28 Şubat’tan 7 Şubat’a Topsakal Çetesi’nin Psikolojisi

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
Türkiye 12 Eylül 2010 referandumunda “evet-hayır”a kilitlenmişken, gündemin dışında gibi gözüksede derinlerin gündemine işaret eden bir isim vardı: Hanefi Avcı.

O günler, bakiyesi bu günlere de kalan iki büyük hesaplaşmanın hitamı ve miladıydı. Bir yandan, “evet”in eskiye ait son kalıntıları temizleyecek ve eski’yi resmen bitirecek olması, eldekini de kaybetme korkusundaki “hayır” cenahını “ülke bölünüyor” sığınağına hapsederken; diğer yandan, “evet”le gelecek yeni’nin tek sahibi olmak için ölüleri mezardan çıkartacak bir ihtirasla Afganistan’dan ABD’ye uçaklar dolusu insanı “150 yıllık makûs talihi değiştirecek referandum” için Türkiye’ye oy kullanmaya getirerek, sivil siyasete(ve devlete) kurulacak kumpaslar için en önemli kilometre taşı yerine oturtulacaktı. Askerî vesayet kördüğümü milletin kılıcıyla çözülürken, okyanus ötesi sis bulutlarının arkasında sessiz ve sinsice bir başka vesayet kördüğümü atılıyordu.

Hanefi Avcı’nın Ağustos-2010’da piyasaya çıkan kitabı, 7 Şubat’ın ve dahi 17-25 Aralık’ın bir işaret fişeğiydi. 28 Şubat’a direnen ve bedel ödeyen birkaç kişiden biri olan Avcı bu kitabıyla, 28 Şabbatçıların yerine ikame edilen 7 Şabbatçıların ruh halini içeriden birisi olarak ifşâ ediyordu. Avcı’nın bu çıkışı kamuoyuna ya da devlet’in sinir uçlarına verilen kişisel bir mesaj değil, tıpkı 28 Şubat’ta devlet’i azınlık bir cuntaya telsim etmek isteyenlere karşı direnmesi gibi, devlet’in var olma refleksinin dışa vurumuydu.

Devlet en sevmediğiyle, otoritesini tanımayan paraleliyle ilk kez bu kadar sofistike bir şekilde tanışıyordu. 90’ların başında biz sadece tohum saçalım ile devletin derinlikleriyle tanışmaya başlayan “camia”, tohumları devletin en mahrem odalarında topsakal olarak boy atınca, devlet’i ve sivil siyaseti ayrıksı ot olarak görmeye başlamış ve yollar iyice ayrılmıştı.

Muhabbet fedailiğinin muhaberat fedailiğine dönüşmesiyle, devlet’i (istihbarat eliyle) fethedilecek bir Kızılelma olarak görmenin ve bunun da ötesinde devletin tek bir çakıl taşını dahi devlet içerisindeki hiçbir güçle paylaşmak istemeyen bir devlet içi otonominin devlet(in refleksleri) için tek bir anlamı vardı: devlete savaş ilanı.

2010’da kitabında yazdıklarının özetini 4 yıl hapis yattıktan sonra Haziran-2014’te Cezaevi çıkışında da söyleyecekti Hanefi Avcı; “Ergenekon’da, Poyrazköy’de, Gölbaşı’nda silahları gömenler, aynı zamanda bulanlardır.” Nitekim Türkiye kamuoyu da, Ergenekon sürecindeki kumpasların ve hukuksuzlukların, Donanma kadrosunu bitirme noktasına getirdiğini ve Genelkurmay Başkanı’ndan terör örgütü lideri çıkartacak çılgınlığa dönüştüğünü görecek, mutlak güç zehirlenmesinin korku imparatorluğu kurmaya dönüştüğüne şahit olacaktı.

Tutuklama dalgalarını, savcı listelerini, hâkim kararlarını önceden medyalarında yayımlayarak oynanan “Fuatavnicilik”, esnaf abilerinin sohbetlerine katılmayanlara “yakında Cübbeli hapse atılacak” havasını attığı sokak Fuatavniciliğine kadar varacaktı. Sadece Ergenekoncular değil; kendilerine muhalif tüm kesim kademeli olarak hedefteydi: Cemaatler, Ülkücüler, Kürtçüler, İslâmcılar…

Devletin tüm katmanlarında olan ama liderine ulaşılamayan bir yapının kontrol edilemeyeceği artık kesinleşmişti. Liderinin ayaklarının bu topraklara basmadığı gerçeğine, orada rehin şüphelerinin kesinleşmeye başlaması da eklenince, devlet için mesele kol kırılır yen içinde kalırdan öteye geçmiş ve kuzgunların leş hesaplarına karşı var kalma refleksiyle harekete geçmek artık zorunluluk olmuştu.

28 Şubat’tan 7 Şubat’a Topsakal Çetesi’nin Psikolojisi

Avcı’nın kitabına Topsakal Çetesi anında karşılık vermiş; önderleri, “Avcı derin devletin uyuyan hücresiymiş” diyerek başka bir şekilde “Allah taksiratını affetsin” derken, topsakal tedbirine ismindeki Allah lafzını çıkartan yeni bir “tedbir” yapan ortağı uslu topsakal ise karşı kitapla saldırmıştı. Devlet’in refleksleri, Hanefi Avcı ile son bir uyarı hamlesi yapmış; Dink cinayetiyle başlayan ve Ergenekon süreciyle devam edip Aralık-2009’da Kozmik Oda’ya girerek devam eden bu savaş geri dönülemez noktaya gelmişti.

Aralık-2011 Uludere faciasına kadar geçen dönemde dershane kapatma imaları, KPSS kopyaları, Başbakanlık ofisine böcek konulması gibi medyatik haberlerle perdelenen Soğuk Savaş yaşanacaktı. Eğitimcilikten daha önce ve daha ustaca bildiği şey olan İstihbaratçılığı devletin sahibi olmanın olmazsa olmazı gören bu yapı, GES’in (Genelkurmay Elektronik Sistemler) ele geçiremediği son kale MİT’e Ocak 2012 itibarıyla bağlanmasını sonunun başlangıcı olarak görecek ve kılıçlar çekilecekti.

GES’in Genelkurmay’dan alınıp Emniyet’e değil MİT’e bağlanması ve MİT’in de başında topsakal çetesinden birisinin olmaması paralel yapı için “kolunun kanadının kırılması” olacaktı. 7 Şubat öncesi ilk büyük kumpas Aralık-2011’de Uludere ile kurulacaktı. Oslo kayıtlarını sızdırarak sabote etmeye çalıştıkları ama başaramadıkları Çözüm Süreci “Uludere zafiyeti” ile çıkmaza girecek ve MİT başarısız olarak sunulacaktı.

Uludere’nin üzerinden 24 saat bile geçmeden Topsakal Çetesi’nin bavulcusu TV’lerde “istihbarat MİT’ten” diyecekti. Ama daha ilgincini kaçak uslu topsakal yapacak ve Uludere’den sadece bir gün önce “Hakan Fidan adam gibi adamdır. ş********lerin manipülasyonları onu küçültmez” ile tedbir tweeti atacaktı. Bu manipülasyonun sadece Uludere için olmadığı, “40’ı bile çıkmadan” yapılacak 7 Şubat baskını için de olduğu daha sonradan anlaşılacaktı. Ütülü mavi gömleğini ütülü gri pantolonun üzerine bırakılan yıllarını gizlemek için topsakal bırakarak tedbir yaptığını zanneden hamakat, Hakan Fidan operasyonu öncesi “sevgisini” sunarak ben değilim mesajı verecekti.
Peki nasıl bir psikoloji vardı geri planda? Bunun için belki de çocukluklarına inmemiz gerekiyor.

Topsakal çetesi, paralel yapının saha elemanı olarak yetiştirdiği operasyon çocuklarıydı. Neredeyse tamamı Anadolu’nun bağrından çıkan, mütedeyyin ve fakir ailelerden 13-14 yaşlarındayken devşirilerek yetiştirilen yeminli haşhaşilerdi. Ne ihanet mayalarında vardı, ne de kumpas kurmayı öğrenecekleri aileleri; hepsini “bir büyük dâvâ” uğruna, “Allah’ın ısmarlama olarak gönderdiği” kişi olarak tanıdıkları ve şakirtliğin ileriki aşamalarında Mehdi olduğuna inandırılan “büyük şahsiyet” için yapmaya o yaşlarda ikna olacaklardı. Öyle ki “o büyük zât”, evlenmemesinden şeytanın evine “hicret” etmeye, “İsrailli çocuklara ağlaması”ndan “otoriteye itaat”e kadar her işini Hz.Peygamber’e (rüyasında) danışarak yapıyordu. İlk izlenen vaazlardan birisi de “Kâbe Baskını” olunca; şüphelenecek bir durum kalmıyor ve geri sadece şu sihirli kelime kalıyordu: İTAAT.

Kayıtsız şartsız itaat edecekleri abilerinin gerçek isimlerini aylar sonra öğrenmeleri, hayatları boyunca unutmamaları gereken ilk dersi de veriyordu: TEDBİR. Bunun için birçok neden vardı; Hekimoğlu İsmail’in gazetedeki köşesinin “namaz kılan komutanımız olmayacak mı?” dediği için aylarca boş kalacağı “kış günleri”nde gizlenmek gerekiyordu. Bunun için Cezayir’den örnek veriliyordu, “Darul Erkam Evleri” de. Artık parçalanan bir kişilik vardı; biri dışarıya uyumlu-bulunduğu kabın şeklini alan tedbirli kişilik, diğeri de metafizik gerilimlerle hemhal olunan altın nesil ahlâklı kişilik. Bu çift kişilikli şizofreniye rüyâlarla gelen müjdeler, ezoterik ilhamlar, ebced hesapları eklenince ortaya son derece tehlikeli bir kişiliksizlik çıkacaktı. Önce aileyle, sonra arkadaş ve akrabalarla ayrılan yollar onları nihayetinde sosyolojinin ve milletin dışında bir sırlar dünyasına hapsedecekti.

Bu şebekenin üyeleri için en verimli dönem, çocuk yaşlarda aldıkları örgüt içi eğitime modern istihbarat tekniklerinin ekleneceği Amerika’da “eğitime” gönderilmeleriyle başlayacaktı. Türkiye’yi laboratuar gibi kullanan istihbarat örgütlerinin karargâhında daha sofistike teknikler öğrenilecek, Türkiye’den uzakta olmanın getirdiği rahatlıkla da uzaktan kumandayla oynayan çocuk edasıyla eğlenilerek istihbaratçılık oynanacaktı. Şımarıklık ve pervasızlık o kadar ileri düzeye ulaşmıştı ki, bundan Genelkurmay Başkanı da, himmetini vermeyen bürokrat-esnaf da nasibini alacaktı.

On yıllarca kendilerini gizleyerek içlerine attıkları eziklik, güçlenmeye başlayınca bastırılmış duyguların dışa vurumu olarak ortaya çıkacaktı. Güç merkezi nerede ise oraya konumlanan ve (kendi tabirleriyle söylersek) muta nikâhı yapmadıklar hiçbir otorite olmayan paralel yapı, devlet geri çekildikçe daha da saldırmış ve fethedemeyecekleri hiçbir alanın olmayacağına inanmışlardı. Buna birde (daha 80’lerde soruları çalabilmeleri ?) hep yanlarında olan sırlı güç psikolojisi eklenince, devlet onlar için kamplarda kurdukları çadır devletlerinden farksız olarak görülecekti.

ABD’nin Neo-Con karanlık mahzenlerinden Türkiye Devletine son operasyonları çektiklerinde, bir gerçekle de karşılaşma zamanı gelmişti: Devlet’in Hilâl Harekâtı başarıyla icrâ edilmişti. Ergenekon’dan KPSS’ye, Dink cinayetinden (belki oradan 25 Mart’a da geçeceğiz!) 7 Şubat’a..her yerde parmak izi bırakılmıştı. 28 Şabbatçı’lara “Türkiye’yi Suriye yaptırmayacağız” diyen irâde ve onun yaşayan ruhu, bir devlet refleksi olarak 7 Şabbatçı topsakal çetesine de karşı duracaktı.

I. Dünya Savaşında yenilgimiz Almanlar yenildiği için olmamıştı. Ama paralel yapının yenilgisi, 7 Şubat’a ve 17/25 Aralık’a kadar kendilerini hiç yanıltmayan Neocon’ların yenilgisiyle paralel olacak.

Şeytandan ve topsakal çetesinden Allah’a sığınarak; ya yeni hâl, ya izmihlâl..

http://www.haber10.com/makale/40483/#.VNxfyrccRPM
 
Üst