çok muhafaza ederek Allah’ın emrine muhalefette bulunmamak, kendinden günah sudur etmemesine dikkat etmektir. İnsanın Allah yolundan, hakikat yolundan çıkmaması lâzımdır. İşte bunlara titizlikle riayet edilirse Allah rızası o zaman meydana gelir. Rabbü’l-Âlemin o zaman insandan razı olur. Allah rızası elde edilince insanın bütün işleri hallolmuş olur.
Bütün gayeler, tarikat ve diğer çalışmalardaki bütün gayeler yalnız ve yalnız Allah rızası içindir. Maksudi Bizzat içindir. Maksud Allah’ın (C.C) Zatı ve talep onun rızasıdır.
Allah rızası, ancak emirlerine tam itaat etmekle, muhalefet etmemekle, nasıl emretmişse harfiyen tatbik etmekle kazanılır. Ve o kazanıldıktan sonra insanda hiçbir noksanlık kalmaz. Nasıl kalır ki Allah (C.C) ona dost, o da Allah’a (C.C) dost olmuş olur.
Şu bilinmelidir ki Allah-u Teâlâ’nın insanın ibadetine, tââtına asla ihtiyacı yoktur Hâşâ) Rabbü’l-Âlemin onlarla ne büyük, ne de küçük olur. Yapılan bütün amellerde tek maksud Allah’ın rızasıdır. Allah’ın rızası da emirlerine mutlak bir itaat ve sözlerinden dışarıya çıkmamakla olur. Namazdaki, tââtteki ibadetteki, maksud, gaye, menfaat Allah rızasını kazanmak içindir. Bunlar Allah rızası ve Allah dostluğu içindir.
Allah’ın emirlerine muhalefetten azamir derecede kaçınılmalıdır. Unutulmamalı ki Allah’ın namaz, oruç ve diğer ibadetlere hiç ihtiyacı yoktur. Sadece emirlerine itaat için yapılmalıdır. Yasaklarından da, menetmiş olduğu için kaçınılmalıdır. Böylece emretmiş olduklarını yapıp yasaklarından kaçınılmakla Rıza-i İlâhi kazanılmış olur. Bütün gaye bunda, rızada toplanıyor. Çünkü maksud Allah’ın Zatı ve O’nun insandan razı olmasıdır.
Meselâ, insanın birkaç tane oğlu olsa, bunlardan emrine itaat edenini, sözünden çıkmayanını muhakkak ki daha çok sever. Ondan daha çok memnun olur. Diğerleri de evlâtları, ciğerleri oldukları halde emirlerine muhalefet ettikleri için babaları onları sevmez. Onlardan memnun olmaz. Emrine uyan oğluna daha fazla muhabette bulunur,ondan daha hoşnut olur, ne kadar iyi şeyler varsa o emrinde olan oğlu için düşünür. Emrinde olmayan evlâtları için ciğerleri olduğu halde, iyi şeyler düşünmez. İcabında onları malından bile mahrum eder. İşte Allah yolunda da durum böyledir. İnsan Allah rızası için çalışıp onu gözetmeli, bütün gaye Allah rızasını tahsil olmalıdır. Eğer Allah insandan razı olursa insana dünyayı da, âhireti de nasip eder. Ne kadar iyi şeyler varsa, cennet dahil hepsini ona ihsan eder. Maksud dünya menfaati değil, âhirettir, Allah sevgisidir. Allah (C.C) insanı severse karşılığını daha ziyade âhirette verir. Dünya malı vermiş veya vermemiş hiç mühim değildir. Allah rızasının karşılığı âhiret mükafatıdır. Eğer Allah rızasını tahsil etmek nasip olursa, Rabbü’l-Âlemin onu ebedül ebed maksuduna erdirir, ebedi saadet ihsan eder. Ve nihayet ebedi olarak Cemalullaha kavuşturur.
Hakiki dostluk ve hakiki düşmanlık âhirette meydana çıkar, dünyada pek az bilinir. Esas iyilik ve kötülük âhirette meydana çıkar, bu dünyada iyilik kötülük pek belli olmaz. Onun için insanın muhabbeti dünyaya, dünya nimetlerine olmamalıdır. Eğer sevgisi Allah’a değilse ve kendisi de doğru yolda bulunmuyorsa, dünya muhabbeti onu kurtaramaz. Dünya kötülüklerine karşı insanın tedbir alması lâzımdır. Gerçi takdir Allah’ındır ama insanın da tedbiri elden bırakmaması icap eder. Allah’ın takdiri değişmeyeceği halde insan dünya hayatı için, rızkı için her türlü tedbiri alıyor, âhiret için de elinden gelen tedbiri alması, Allah rızasını kazanmak için ameli salihe devam etmesi lâzımdır.
Eğer insana bazı şeyler keşif ve rüya yoluyla beyan olunursa ve kendisi de buna göre hareket ederse indallahta mes’ul değildir.
Peygamber (S.A.V) buyuruyor: (Günahlardan tövbe eden günah işlememiş gibidir)
Allah’ın tövbe dergâhı her daim açıktır. Sâdâtın himmetleri de çoktur. Şimdi de Gavs’ın himmeti çoktur.
4.Sohbet
DÖRDÜNCÜ SOHBET
Şu dünya hayatında keyifle çalışan kimse yoktur, kimse isteyerek çalışmaz. Ama çalışmaya da mecburdur. Çünkü çalışmazsa bu dünya hayatında aç kalır, susuz kalır, perişan ve muhtaç olur. İşte bunun içindir ki bir çok kimse ağır şartlar altında çalışmaktadır. Meselâ, Adana’ya pamuk toplamaya giden kimseler; evlerini, çocuklarını, mal ve mülklerini terk ederek ağır şartlar altında, kavurucu sıcak güneşin hararetini tahammül ederek, sıcak sular içerek, kendi arzuları ile isteyerek mi gidiyorlar? Hayır, çünkü mecburdur gitmeye. Biliyor ki bir ay kırk gün o sıkıntıya katlanıp çalışmazsa, dünya hayatında müşkül durumda kalacak, aç kalacak, perişan olacak. Ona, buna muhtaç ve el âlemin içinde rezil olacak.
İşte Âhiret için de aynen böyledir. Kimsenin canı, keyfi çalışmak, ibadet yapmak istemese bile, Allah’ın gazabına uğramamak, cehennem ateşinde yanmamak, âhirette perişan olmamak için yüzünü Allah’a döndürmeye mecburdur. Nasıl dünya hayatında perişan ve muhtaç olmak istemiyorsa, âhiret hayatında da perişan ve muhtaç olmak istememeli ve bunun için Allah’ın emirlerine uymalıdır. Şayet uymazsa öldüğü vakit, ruhu çıktığı vakit Allah’ın azâbına uğrar. Kabir azâbı çeker, hesaba gittiğinde orada zor durumda kalır ve sonunda Rabbü’l-Âlemin onu cehennem ateşine atar. İşte bu felâketlere uğramamak için, insanın yüzünü Allah’a çevirip emirlerine riayet etmesi lâzımdır. Allah’ın rızasını kazansın. İnsan ne kadar Allah’a yönelirse emirlerine riayet ederse o kadar Allah’ın yanında makbul olur. Nitekim Allah-u Teâlâ (C.C) bir âyetinde şöyle buyuruyor :
katında en şerefliniz Allah’tan en fazla korkanınızdır) Hucurat Evet, Allah’ın (C.C) yanında en makbul insan müttakî olan takva sahibi insandır. Hakiki olarak Rabbü’l-Âlemin’in yolunda gidendir. İnsanın büyüklüğü, insanın iyiliği ameline göredir. İnsanın ameli ne kadar çok olursa Allah’ın yanında o kadar makbul ve iyilerden olur. (*)
Peygamberler bile asla amelsiz olmamışlardır. O Peygamberler ki Allah (C.C) onları yaratılışlarında büyük yaratılmış, onları Peygamber olarak var etmiş, onlar üzerinden kabir azâbını kaldırmıştır. Onlar için Cehennem azâbı olmadığı halde, yine de O, Peygamberlerine tâât ve ibadet etmelerini emretmiş ve onlar da asla emre muhalefet etmemişlerdi. Şayet etselerdi, namaz kılmayıp, oruç tutmasalardı asla Peygamber olamazlardı.
Bu amelden maksad ihlâs ve samimiyetle olan ameldir.
Allah’ın yanında en makbul kul, Peygamberin en efdali, Allah’ın (C.C) mahbubu ve dostu bizim Peygamberimiz (A.S.V) olduğu halde yine de en çok ibadeti o yapardı. O kadar tâât ve ibadet eder, Allah yolunda o kadar eza ve cefaya katlanır ki hiç kimse O’nun yaptıklarına tahammül edemezdi. İbadetlerinin çokluğundan mübarek dizleri şişerdi. Bununla beraber Rabbü’l-Âlemin bir Âyetinde Habibine şöyle hitap eder :
şekilde dosdoğru hareket et!) (Hud : 112)
Yani sana nasıl emrettiysem öyle hareket et, sakın sözümden çıkma, diye buyuruyordu Âlemlerin Rabbi. Bu âyet-i kerime inzal oldukta Peygamber (A.S.V) : “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuştur. Çünkü içinde yukarıda geçen âyet-i kerime vardır. Onun korkusundan ve dehşetinden ihtiyar oldum. İşte Peygamber Allah’tan (C.C) bu kadar korkar, emirlerine muhalefetten bu kadar çekinirdi. İnsan da Allah’a kullukta böyle olmalı. Bazı şeyler vardır ki insan isteyerek yapmaz. Fakat mecbur olduğu için yapmalı, nefis ve şeytan muhalefet etse vücudunda bir atalet olsa bile, yine ibadetini yapmalıdır. Vücudun rahatını düşünmemelidir. İnsan dünya işine bir baksın, nasıl canı istemediği halde çalışıyor. Çünkü mecburdur. Âhiret de aynen böyledir. İnsan rahatını düşünürse Rabbına kulluk yapamaz. Zaten nefsle şeytan bu hususta çalışıyorlar. Daima insanın vücuduna gevşeklik verip Allah’a tâât ve ibadete karşı tembelleştiriyorlar. Öyleyse insan da onların aldatmasına kanarak vücudunun rahatını düşünmemelidir. İnsanın rahatı ancak yüzünü Allah’a çevirmesi ile olur. Şu halde Allah’ın emirlerin meyletmek lâzımdır.
İnsan çalışıp, yorulup eziyet çekmeden dünya rahatını temin edemeyeceği gibi, âhiret rahatı da çalışılmadan, yorulmadan temin edilemez. Âhirette vücud rahatı bulunamaz. Öyleyse insan, ne kadar zor olursa olsun, mecburen ibadetini yapmalıdır. Böyle zorlukla yapılan ibadet Allah’ın yanında daha makbuldür. Hayrı daha çoktur. Çünkü amel, tâât ve ibadet Allah’ın emirlerine uymak ve aynı zamanda nefis ve şeytana muhalefet içindir. Ameldeki gaye budur.
Yoksa Rabbü’l-Âlemin’in insanın namazına, orucuna ne ihtiyacı var. Onları ne yapsın. Âlemlerin Rabbi olan Allah (C.C) büyüktür. Hâşâ ondan noksanlık yoktur ve kimsenin ibadetine de ihtiyacı yoktur. İnsan için bütün gaye, Allah (C.C)’ın emirlerine itaat suretiyle nefis ve şeytana muhalefet edip onları ezmektir. Böylece insanın gayesi nefis ve şeytana muhalefet etmek olmalıdır.
Şeytan Allah’ın (C.C) emirlerine uymayıp, söz dinlemediğinden dolayı tard edilerek dergâhı İlâhi’den atılıp lânetlendiği zaman, Rabbü’l-Âlemin’e : “Ben de elimden geldiği kadar senin mahluklarını yoldan çıkarıp onları azdıracağım” demişti. Allah da (C.C) da :
ki Cehennemi senden (türeyenlerle) ve Adem oğullarının içinden sana uyanların hepsiyle dolduracağım.) (Sad : 85)
Şeytan vaadini yerine getirmeye çalışıyor. Elinden geldikçe, imkân ve kuvvetinin müsaade ettiği nisbette, insanları yoldan çıkarmamaya, Allah’ın (C.C) emirlerine muhalefete teşvik ediyor, zorluyor.O şeytan, şeytanlığıyla biliyor ki tard edilmiştir. Biliyor ki kendisine azâb vardır. Tahkikü’l-yakîn olarak biliyor ki Allah’ın Cehennemi vardır. Allah’ın kuvvet ve kudretini biliyor. İnsandan binlerce defa daha fazla Allah’ın azametini idrak ediyor. Cennet ve Cehennemin var olduğuna, Cehennem azabını insanlardan binlerce defa daha fazla olarak müdriktir. Bütün bunlara rağmen münafıklık edip, bütün kullarını yoldan çıkaracağım, diye Allah’a vermiş olduğu sözü yemiyor. Vaadine sadık kalıyor. Elinden geldikçe Rabbü’l-Âlemin’in mahluklarını yoldan çıkarmağa uğraşıyor. Sözünü yerine getirme gayreti içindedir. Hal böyleyken Âlemlerin Rabbi olan Allah nasıl olur da sözünü yerine getirmez. Şeytana, seni ve sana uyanları Cehenneme atacağım, dememiş miydi? Emrime uyan kullarımı Cennetime koyacağım diye vaad buyurmamış mıydı? Şeytan şeytanlığı ile sözünü yerine getirmeye çalışıyorken, hâşâ Rabbü’l-Âlemin nasıl sözünü yerine getirmez? Muhakkak ki sözünü yerine getirecektir. Öyleyse insanın bütün gayesi nefis ve şeytanla mücadele olmalı, onların sözlerinin aksini yapmalı, kendi vücudunun rahatını düşünmemeli, bir tek gayesi olmalıdır: O da kulluk üzere devam. İster şevki, ibadet aşkı olsun veya olmasın, ister hasta ister sıhhatli olsun, ister mukim isterse seyahatta olsun, insanın durumu hep aynı olmalı, elinden geldikçe durumunu bozmamalı, her zaman ve her halükârda nefs ve şeytanla mücadele etmeli, onlara muhalefette bulunmalıdır.
Birazcık olsun Allah’ı (C.C) tanıyan, birazcık olsun Peygamberin’in (S.A.V) şeriati üzerine istikameti olan kişi, şeytanın işini, nasıl aldattığını bilir, ona göre tedbir alır, kendini korur. Aksi halde helâl haram gözetmez ve şeytanın fiilinden kendini koruyamaz. İstikameti olan, Allah rızasında gitmek isteyen kendini şeytandan korur.
Allah dostluğu rahatlıkla olmaz, Allah dostluğuna rahatlıkla kavuşulmaz. Evliyaullah, mürşidi kâmiller, pek çok amel etmişler, Rabbü’l-Âlemin’e çokça tâât ve ibadette bulunmuşlar, vücutlarını çok ağır ibadetlerle yormuş ve eziyet çekmişler, ondan sonra Allah dostu olmuşlardır.
Bir sohbetlerinde Gavs (K.S.A) : “Şeyh Abdülkadir Geylâni yirmibir sene, insanlar içine girmeden, devamlı olarak, çölde, yabanda tâât ve ibadetle meşgul olmuştu” buyurdular. Bu zamanın en meşhur, en makbul evliyası belki onun kadar büyük, belki daha da büyük Şeyh Abdülkadir Geylâni’nin (K.S.A) velâyeti gibi meşhur velâyet sahipleri makamlarını amelsiz ve ibadetsiz elde etmemişlerdir.
Onun için, insan vücud rahatını düşünmeyerek daima Rabbü’l-Âlemin’in emrini gözetmelidir. Vücud rahatını düşünen, dünya rahatını arayan, dünya güzelliği peşinde koşan, kıyamette perişan olur, âhiret rahatı elden gider. Bundan dolayı, insanın dini kendisince çok mühim olmalı, Allah’ın emri her şeyin üstünde bulunmalıdır. İnsanın yanında hiçbir şeyin Allah (C.C)’ın emri kadar ehemmiyetli olmaması gerekir.
Âhiret dünyadan çok daha makbuldür. Âhiret hayatı dünya hayatından çok daha uzundur. Âhiretin keyfi ve zevki dünyanınkinden çok daha hoştur. Şu halde insan tâât ve ibadette bulunmalı, en makbul şeyin Allah sevgisi olduğunu bilmelidir.
Şayet insan dünyayı âhiretten üstün görür ve öyle zannederse âhirette perişan olur. Maalesef bu zamanda görülüyor : Âhireti dünyadan üstün tutan bindebir bile kalmamış. Âhiret hayatına dünyadan fazla kıymet veren bindebir bile yoktur. Şimdi insan dünya işleri için hastalanıyor. Dünya işlerinde bir eksiklik olsa başı ağırıyor, hasta düşüyor ve yataklara giriyor. Çok zorluk çekiyor. Halbuki Âhiret elinden gitse hiç umursamıyor, işte böylece onların dünyaları âhiretlerinden bin kat daha makbul olmuş oluyor. Hal böyle olunca nasıl insanın işi iyi olur, nasıl Allah insandan razı olur. İnsanın yanında en makbul Allah (C.C) rızası, Allah dostluğu ve âhiret olmalıdır. İnsan şayet dünya işinde bir ziyana uğrarsa, bu ziyanın âhiret ziyanı kadar kendine acı gelmemesi lâzımdır. Sahabeler zamanında böyle idi. Eğer birisi cemaatle namaz kılmaya yetişemezse matem tutardı. Evde cenaze varmışcasına üzülürdü. Arkadaşları cemaati kaçırdı diye ona taziyede bulunurlardı. İşte âhiret, Allah rızası onların yanında bu kadar makbuldü, Allah (C.C) muhabbeti, Allah aşkı, Allah sevgisi onların yanlarında bu kadar kıymetliydi. Tabii ki onlar da Allah yanında makbuldürler. Bu zamanda Allah yolunu terk etmeyen ancak bindebir kalmış gerisi Allah yolunu terk etmiş, hiç o yoldan haberi bile olmaz hale gelmiştir. Bunların Allah’a tâât ve ibadetleri kalmamış, ancak bindebir kalmış ki onlarda âhiret işlerinde çok perişan, âhiret işlerinde çok gevşek durumdadırlar. Nazarlarında dünyalarının kıymeti âhiretlerinden bin defa daha fazladır.
Artık insan o kanaate varıyor ki nihayete gelinmiştir, artık kıyamete doğru sondur. Bunu da geçerse artık küfürdür. Bir şey kalmaz.
insanların en şerli olanlarının üzerine kopacaktır)
Bununla beraber sûrun son nefhasına kadar Allah dostları bulunacak, eksik olmayacaktır.
Öyle bir zamanda bulunuyor ki, bu zamana “nefsi” zamanı demek lâzımdır. Nasıl ki kıyamette hesap vakti Allah-u Teâlâ Mîzân’ı kurup Peygamber (A.S.V) tahtında oturduğu zaman, günahkârlardan, Allah’ın emrine muhalefet edenlerden feryad u figân yükselir. Azgın at gibi tepinip melâikenin elinden kurtulmaya çalışırlar. O dehşetli manzarayı ve Cehennem ateşini gören Peygamberler bile yüzlerini arşa çevirip, “Ya Rabbi; nefsi” diye feryad ederler. Kendi ümmetlerinden, çoluk çocuklarından ümidini kesmiş bir halde, “Yarabbi, nefsî, nefsî” diyerek kendi nefislerinin kurtuluşlarını dilerler. Vallahi şimdi de öyle olmuştur, nefsî nefsî zamanıdır. İnsan yalnız kendi nefsini kurtarmaya çalışmalıdır. Artık vaaz nasihat devri değildir. Vaaz ve nasihatla iş yapılır dersek şimdi artık oda mümkün görülmüyor. Hiç tesiri olmuyor. Çünkü dünya muhabbeti, keyif ve safası çok artmış, Şeriate muhalefet, Allah’ın emirlerine muhalefet çoğalmış, helâl ve haram gözetilmez olmuş. İşte bunlardan dolayıdır ki vaaz ve nasihat tesir etmiyor. Artık nefsî, nefsî zamanı olmuş. İnsan nefsini bilsin kâfidir. Ona harb açsın yeter.
Bir kimse Gavs’w (K.S.A) sormuş : “Kurban, bu kadar cezbe ehli, muhabbet ehli, vird ehli vardı şimdi ise hepsi gevşemişler, atâlet içindedirler. Bu nasıl oluyor?” Gavs cevaben şöyle buyurmuş : “Evet artık hidayet kalmamış da ondan. Bizimki de bu zamanda Vallahi bir idaredir. Aldatmaca gibi bir şey. Çünkü hidayeti tâmme şimdi Hazret-i Mehdî’nin elindedir. Hidayeti tâmmeyi ancak o yapacak. Biz şimdi idare ediyoruz. Çoluk, çocuk nasıl aldatılır, eğlendirirse, bizde öyle yapıyoruz. Artık iş Mehdî’ye kalmış. Onun zamanında hidayeti tâmme olabilir. Bu zamanın insanlarında ilerleme olmuyor. Gün be gün, saat, dakika be dakika geriye gidiliyor. İlerleme, terakki hiç yoktur. Devamlı yönleri gerileme ve atalet üzerindedir.
İnsan öyle kanaate varıyor ki artık zamanıdır. Hiç tutulacak taraf kalmamış şimdi. Onun zamanı olmasa hidayet zordur. Ümitler kırılmış. Tek ümit kapısı varsa o da Nakşîbendi Tarikatı’ndadır. Durum çok kritiktir. İnsan o kanaate varıyor ki zamanı çok yaklaşmıştır.
İmam-ı Rabbanî (K.S.A) zamanında kendisine gelip, “Mehdî sensin” demişler. “Hayır ben değilim” buyurmuş, gerçi ben de öyle zannediyordum ama ben yüzün başını, (Asrın başını) geçtim. Mehdî asrın başında gelecek, zuhuru asrın başında olacak ve Nakşîbendi halifesi olacak; tabii bu hadis falan değil, İmam-ı Rabbâni’nin sözüdür. Bugün her ne kadar nefsî nefsî zamanı ise de insan elinden geleni yapmalıdır. İnsan kendisini nefis ve şeytandan kurtarmaya çalıştığı gibi elinden geldiği kadar akrabasını, ailesini, çocuğunu, çevresini ve ümmeti Muhammedi de kurtarmaya onlara yardımcı olup yüzlerini Allah’a döndürmeye çalışmalıdır. Bilhassa kendisini nefis ve şeytanın elinde bırakmamaya çok gayret edip kendini muhafaza etmelidir. Kıyamet günü nefsî nefsî’dir. Orada Allah-u Teâlâ herkesin hayır ve günahına göre muamele eder. Kimsenin hayrını kimseye vermez, herkes günahıyla baş başadır. Nefis ve şeytanla elden geldiği kadar bu dünyada mücadele etmek lâzımdır ki yarın nefsî nefsî zamanı olan kıyamette, müşkül durumda kalınılmasın. Bu mücadelenin sûr üfürülünceye kadar devamı lâzımdır.
Nefis ve şeytanla mücadele etmek insanın elinden gelir, kuvveti yeter onlarla mücadeleye. Her kim benim gücüm, kuvvetim yetmiyor derse, o yalan söylüyordur, o kezzabdır.insan nefis ve şeytana yetebilir. İnsan Allah’ın emirlerine muhalefet etmeyebilir, günah işlemek istemese işlemez. Gayet kolaydır. Eğer ben edemiyorum gücümün üstündedir derse yalan söylemiş olur. Çünkü Allah-u Teâlâ :
bir nefse gücünün yetmediği şeyi teklif etmez. Ancak takatının ve gücünün yeteceği şeyi teklif eder) (Bakara : 286)
Hiçbir nefse kendi vusatından fazla teklifte bulunmam, buyuruyor, yani Allah kimseye yapamayacağı şeyleri emretmez. Öyleyse insan nefs ve şeytanla mücadele edebilir. Gerçi İmam-ı Rabbâni, Şeyh Abdülkadir Geylâni gibi yapamaz ama kendi gücünün nisbetinde yapabilir. İnsan yapmıyor, sonra da yapamıyorum, edemiyorum, diyor. Bu kendi kendini kandırmaktan başka bir şey değildir. Şeytanın aldatmasıdır. İnsan kendini Allah’ın vermiş olduğu kuvvet ve nusret nisbetinde muhafaza edebilir, şeytana muhalefet edebilir. Allah’a kulluk dünya işinden zor değil, dünya işi kadar yorucu değildir. İnsan yirmidört saatte bir saat yüzünü Allah’a çeviremez mi? Yirmidört saatte beş vakit namaz kılamaz mı? Her farz namaz en çok beş dakika sürer. Yapamaz mı bunu insan? Esasında insan kendi kendine hile yapıyor, yoksa haram yemek istemese yemeyebilir, gıybet etmek istemese terk edebilir. Demek ki hepsi insanın elindedir. Hoş şeytanın tüfeği yoktur ki insana çevirsin de zorla insanı kötülüğe teşvik etsin. Şeytanın yapabileceği tek şey kalbde vesvese meydana getirip kötü işleri telkin etmeye çalışmaktır. Hepsi bu kadar. Bütün kuvveti bundan ibarettir. Başka hiçbir şeyi yoktur. Eğer insan ona yardımcı olmazsa hiçbir zararı dokunamaz. Fakat insanın canı (nefsi) da Allah’ın emrine karşı gelmek istiyor. Vücudunun rahatını onda görüyor. Şeytan da arada sırada yol gösteriyor. Başkaca hiçbir şey yapmıyor, zaten elinde de gelmez.