2011 Mart’ına Kadar!..

  • Konbuyu başlatan Kaçak
  • Başlangıç tarihi
K

Kaçak

Guest

NATO, Portekiz'de “düşman unsurlar”a karşı kullanılacak Füze Kalkanı'yla ilgili 19-20 Kasım 2010’da bir "Zirve" gerçekleştirdi. Türkiye’nin de imza attığı Zirve’de, başkanlığını ABD Dışişleri eski bakanı Madeleine Albright’ın yaptığı NATO Uzmanlar Kurulu’nun hazırladığı “stratejik konsept” metni onaylandı. Başbakan Erdoğan’ın “bazı monşerler” dediği çerçeve içine girebilecek olan emekli Türkiye büyükelçilerinden Ümit Pamir de bu kurul içinde yer alıyordu.
Lizbon’daki NATO toplantısına katılan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, bu zirveyle ilgili "Bütün taleplerimiz karşılandı. Hiçbir sorun olmadı" tarzında beyanatta bulundu.
AK Parti Hükümeti, komşularıyla “sıfır sorun” politikası konusunda rahatsız olan küresel güç odakları tarafından bu projeyle sıkıştırılmak istenmektedir. Ama Türkiye yönetimini de bu konunun aslını ve tehlikeli boyutlarını kamuoyuna yeterince yansıtamamaktadır. Ayrıca muhalefet parti ve çevreleri de bu konuda uzun süre sessiz kalmıştır. Küresel kapitalizmin çıkarlarıyla ilgili bu proje karşısında yaşanan sessizlik, aslında ABD ve AB devletlerinin çıkarları veya dayatmalarıyla Türkiye halkının ne denli baskı ve kuşatma altında olduğunu göstermektedir.
Öncelikle Cumhurbaşkanı’nın "Bütün taleplerimiz karşılandı. Hiçbir sorun olmadı" cümlelerinin karşılığının olmadığını hatırlatmamız gerekir. Şöyle ki:
İlk olarak: Zirve’de onaylanan metinde, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Füze Kalkanında düğmeye basma yetkisi bizde olmazsa onay vermeyiz” beyanı dikkate alınmamış ve söz konusu tesislerin kontrol mekanizmasının NATO komutanlığının elinde olacağı deklare edilmiştir.
İkinci olarak: Hedef ülke ismi olarak onaylanan metne İran ve Suriye isimleri yazdırılmamıştır. Ama Füze Kalkanı, ABD ve AB ülkelerini savunmak için kuruluyorsa, o zaman düşman kimdir? Türkiye’yi zorda bırakmamak için metne yazılmayan düşmanın kim olduğunu ise ABD’li ve AB’li devlet temsilcileri basına verdikleri beyanatlarla açıklamışlardır. Örneğin Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy şu açıklamada bulunmuştur: “NATO’nun kamuya açıklanan belgelerinde hiçbir isim yer almıyor ama biz kediye kedi deriz, bugünün füze tehdidi İran’dır.”
Üçüncü olarak: Onaylanan metinde İsrail konusuna açıklık getirilmemiştir. Türkiye, yayılmacı İsrail’in kontrol altına alınmasını teklif edeceğine, NATO üyesi olmaması nedeniyle hiçbir biçimde Füze Kalkanı Sistemi’ne dahil edilmemesi ve elde edilecek bilgilerden haberdar olmaması”nı ön şart olarak ileri sürmekle yetinmiştir. Kaldı ki İsrail, nükleer fizikçi Yahudi mühendis Vanunu’nun ortaya çıkarttığı gibi beş yüze yakın nükleer başlık taşıyan uzun menzilli füzeye sahip bulunmaktadır. Ve İsrail, ABD’nin en yakın müttefiki ve dostudur; ABD’yle istihbarat paylaşımı içindedir.
Dördüncü olarak: Baltık Denizi ülkelerini ve Polonya’yı rahatlatmak için Lizbon’daki Zirve’ye çağırılan Rusya, ayrıca Füze Savunma Sistemi’yle ilgili NATO ile işbirliği yapmaya davet edilmiştir. Yani AB üyesi Yunanistan, Bulgaristan, Kıbrıs; Lizbon’a davet edilen Rusya ve müttefiki Azarbeycan ve Ermenistan; ABD’nin müttefiki Gürcistan ve işgali altında tuttuğu Irak; ayrıca İsrail düşman konsepti içinde yer almıyorsa, geriye tehdit algısı içinde İran, Suriye ve halkı Müslüman olan ülkelerden başka kim kalmaktadır ki?
O halde Cumhurbaşkanı’na sormamız gerekiyor: Türkiye’nin bütün talepleri nasıl karşılanmıştır? Nasıl “hiçbir sorun yok”tur?
“Sıfır sorun” politikasıyla komşularıyla yeniden kaynaşmaya ve Müslüman halklarla kucaklaşmaya çalışan Türkiye’nin, Füze Kalkanı Projesi dayatmasıyla önü kesilmek istendiği açıktır. AB kapısında oyalanan Türkiye, İslam dünyasından kopartılmaya, BRIC Bloğu’ndan (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) uzak tutulmaya ve sadece emperyalist kampın saldırı rampası olarak kullanılmaya çalışılmaktadır. 2003 yılındaki 1 Mart Tezkeresi ile de Türkiye, ABD ve müttefikleri tarafından sıkıştırılmaya çalışılmış ve katliamlarına ortak kılınmak istenmişti.
Hükümet’e dayatılan 1 Mart Tezkeresi’nin arkasında ne tür şantajlar olduğunun bir bölümünü; 2003 Şubat’ında yürürlüğe konulmaya çalışılan Balyoz Darbe Planı ile ilgili iddianameden yeni öğrenebiliyoruz. Şimdi küresel güçlerin Hükümet’e dayattığı Füze Kalkanı Projesi’nin arkasında hangi şantajlar olduğunu ise delilleriyle bilemiyoruz. Ama bildiğimiz gerçek, Türkiye’nin dış politikasında halkın özgür iradesinin ve Müslümanların öne çıkmasının zorunlu olduğu gerekliliğidir.
Başbakan bu hafta parti grup toplantısında, Cumhurbaşkanı’nın halkın ve Müslümanların istemlerini gözetmeyen değerlendirmelerinden farklı olarak, “Türkiye’nin dış politikasında belirleyici olan ‘millet’tir” -yani halktır- açıklamasında bulundu.
NATO bünyesinde gerçekleştirilen Füze Kalkanı Projesi ile ilgili anlaşma süreci 2011 Mart ve Haziran aylarında kesinleşecek. 1 Mart Tezkeresi dayatmasına karşı İslami kesimden bir avuç onurlu insanla başlattığımız ve giderek kitleleşen protesto etkinliklerini bir kez daha hatırlamalıyız. Mart 2011 ayına kadar gittikçe Füze Kalkanı Projesi’ne karşı da protestolarımızı damla damla çoğaltmalı ve giderek bir tepki çağlayanına dönüştürebilmeliyiz. 5 Kasım’da tepkimizin ilk damlalarından birisi Adana’nın uzun süredir yağmur almayan toprağının üzerinde belirdi. Damlalarımızı çoğaltmalı, akışkanlığımızı kurulacak platformlarla disiplinize etmeli, sıkışmışlık psikolojisi ile sığınmacı çözümler üretmeye çalışan sistemi gerekirse referanduma zorlayabilmeliyiz.
Daha nereye kurulacağı tartışılan Füze Kalkanı Projesi’ni tümden Türkiye’den defetmeden, Türkiye halkının onurunu ve geleceğini ipotek altında tutan NATO’yu da İncirlik Üssü’nü de sorgulayamaz, geleceğimizi özgürleştiremeyiz.
Füze kalkanı sadece emperyalistleri ve İsrail’i korumaya matuf değildir. Aynı zamanda olası bir nükleer çatışmanın kirlerini Türkiye topraklarına dökmeye; II. Körfez Savaşı’nda olduğu gibi Ortadoğu’yu kontrol altına almaya ve Müslüman halklar arası yakınlaşmayı engellemeye yöneliktir. Daha da önemlisi, bu proje, bölgeyi “siber saldırılar”dan önlemek adına evlerimizin içini bile dinleme kapasitesi taşıyan bir tuzaktır.
Türkiye’yi emperyalizmin savaş rampası haline getirmek isteyen küresel kapitalizmin dayatmalarına karşı çözüm nedir? Tayyip Erdoğan “dış politikayı halk belirler” derken, gerçekten halkın sivil iradesini mi harekete geçirmek istemektedir; yoksa “halkı ben temsil ediyorum” mu demektedir? Bilmiyoruz. Ama bildiğimiz çözüm; 1 Mart Tezkeresi gibi sıkıştırılan Hükümet politikalarında değil, halkın iradesini harekete geçirecek olan bilinçli Müslümanların ve onurlu muhaliflerin sessizlik duvarını aşmasındadır.
Bu Makale Özgün Duruş Gazetesi 66.sayısında da yayınlanmıştır.

Hamza Türkmen
 
Üst