28 Şubat Cemaatin Kuluçka Dönemidir

Dua Nur

Kıdemli Üye
Katılım
29 Nis 2007
Mesajlar
37,459
Tepkime puanı
247
Puanları
0
28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı sonucu açıklanan kararlarla başlayan “28 Şubat süreci”nin 18'inci yıl dönümü dolayısıyla kaleme aldığı yazısında, Abdurrahman Dilipak, 'Cemaat hesaplaşması'nın o döneme tekabül ettiğini, cemaatin o süreçte kuluçka sürecini tamamladığını öne sürdü.

Yeni Şafak'taki "Lanetli süreç: 28 Şubat" başlıklı yazısında Dilipak, Tansu Çiller'i sürecin proje komiseri; Erbakan hükümetini ise 'görünen kadrolara karşı operasyonun koçbaşı'; Abdullah Çatlı'yı ise işin görünmeyen yüzündeki derin kadrolara karşı kendi raconunu hayata geçirecek olan kişi olarak nitelendirdi.

DİLİPAK: EVDEKİ HESAP ÇARŞIYA UYMADI

Gül'ün cumhurbaşkanı oluşuyla sürecin ilerleyişinde evdeki hesabın çarşıya uymadığını belirten Dilipak; Baykal'ın rolünü iyi oynamadığı için tasfiye edildiğini ve geçici olarak Kılıçdaroğlu'nun getirildiğini iddia etti. Dilipak ayrıca
Cemaat yapılanmasının MİT ve emniyet istihbaratını ele geçirmesinin engellendiğini ve 17-25 Aralık sürecinin ardından da son olarak büyük hesaplaşmanın başladığını ifade etti.

İşte Dilipak'ın o yazısından çarpıcı satırlar:

İrtica, ordu ve bürokrasi merkezli oligarklar tarafından öncelikli tehdit olarak algılanmış ve yaşananlar, askeri bazı şahıslar tarafından post-modern darbe olarak da adlandırılmıştır.
Her şey RP’nin 1995 Genel Seçimlerinde birinci parti olmasıyla başladı. Aslında 1996 seçimleri sonrası kurulan DYP-ANAP koalisyon hükümeti, RP’nin güvenoylamasına itirazı sonucu dağılmasının ardından, TBMM’de birinci parti durumunda olan Refah Partisi ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan 54. Hükümet, 8 Temmuz 1996’da TBMM’de yapılan oylamada güvenoyu alarak çalışmaya başladı.

"ASLINDA PARALEL HESAPLAŞMA O GÜN BAŞLADI"

“Demirel’in manevı kızı” Tansu Çiller bir gecede “hidayet”e ermiş, “sütten çıkma ak kaşık” olmuştu. Aslında paralel hesaplaşma o gün başladı. Aslında gözden kaçan bir ayrıntı var burada..
Cemaat kuluçka dönemini tamamlamıştı. 2000 yılından itibaren devleti ele almaları gerekiyordu. Ama laikçi, ulusalcı kanat, paralel yapının derin devlete entegre ve enjekte edilmesine karşı çıkıyordu. Muhalifler ulusalcı kanat olarak biliniyordu ve Batı Çalışma Grubu adı altında açıkça Genelkurmay içinde örgütlenmişlerdi. Ilımlı İslam politikası çerçevesinde laikçi, ulusalcı, Kemalist, Alevi unsurlar seyreltilecek, yerine paralelciler ikame edilecekti..

ÇİLLER VE ERBAKAN

Refahyol ve Çatlı, derin devlet içindeki, bu yeni yapılanmaya karşı çıkan kanadın tasfiyesi için önü açılan bir hareketti. Çiller proje komiseri olarak orada bulunuyordu. Erbakan hükümeti ise, görünen kadrolara karşı operasyonun koçbaşı olarak görev yapacaktı. Buna mecbur bırakacak tahrikler olacaktı. Çatlı ise işin görünmeyen yüzündeki derin kadrolara karşı kendi raconunu hayata geçirecekti.
O Libya gezisi, iftar işin kandırmacası. Kudüs gecesi de öyle.. Libya gezisi fikri nasıl ortaya çıktı, Ali Bulaç’a sormak gerek.. O bir gecede ortaya çıkan şeriatçıların İstanbul’da ve Ankara’da sokaklarda arzı endam etmesi tesadüf değildi..

SUSURLUK

Susurluk bu konuda bir kırılma noktası oldu.. Hükümet BÇG’nin üzerine gitmedi. Çünki birileri kan dökmeye karar vermişti. Susurluk’ta Çatlı’nın tasfiyesi de karşı tarafın gözünü kararttığını gösteriyordu.. Sonuçta hükümet düştü. Derin devlet derin iktidarı ılımlı İslamcılarla paylaşmak istemiyordu. Sonuçta Gülen 1999 Mart’ında ABD’ye götürüldü ve koruma altına alındı. Sonrasını biliyorsunuz, AK Parti’nin kuruluşu, Erdoğan’ın engellenmesi, Gül dönemi, Irak’ın işgali ve tezkere olayı. Aslında tezkere geçmiş olsaydı, Balyoz ve Ergenekon’da karizması çizilenler Irak’ta işi bitirilecek isimlerdi. Böylece paralelcilerin önü açılacak, dikensiz bir gül bahçesine buyur edileceklerdi. Ama olmadı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. AK Parti’nin kuruluşu önemli. Şiir okudu diye Erdoğan’ın engellenmesi, Gül’ün yükselişi.. Her şey bir planla gerçekleşti.. Erdoğan’sız olmuyordu. Baykal cumhurbaşkanı olacak, cemaat istihbarat, finans ve mediayı, eğitimi kontrol edecek ve Erdoğan kontrollü olarak meclise taşınacaktı ve öyle oldu.

ABDULLAH GÜL, BAYKAL VE KILIÇDAROĞLU...

Ama bir defa daha evdeki hesaplar çarşıya uymadı. Gül cumhurbaşkanı oldu, Baykal rolünü iyi oynamadığı için tasfiye edildi. Yerine geçici olarak Kılıçdaroğlu getirildi. Paralel yapının MİT ve emniyet istihbaratı ele geçirmesi engellendi ve büyük hesaplaşma başladı.
Ergenekon ve Balyoz davaları, Irak’ta işi bitirilecek ya da daha önce Refahyol’da tasfiye edilmesi gerekip de edilemeyenlerin tasfiyesi için gerçekleştirilen bir operasyondu. O plan suya düştü, bugün paralel yapı operasyonu konuşuluyor..
28 Şubat davası çok dar anlamda sürüyor.. İşin Media, Mafia, Sermaye, Siyaset, Bürokrasi ve STK ayağı üzerinde bir çalışma yok..

DİLİPAK'A AÇILAN DAVALAR

O günlerde bir günde beş defa, haftada 5 gün duruşmaya çıkıyordum. Askeri mahkemede, DGM’de, ağır cezada, asliye cezada, sulh cezada yargılanıyordum.. Komik davalarım da vardı. “Bugün sigarasızlık günü, bugün sigara içmeyin, parasını, İHH veya Mazlumder’e verin” dediğim için, hakkımda “izinsiz para toplama kampanyası düzenlemekten” dava açıldı. Ben de bir gün sonra, “bugün sigara içmeyin parasını ADD ve ÇYDD’ye verin” dedim, banka hesap numaralarını verdim. Ne benim hakkımda, ne de onlar hakkında dava açıldı. Üstelik, İHH ve Mazlumder’in hesaplarına el konmuştu.
O gün başı örtülü diye acile bile kabul edilmediği için, Medine Bircan hayatını kaybetmişti. Bugün başörtülü başhekimlerimiz var.
Darbeye ve darbecilere lanet olsun..

http://www.internethaber.com/abdurrahman-dilipaktan-28-subat-ve-cemaat-yazisi-768895h.htm
 

nizamname

Paylaşımcı
Katılım
22 Eki 2014
Mesajlar
134
Tepkime puanı
0
Puanları
0
Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük skandalını “Çok Gizli” damgalı dosyalara tıkıp hafızasına gömdü. 1996′nın Kasım ayında, bir pazar akşamı, Susurluk’ta “iş kazası” yapan bir Mercedes’ten dökülen kirli devlet sırları, geldiği kadar hızla uçup gitti gündemimizden… Devleti ele geçirmeye çalışan çeteler, iktidarı saran mafya ilişkileri, eski ülkücülerden özel time uzanan bir yasadışı örgütlenme, tam da çözülmenin eşiğine gelmişken tarihin tozlu raflarına kaldırıldı.
Oysa Meclis’in duruma el koyması, savcıların olayın üstüne gitmesi, kamuoyunun uyanık olması, medyanın özel araştırma ekipleri kurup işin peşine düşmesi gerekiyordu.
Olmadı.
Bu kitapta, 40 Dakika haber programının, “Susurluk unutulmasın” diye yaptığı araştırmaları bulacaksınız. Türkiye’de Gladyo tipi bir örgütlenmenin nasıl kurulduğunu; eski ülkücülerin nasıl yasadışı bir faaliyette görevlendirildiklerini; istihbarat teşkilatları arasındaki amansız rekabeti, başbakanların kullandıkları “Özel Büroları”; Güneydoğu’da sürdürülen mücadelenin nasıl hukuk dışına taşıp çeteler yarattığını; 12 Eylül öncesi provokasyonlardan Özal suikastına kadar bu çetelerin adının bulaştığı eylemleri; nihayet, devlet içindeki devletin, “Ergenekon”un gizli dünyasını okuyacaksınız. Ve bütün bu anlatılanların hesabının nasıl olup da hâlâ sorulmadığına şaşacaksınız.
Ergenekon’la tanışın!
Susurluk suskunluğa dönüşmesin!
içindekiler
Önsöz
Artakalanlar.
Çiller’in Özel Bürosu.
Mehmet Ağar’ın Önlenemeyen Yükselişi. Ergenekon, Darbeyi Çete mi Hazırladı?.
Mumcunun Çete Dosyası
Özal Suikastı
Özal, Öldü mü. Olduruldu mü?
İpekçi Cinayeti.
Önsöz
“Söz uçar, yazı kalır” derler ya; televizyonun sözü, kitabın ise yazıyı simgelediğini düşünürseniz, bu kitabı niye çıkarmak istediğimizi daha iyi anlarsınız.
Bu kitap. Kasım 1996 ile Şubat 1997 arasında televizyonda “söz” olarak söylediklerimizden oluşuyor. Ne yazık ki, beyazcamdan söylenen pek çok söz gibi o sözler de gece yarılarının rehavetinde uçuşup savruldular. O sesler, o yüzler, o görüntüler, o belgeler, hepsi ama hepsi duyarsızlığın, umursamazlığın, hafızasızlaştırmanın betondan duvarına çarpıp boşlukta dağıldılar.
Bunun, o seslere, o sözlere, günlerini, gecelerini, alınterini, emeğini vermiş bir yayıncı için nasıl kahredici bir sonuç olduğunu tahmin edemezsiniz.
“Söz”ün bir kulaktan girip diğer kulaktan uçan bir hercai kuş olması karşısında sığınabileceğiniz tek liman “yazıdır.
Biz de bu kitapta o limana sığındık.
Hafızanın ihanetine karşı harflerden bir barikat örmeye çalıştık.
“Unutkanlık” bizim virüsümüz…
Kendi başına bir hastalık değil; ama AİDS virüsü gibi bünyenin direnme gücünü yok ettiğinden birçok başka hastalığa yakalanmamızı kolaylaştırıyor ve bizi içten içe yok ediyor.
O virüsü yenmenin tek yolu hatırlamak, unutmamak, unutturmamak…
Ergenekon” işte bu amaçla yazıldı…
Anılarını yazan bir CIA görevlisi, bir gazete mülakatında, “Bütün bu istihbaratı nasıl topluyordunuz?” sorusuna şu yanıtı veriyordu:
“Büyük dikkatle New York Times okuyorduk.”
Bu esprinin ardında önemli bir gerçek var:
Basın her gün bizlere çığ gibi istihbarat akıtıyor. Ancak eskiden yeterince bilgi alamamaktan yakınan kamuoyu için şimdi yeni bir dert baş gösteriyor:
“Enformasyon patlaması…”
O kadar çok haber ve bilgi o kadar değişik kaynaktan, o kadar farklı formlarda akıyor ki hangisini izleyebileceğinizi, hangisine inanacağınızı şaşırıyorsunuz. Ve sonunda her haber bülteninin başından kafanız biraz daha karışmış olarak kalkıyorsunuz.
Biz, haber programımız “40 Dakika”da işte bu karışıklığı gidermeye çalıştık.
Her gelen yem haberle iyiden iyiye düğümlenen Susurluk bilmecesini çözebilmek için konunun özünü hiç atlamadan, ayrıntıların, bir araya gelince, genel manzarayı bütün çıplaklığı ile ortaya serdiğini gördük.
O yüzden bu kitapta yepyeni belgeler, inanılmaz ifşaatlar, açıklanmamış sırlar bulmayacaksınız. Tersine, elde edilen bilgilerin soğukkanlı bir araştırmacı tavrı ve titizliğiyle birbirine eklenince “Devletin içindeki Devlet’i nasıl aydınlattığını fark edeceksiniz.
Karanlık odada ilaçlı suya atılan bir kartın üzerinde, bir fotoğraf karesi nasıl yavaş yavaş biçimlenirse, sayfaları çevirdikçe Susurluk kazasının fotoğrafının da öyle biçimlenip, anlaşılır hale geldiğini göreceksiniz.
iyi bir fotoğraf elde etmenin formülü çok basit:
Çerçeveyi iyi kurmak, alan derinliğini iyi ayarlamak, flu nokta bırakmamak ve ayrıntılara titizlenmek…
“Ergenekon’da bunların hepsini yapmaya gayret ettik…
“40 Dakika”ya konuşarak, tabloyu daha net görmemizde bize yardımcı olan siyasetçilere, bilim adamlarına, askerlere, uzmanlara şükran borcumuz var.
Tabii kılı 40 yararak çalışan 40 Dakika ekibine de…
Ağabeyimiz Erbil Tuşalp, bize hem birikimini hem arşivini açarak, her aşamada yerinde uyarılar yaparak, kimi zaman kritik söyleşilere imza atarak bu kitabın gerçekleşmesinde en büyük katkıyı yaptı.
Susurluk kazasından ortaya saçılan o yüzlerce ayrıntının gazetelerden ayıklanması işini ise Serhat Özkan, Alparslan Acarsoy ve Barış Duran üstlendi.
Program metinlerinin kitap haline getirilmesi Hale Şerifin emekleri sayesinde mümkün oldu.
Dilek Dündar ise sağduyulu eleştirileri, yerinde uyanları ve yardımlarıyla büyük destekçimiz oldu.
40 Dakika’da alın teri olan diğer isimlere; Nazan Gezer’e, Musa Çözen’e, Canberk Benli’ye, Murat Özcan’a, Soner Sevgili’ye, Tannur Arat’a, Bülent Özkam’a, Ayhan Demir’e de teşekkürü borç biliyoruz.
Son olarak, konunun bütün “rahatsız ediciligine”ne rağmen, cesaretle destek veren ve hiçbir engellemeyle karşılaşmaksızın bu yayınları yapabilmemizi sağlayan Show TV yöneticilerine de şükranlarımızı sunuyoruz.
Umarız, bu kitap, çetelerden arınmış, demokratik bir hukuk devleti özlemlerine omuz verir.
Söz uçtu, bakalım yazı kalacak mı?
Artakalanlar
Susurluk’ta olup bitenleri tam olarak anlayabilmek için 18 yıl öncesine, 9 Ekim 1978 gününe dönmemiz gerekiyor. Türkiye’yi sarsan bu tanışmanın başrol oyuncuları, 18 yıl önce bir gece yarısı Bahçelievler’de bir evin önünde buluşmuşlardı. İçeride Türkiye İşçi Partili 7 genç vardı. Dışarıdakiler, saat 01.30 sıralarında TİP’lilerin bulunduğu dairenin kapısını iki kez çaldılar. Gelen, azraildi.
“Kapı açılır açılmaz içeri girdik Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş, ‘Hepsini tek tek bayıltıp öldürelim’ demiş. Dışarı çıkıp, arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. ‘Evde öldürmek zor olacak, ikişer ikişer götürüp öldürelim’ dedim. ‘Olur’ dedi. iki kişiyi Büyük Reisin arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik. Gen döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, Tek tek boğalım bunları’ dedi Bir tanesini zorla boğdum. Diğer dördünü bu şekilde öldürmek de zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah ‘a verdim. ”
Bu korkunç ifade, 17 Kasım 1980 günü Haluk Kırcı tarafından Ankara Sıkıyönetim Savcılığına verildi. Kırcı, daha sonra inkâr edeceği ifadesinde4 12 Eylül öncesi Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partili 7 genci öldürmelerini işte böyle anlatıyordu. Bu ifade, verildikten 16 yıl sonra bugün daha da anlam kazandı. Çünkü Kırcı’nın ifadesinde “Büyük Reis” diye söz ettiği, arabayı kullanan ve silahı alan “Abdullah” adlı kişinin soyadı Çatlı idi.
7 TIP’li davasından hafızalarda üç kilit isim kaldı. Cinayetleri üstlenen Haluk Kırcı, o davada idama mahkûm oldu. 10 yıl yattıktan sonra infaz hesabı “yanlış” yapıldığı için 26 Nisan 1991′de salıverildi. Yanlışlık anlaşılınca yeniden aranmaya başlandı. Ama sırra kadem basmıştı.5 Sanıklardan İbrahim Çiftçi’nin idam cezası Yargıtay’dan döndü.0 Toplu kıyım davasının “Büyük Reis”i Abdullah Çatlı ise, o dönem yakalanamadığından yargılanamadı. Interpol tarafından aranırken, Bahçelievler katliamından 18 yıl sonra kuşkulu bir trafik kazasında öldü.
Cenazesi, eski ülküdaşları tarafından ancak şehitlerin sarılabildiği Türk bayrağına sarılarak sloganlar arasında kaldırıldı. Cenazede ülkücülerce dağıtılan bir bildiri aslında her şeyi anlatıyordu:
“Yıllar var ki, ülkemiz örtülü bir savaşın içinde. Abdullah Çatlı bu savaşta yan tuttu. Yan tutmakla kalmadı, risk aldı, bedel verdi. Abdullah Çatlı kılıç gibi savaştı, lakin kimse anlamadı. ”
italyanca Gladio, Kılıç demekti. İtalyanlar bu sözcüğün gerçek anlamıyla ancak 1988 yılında tanıştılar. O yıl, küçük bir italyan köyü yakınlarında şüpheli bir aracın aranırken patlamasıyla üç kişi öldü ve gizli bir örgüt tesadüfen ortaya çıktı, italya’da NATO bünyesinde kurulan bu gizli örgütün adı Gladio’ydu.
Soğuk Savaş yıllarında Amerikalılar, komünizmin yayılmasını önlemek için CIA desteğiyle çeşitli Avrupa ülkelerinde paramiliter örgütler kurmuşlardı. Amaç, komünistlerin gerilla savaşına karşı, kontrgerilla faaliyeti yürütecek birimler oluşturmaktı. Komünizmin en güçlü olduğu italya’da başlayan bu faaliyet, kısa zamanda tüm NATO ülkelerine yayılmıştı. Hazırlıklar o kadar gizli yürütülüyordu ki, bu gizli örgütün örtülü faaliyetlerinden bazen başbakanların bile haberi olmuyordu. Gladio, kadrolarını kurmak için çok da elverişli bir kaynak bulmuştu: İkinci Dünya Savaşı’nda nazilerin yanında saf tutup, savaş sonrası işsiz kalan faşistler, bu yeni mücadelede tetikçi olarak görevlendirileceklerdi. Onlara “Artakalanlar” deniliyordu.
Örgüt, savaş tutsağı olarak çok iyi korunan kamplarda tutulan önemli nazileri buradan kaçırarak çekirdek bir kadro oluşturdu. Kısa zamanda çeşitli Avrupa ülkelerinde faili meçhul cinayetler, bombalı sabotajlar, kanlı saldırılar gerçekleşmeye başladı. Gladio, bu eylemleri bazen solcuların üstüne atıyor, bazen de bu yolla halkın devlete bağlılığını artırmayı amaçlıyordu. 40 yıl süren bu faaliyet, nihayet 1990 kışında İtalya’da açığa çıktı ve arkası çorap söküğü gibi geldi. Gladio’nun faaliyetleri bütün NATO üye….
Yazar(lar): Can Dündar, Celal Kazdağlı
 

talib

Kıdemli Üye
Katılım
11 Tem 2006
Mesajlar
21,906
Tepkime puanı
1,076
Puanları
0
Konum
İstanbul
603cbfbd9a48d425a535.jpg


Sadece duydum diye söylüyorum, konuyu okuyunca hatıra geldi. Bir abiden işitmiş idim, Gülen ne zaman ki Çiller ile el ele tutuştu o zaman velilikten tard edildi.
 
Üst