Üstada Dair

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Senin yaptığın numara değilmi.Bir pasaj aktarıyorsun, hemde anlamadan , ondan sonra kenara çekiliyorsun.Ne Ebubekir Sifil Hocanın anlattığını, nede Üstadın demek istediği meseleyi anlıyorsun!!Hadi şerhet bakalım ,aktardığın yazıda üstad ne demek istemiş!!!
 

korakademik

Ordinaryus
Katılım
17 Ağu 2009
Mesajlar
2,236
Tepkime puanı
63
Puanları
0
üstadın dediğini anlamak gerekiyorsa
neden sifil

onca alim var
neden sadece o ve kadircik olucak illa
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
Senin yaptığın numara değilmi.Bir pasaj aktarıyorsun, hemde anlamadan , ondan sonra kenara çekiliyorsun.Ne Ebubekir Sifil Hocanın anlattığını, nede Üstadın demek istediği meseleyi anlıyorsun!!Hadi şerhet bakalım ,aktardığın yazıda üstad ne demek istemiş!!!

benden ders alması o kadar kolay değil.. her isteyene diz çöktürmem medresemde.. önce liyakatın olacak.. ne yazık ki bunu ben yapamam kusura bakma..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Okuyucu Soruları 26: Bediüzzaman ve Risalei Nur 12

Ebubekir Sifil - Milli Gazete, [email protected], 2010-11-07

S-11) Risalelerdeki bazı bilgileri reddetmek ve kabul etmemek itikadi açıdan tehlikeli midir?

Bu sorunun cevabı, reddedilen bilginin mahiyetine bağlıdır. Risalelerde dile getirilen temel imanî meselelerden ve itikadî umdelerden birinin reddi, doğrudan imanın aslına halel getireceğinden, elbette itikadî açıdan tehlike teşkil eder.

Risalelerin ihtiva ettiği -özellikle de fer'iyyata ait- bilgi, yorum ve istinbatların, ehil kimseler tarafından hüsn-i niyet ve ilmî gerekçelerle, edep ve ahlak ölçüleri içinde tartışma konusu yapılmasına gelince, itikadî açıdan tehlike teşkil etmesi şöyle dursun, ilmî sorumluluğun gereği olarak yapıldığından, sahibine sevap getirir.

S-12) Tefsir nedir? Risalelere tefsir demek doğru mudur? Bu bağlamda Sait Nursi müfessir midir?

"Tefsir", sözlükte kısaca "bir lafzın altındaki makul manayı ortaya çıkarmak, izhar etmek" anlamına gelir. Ancak soruda tarifi istenen, "İlm-i Tefsir" olduğundan, burada sözlük anlamıyla fazla iştigale gerek görmüyorum. İlm-i Tefsir ise Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği lafızların telaffuz keyfiyeti, manası ve delaleti ile iştigal ve dört esasa istinat eder: Kur'an'ın Kur'an'la, Sünnet'le, Sahabe ve Tabiun akvaliyle ve Şer'î ilimler, Arap dili ve müsbet ilmin verileriyle tefsiri.

Tefsir faaliyeti çeşitli metotlar izlenerek yapılabilir. Söz gelimi surelerin Kur'an'da mevcut sırası takip edilebileceği gibi, nüzul sırası gözetilerek de tefsir yapılabilir. Keza Kur'an'ın bütününün tefsiri hedeflenebileceği gibi bir veya birkaç suresinin tefsiri de amaçlanabilir. Hatta -"Ahkâm tefsiri" türünde olduğu gibi- belli muhtevadaki ayetlerin tefsiri de söz konusu olabilir.

Risale-i Nur'un, Kur'an'ın tamamını veya belli surelerini tefsir etmek amacıyla yazılmadığı herkesin malumudur. Sadece İşârâtu'l-İcaz -yazılış maksadı bakımından- kısmen bundan istisna edilebilir. Onun da Kur'an'ın oldukça cüz'î bir kısmını ihtiva ettiği açıktır.

Dolayısıyla Risale-i Nur'a "teknik anlamda" tefsir demek mümkün değildir. Tabii ku bu anlamda Bediüzzaman merhuma "müfessir" demek de mümkün değildir.

Bununla birlikte, bu eserin ihtiva ettiği hakikatlerin Kur'an hakikatleri olduğu, dolayısıyla bu eserin "Kur'anî hakikatleri çağa tercüme etmek" anlamında bir tefsir işlevi gördüğü de bir hakikattir. Kur'an'ın küllî hakikatlerini modern çağın idrakine ulaştırmak, özellikle de modern çağın tevlit ettiği soru işaretlerini, vehim ve şüpheleri Kur'an'la tedavi noktasında Risale-i Nur'un temel bir işlev gördüğü inkâr edilemez. Tefsir ilminin nihaî amacına mutabık olması dolayısıyla bu faaliyet -teknik anlamda olmasa bile- bir yönüyle tefsir sayılır; dolayısıyla onun yazarı da bu anlamda müfessir telakki edilecektir.

S-13) Risalelerde neden kaynak belirtilmemiştir? Sait Nursi gibi birisi için kendisi kaynaktır kaynak belirtmesine gerek yoktur demek anlayışı ne kadar doğrudur?

Risaleler'de mutlak anlamda kaynak gösterilmediğini söylemek doğru değildir. Eseri okuyanlar, geçmiş müelliflere ve eserlerine yer yer atıflar bulunduğunu bilir.

Bununlar birlikte Risaleler'de, ilmî eserlerde görmeye alıştığımız anlamda kaynak gösterilmemesinin birkaç sebebi vardır. Kaleme alındıkları şart ve ortamlar dikkate alındığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır. İşârâtu'l-İcaz'ın cephede dikte edilmesi, keza külliyatın büyük kısmının sürgünde ve/veya hapisteyken kaleme alınması veya dikte edilmesi, meseleyi yeterince izah etmektedir. O dönemde ilmî eserlerde bugün bildiğimiz ve uyguladığımız tarzda "kaynak gösterme" uygulamasının -özellikle medrese kökenli alimler tarafından kaleme alınan eserlerde- tam anlamıyla yerleşmiş bir tarz olarak uygulanmadığını da eklemeliyiz.

Devam edecek.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Okuyucu Soruları 26: Bediüzzaman ve Risalei Nur 13

Ebubekir Sifil - Milli Gazete, [email protected], 2010-11-14

S-14) Risalelere bu kadar önem verilmesine rağmen neden İslam ilim literatüründe kaynak eser olarak belirtilmemiştir?

Risale-i Nur'un, gerek dil, gerekse üslup ve tarz özellikleri bakımından herhangi bir ilmî eserden farklılık gösterdiği malumdur. Bizzat merhum ve mağfur müellifi de eserin bu özelliğine muhtelif vesilelerle dikkat çekmiştir.

Elbette bu durum, mutlak olarak Risale-i Nur'un muhtevasının gayr-i ilmî olduğu anlamına gelmez. Bu eserde ele alınan -bilhassa dirayete dayalı- ilmî meselelerin herhangi birisinin ilmî açıdan yanlışlığının isbat edildiğine ve çürütüldüğüne dair benim elimde herhangi bir bilgi mevcut değil. Risale-i Nur'a yöneltilen birtakım eleştirilerin, eserde ele alınan ilmî meselelerde isabetsizlikler bulunduğu noktasında değil, yoğun bir şekilde cifr ve ebced hesabı gibi metotlarla elde edilen birtakım tevafukların yer alması, bir kısım zayıf rivayetlerin bulunması ya da bazı hadislerin mana ile nakledilmiş olması gibi noktalarda düğümleniyor oluşu bu söylediğimi teyit eden önemli bir göstergedir.

Özellikle son dönemlerde Risale-i Nur üzerinde akademik çalışmalar yapıldığını, eserin çeşitli yönlerden inceleme konusu edildiği de ehlinin malumudur.(1)

S-15) Sait Nursi, Kastamonu Lahikası sayfa 79'da şunları yazmıştır; "Madem ahir zamanda Hz. İsa'nın dini hakikisi hükmedecek, İslamiyet'le omuz omuza gelecek elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve hazreti İsa'ya mensup mazlumların çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir." Bu doğru mudur? Doğru ise neden? İndi bir görüş ve İslam ölçülerinde kabul edilmez ise bunun nedeni nedir?

Bu sorunun iki veçhesi var: 1) "Hz. İsa (a.s)'ın din-i hakikisinin İslamiyet'le omuz omuza gitmesi"nin anlamı, 2) Hz. İsa (a.s)'a mensup mazlumların maruz kaldığı felaketlerin onlar hakkında bir nevi şehitlik olması" meselesi. İlkinden başlayalım:

Kıyamet öncesi süreçte Hz. İsa (a.s)'ın nüzulüyle birlikte Hristiyanların ve Hristiyanlığın akıbetinin ne olacağı konusunda -benim okumalarıma göre- Risale-i Nur'un çeşitli yerlerinde muhtelif ifadeler kullanılmıştır. Hristiyanlığın her hal-u kârda tasaffi edeceği ve dönüşüme uğrayacağı noktasında müttefik olan ifadeler, bundan sonrasında farklılık arz ediyor.

Söz gelimi aşağıdaki iktibaslar, İsevîliğin tasaffi etmesinin, Hristiyanlık denen dinin ortadan kalkması ve Hristiyanların Müslüman olması anlamına gelmediğini ihsas eder tarzdadır:

"... Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî Alehissalâtü vesselâma bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek..."(2)

"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir. Ve Kur'an'a iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir..."(3)

Bu ifadeler, ahir zamanda Hristiyanlığın hakiki İsevîliğe dönüşmesi sonucunda İsevîlerin Müslüman olacağını değil, yine İsevî kalacağını ve fakat İslam ve Müslümanlarla birleşerek birlikte hareket edeceğini anlatıyor. Yani İsevîlik ya da Hristiyanlık tamamen ortadan kalkmıyor, İslam'la ve Müslümanlarla ittihat edecek bir kıvama ulaşıyor.

Buna mukabil, Risale-i Nur'da bu konuyla ilgili diğer bir kısım ifadeler, Hristiyanların doğrudan Müslüman olacağını ve ortada -İsevîlik ya da bir başka isim atında- hak din sayılabilecek başka bir yapının kalmayacağını tasrih etmektedir.

Devam edecek

1- Bkz. http://www.risaleakademi.com/risale...ur-ve-bediuzzaman-uzerine-akademik-calismalar
2- Kastamonu Lahikası, 111.
3- Mektubat, 57.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Okuyucu Soruları 26: BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR 14

Ebubekir Sifil - Milli Gazete - 21 Kasım 2010

Bediüzzaman merhumun, Hz. İsa (a.s)'ın nüzulüyle birlikte Hristiyanlığın "hakiki İsevîliğe" dönüşeceğini anlatan ifadelerinin, Hristiyanların Müslüman olacağı ve yeryüzünde sadece "Müslümanlar ve diğerleri" şeklinde ikili bir yapının mevcut bulunacağı anlamına geldiğini söylememizi mümkün kılan ifadelerine de bir-iki örnek zikredelim:

"Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada…"[1]

"Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir…"[2]

Bunlarla daha önce naklettiğim ifadelerin birbiriyle çelişmediğini, durumu, aynı olayın/mananın farklı biçimlerde dile getirilişi olarak anlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Şu halde Bediüzzaman merhumun, kıyamet öncesinde "Hristiyanlık" diye bir din ve "Hristiyanlar" diye bir kitle kalmayacağını, Hristiyanlığın hakiki İsevîliğe –hak dinler esasta aynı olduklarından, dolayısıyla İslam'a– inkılap edeceği inancında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Sorunun ikinci kısmına, yani "… şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve hazreti İsa’ya mensup mazlumların çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir…" tarzındaki ifadelere gelince; Risale-i Nur'un birkaç yerinde mesele farklı bağlamlarda geçmektedir. İlgili pasajlardan biri şöyledir:

"… zaman-ı fetrette "vemâ kunnâ mu'azzibîne hattâ neb'ase resûlen"[3] sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır. Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet olamaz…"[4]

Soruda kısmen zikredilen pasajın tamamı da şöyledir:

"Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor. (…)O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir…"[5]

Bu iki pasajdan ilki, ikincisini açıklar mahiyettedir. Şöyle ki, Eş'arîler, bir kimsenin ahirette sorumlu olabilmesi için kendisine hak davetin ulaşmış olması gerektiğini söylerler. Bu hususta Mâturîdîler daha farklı düşünür ve bu husus iki itikadî mezhebin ayrıldığı noktalardan birini oluşturur. Eş'arîlerin bu konudaki bakış açılarını daha önce detaylı biçimde nakletmiştim.[6]

Devam edecek.



[1] Mektubat, 6.
[2] Mektubat, 57.

"Nüzul-i İsa (a.s)" hadisesinin mecaza hamledilerek "şahs-ı manevi" söylemine indirgenemeyeceğini gösteren bu ifadeler –ki Risale-i Nur'da bu kabil birçok ifade mevcuttur– ayrıca üzerinde düşünülmelidir.

[3] 17/el-İsrâ, 15.
[4] Mektubat, 385.
[5] Kastamonu Lahikası, 111-2.
[6] Bkz. http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=407, http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=408. Ayrıca bkz. http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=824
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Okuyucu Soruları: 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-15

Ebubekir Sifil - Milli Gazete - 28 Kasım 2010

Bediüzzaman merhumun, fetret devri sayılabilecek ahir zamanda zulüm altında ölen mazlum hristiyanların bir nevi şehit sayılabileceği doğrultusundaki ifadelerini, son zamanlarda Dinlerarası Diyalog süreciyle birlikte ortaya çıkan "Ehl-i Kitab'ın cennetlik olduğu" iddiasıyla karıştırmamak gerekir. Zira bu ikincisi konjonktürün tazyikiyle ortaya çıkmış bir söylem olarak doğrudan doğruya İslam itikadına muhalefet anlamı taşırken, ilki Eş'arîler'in –ki Bediüzzaman merhumun da bir Eş'arî olduğu unutulmamalıdır– ehl-i fetretin akıbeti konusundaki kanaatine yaslanmaktadır. Bununla birlikte Bediüzzaman merhumun bu tesbitinin birkaç noktada netleştirilmeye muhtaç olduğunu düşünüyorum:

1. Eş'arîler'in, kendisine hak bir peygamberin tebliği –olması gerektiği şekilde– ulaşmamış kimseler hakkındaki görüşü günümüz Ehl-i Kitabı için aynıyla söz konusu edilebilir mi? Bilgi ve iletişim teknolojilerinde gelinen nokta göz önünde tutulduğunda, bilhassa "gelişmiş" diye nitelendirilen ülkelerde yaşayan insanların İslam dininin varlığından ve özelliklerinden hakkıyla haberdar olma imkânına sahip bulunmadığını söylemek pek inandırıcı olmasa gerek

Kaldı ki, İslam daveti –ideal seviye ve tarzda olmasa da– artık yeryüzünün her köşesine ulaşmış durumda; her ülkede o ülkenin yerli halkından İslam'ı seçen insanların ve onlar eliyle vücut bulan kurumların sayısı –elhamdülillah– hızla artıyor. Yeryüzünün hangi köşesinde olursa olsun İslam hakkında bilgi edinmek isteyen insanlar bunu kolayca yapabilecek imkâna sahip bulunuyor. Evet, bu imkânı yeryüzündeki her bir fert için tek tek aynıyla vaki olarak görmek makul değil; ama günümüzü bir fetret dönemi olarak nitelendirip şu veya bu biçimde zulme muhatap olmuş insanların tamamını şehit diye nitelendirmek için de bir daha düşünmek gerekir.

2. Bir an için günümüzün tam anlamıyla fetret dönemi olarak nitelendirilebileceğini kabul etsek bile, Eş'ariler ehl-i fetretin sadece "sorumlu olmayacağını" söylerken, Bediüzzaman merhum onlar hakkında "bir nevi" de olsa "şehit" ifadesini kullanmaktadır. Burada da genel Eş'arî tavrıyla Bediüzzaman merhumun tesbiti arasında tam bir mutabakat bulunmadığı dikkat çekiyor. Her ne kadar Bediüzzaman merhum bu tesbitini o mazlumların maruz kaldığı felaket ve zulümlere dayandırıyor ise de, bunun onlar için "bir nevi" de olsa "şehitlik" payesi getireceğini söylemek için ayrıca delile ihtiyaç bulunduğu açıktır.

S-16) Mehmed Kırkıncı 1-7 Temmuz 2001 Tempo dergisinde Sait Nursi’den şöyle bahsediyor; “(Sait Nursi) daha ziyade İslam’ın ahkâm noktasına değil, iman noktasına yönelik yazmıştır. Daha o zamandan evlattan anaya hisse verilmesini tenkit etmiş, Kur’an’ın ahkâmından bazı şeylerde var tenkit ettiği.” Böyle bir durum var mı? Varsa bu yaklaşım doğru mudur?

Okuyucu sorusunda Tempo dergisine dayandırılarak aktarılan bu haberi şu an için tahkik etme imkânına sahip değilim. Kullanılan ifade tam olarak nedir, hangi bağlamda geçmektedir, bilemiyorum. Risale-i Nur okumalarım sırasında Bediüzzaman'ın bu anlama gelecek herhangi bir ifadesinin bulunduğunu hatırlamıyorum.

Şu an için ancak şu kadarını söyleyebilirim: Risale-i Nur'un ahkâmdan ziyade imanî konulara ağırlık verdiği doğrudur. Elbette bu durum, Risale-i Nur'da ahkâma müteallik hiçbir şey bulunmadığı anlamına gelmez. Risalelerin merhum müellifinin Kur'an ahkâmını tenkit ettiği iddiasına gelince, gerçekten büyük bir iddiadır. Bediüzzaman, "Kur'an ahkâmını tenkit etme"nin ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar –haşa– bedbaht değildir.

Devam edecek.
 

Hikem

Kıdemli Üye
Katılım
31 Ağu 2009
Mesajlar
6,073
Tepkime puanı
702
Puanları
0
Zannediyorum, Tempo dergisinde ismi geçen zat, Mehmet Kırkıncı değil, Mehmet Fırıncı olsa gerek.Böyle abuk subuk bir iddianın (yani bediüzzmanın bazı ahkamı tenkid ettiği) Mehmet Kırkıncının söyleyebileceğini tahmin etmiyorum.Zira medrese tahsilli birisi olduğunu biliyorum.Mehmet Fırıncı ismini bu meselede hatırlıyorum.Lakin bunu söylemişmi söylememişmi bilmiyorum.Bilenlein kendisine sorması gerekir.Çok tehlikeli bir söylem!Bediüzzaman gibi bir alimin böyle saçma ve tehlikeli sözleri söylemesi asla mümkün değil.Eserlerinde de göremedik.Kendisini tenzih ederiz.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Okuyucu Soruları 26: BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-16

Ebubekir Sifil - Milli Gazete - 5 Aralık 2010

S–17) Risaleler Türkçeye çevrildiğinde dini hikayeler gibi bir kitap seviyesine dönüşüyor. Arapça, Osmanlıca ve Farsça yazılması onun gerçekten ilmi bir eser olduğunun kanıtı mıdır?

İlk olarak risalelerin kaleme alındığı dil Türkçedir. Risale-i Nur içinde Arapça kaleme alınanların oranı diğerlerine kıyasla hayli düşüktür. Dolayısıyla soruda bir tesbit hatası bulunduğunu söylememiz lazım.

İkinci olarak Bediüzzaman Kürt asıllı, ilim dili de Arapça olduğu için Türkçesinin akıcı olmasını beklemek doğru değil. Kendisi de bunu birçok yerde ifade etmektedir zaten.

Ama bu durum, sorudaki tesbite haklılık kazandırmaz. Zira nisbeten "kırık" bir Türkçeyle kaleme alınmış olması Risale-i Nur'daki ilmî seviyeye tesir eden bir unsur değildir. Önemli olan muhtevadır ve bir metnin şu veya bu dilde kaleme alınmış olması tek başına onun ilmîliği konusunda belirleyici değildir.

Bununla birlikte şunu söylememiz lazım: Bir ilim ve medeniyet dili olarak Osmanlıcanın ifade gücü günümüz Türkçesiyle kıyaslanamayacak kadar ileri bir seviyededir. Konuyla ilgilenen hiç kimsenin –şayet önyargılı ve kasıtlı değilse– bu gerçeği his ve ifade etmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla Osmanlıca kaleme alınan bir metnin yaşayan Türkçenin ifade imkânlarına sıkıştırıldığında seviye kaybına uğraması yadırganmamalıdır.

Son olarak Risale-i Nur'un dinî hikâyeleri andıran bir kitap seviyesinde olduğunun söylenmesinin de doğru olmadığını belirtelim. Zira bu tarz bir benzetme Risaleler'in tabiatıyla örtüşmez.

S–18) Sait Nursi ve Risaleler neden muhteşem üstü görülmektedir ve bu değer doğru mudur?

İslam ilim tarihi içinde sistem kurmuş karizmatik şahsiyetler her zaman olmuştur. İlim, kültür ve medeniyet bilincinin kaybolduğu bir zaman diliminde bunun ne demeye geldiğini herkesin anlayamayabilir. Ama meseleye belli bir seviye ve zaviyeden bakma dirayet ve seviyesine ulaşmış insanlar bakımından anlaşılmayacak bir nokta yoktur.

Bediüzzaman merhumun çok fazla dikkat çekilmeyen en önemli özelliğinin bu noktada ortaya çıktığını düşünüyorum. Risaleler'in muhtevasına, diline, üslubuna şu veya bu açıdan yaklaşabilir, durduğumuz yere göre onları göklere çıkarabilir ya da yere batırabiliriz. Ama bir noktayı herkesin itiraf edeceğini, etmesi gerektiğini düşünüyorum: Risaleler'in merhum müellifinin hususiyetini, "sistem kurmuş" karizmatik insanlardan birisi olmasında aramak gerekir. İslamî ilimlere yaklaşımı; ilmî, ahlakî, imanî ve tasavvufî meselelere bakışındaki orijinalite ortadadır.

Belki de onun adı ve eserleri etrafında oluşan ilgi halesinin hikmetini esas burada aramak gerekir.

İkinci olarak da yaşadığı zaman diliminin kendine mahsus şartları ve zorlukları karşısında yılmaması, hapis, sürgün ve kovuşturmayla geçen ömrünün hiçbir aşamasında yılgınlığa, teslimiyete ve çözülmeye düşmemesi, tam aksine, bütün olumsuzluklara rağmen çevresine hep imanın, istikametin, direnmenin ve fedakârlığın canlı bir numunesi olarak ışık saçması göz önünde bulundurulmalıdır. Bu itibarla onun her zaman ilgi odağı olmasına şaşırmamak gerekir.

Bununla birlikte bir noktaya da dikkat etmek durumundayız: Ehl-i Sünnet inancı, peygamberler dışındaki hiçbir insanın masum olmadığını söylemeyi gerektirir. Elbette mesela velilerin ve rabbanî alimlerin sıradan insanlar seviyesinde görülmesi doğru değildir. Ama onların da beşer tabiatı gereği yanılabileceği, hata yapabileceği akıldan çıkarılmamalı, peygamberler dışında hiç kimsenin her sözünde, jestinde, mimiğinde bir hikmet aramanın doğru olmayacağı unutulmamalıdır. Ki Üstad'ın da böyle görülmek istediği söylenemez.

Devam edecek.
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Bu konuya çok ara verilmiş. Arada 2 yazı daha vardır:

http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=1088
http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=1090

Biz son yazıdan devam edelim:

Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-19

Ebubekir Sifil - Milli Gazete - 2 Ocak 2011

Bediüzzaman da tıpkı dönemindeki ulemanın çoğunluğu gibi, "hürriyet, adalet, müsavat" sloganları eşliğinde Sultan Abdülhamid aleyhdarlığı yapmayı "İslam'ın gereği" olarak görüyor ve bu çerçevede hareket ediyordu. Bir evvelki yazıda Risale-i Nur'dan naklettiğim pasajlar onun meseleye bakışını kendi ifadeleriyle net biçimde ortaya koymaktadır.

Muhterem Kadir Mısıroğlu bu olayı şöyle veriyor:

"Rahmetli Celâlettin Öktem hocadan dinlediğime nazaran, II. Meşrûtiyet arifesinde İstanbul'a gelen Said-i Nursî merhum o zaman Dârulfünûn'a tahsis edilmiş olan Zeyneb Kâmil Konağı'nda bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş. Ezcümle, Celâl Hoca'nın bizzat işittiğini söylediği şu sözleri sarfetmiş:

"Sultan tek başına koca bir sarayı işgâl ediyor. Çıksın oradan!.. Ben orayı mektep yapacağım!.."

Daha sonra değerlendirmesini şöyle sürdürüyor muhterem Mısıroğlu:

"Bu ve benzeri sözler yüzünden tımarhâneye sevkedilmişse de doktorlar, 'aklında bir noksanlık olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarfettiğini' söyleyerek O'nu serbest bırakmışlar.

"Bundan sonra Mâbeyn'e gelerek Padişah ile görüşmek istemiş, fakat bütün ısrarlara rağmen belindeki hançeri çıkarmak istemediğinden bu görüşme vâkî olmamıştır
…"[1]

Bediüzzaman merhumun, hakkında konuştuğu kişi "Halife-i Müslimîn"dir. "Son kale"yi muhafaza etmek için bütün varlığıyla hem içerideki hem dışarıdaki muhalifleriyle mücadele etmek zorunda kalan bir padişaha reva görülen muamele elbette bu olmamalıdır.

Bu satırların yazarı, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhuma gönülden bağlıdır. Resmine bile her baktığımda derin bir ihtiram kaplar bütün benliğimi. İlmin ve ilim adamının haşmetini, izzetini, heybetini görürüm onda ve titrerim.

Ama ona karşı duyduğum bu derin hürmet ve muhabbet hissi beni adaletle hükmetmekten alıkoymamalıdır diye düşünür ve onun Sultan II. Abdülhamid aleyhdarlığını her seferinde derin bir teessür ve inkisarla hatırlarım. Ve ruhunu teslim etmeden önce hakikati görüp nedamet getirdiği için onun adına hamdeder, şükrederim.

Aynı durum Bediüzzaman merhum için de aynıyla söz konusudur. Benim Mustafa Sabri Efendi merhuma bağlılığımı aynıyla –hata belki daha fazlasıyla– Bediüzzaman merhum için hissedenler de bir noktayı hatırdan çıkarmamalı: Hakk'ın hatırı her şeyin üstündedir.

Bediüzzaman merhum ahir ömründe nedamet getirmiş ve –yine muhterem Mısıroğlu'nun naklettiği veçhile[2]– Sultan II. Abdülhamid'in torunu Nemika Sultan'dan –ki Osman Turan beyin kayınvalidesidir ve hadiseyi muhterem Mısıroğlu, Osman Turan'dan bizzat dinlemiş birisi olarak nakletmektedir– dedesi adına helalık dilemişse, bundan sadece ve sadece hoşnut olunur. Bunu onun için bir "nakisa" (noksanlık) gibi değerlendirip böyle bir hadisenin cereyan etmediğini söylemeye kalkışmanın anlamı yoktur. Bunun Bediüzzaman'a da, tarihe de, hakikate de haksızlık olduğunu söylemek durumundayız.

Bediüzzaman merhum da hatasıyla-sevabıyla bir "insan"dır! Onu hayatının her aşamasında ve her yaptığı işte "lâ yuhtî" (hatasız) görmek, her tavır ve davranışının altında bir "hikmet" aramak bizim itikadımızla bağdaşmaz. Efendimiz (s.a.v)'dan nakledilen bir rivayet bize bu konuda rehberlik eder: "Bir şeye olan sevgin (seni onun aleyhindeki hakikate karşı) kör ve sağır eder."[3] Bediüzzaman merhum hakkındaki fart-ı muhabbetimiz de bizi onun hakkında kör ve sağır etmemelidir.

Devam edecek.

[1] Bir Mazlum Padişah Sultan II. Abdülhamid, 22-3.
[2] Bkz. Mısıroğlu, a.e.g., 22.
[3] Hasen bir rivayettir. Geniş bilgi için bkz. Keşfu'l-Hafâ, II, 79.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
yine mi..

Kadir MISIROĞLUNUN BEDİÜZZAMAN HAKKINDAKİ ASILSIZ İDDEALARINA DR.ABDULKADİR BADILLIDAN CEVABLAR
İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların görüldüğü üzere asılsız ve hükümsüz olduğu ayan beyan günyüzüne çıkmıştır . MEVZUYA GİRİYORUZ Kadir Mısıroğlu, adı geçen kitabında bu iki şahsın ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini hiçbir yerde
kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İşte Mısıroğlu güya bunları esas alarak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki hayatıyla ilgili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o günlerde kaydedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çırpıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı-faslı olmayan bir şeyler karalamıştır . Bu makamda bir hadis-i şerif hatırıma geldi mealen; “Kişinin günaha girmesine yol açmasına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir. ” Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden
birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi
Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, ( eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı -faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım . Önce Celalettin Ökten:
K. Mısıroğlunun, bu zattan bizzat dinledim diye kaydettiği ve kendisinden başka şahidi olmayan ifadesinin özeti iki-üç bölümlüdür.
Birinci Bölümü: “ II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’ a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş . Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş . Güya demiş ki: “ Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş . İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın -sözde ve Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.” Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “ Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla gö- rüşmek istemişse de, belindeki hançerini ısrarlara rağmen çıkarmadığı için görüşme vaki ’ olamamıştır.” Celalettin Ökten Hocadan sözde nakledilen
rivayetin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi buradaki şu rivayetin kesinlikle uydurmasyon olduğunu hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak
yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlıdır . Amma önce, Mısıroğlunun sağlam sened dediği Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir. Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araştırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak kendisini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duymamışlar ve nakletmemişlerdir .
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
geliyoruz ispatlı cevaba: 1- “Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’ a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş ?.. Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri
İstanbul’ a meşrutiyetten 6– 7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve
niyetiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesinde, onun maddi finansmanını taahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış. Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek meziyetlerini anlatan bir mektup yazarak,
Bediüzzamana vermiştir . Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir.* *Tahir Paşanın mühürlü mektubu, Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 1.cilt, sh.168 ’ dedir. Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı tarihte yola çıkmışsa , herhalde, en erken Aralık ayı başında İstanbul’ a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşrutiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiyetin arefesi diye bir şey söz konusu değildir. 2- “… O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş . Bu konferansta Sultan II.Hamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş : “ Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” demiş.” Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü uydurmasyon
şeylerdir . Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından evvel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı yazmak taşralarda ve Avrupada mümkün iken İstanbul’ da kesinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstanbul’ a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir . Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki:
Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’ a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şuray -ı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır . Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamidle
görüşerek İstanbul’ a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak çabası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa , padişahın etrafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşamadı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli - haddini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün sonrada, Şişli’ de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı paşalarla aynı mevzu ’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla görüşme ümidi kesildi. Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’ a geliş gayesini dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi ’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Asar- ı Bediiye kitabı sh.464 ‘ te de kayıtlıdır . İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçilerin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar- ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakınız : 402.431.464.486 Ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179 Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat A.Kadir Badıllı 2. Baskı ; 1. cilt, sh 70,171,172,177,178,180 ve dahası.. Ve yine Celalettin Öktene isnad ettiği -sözde- rivayetini bir nass kabul edip şahsi kin ve garazıyla yoğurarak nakleden K. Mısıroğlu adındaki şahıs adı geçen uydurmasyon naklin üçüncü bölümünü şöyle kaydetmiş : 3- “… Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım .. Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevkedilmiş…” Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve
tarzıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve şahsi kinlerle alude lakırdıların hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmış olmasıyla beraber, tımarhaneye gönderilmesinin şekil ve sebepleri üzerinde az duralım. Ama önce, Bediüzzaman Hazretlerinin merhum
Sultan II.Hamidin hakkında , hele onun zat-ı şahsiyeti hakkında hiçbir zaman ne ileri, ne de geri konuşmuştur . Hele II. Meşrutiyetin ilanından önce hiçbir şey konuşmamıştır . Bediüzzamanın bütün nutukları , konferansları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlıdır . Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir . 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makaleleri Asar- ı Bediiye kitabında neşredilmiştir . Bu nutuk ve makalelerin ve Divan- ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde merhum Sultan
II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine karşı (diğer bazı zatların hücumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0

Ama nasihatları vardır , irşadkâr çıkış yolları göstermeleri vardır . Öbür yanda mabeyn paşalarının elleriyle yapılmış olan hatalı, eğri icraatlarını tenkit etme de vardır . Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için
pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır . Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir. Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir.
Bunların dışında olan – kimden olursa olsun – aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan ibaret olup hiçbir
değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar. İşte haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini gözler önüne sermek üzere, rivayeti ele alıyoruz .. Bakınız , rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş: “… Sultan tek başına bir sarayı işğal ediyor. Çıksın oradan .Orayı ben mektep yapacağım…” Acaba Hz. Bediüzzaman bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?.. Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanından epey zaman sonra, padişah henüz tahtından inmemişken , 23 Mart 1909’ da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa deva ’dır” makalesinin “ Hilafete dair bir rü’yadır” bölümünde yer almıştır. Ve asıl metni de şöyledir : “ Alem- ı menamda padişahı gördüm. Dedim: “ Zekat-ül ömrü Ömer-i sani* mesleğinde sarfet! *Ömer-i Sani, Abdülaziz-i Emevidir ki; ona adalet
ve hakkaniyette Hz. Ömere benzediği için o lakap verilmiştir . -Abdülkadir Badıllı- Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın manası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın . Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Birde
sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..
Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar- ı umumi ve tekmil-i mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o
noktaların yerini tutmakla ; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi
intaç ede biliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti
bunu ispat eder.
O dedi nasıl yapacağım ?... Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan İstanbul’ da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster.. Pür- şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine ( Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır . -A. Kadir Badıllı-) melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve yıldızı Dar-ül fünun
gibi yapmak ve ulum-u islamiyeyi ihya etmek ve
meşihat-ı islamiyeyi ve hilafeti mevki-i hakikisine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i ’ la et ! Ta ki hanedan- ı Osmanî ol burc-u hilafette pertav- nisar-ı adalet olabilsin… Mademki imam- sın …] (Mufassal Tarihçe 1, cilt sh. 218) İşte Bediüzzamanın dedikleri bunlar. Asıl metni de bu… Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan
Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen istibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması , devamı için elinden ne gelmiş, dili ne kadar dönmüşse söylemiştir . İşte örnekleri: 1. Örnek: 24 Temmuz 1908’ de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde İstanbul’ da tertiplenen nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik ’ te aynısı irad edilen “ Hürriyete Hitap ” nutkunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meşrutiyeti istihsan edici beyanlarından sonra, aynı hitabenin sonunda: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i peygamber!... ” diyerek Sultan Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk
bilahere Misbah gazetesi 19 Eylül 1324 ve 26 Eylül
1324 de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed
Ramiz tarafından bu nutukla beraber Üstadın sair nutukları bir kitap şeklinde ve “ Nutuk” ismi altında yayınlandı . Yoksa Mısıroğlunun dediği gibi, aynı günlerde bastırılıp halka dağıtılmış değildir. 2. Örnek: Adı geçen nutuklardan altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han)
o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları ) o eski ve
köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamidin
büyük meziyetini dile getirmiştir. 3. Örnek: 31 Mart hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan- ı Harb-i Örfi Mahkemelerinin bir nolusunda, Bediüzzamanın merdane müdafaalarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet ” diye nitelendirdiği kısımda şöyle demektedir. “… Daire-i İslamın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan- ı sabık* kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zannıyla ; ve “ aslah tarik musalahadır” mülahazasıyla ; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret- ı garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i ’ la olsun.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melaike-i
rahmet yerleştir , tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için millete iade et ve milletin
mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin
idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra
ahireti düşünmek lazım .Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..
* Çünkü o günü Sultan Abdülhamid Hazretleri,
hain ittihatçılar tarafından bir sürü bahaneler ileri sürerek tahttan indirilmiş olduğundan, Hz.Üstad maziden söz ediyor. Yoksa bu nasihatlar, padişah tahtta iken gazetelerde yayınlanmış idi. Hem Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildiğinde Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensubu olarak İttihadçılar tarafından tevkif edilmişti ve hapisteydi. … Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim. ” (Asar- ı Bediiye sh. 415)
İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında , (uydurmasyon rivayetin ve onun nakilinin
iddiaları gibi) hiç bir şahsi hakaret ve aşağılama yoktur. Bilakis onun halifelik ünvanını mukaddes sayarak hıfz ve devamını istemiştir
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
cepten attım insaallah düzgün çıkmıştır..
Kaynak şu :yn:
başka forum linki vermek yasaktır.

El hasıl ; hâlâ tevbe etmeyecek misiniz..?
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
DR. ABDULKADİR BADILLI:

İşte ey Mısıroğlu! ... sarf ettiğin lafların ... asılsız ve hükümsüz olduğu ayan beyandır...

bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır.

Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan ...

Said Nursi merhumun talebesi Üzeyir Şenler de Mısıroğlu'nu doğrulamaktadır:

http://muzafferdeligoz.blogcu.com/bediuzzaman-2-abdulhamit-in-varislerinden-helallik-aldi-mi/5366421
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
muzaffer deligöz kaç yaşında alıntıladıgın parçayı iyi oku.. Ben zaten göremedim cepten.. Hatta dur bismillah yeni attım tamamını oku.. Hatıralar ile hareket edersek Üstadımızı seyyid şerif mehdi gösteren hatiralara da laf etmemeniz gerekir ama va esefa ıslamoglu cübbeli ayrımcılığı burada da kendisini gösteriyor.. Kos koca tekzib den sadece yanlış okuduğunuz bir cümlemi hoşunuza gitti.. Garip..
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Serdengeçti ağabey, Deligöz, bizzat Üzeyir abiden dinledim diyor. Olayı hazırlayanlardan biridir Üzeyir ağabey diyor. Nemika Sultanı arayıp bulan Nursi talebesi odur diyor. Yani yaşıyla bir alakası yok, dinlediğini aktarıyor.

Sifil hocanın şu sözünü doğruluyorsunuz, dikkat ediniz:

"Bediüzzaman merhum ahir ömründe nedamet getirmiş ve Sultan II. Abdülhamid'in torunu Nemika Sultan'dan dedesi adına helalık dilemişse, bundan sadece ve sadece hoşnut olunur. Bunu onun için bir 'nakisa' (noksanlık) gibi değerlendirip böyle bir hadisenin cereyan etmediğini söylemeye kalkışmanın anlamı yoktur."

Ves'selam.
 
Katılım
14 Eki 2006
Mesajlar
1,777
Tepkime puanı
67
Puanları
0
konumuz Nemika sultan meselesi değil ki bunun üzere bina ediyorsunuz.. Yapmayın efendim okuyun hele..
Bu arada yirmi dokuzuma basalı bir gün oldu ağabey e lüzum yok : )
 

hirahos

Kıdemli Üye
Katılım
9 Kas 2006
Mesajlar
35,948
Tepkime puanı
483
Puanları
0
Yaş
55
Zaten 2-3 kere okumuşuzdur. Bir kez daha okuyayım bakalım, öncekilerden farkı nedir? :)

Badıllı:

Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır . Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir. Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir.

Bunların dışında olan – kimden olursa olsun – aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan (boş laftan) ibaret olup hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.

Okuduk ve aynısıdır. :)

Hayret. Üstadın talebesi olduğunu iddia eden Badıllı, olayın bizzat şahidi olan şakirtini (Nursi talebesi) Üzeyir Şenler'i de yalanlıyor ve itibarsız gösteriyor... Ya da Üzeyir Şenler'den haberi yok. İnsan önce bir sorar, soruşturur. Sanki "tek ve biricik uzman" kendisi imiş gibi piyasaya çıkmak doğru mudur acaba?

Böyle bir tutum Badıllı hakkında güven sarsıcıdır. Ya bildiklerini gizliyor ya da özensiz davranıyor, araştırıp soruşturmadan rast gele savunmalar yapıyor.

Dolayısıyla; diğer meselelerde de Badıllı'ya itimad etmiyorum. Buna hakkımız vardır sanırım.

İnşallah, bu konularda bilgisi olanlar ortaya çıkınca anlarız aslında olan nedir?

Ves'selam.
 
Üst