2.Abdulhamit'i anlayabilmek

arifan yolcusu

Profesör
Katılım
9 Ağu 2010
Mesajlar
1,303
Tepkime puanı
79
Puanları
0
Yaş
41
Konum
Dergah-ı Mualla
2.Abdulhamit'i anlayabilmek

Osmanlı Devleti'nin son padişahı 2. Abdülhamit, 94. ölüm yıldönümünde rahmet ve minnetle anıyoruz. Peki 2. Abdulhamit Hanı gerçekten anlayabildik mi ?

10 Şubat 2012 Cuma - 12:04


Taha Sağlam*

Ülkemiz ve dünya üzerinde gelişen siyasi ve sosyal olaylarla, yapılan akademik ve popüler tarih çalışmalarıyla değeri her geçen gün biraz daha anlaşılan Sultan İkinci Abdülhamid Han gerektiği gibi anlaşılmayı bekliyor.

İlber Ortaylı’ya göre Dünyanın son hükümdarı, son evrensel imparator II. Abdülhamid Han’dır.

Abdülhamid’in idare tarzı azami müsamahadır: Atatürk (Kaynak : Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı , sf 327)

Dünyâda 100 gram akıl varsa, bunun 90 gramı Abdülhamîd Han’da, 5 gramı bende, kalan 5 gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir. ( Alman Milli Birliğinin kurulmasını gerçekleştiren meşhur Alman devlet adamı, Prens Bismarck )

ÜSTAD NECİP FAZIL KISAKÜREK ‘İN AĞZINDAN II.ABDÜLHAMİD HAN



II. Abdülhamid, Türk’ün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş, mağdur kurtarıcısıdır. Abdülhamid, Tanzimat sonrasındaki Batı’ya kontrolsüz, körü körüne yönelişin karşısında inatla duran, kök ve cevherin müdafaasını son bir gayretle yapan muazzam bir şahsiyettir. Abdülhamid’i anlamak sayesinde yüzlerdeki maskeler düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin içyüzleri ortaya dökülecektir.

Abdülhamid hakkında söylenen her olumsuz iddiayı tersine çevirdiğimizde doğruyu bulacağızdır. Yani bir tür turnusol kağıdıdır Abdülhamid. Bu yorumların yalanını ayıklayıp onun üzerine bina ettiği yapıyı yeniden ayakları üzerine oturttuğumuzda hakikat ayan beyan ortaya çıkacaktır.

“Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır” ( Necip Fazıl Kısakürek )

Vaktiyle İttihat ve Terakki fırkasının içinde Abdülhamid Han’a düşmanlık eden Filozof Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif pişmanlıklarını aşağıdaki şiirliri ile dile getirmişlerdir.

Tarihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek hey Koca Sultan,
Bizdik utanmadan iftira atan,
Asrın en siyasî Padişahına. (Rıza Tevfik)

Padişahım gelmemişken ya da biz,
İşte geldik senden istimdada biz,
Öldürürler başlasak feryada biz,
Hasret olduk eski istibdada biz. (Süleyman Nazif)

Yahudilerin Filistin’de bir cumhuriyet kurma teşebbüslerinin karşısına çıktı. Onların Osmanlı borçlarını bütünüyle silelim tekliflerini reddetti. Bu toprakların kanla alındığını, asla terk edilemeyeceğini sert bir dille bildirdi. Filistin topraklarının yahudilere satılmaması için gerekli tedbirleri aldı. Doğu Anadolu’da Ermeni hareketlerine karşılık Hamidiye alaylarını kurdu ve bölgede asayişi temin ile Osmanlı hakimiyetini pekiştirdi.



Sultan Abdülhamid Han’ı tahttan indirmeden Osmanlı Devleti’ni parçalamanın ve İslam’ı yok etmenin mümkün olmadığını gören bütün iç ve dış düşmanlar bu Türk hakanına karşı cephe aldılar. Bir taraftan Sultan’ı gözden düşürmek üzere her türlü iftira ve kötüleme kampanyaları yaparlarken, diğer taraftan suikastlar tertip ettiler. Ermeni asıllı Fransız yazar Albert Vandal’ın “Le Sultan Rouge=Kızıl Sultan” şeklinde ortaya attığı iftiraları aynen alan bazı gafiller, ansiklopedilere bunları yazarak genç nesilleri aldattılar.

Bu arada Padişah’ın devlet idaresinde nüfuzunu kırmak isteyen batılılar, İttihat ve Terakki mensuplarını kışkırtarak 23 Temmuz 1908′de İkinci Meşrutiyeti ilan ettirdiler. Böylece otuz yıl durmuş olan facialar tekrar başladı. 31 Mart Vakası sebebiyle İttihat ve Terakki ileri gelenleri tarafından tahttan indirilen Abdülhamid Han, Selanik’e gönderildi (27 Nisan 1909). 10 Şubat 1918′de Beylerbeyi Sarayı’nda vefat eden Abdülhamid Han’ın naşı Çemberlitaş’ta dedesi Sultan II. Mahmut’un türbesindedir.

II. Abdülhamit Han’ın güzel ahlakı, dine olan bağlılığı, edep ve hayasının derecesi, akıl ilim ve adaletinin çokluğu, milleti için gece-gündüz çalışması, düşmanlarına bile iyilik yapması, ciltler dolusu eserlerle anlatılmaktadır. Onun tahttan indirilmesinin üzerinden 10 yıl geçmeden imparatorluğun dörtte üçünün elden çıkması, memleketi 33 yıl nasıl idare ettiğine en açık delildir. Yine Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesiyle beraber kan gölü haline çevrilen Ortadoğu’da hala huzur tesis edilememiş olup, Arap alemi siyonizmin oyuncağı haline gelmiştir.

II. Abdülhamit Han’ın tarihe kazınan bazı sözleri



*Beni evhamlı sanıyorlardı HAYIR! Ben sadece gafil değildim, o kadar.
*Kırk yıl şu devletlerin birbirine düşmesini bekledim. onlar birbirlerine düştü, şimdi ben tahtta değilim.
*Tarih değil,hatalar tekerrür ediyor!
*Düşamının kurtuluş reçetesi öldürmek içindir.Esaretin bir çeşiide borçlandırmadır.
*Millet birbirini kırıp geçireceğine bırakın beni öldürsün.
*Savaş yalnız sınırlarda olmaz .Savaş bir milletin topyekün ateşe girmesidir.Eğer bu bütünlük sağlanmamışsa zafer tesadüfi,yenilgi kaderdir.
*Ben bir karış dahi olsa vatan toprağını satmam,zira bu vatan bana değil milletime aittir. Milletim de bu toprakları ancak aldığı fiyata verir. Çünkü bu topraklar kanla alınmıştır, kanla verilir!

Filistin’in kendilerine satılması karşılığında Osmanlı’nın bütün borçlarını tasfiye etmeyi taahhüt eden Yahudilerin önderi Theodore Herzl’a

*Bizi yükselten dinimize karşı duyduğumuz büyük aşktır.
*İcabı halinde donanmayı kaybetmemek için canımı vermeye hazırım.
*Ha kendi evlatlarım,ha millet farkı yoktur.

İşte Cennetmekan Abdülahmit Han'ın yaptığı hayırlı hizmetlerden bazıları:

*Mülkiye(Siyasal Bilgiler), Fakülte düzeyine getirilerek açıldı
*Memurlara sicil tutulmaya başlandı
*Eski Eserler Müzesi açıldı
*Hukuk Fakültesi açıldı
*Muhasebat Divanı(Sayıştay) kuruldu
*Güzel Sanatlar Fakültesi açıldı
*Ticaret Fakültesi açıldı
*Yüksek Mühendislik Fakültesi açıldı
*Dârülmuallimât(Kız Öğretmen Okulu) açıldı
*Terkos Suyu hizmete girdi
*Bütün yurtta İdadiler(Lise) açılmaya başlandı
*Ziraat Bankası kuruldu
*Bursa’da İpekhane açıldı
*Emekli Sandığı kuruldu
*Halkalı Ziraat ve Veterinerlik Fakülteleri açıldı
*Bursa Demiryolu hizmete girdi
*Aşiret Okulu açıldı
*Bütün yurtta Rüşdiyeler(Ortaokul) açılmaya başlandı
*Kudüs Demiryolu hizmete girdi
*Ankara Demiryolu hizmete girdi
*Kağıt Fabrikası kuruldu
*Kadıköy Gazhanesi kuruldu
*Beyrut’ta liman ve rıhtım inşaa edildi
*Osmanlı Sigorta Şirketi kuruldu
*Kadıköy Su Tesisatı hizmete girdi
*Selanik-Manastır Demiryolu hizmete girdi
*Şam Demiryolu hizmete girdi
*Eskişehir-Kütahya Demiryolu hizmete girdi
*Galata Rıhtımı inşa edildi
*Beyrut Demiryolu hizmete girdi
*Darülaceze(Kimsesizler yurdu) hizmete girdi
*Mum Fabrikası kuruldu
*Afyon-Konya Demiryolu hizmete girdi
*Sakız Adası’nda Liman ve Rıhtım inşaa edildi
*İstanbul-Selanik Demiryolu hizmete girdi
*Tuna Nehri’nde Demirkapı Kanalı açıldı
*Şam-Halep Demiryolu hizmete girdi
*Şişli Etfal Hastanesi hizmete girdi
*Hicaz Telgraf hattı kuruldu
*Hama Demiryolu hizmete girdi
*Basra-Hindistan Telgraf hattı Beyoğlu’na bağlandı
*Hamidiye Suyu hizmete girdi
*Selanik’te Liman ve Rıhtım inşaa edildi
*Haydarpaşa Liman ve Rıhtımı inşaa edildi
*Maden Fakültesi açıldı
*Şam Tıp Fakültesi açıldı
*Haydarpaşa Askeri Tıp Fakültesi açıldı
*Trablus-Bingazi Telgraf hattı kuruldu
*Konya Ereğlisi’nde demiryolu hizmete girdi
*Trablus Telsiz İstasyonu kuruldu
*Bütün yurtta Telsiz İstasyonları kuruldu
*Medine Telgraf Hattı kuruldu
*Şam’da Elektrikli tramvay hizmete girdi
*Hicaz Demiryolu hizmete girdi. 27 Ağustos’ta İstanbuldan kalkan tren, 3 gün sonra Medine’ye ulaştı.

Ulu Hakan Sultan II. Abdülhamid Han’ı Vefatının 94. yılında Rahmetle Anıyoruz.
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Osmanlı'nın son padişahları arasında en kudretlisi, en ileri görüşlüsü...Asrın en siyasi Padişahı...Coğrafyasındaki bütün olayları gelişmeleri çok iyi yorumlamış , zındıkanın ciğerini çok iyi okumuş , buna göre de tedbirler almış , deha siyasetiyle yıkılmakta olan bir devleti 33 yıl ayakta tutmayı başarmıştır.. Ama malüm , imparatorluğun altını oyan kalleşler, O'nun da sonunu kalleşçe getirmişler. Nur içinde yat Ulu Hakan ...Aslında Ermeni-Yahudiler tarafından takılmış olan kızıl sultan lakabını bugün bile utanmadan telaffuz eden ve tarihine yabancılaşmış dinazorlar var bu memlekette hala , İttihat-terakki artıkları bunlar...İttihat - terakki ne yaptı Osmanlı - Rus harbini çıkarmaktan başka...sonuçları ortada...Bugün Abdulhamid'i eleştirenler o gün vatan hainliği yapan ittihatçıların torunları veya yandaşları yani aynı zihniyetin mamulleri..Türk tarihinin Ulu Hakanı mekanın Cennet olsun...Müslümanlık ehramı sana minnettardır!....
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0

İtirafcı'dan;



Nerdesin şevketli Abdülhamid Han?
Feryadım varır mı barigahına?
Ölüm uykusundan bir lahza uyan!
..................... bak günahına!


Tarihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek ey koca sultan!
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyasi Padişahına!


Divane sen değil, meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülya dizmişiz.
Sade deli değil, edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kıblegahına!


Milliyet davası fıska büründü,
Rida-yı diyanet yerde süründü.
Türkün ruhu zorla asi göründü,
Hem Peygamberine, hem Allah'ına.


Sonra cinsi buruk, ahlaki fena,
Bir sürü türedi, girdi meydana
Nerden çıktı bunca veled-i zina?
Yuh olsun onların ham ervahına!



(Rıza Tevfik, Abdülhamid'in Ruhaniyetinden İstimdat)
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Yahudi'nin Abdülhamîd'den alıp veremediği ve ona ne yüzden düşman kesildiği üzerinde düşünmek ve sebep aramak yersizdir. Bu sualin cevabını bizzat Yahudi, Yahudi'nin tipi ve seciyesi verir. Yahudi'nin ne olduğunu bilen, onun Abdülhamîd'e niçin düşman olduğunu da bilir.
Yahudi, tek bir cümleyle; dünyada dinî, millî ve fikrî birlik adına ne varsa onu lif lif çözmeye , bozmaya, harabetmeye me'mur, bozguncu ve fesatçı tipidir.
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Allahım helal etmiyorum!

Şahsımı değil, milletimi bu hale getirenlere, hakkımı helal etmiyorum!

Beni, benim için lif lif yolsalar, cımbız cımbız zerrelerimi koparsalar, sarayımı yaksalar, hanümanımı, hanedanımı söndürseler, çoluğumu gözümün önünde parçalasalar helal ederdim de Sevgili’nin (Salallahu Aleyhi ve Sellem) yolunda yürüdüğüm için beni bu hale getiren ve milletimi ateşe atan insanlara hakkımı helal etmem..

Allahım!
Mukaddes isimlerine kurban olduğum Allahım!

Ya Âdil!

Bana “Kızıl Sultan” adını takan ve devrilmem için ellerinden geleni yapan Ermenileri, şimdi beni devirenlere parçalatıyorsun! Bu cellatları da, kim bilir, kimlere parçalatacaksın?..

Fakat Yâ Rahman!..

Adaletinle tecelli edersen hepimiz kül oluruz! Bize acı! Resûlünün, Sevgilinin, Kainatın Efendisinin nurunu kaydeder gibi olduğu için bu hale gelen millete, rahmetinle, fazlınla, lütfunla tecelli et!

Yâ Kâdir!

Kundaktaki yavruyu gagasına almış, kaçıran leş kuşunu düşürüp çocuğu kurtarmak ancak senin kudretine sığabilir. Leş kuşlarının gagasında kundak çocuğuna dönen milletimi kurtar Allahım!

Ya Ma’bud !..

Ömrümde tek vakit farz namazı kaçırdığımı hatırlamıyorum! Ama tek vakit namazım olduğunu iddiaya da nefsimde kuvvet bulamıyorum!.. Huzurunda eğileceğime kaskatı kalıyorum ve duada ruh teslim edeceğime yatağımda kıvranıyorum! Sana kulluk gösteremeyen bu kulunu affet Allahım!

Eğer, yılları tesbih dizisince süren hükümdarlığımda Seni bir kere anabildim, Resûlüne bir an bağlanabildimse, duamı, o bir kere ve bir an yüzü suyu hürmetine kabul et!

Yâ Sübhan!

Şu titrek elleri, Kıyamet gününde sana “Ümmetim, ümmetim!” diye yalvaracak olan Habibinin eteğinde, şimdi “Milletim, milletim!”diye dilenen bu ihtiyarın duasını geri çevirme! Milletimi evvelâ “Ba’sü ba’de’l-mevtsiz” bir ölümle yok etmeye götüren sahte kurtarıcılar ve sahta kurtuluşlardan kurtar; ve ona bir gün gelecek kurtarıcıları, gerçek kurtuluşu nasib eyle!..

Benim artık bu dünya gözüyle görebileceğim hiçbir saadet ümidim kalmadı. Bari felâketi olsun bana daha fazla gösterme Allahım!

Ayakta duramaz, haldeyim! Vadem ne gün dolacak Allahım?.. “


Ulu Hakan (Radıyallahü Anh)
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0
Rahmet ve Minnet ile Anıyoruz!



Vefâtının 94. Yıldönümünde Cennetmekân Sultan İkinci Abdülhamid Han' rahmet ve minnet ile anıyoruz.

'Ulu Hakan II. Abdülhamid Han' isimli eseri ile Abdülhamid Han'ı en derinlemesine anlatan Büyük Doğu Mimarı ,Necip Fazıl KISAKÜREK'İN aynı eserin girişinde yer verdiği Abdülhamid Etrafında ve Önsöz başlıklı takdim yazılarını Ulu Hakan'ın vefatının 93. senei devriyesinde sizlerinde ilgisine sunuyoruz


ABDÜLHAMİD ETRAFINDA

Bu eser, ilk defa Ulu Hakan İkinci Abdülhamîd Hân’ın, bütün okur-yazarlara, yeni doğmuş çocuk beynini salatasına doğratıp dişleyecek derecede korkunç bir zalim tanıtıldığı ve bu tanıtmaya müteârife gözüyle bakıldığı bir hengâmede meydan yerine dikildi ve satır satır şu mânayı tüttürdü:

- 36 Türk hükümdarı arasında belki en büyüğü ve tarihî hakkı muazzam bir zat mevzuunda yahudi, dönme, mason, kozmopolit ve emperyalizma ajanlariyle el ele, İttihat ve Terakki eşkiyasının imal ettiği ve Cumhuriyet rejimi boyunca devamına şahit olduğumuz yalan tarihe paydos!.. Dünyada her şeyin sahtesi görülmüş, fakat ilim ve tarihin devamlı yalancısına rastlanmamıştır!

Keşif, mutlak (orijinal) olarak Büyük Doğu’nundur; ilk alâmet ve tezgâhlanması 1943′de başlamış, haftalık ve günlük Büyük Doğu’lar süresi içinde her ân olgunlaşa olgunlaşa devam etmiş, bir aralık sahibini zindana kadar sürüklemiş (*), nihayet 1960 sonrasında ve onu takip edici ilk yıllarda gazetelerin tefrika sütunlarına aksetmiş, peşinden kitaplaşmış, birinci ve yarım baskısı hemen tükenmiş, ikinci ve tam baskısı da bitmiş, bunu üçüncü baskı takip etmiş; ve işte, şimdi, Abdülhamîd taraflısı yayınların modalaştığı bu günlerde, «bu dâvanın sahibi benim; manevî telif ve keşif hakkım mahfuzdur!» dercesine, kâmil, tashihli ve ilaveli şekliyle ortaya çıkmıştır.

Gayemiz Abdülhamîd’in hakkı olduğu için, bizim hakkımız görülmese bile ona ait hakkın görülmeye başlaması önünde, bazı uydurma ve derme-çatma eserlere rağmen bahtiyarlığımızı ilân ediyor; bu sahipsiz diyarda kimsenin kaale almadığı manevî telif ve keşif hakkımızı bağışlıyor ve yalnız şu dikkati ortaya atmakla yetiniyoruz:

- Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma uydurmalarla Abdülhamîd’i konuşturmakta değil, onun hakkında konuşabilmekte ve bir (sentez) verebilmektedir. Bu dâvayı uydurma (sansasyon) mevzuu haline getirenlere karşılığımız da, kendilerini, her şeyi sahte bir dünyanın kalpazanları olarak tespit etmekten ibarettir.

N. F. K. / 1977

(*) Üstad, Rıza Tevfik’e ait Sultan Abdülhamid’in Ruhaniyetinden İstimdad adlı şiiri Büyük Doğu’larda yayınladığından dolayı ilk hapsine girmiştir.

ÖNSÖZ

• Ben, sanat ve tefekkür adamı olmak dâvasındayım ve tarihçi değilim. Bu eser de bir tarih denemesi değil…

• İrfan sahiplerince bilinir ki, hikmet ilmin, ilim de tekniğin Üstündedir; tarih ise bu üç görüş şekline göre çeşitli…

• Tarihi, hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yuğuran, vakıaları sağlam bir (analiz) ve (sentez) halinde umumi kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.

• Bu üç faaliyet nevinin sahiplerinden birincisi, cemiyet hamuıkârı büyük fikirci, ikincisi tarihi kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimci, üçüncüsü de bu rizikolu ve belâlı işlerden kaçınıp, yalnız dış şekil bakımından “doğru” ve “yanlış” ölçüsüyle hareket eden ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahedeci…

Herbirinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki, dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta fırça sahibi, daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı…

İlkinde hikmet kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak, daha öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye azametli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat düşer; ve büyük sorumluluk, şüphesiz birinciden başlar.

• Böyle bir tarih anlayışından sonra diyorum ki, ben bu üç sınıftan hiçbirine bağlanmasam bile, bunlardan en çok olmadığım, ikincisi ve üçüncüsüdür. Dilediğim halde olamayacağım da, belki birincisi…

• Anlaşılıyor ki, gözüm birincide… Böyle olmakla beraber, bu eserle, birinci soydan iddia sahibi bir tecrübeye girişmiş olduğumu iddia edemem. Benim yaptığım, 60 küsur yaşımda tamamiyle örgüleşebildiğine şahit olduğum bellibaşlı bir ideolocya örgüsü karşısında, tarih görüşümüzün en hassas nahiyelerinden birine ait umumî kıymet hükmünü, çizgi çizgi billûrlaştırmaktır. Bu iş-de, tarihî vakıalara yaklaşmış olmak vazifesi bir tarafa, yeni bir şey öğretmek, hattâ (kronolojik) nizama uygun, eksiksiz nakil gibi bir meslek borcu altına girmek kaygı ve kaydından uzağım.

• Anlattıklarım dâvamı ispata yeter. Öğretmek istediğim, -gururuma verilmesin!- vakıalar değil, mânâlardır. Usûlüm de, tarihin ikinci ve üçüncü nevinden inşasındaki kanunlara aykırılık göstermeden, üstelik bunlardan yeteri kadar pay alarak, birinci soya bağlı bir hikmet ve sanat fırçasiyle içyüzlere inmek ve (dinamik) çizgiler yolundan, hikâye üstü ruha tırmanmak…

• Öyleyse bu eser, hangi neviden olursa olsun, ne bir tarih, ne bir tarihî edebiyat; sadece vakıalar temeli üzerinde, ilmî, aklî, teessürî, her melekeye dayanan bir (tez), bir (manifest), bir dâva çerçevesi…

• Onun içindir ki, bu eserde, bibliyografya, endeks, fotokopi, vesika adresi gibi gerçekliği nisbetinde sahteliği mümkün, ilim üniforması nişanlarından eser aramak yersiz… Anlatılanların hepsi riyazî gerçekler halinde sabit ve apaçık meydandadır; ve böyle bir fikir işinde benim dâvanın ırgatlık tarafına ait zahmetlerden bağışlanmamı istemek hakkımdır. Dış yüzden meçhulleri malûm kılmak yerine, iç yüzden malûmları meçhulden kurtarmak ve sadece fikri getirmek dâvasında olduğuma göre kendime yakıştırdığım tavır, allâmelerin yaldızlı cübbesinden uzakta kalmak ve her yardımdan müstağni bir sadeliğe yapışmak olmalıydı ve oldu. Böyleyken ikinci ve üçüncü soydan bir tarihçi kıstâsiyle beni yalanlayabilecek biri varsa buyursun!..

• Güttüğüm cemiyet dâvasında tarihî şahsiyetlerden biri dâvama tam uygun, öbürü tam aykırı; biri başlıca dost, öbürü baş düşman, iki kutup seçmek ve bildirdiğim ölçülerle bunların (portre)lerini çizmek, öteden beri dileğim, hattâ borcumdu. Tarih (kriteryum)u mücerret bir görüşün müşahhas dünyasını kabartmalaştıracağına göre, fikirlerime destek bulmak için buna muhtaçtım.

• Çeyrek asırdan beri yakasına yapışmış bulunduğum dost, işte: ULU HAKAN İKİNCİ ABDÜLHAMİD HAN…

• Ters tarafından onun kadar ehemmiyetli düşmanıma gelince, Allah’tan duam şu ki, bir gün o borcu da ödeme imkânını bana bağışlasın…

• Tarih dâvamızın kutup misali Abdülhamîd’i, evvelâ kölesi olmak devletine erdiğim büyük velîden, terkibi ve telkini olarak tanıdım. Sonra da bir aralık yüksek tahsil gençliğine hocalığım sırasında, Tanzimatın yüzüncü yıldönümü münasebetiyle Maarif Vekili tarafından bana ısmarlanan eser yüzünden tahlilî ve tahkikî olarak buldum.

Velîden bana gelen his kıvılcımı, aklın tetkik kuyusundaki petrole düşerek yangına döndü.

• Hakikî çehresine ait parça parça teşhis çizgileri kondurmaya başladığım 1940 yılına kadar, Ulu Hakan, bugün ayniyle benim başıma geldiği gibi -şükrederim-, hakkı ancak karanlık izbelerde, şahitsiz sohbetlerde, vicdanların kuyu diplerinde aranılabilir ve asla (Agora)ya dökülemez, kapkara bir taassup ve kıpkızıl bir zulüm heykeli şeklinde, cemiyet meydanına, mektep kitaplarına ve çeyrek münevver kafalarına yerleştirilmiş bulunuyordu. O gün, bugün, kendisini izah yolunda bazı davranış istidatları belirdiğine ve bir anlayış zümresi halkalanmaya başladığına göre, herhangi bir sultana ait şahıs ve makamı çok aşan böyle bir idrake ilk defa önayak olduğum için kendimi bahtiyar sayarım.

• “Büyük Doğu”, 1943′den 1971 yılına kadar devre devre bütün metodlu yayınlarında, Abdülhamîd’i saran mânâlar bakımından böyle bir anlayış zemini kurmaya savaştı; hattâ bunun için de, arkası pek bereketli çıkan ilk hapsine girdi.

• 1943 yılına kadar lehinde takınılacak her eda, akrebe kelebek demekten farksız sayılan Abdülhamîd hakkında, aynı yıldan başlayarak; “Durun, Abdülhamîd tarihin en büyük kurbanıdır ve üzerinde sahte ilim imâl edilmiştir!” hükmü ilk defa “Büyük Doğu”dan fışkırdı. Ondan sonra ve hele son zamanlarda, Abdülhamîd’i arama gayreti modalaştı.

İman ve İslâm dâvasında da aynı şey olmadı mı?

• 1943 -1975 arasında, kendi imzamı atamayacak ve bu kadar dağılmayı kabul edemeyecek kadar hurda gördüğüm basit fikir ve tarih işçiliklerinde bile, kadromuzu dolduran büyük ve küçük, şöhretli ve şöhretsiz her ferde iki öğüt vermekteyim: “Türk edebiyatı münekkitsiz ve Türk tarihi müverrihsizdir. Bu iki (misyon)u üzerinize almaya bakın!”

Birinin kapısı, Ataç modeli nebatî ve ilcaî, asılsız ve cevhersiz kaba his cürufu altında kaybettirilen büyük zevk ve üstün ölçü mihrakına ulaşmak, öbüründeki de bunca ilim dolandırıcılığı sonunda kargalaştırılan Abdülhamîd güvercinini bulup çıkarmak ve böylece tarihe içinden nüfuz etmek…

• Her Büyük Doğu’cu bilir: İkinci Abdülhamîd, Türkün özü ve temel varlığı yönünden hakkı bellibaşlı bir zümrece gasbedilmiş muazzam bir kurtarıcılık hüviyetidir, ve işte bütün dâva, erdirici mesele, Abdülhamîd’den ziyade bu zümreyi, içyüzüyle, menbaı ve mansabiyle her türlü metod ve plâniyle tanımaktır. Dâva ve mesele, koca bir tarih ve büyük bir insan hakkına yol açmak gayesinden ibarettir; ve bu hakka yol açmaya savaşanların hiç biri zerre miktarı sultancı ve saltanatçı olamaz.

• Açıkça mahyalaştırmanın zamanı gelmiştir ki, İkinci Abdülhamîd, Tanzimat ve sonrası teftişsiz ve murakabesiz, körükörüne Batıya itiliş ve kökümüzü kurutuş macerasının Türk ruhuna sindirilmek istenen maymunvâri taklit ruhiyatının, tek kelimeyle çürütücü
ve kokutucu sözde yenilik davranışlarının, bütün bunlara karşı duran ve kök cevherine bağlı kalan muazzam şahsiyet ve asliyetiyle, maskelerini düşürücü, gizli karargâh odalarına baskın verici ve plân kasalarını açıcı miftah (anahtar) tipdir ve bizce yalnız bu noktadan azizdir.
• Maddî ve manevî Batı sömürgeciliğinin ajanları, yahudilik, dönmelik, masonluk, kozmopolitlik, züppelik, lövantenlik ve bunların hürriyet, müsavat, adalet kancalariyle harekette “uykuda gezer”leri sahte inkılâpçılar, Abdülhamîd’i düşürdükten sonra, hakkında yalan ilim yuğurdular; ve açık denizde kaptana yanlış harita verircesine, insanoğlunun en kutlu haysiyet ve güveni olan ilim ve hakikat namusunun ırzına geçtiler.

• Abdülhamîd’e ait her menfî bilgi ve yorum, ilk zindanımda hâkimlere söylediğim gibi, Galata Kulesi ve bostan kuyusu şeklinde kâmil zıddiyle doğrudur; ve büyük fıkircinin, aynı bilgi unsurlarımı ele alıp yalanlarını ayıkladıktan sonra ters yüz etmekten başka işi yoktur. Bu da Abdülhamîd’i yazmanın usûlü…

• Amma ki, Abdülhamîd’i saran inceliklerle beraber saf hakikate ait kanunlar, memleketimizde hâlâ anlaşılamamıştır. Zira, biraz evvel saydığımız üç sınıfiyle gerçek Türk tarihçisi ve fikircisi, bunca pohpoh ve çalıma rağmen gelmemiş, hele zamanenin şartlarına bakılırsa, gelmek ihtimalini her ân kaybetmekte bulunmuştur. Ağızlarla vicdanlar arasındaki mesafe her gün biraz daha acıla acıla, nihayet öyle bir noktaya gelinmiştir ki, ya beklenen gelecek ya bekleyen büsbütün gidecektir. Bu kadar soylu bir tarihten gelen Türk, Allah’ın inayetiyle kalacağı hissini verdiğine göre beklenen mutlaka gelecektir.

O, hakiki bir tarihçi olsa da yeter! Toprağa çivilenecek değil, rüzgâr hıziyle koşacak aksiyon ağaçları, orman orman, ancak böyle bir tarlada yetişebilir.

• Bizim de, gözümüz yalnız tarlada, hattâ ekicinin de yetişeceği tarlada… Öyle ki, tarih eseri yazmak yerine, ideolocyamızın ana zeminine bağlı dost ve düşman kutupları göstermek için başvurduğumuz bu fikir hamlesi, istikbâlin tarihçesine tohum ve tarla verirken, onu da yetiştirecek bir ilk ziraat sahasını hedef tutuyor.

• Böyle bir hamle münasebetiyle, niçin sanatı bırakıp politikaya saptığımı ve neden kendi kendime yazık ettiğimi soranlara, eserim cevap versin: Ben, vereceği efsanevî ziyafette, daha evvel bulaşıkçılıktan yer parlatıcılığına kadar her işi üzerine alan hayalî şato sahibine denk olarak, katların en üstüne ait huzur hakkını yerine getirmek için aşağılara inmek zorunu duymuş bir insanım. Şatonun temeliyle çatısını kurtardıktan sonradır ki; mahrem odama çekilebilirim. Demek ki, bıraktığımı sandıkları sanata her zamankinden daha bağlıyım. Bütün bunları sanat gayemin izzeti, sanatımın iklimini kurmak gayreti etrafında yapıyorum. Böylece, gerçek sanatkârın ne demek olduğunu göstermek istiyorum. Güneşin doğuşiyle batışı arasındaki günlük politikayla yarınlar, uzak istikbâller ve milyonlarca güneşler arkası büyük oluş siyasetini ayırd edebilenler, bu işte başrolü sanat ve düşünce adamına verirler. Elverir ki, çöplükte ötemeyecek olan bülbülün, sırf şarkısını söyleyebilmek için, çöplüğü temizlemek vazife ve yetkisine inanılsın…

• Biz geldik ve gidiyoruz! Ve ömrümüz boyunca kimine cinnet, kimine hiyanet görünen bir şarkı tutturmuş, batış ufkuna bir mızrak boyu güneşler karşısında halimizi düşünüyoruz. Bu şarkının yakıcı bir beste halinde genç ciğerleri dolduracağı ve ona, yerleştirildiği yalancı dünyayı tanıtacağı ân, ne gündür! Ve o gün, ne büyük gün!..

• “Gözüm arkada kaldı!” sözündeki acı ümitsizlik edasının aksine, gözümüzü önde ve yepyeni bir gençlikte bırakarak gitmek istiyoruz.

Necip Fazıl Kısakürek
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0
BÜYÜK KAHRAMAN
Tuncay Aksoy


“ Otuz yıl boyunca yönetimde kalmak için uğraştım. Sırf bu fırsatı değerlendirmek için donanmayı tatbikata çıkarmadım. Yunanlıların Osmanlı aleyhine takındıkları tavırlara göz yumdum, böylece İngilizlerin Girit’i işgal plânlarını engelledim...” (1)

Ulu Hakan Abdülhamid Hân, gerçek bir siyasi dâhidir. O’nun gerek iç, gerekse dış politikada uyguladığı inkılâp çapında projelerle, düşmanlarına ve bizim bugünkü düşmanlarımıza karşı tam bir “yıkılmaz kale” oluşu, dün olduğu gibi şimdi de karşımıza çıkan tüm sorunlara çözüm arz etmektedir... Yukarıda kendisine ait hatıralarından aktardığımız paragraf dahi O’nun ileri görüşlüğünün dehşetengiz bir ifadesidir.

Abdülhamid Han’ın, Osmanlı Devleti’ni ayakta tutmak için, O’nun dünya tarihine yön verici ve rakiplerini alt üst edici tedbir politikaları, bugün yaşanan ve insanımızı her türlü buhrana sürükleyen bir takım akımlara da tokat niteliğindedir. Batıcı, vatan satıcı güruh elinde yaklaşık bir asırdır kendi özünden uzaklaştırılan yığınların, en iptidai meselelerde bile tıkananların, kendi tarihinden çıkan ve gerçek tarihçilerce “Vatan kurtaran mihrak şahsiyet” olarak anılan Ulu Hakan’a karşı alçakça tavırları oldukça mühimdir...

“Tarihi bugünkü meselelere çözüm getirici olarak kullanmak” ve tarihimizin 33 yıllık kesintisinde söz sahibi olmuş bir Liderin başarısındaki sırların önemine binaen, Osmanlı Devleti’nin son yıllarına, yani düne dönerek mevzumuza başlıyalım...

(1908) 1.ve 2. Meşrutiyet ilanı (1911) Trablusgarb’ın İtalyanlarca işgali, (1912) Balkan harplerindeki yenilgi ile başlayan bir süreci hızlandırıcı rolüyle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hıyanet ve cehalet kavramlarının birleşiminden oluşan vatan satıcı (p.....k) rolleri, koskoca Osmanlı’yı yıkılışa sürüklemiştir! Öyle ki bu şer çetesi iktidarı ele geçirdikten sonra, II. Abdülhamid Han’ın döneminde takip edilen denge politikasını terkedip, 1914 yılında yaptıkları gizli bir anlaşma ile Osmanlı Devleti’ni 1. Dünya Savaşına sokmuş ve yıkılış neticesinin altına imzalarını atmışlardır!..

“ İttihad ve Terakki Cemiyeti” denilen ve adım adım “ kan emici” rolüyle koskoca devleti yıkıma sürükleyen çapulcuları tanıyalım!..

Üyelerinin büyük çoğunluğu, Osmanlı Türkler’i dışındaki halk ve dinlerden oluşan İ.T. Cemiyet’i; Büyük Doğu Mimarı’nın ifadesiyle: “Başlıbaşına bir mevzuu ve mesele belirten “İttihad ve Terakki” Abdulhamid cephesinden gerek düzelticiye karşı Batı simsarları elindeki vatanı, mânâda ve maddede çürütmeye memur sahte inkılâpçılık tezgâhından başka bir şey değildir...” (2)

İttihad ve Terakkicilerin komitecilik, cuntacılık, ayak oyunları ve halkı koyun sürüsü gibi görme tavırları Hilâfet’in merkezi Osmanlı’yı yıkmıştır. Tanzimat’la başlayan Batıcı yaklaşımlarla yine Batı Devletlerince desteklenen akımlar saikiyle, Anadolu’yu bin yıllık ekseninden kaydırılabilecek ne varsa, hepsini uygulamışlardır...

Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek adına İ.T. sürüsünün tertiplediği oyunlar ise tamamen hıyanet ve cehaletin tezahürlerini gözler önüne sermektedir...

17 Aralık 1908’de Meclis-i Mebusan toplanmış, en azılı Osmanlı düşmanları Mebus (Bakan) seçilerek Meclise girmişlerdi. Hatta Meclis’te azınlık olan Rum-Ermeni-Yahudilerin tesiri Müslümanlardan daha çoktu... Azınlıkların çoğunu bünyesinde toplayan İ.T.’nin iktidara gelmesi ile kısa zamanda halkın ona karşı olan nefreti artmış ve bunun üzerine İ.T., kendisine yönelen tenkid ve eleştirileri şiddetle bastırma yoluna gitmiş, hatta muhalif gazetecileri bile suikastlerle yok etme yoluna gitmişti.

Bunun üzerine başlayan uygulamalara karşı, daha önceleri kendi iktidarlarını korumak için Rumeli’ye yerleştirilen “Avcı Taburları subayları”, Beyoğlu’nun eğlence âlemlerine sürüklenmesiyle İ ve T kadrosuna karşı ayaklanmaya başladı. İ.T. Milletvekillerinin sokakta katledilmesi hâdisesi vuku buluyor, iç karışıklık hâkim oluyordu. Bu vaka, tarihe “31 Mart Vakası” olarak geçiyordu. 31 Mart hâdisesi, İ.T. sürüsünün oynadığı oyunlardan biridir. Ve Büyük Doğu Mimarı’nın ifâdesiyle; “31 Mart Hâdisesi bizzat revşinden oluş ve akış tarzından anlaşılacağı gibi Padişahı düşürme vesilesi bulmak için İ.T. cemiyeti tarafından hazırlanmış bir tertiptir. Ve bu hakikat binlerce vesikayla sabittir...” (3)

Bu ayaklanma sebebiyle de, durumdan yarar sağlamak adına uygulamaya koydukları oyun sonucu, iktidarlarını da tehlikede gören İ.T. Cemiyeti, Selânik’te bulunan III. Ordu birliklerinden ve bazı İ.T. mensupları ve destekçilerinden oluşturulan “Harekât Ordusu”nu getiriyor ve 15 bin kişilik bu orduyu İstanbul’a yerleştiriyordu...

Sultan Abdülhamid Han, bu çapulculara karşı hareketsiz kalmış (Halbuki sarayın etrafında iyi tâlim görmüş kendine bağlı 30 bin asker vardı.) sırf merhametinden dolayı ümmetin kanı dökülmesin diye, İ.T. sürüsü ve Harekât Ordusunca tahttan indiriliyordu...
 

giriftar

Ordinaryus
Katılım
1 Ocak 2012
Mesajlar
2,599
Tepkime puanı
59
Puanları
0
İttihatçıların gerçek yüzünü göstermesi açısından aşağıdaki paragrafa dikkat edelim:

“Bu mülhidler İslâm’da asil bir geçmişe sahip Türk soyundan değildirler. Onların çoğu Rus, Rum, Balkan Halkları ve Yahudi aslından gelmedirler. Bu mufsidler Tür halkını bozmak için ırkçılık ve milliyetçiliği ön plâna çıkarmakta ve Avrupa kanunlarını tercüme ederek uygulamaktalar. Türk Milleti’nin çoğunluğu bu gürûhtan nefret etmektedir...” (4)

Ulu hakan Abdülhamid Han’ın siyasî dehâsını dünyaya göstermesi, O’nu bir numaralı “Vatan Koruyucu” özelliğiyle karşımıza çıkarmaktadır. Kaldı ki; bu gün vatan topraklarını sadece emperyalistlerin ellerine cetvel alarak çizdiği sınırlar olarak görmeyip, Filistin, Irak, Doğu Türkistan, Keşmir ve daha bir çok İslâm Beldesi’ni kendi vatan toprakları olarak bilen gerçek vatanseverler gibi O da, kendi zamanında zor durumda bulunan bir çok yere yardım göndererek oradaki Müslümanları desteklemiştir.

Bilhassa Yahudilerin, Filistin’de devlet kurmalarına, toprak satın alma taleplerine karşı büyük tepki göstermesi ve o topraklarda yaşayan insanları koruması, O’nun vatan koruyucu rolünü gözler önüne sermektedir. “Yahudi’ye bir karış toprak dahi vermem!” diyerek en bariz yol gösterici özelliğini sergilemiştir...

II. Abdülhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra İ.T’nin ileri gelenleri, Filistin’e Yahudiler’in yerleşmelerinden rahatsızlık duymadılar, hatta onlardan istifade edilmesi açısından iyi olacağını düşünüyorlardı. Abdülhamid Han tahtta iken O’nun aldığı tedbir politikaları ile kıstırılan Yahudi, paraları ile alamadıkları topraklara, İ.T. sürüsünün kanunlarıyla, burunları dahi kanamadan sahip olmuşlardır.

Büyük doğu Mimarı’nın bu mevzu ile alâkalı olarak ne söylediğine bir göz atalım:

“İşte bugünkü İsrail’in – ki İslâm dünyasının can noktasına oturtulmuş bir kazıktır- teşekkülü yolunda bu ilk ve şûreta masum teşebbüsü kökünden reddetmekle ileriyi görmüş ve Türk Tarihi’ne mürekkebi güneş harflerle “Büyük Kahraman” diye kaydedilmeye hak kazanmış, böyleyken Yahudi’nin oyununa getirilerek yerin dibine batırılmış Ulu Hakan Abdülhamid Han!..” (5)

Ulu Hakan bizzat Avrupa Devletlerinin Osmanlı’yı yıkıcı tüm hareketlerini izlemiş ve bu devletler arasındaki anlaşmazlık ve ihtilafları kollayıp, körüklemeye çalışmış, böylece onlar birbirleriyle uğraşırken Osmanlı güven içinde kalmıştır... Yıllarca Almanları, İngiliz emellerini dengelemek için kullanan Abdülhamid Han, İ.T.’nin ahmaklığına karşı “hiç İngiltere’ye karşı Almanların yanında harbe girilir mi?” diyerek I.Dünya Savaşı’na sokulan Osmanlı’nın âdeta çöküşe sürüklendiğinin işaretini veriyordu. Yeri gelmişken belirtelim:

Osmanlı’yı I.Dünya Savaşı’na sokan ve o dönemde İ.T.’nin liderliğini yapanlar Enver, Cemal, Talat Paşalardır...

O’nun bugüne ışık tutucu ve yarınımızı da belirleyen tedbir politikalarına ve dahi görüşlerine devam edecek olursak;

93’ Harbi felâketinden sonra Bulgaristan, Osmanlı’ya pamuk ipliğiyle bağlı dahili idaresinde serbest bir prenslik hâline getirilmişti. Onun da Yunanistan gibi ilk fırsatta istiklâlini ilân edeceği belliydi. Bu ihtimali bertaraf etmek için Abdülhamid Han o dahiyâne siyasetiyle şu tedbire başvurmuştu:

Bulgarlar da Yunanlılar gibi Ortodoks mezhebine mensupturlar. Ancak, asırlardan beri din adamı yetiştirmedikleri gibi kendilerine mahsus Kiliseleri de yoktu. Sultan Abdülhamid Han, onları kilise-mezheb bakımından Yunanlılardan ayırmayı düşünmüş ve bunun için Balat’taki Rum Ortodoks Patrikliği’nin karşısına bunların Rum Patrikliğine muadil ve onunla aynı hukuka sahip “erksahlık” adıyla Bulgar Kilisesi’ni tesis etti. “Patrikhane” demek olan bu müessesenin binasını, Berlin’de gizlice çelik parçalar hâlinde imâl ettirip yine gizlice İstanbul’a getirtti. Ve ustaları sabaha kadar çalıştırıp bir gecede monte ettirdi. Sabahleyin Rum Papazları gözlerini açtıklarında, karşılarında kendilerine rakip bir Bulgar Patrikhanesi’nin binasını görünce dehşete kapıldılar.

Bu suretle Bulgar Kilisesi, Sultan Abdülhamid’in siyasî manevrasıyla teessüs edilmiş oldu. Bunun üzerine Bulgar ve Rumların müştereken kullandıkları ve oturdukları yerlerde kavga başladı. Rum Papazların idaresinde âyin yapan bu gibi kiliseleri Bulgar Erksahlığı’na bağlamak için mücadele eden Bulgar ve Rumları oyalayan Ulu Hakan her iki tarafa da mavi bocuklar dağıtarak, meseleyi devamlı kaşıyarak, bu iki kavmin birbirlerine karşı gerginliğini sağlamıştır.

İ.T. idaresinin iktidarı almasından sonra ilk yaptığı işlerden biri de, satılmışlıklarını gözler önüne seren “Kilisler Kanunu” adlı yasayı uygulamaya koymasıdır.

Bu kanuna göre Rum ve Bulgarlar’ın müşterek yaşadıkları yerlerdeki Kiliseler nüfusa göre taksim ediliyor. Kilisesiz kalan tarafa devlet eliyle kilise yaptırılıyordu. Bu kanunla Rum ve Bulgar ihtilâfı bertaraf ediliyordu.

Bu suretle sona eren ihtilâf neticesinde Bulgar ve Rumlar birkaç yıl içerisinde dost olup, ezelî düşmanımız Sırpları da yanlarına alarak, Balkan Harbi’ni başlattılar. Balkan kavimlerinin arasında ittifak kurulmasının asıl sebebi, işte bu “Kilisler” mevzuunun İ.T. tarafından çözüme kavuşturulmasıdır.

Bu vesile ile bugün hala devam etmekte olan, Ruhban Okulu’nun açılması, Patrikhane’nin statüsü v.s. konularla gündeme gelen ve geçtiğimiz günlerde de basına yansıyan bir meseleden bahsedelim;

Tüm gittiği ülkelerde Devlet Başkanı statüsü ile karşılanıp, (Ekümenik) Dünya Ortodoksları Patriği sıfatıyla anılan Fener Rum Patrikhanesi’nin Papazı Bartelemeos’a karşı bir Bulgar Kilisesi’nin rahibi tarafından açılan dava...

Her şeyden önce Anadolu’yu bir baştan bir başa Misyoner ağıyla ören Fener Rum Patrikhanesi dün olduğu gibi bugün de Osmanlı ve onun tarihî mirasına karşı isyan hâlindedir. Bosna Savaşı’nda bizzat Sırbistan’a gidip Ortodoks kardeşlerini destekleyen ve onlara para- silah dahil her türlü yardımı ulaştıran ve gizli toplantılarla Müslümanların katli için Fener Rum Patrikliği’nde karar alan Patrik Bartelemeos ve Patrikhane’si, dün olduğu gibi bugün de içten yıkıcı rolüyle gözler önündedir.

Sultan II. Mahmud zamanında Patrik Gregorios’un liderliğinde çıkarılan Rum isyanı neticesinde, kapısında asılan Patrik Gregorios’un kinini tutup; “Bir Türk Büyüğü bu kapıda asılmadan o kapıyı açmayacaklarını” her daim tekrarlayan Patrikhane ve üzerinde Ortaçağ Rahipleri’nin giydiği bir giysi ile mahkemelere serbestçe giren Papaz Bartelemeos, dışarıda ve içeride İslâm’a ve Anadolu’ya karşı bütün düşmanlıkları örgütleyici roldedir.

Dün Abdülhamid Han’ın birbirleriyle uğraştırıcı politikasını, bugün tüm Ortodoksları bir araya getiren politikanın sahibi Patrikhane’nin geldiği son derece hassas nokta, gerçekten mühim ve dikkat çekicidir...

Abdülhamid Han her yönüyle hâdiselere vücud verici sebebleri görmüş, tıpkı Kiliseler mevzuunda olduğu gibi meselelere çözüm getiren basiretini göstermiştir.

Ulu Hakan’ı anlamak ve bugünkü meselelerimize O’nun bakış açısıyla bakmak mecburiyetinde olan biz, şu anda yaşadığımız topraklar üzerinde her türlü oyunun sergileyicilerinin kimler olduğunu biliyoruz.

İBDA Mimarın’nın, bu minvalde yer alan işaretlerine devam edelim:

“(...) Avrupalı, içimizde bulduğu ajanlar vasıtasıyla dinimizi ve insanımızın birliğini tahrib etmek için bize hürriyet ve demokrasiyi aşıladı... Tanzimat’tan beri, mânâsı bilinmeden ve çilesi çekilmeden, devir devir ayyuka çıkarılan tek ses;

-“Hürriyet, demokrasi.

Bütün tarihi boyunca sımsıkı bir nizâma bağlı olarak hürriyetin de, demokrasinin de hakikatine mâlik bulunan dünya imparatorluğu kuran biz, bu yeni dürtüşle kendi öz nizâmından mahrum edilmek ve kargaşaya boğulmak isteniyorduk... İkinci Abdülhamid Han Hazretleri devrinde baş gösterip, O, dünya çapındaki idare ve siyaset dehâsı sayesinde def edilen tecrübe eğer o zaman bastırılmamış olsaydı, 1918 Felâketi, 1878’de gerçekleşmiş olacaktı...” (6)

Yeri gelmişken belirtelim ki;

Seksen yıl önce kurulan Cumhuriyet’in rotasını çevirdiği Batı Medeniyeti’nin ve bu yola girmek için sarf edilen çabanın ikiyüz yıllık serüveni, Anadolu insanına “Roma nizâmı, Yunan aklı, Hristiyan ahlâkı” olarak formüle ettiğimiz bir giysinin giydirilmeye çalışılmasıdır. 1000 yıllık İslâm’la yoğrulan bu toprakların emperyalistlere peşkeş çekilmek istenmesi ve bunu isteyen işbirlikçilerin kurtuluşu Batı’da görmeleri gelinen son aşamada insanların kendi özünü ve ruhunu yitirdiklerinin de bir göstergesidir.

Türkiye’nin girmek için uğraştığı Avrupa Birliği’nin insan hak ve hürriyetleri insanımıza cici gösterilirken, Batılı olmak adına günümüze değin yapılan türlü eziyetlerin ve süre gelen insanca olmayan davranışların haddi hesabı yoktur.

I.Dünya Savaşı’na sokulan Osmanlı Devleti, İ.T. ve Batı işbirliği ile yıkılmıştır. Ondan sonra işgal hareketlerine girişen Batı, Osmanlıyı parçalama yoluna başvurarak, Anadolu topraklarına her köşesinden sızmaya başladı ve bugün Anadolu dahil tüm İslâm Dünyası Batı’nın kapsama alanındadır...

Yahudi, bugün de çeşitli şekillerde Yahudi mizacının gerektirdiği davranışlarla karşımızdadır. Yahudi’nin Abdülhamid Han’ı tahttan indirmek için gösterdiği çabalar gün gibi aşikâr. Tarihe yön veren bir millete kendi tarihini unutturan ve tarihi kendi siyasî emellerince şekillendiren Yahudi’nin 1932 yılında kurulan “Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesinde” öğretici olarak görev alması, bize okutulan sahte kahramanlarla dolu tarih kitaplarını kimlerin yazdığını göstermektedir. Bu üniversitenin profları özellikle Almanya ve Batı ülkelerinden gelen çoğu Yahudi olan insanlardan oluşmaktaydı. Tarih, özellikle Yahudi ve onun işbirlikçileri eli ile bugüne dek karalanarak insanımıza öcü şeklinde gösterilmiştir.

Ulu Hakan Abdülhamid Han ( H.z.)lerine “Kızıl Sultan” lakabını takan ve O’nu karalamak ve küçültmek için kullanılan bu sözün sahibi, bugün İslâm’a ve Osmanlı’ya karşı isyan hâlinde olan Ermenidir. Ancak bir az önce bahsettiğimiz gibi tarihten bîhaber nesillerin Ermeni yaftasını kullanarak O’na çamur atmaya yeltenmeleri oldukça vahimdir.

Ermeni’ye karşı gayet ılımlı politika izlemesini bilen Abdülhamid Han onun içten yıkıcı, dağıtıcı hareketleri karşısında kafasına balyoz gibi yumruğunu indirmesini de bilmiştir...

Doğusuyla ve Batısıyla İslâm Dünyası’nın Osmanlı’dan sonra başsız kalması ve neticesinde İ.T. geleneğinden gelen sürülerin halka zorla kendi tarihine karşı düşmanlık aşılamaları ve Batı taklitçiliği ile Batı’yı tek kurtuluş yeri gösterme çabaları bugün Türkiye’nin dış siyasetini belirliyor...

Osmanlı’dan sonra Doğu’nun üstünlüğü vecazibesi, Batı’nın barbarlığı karşısında zayıflamış, Batı, insanımıza cici gösterilerek aşağılık ukdesi aşılanmıştır. Oysa ki Batı Osmanlı için hep feth edilecek yerlerin adıydı...

Ekonomi ve kapitalist sistemle kıskaca alınan halk, borç batağında kıvranan ve İ.M.F.’ye yönettirilen hazine, hep Batı ve Yahudi tandanslı bir düzenin çarkıyla dönmekte...

Abdülhamid Han ile ilgili aşağıdaki paragrafa dikkat edelim:

“Açıkça mahyalaştırmanın zamanı gelmiştir ki, II.Abdülhamid Han, Tanzimat sonrası teftişsiz ve murakabesiz körü körüne Batı’ya itiliş ve kökümüzü kurutuş macerasının Türk Ruhu’na sindirilmek istenen maymunvâri taklit ruhîyatının, tek kelimeyle çürütücü ve kurutucu sözde yenilik davranışlarının, bütün bunlara karşı duran ve bağlı kalan muazzam şahsiyet ve asliyetiyle, maskelerini düşürücü, gizli karargâh odalarına baskın verici ve plân kasalarını açıcı miftah (anahtar) tiptir. Ve bizce bu noktadan Azizdir.” (7)

Ve bugün Abdülhamid Han’ın ve O’nun dahiyane politikaların vatanı satanlar karşısında gerçek vatan koruyucu vasfını ortaya çıkarıp dipdiri yaşatan hamle BD-İBDA’dır. Bütün bu tarihî birikimi ve bu ruhu şaha kaldıran İBDA, başsız bir bünyeye sahip İslâm Dünyası’na ve tüm insanlığa “Kurtuluş Reçetesi”ni sunmaktadır.

“Ve artık akıbet Allah’ın izniyle Büyük Doğu-İBDA nesline geçmiştir!..”(8)




Dipnotlar:



(1) Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Plânı, sh:66,

(2) Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han, sh:260,

(3) A.g.e. sh:557,

(4) Mustafa Sabri Efendi, Hilafetin İlgasının Arka Plânı,sh:35,

(5) Necip Fazıl Kısakürek Ulu Hakan Abdülhamid Han,

(6) Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, sh:161,

(7) Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan Abdülhamid Han, sh:11

(8) Salih Mirzabeyoğlu, Başyücelik Devleti, sh:161
 

barayev

Doçent
Katılım
24 Mar 2010
Mesajlar
608
Tepkime puanı
21
Puanları
0
mekanın cennet olsun Ulu Hakan Abdulhamid Han.
 
Üst